Diyanet İşleri Başkanlığı “Din ve Toplum” konulu Dördüncü Din Şura’sını Ankara’da düzenliyor. Kanaatimce Diyanet dünyadaki gelişmeleri iyi okuyor ve tartışmaların nesnesi olmaktan çok öznesi olmak için çaba gösteriyor.
Modern toplumlarda dinin yeri, konumu, etkileri; ekonomi, eğitim ve siyaset gibi kurumlarla ilişkileri gittikçe artan oranda dikkat çekiyor, çok sayıda bilimsel araştırma, yayın, kongre ve sempozyumun konusu oluyor. Pek çok ülkede üniversite bünyelerinde din-toplum ilişkilerini incelemeye yönelik araştırma merkezleri kurulmakta, yeni yüksek lisans ve doktora programları açılmakta, bağımsız düşünce kuruluşları araştırma projelerinde dinle ilgili konulara geniş yer vermektedir.
Bu noktada şu soruları sormak yerinde olacaktır. Acaba dine duyulan bu ilginin kaynağı nedir? Niçin araştırma kurumları, üniversiteler, düşünce kuruluşları ve siyaset, kültür, ekonomi, toplum ve benzeri konularda imali fikir eden pek çok kişi din konusuna ilgi duymaya başladı?
Bu soruların cevabı geçtiğimiz yüzyıla damgasını vuran ve dinin toplum hayatından izafi olarak çekileceği öngörüsünde bulunan modernleşme teorisinin yeniden gözden geçirilmesinde yatmaktadır. Günümüz sosyal bilimlerinde de bir hayli baskın olan ve yaygın kabul gören modernleşme teorisi, sanayileşme, kentleşme ve rasyonalleşme süreçleri ile toplumların modernleştikçe, din ve kutsaldan uzaklaşacaklarını ve dünyevileşeceklerini varsayıyordu.
Kuşkusuz Avrupa’nın tarihsel ve toplumsal deneyimlerine dayanan, yani Avrupa’da yaşanan din-toplum ve din-devlet ilişkilerinin şekillendirdiği bu yaklaşımın geçerlilik iddiasının ciddiye alınması gerekir. Ancak söz konusu yaklaşımın evrensel bir gerçekliğe tekabül etmediğinin, yani her modernleşme sürecinin, bu süreci yaşayan toplumun dinle bağlantılarını zayıflatacağını ve toplumun hayatından dini çıkaracağını söylemek mevcut sosyolojik verilerle çelişmektedir.
Klasik sosyoloji teorilerine ve M. Weber, E. Durkheim ve K. Marks gibi sosyolojinin kurucu öncülerinin bilimsel çalışma ve analizlerine bakıldığında dinin merkezi bir konu olduğunu rahatlıkla görülebilir. Weber, Durkheim ve Marks yaşadıkları dönem toplumlarının anlaşılmasına dini önemli bir faktör olarak görmüşlerdir. Ancak Aydınlanma ile başlayıp sanayileşme, kentleşme ve modernleşme süreçleri Batı’da din-toplum ilişkilerinde yeni bir dönemi başlatmıştır.
Bu süreçler kilise ve mezheplerin temsil ettiği dinin toplumsal kurumlar üzerindeki etkisini büyük oranda törpülemiş, zayıflatmış ve yüzeyselleştirmiştir. Kilisenin eğitim, siyaset ve iktidar gibi alanlardaki yetkileri ellerinden alınmış ve söz konusu sorumluluk ve yetkileri modern-laik devlet üstelenerek gücünü pekiştirmiş, kilise ve onun temsil ettiği din ise kamusal alandan çekilmek zorunda bırakılmıştır.
Laikliğin kurumsallaşması, eğitim, öğretim ve kamu hizmetlerinin devlet eliyle yürütülmesi kilisenin güç, etkinlik ve rol kaybına neden olmuştur. Batı ülkelerinde yaşanan bu gelişmeler, sosyal bilimler paradigmasını belirgin biçimde etkilemiş, dini inanç ve kurumlar Weber, Durkheim ve Marks’ın aksine, modern toplum analizlerinde bir faktör olarak görülmemeye başlanmıştır. Yani çoğu sosyal bilimci için toplumsal analizlerde din uzun süre araştırmaya değer bir olgu olmaktan çıkmıştır. Ancak bu bakış açısı 1970’li yıllardan itibaren değişmeye başladı.
Türkiye’deki sosyal bilimciler de uzun süre Avrupa’daki meslektaşlarının geliştirdikleri modernite kuramının etkisinde kalmış, kendi toplumlarındaki özgün ve derin din-toplum ilişkilerini görmezden gelerek çalışmalarını sürdürmüşlerdir. Din çoğunlukla modernitenin karşısına yerleştirilmiş, gericilik, muhafazakarlık ve zaman zaman da yobazlığın kaynağı olarak gösterilmiştir.
Türkiye’de ise toplumsal kimliğin önemli belirleyicilerinden olan din, Fransız laiklik anlayışının da etkisiyle, tümüyle kamusal alan dışı bırakılmş, 28 Şubat gibi toplumsal mühendislik projeleri ile her alandan kazınmak istenmiştir. Öyle ki, Türkiye’de din-toplum ilişkilerini araştırmak ve bu konuda yayın yapmak zaman zaman riskleri de beraberinde getirmiştir. Örneğin Şerif Mardin 1960’larda Din ve İdeoloji kitabını yayınladığında, çalışma konusunda eleştirilere uğramış, benzer konularda bilimsel çalışmalarını yurt dışında daha rahat sürdürmüştür. Yayınladığı bazı kitaplardan dolayı da Türk Bilimler Akademisine Üye’liğinin kabul edilmediği iddia edilmiştir.
Haftaya bu konuya devam edeceğiz.
Bu Blogda ekonomik büyüme potansiyeli ile küresel jeopolitik gelişmelerde etkisini artıran ASYA'dan gözlemler paylaşmaya çalışacağım. Pergelin sabit ucu dünyanın dördüncü, İslam Dünyası'nın en büyük nüfusuna sahip Endonezya'da olacak.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Endonezya’da yeni hükümetin öncelikleri hangi konular?
Nüfus bakımından dünyanın en büyük dördüncü ülkesi olan Endonezya, 280 milyonluk nüfusu ile en büyük İslam ülkesi. G20 üyesi olan Endonezya ...
-
Prof. Dr. Talip Küçükcan Yükseköğretim bütün ülkeler için stratejik bir alan ve önemli bir ekonomik sektör. Üniversiteler nitelikli insan ...
-
Türkiye ve Endonezya arasındaki ikili ilişkiler olumlu ilerliyor. İki ülke arasında 2022 yılında Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi ...
-
Prof. Dr. Talip Küçükcan Endonezya Küreselleşme diye tanımladığımız olgu, soyut anlamda fiziki sınırları aşan bir hareketlilikle devam e...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder