24 Mart 2010 Çarşamba

Batı’nın hoşgörüsü İslam’la sınanıyor

Son yıllarda Batı ülkelerinin demografik yapısını ve kültürel dokusunu değiştiren Müslüman nüfusun artışı, Avrupa ülkelerinin vatandaşı olan Müslümanların kamusal alandaki görünürlüğünün daha belirgin oluşu, taleplerini katılımcı bir dille ifade etmeleri yeni tartışmalara yol açmaya başladı. Siyasi rekabetin yoğun olduğu dönemlerde Batı-İslam ilişkilerinde çoğunlukla gerilimli ve çatışmacı bir yaklaşımın hakim olduğu, kültürel ilişkilerin ön plana çıktığı dönemlerde ise daha dostça bir dilin iki dünya arasındaki ilişkileri etkilediği görülür. Ancak 11 Eylül Batı-İslam ilişkilerinde bir kırılma noktası olmuş, Batılıların ve özellikle de Avrupa’nın çoğulculuk, çok kültürlülük ve hoşgörü anlayışı Müslüman topluluklar ile testten geçmeye başlamıştır. Batılı ülkelerin hepsini aynı kefeye koymak doğru olmamakla beraber Pew Research Center, European Union Agency for Fundamental Rights ve Human Rights First gibi güvenilir kuruluşların araştırmaları, Batı’daki Müslümanlara yönelik ayrımcılık ve hoşgörüsüzlüğün arttığını göstermektedir.

Çokkültürlü değil ‘kültürcü’

Eşit vatandaşlık, çoğulculuk ve farklı dini değerlere saygı yerine “kültürcü” bir yaklaşımın ortaya çıktığı, Müslüman toplulukların bir güvenlik tehdidi olarak algılandığı göze çarpmaktadır. Batı’nın bir zamanlar çeperinde olan ancak yoğun göçler nedeniyle merkezine ve içerisine kadar uzanan İslam kültürü ve Müslüman nüfusuna ilişkin bazı kaygılarının olduğu, hem siyasi söylemlere hem de medya ve popüler kültür diline yansıyor. İslam dünyasının Batılı ülkeler tarafından sömürge olarak yönetildiği, iktidar ilişkilerinde kendilerinin egemen olduğu dönemlerin büyük oranda geride kaldığı bir dönemde yaşıyoruz. Ortaçağ’da kiliselerin siyaset, ekonomi ve eğitim üzerinde dominant olduğu dönemleri geride bırakan Avrupa ülkelerinin çoğunda seküler, rasyonel ve bireysel kültür egemen oldu. Ancak Müslümanların Avrupa’ya yerleşmesi, inançlarını korumaları ve kimliklerini canlı tutmak için kurumsallaştırmaları, günlük yaşantılarına inançlarının gereğini yansıtmaları kaygıyla karşılanmaya başlandı.

Çünkü Avrupa büyük oranda sekülerleşmiş, yani hem kurumsal olarak din ve kilise birbirinden ayrılarak farklı alanlarda işlevler üstlenmiş hem de bireysel anlamda dindarlık düzeyleri azalmış yani kilise üyelikleri azalmış, Tanrı inancı zayıflamış, dini pratikleri yerine getirme oranları gerilemiştir. Bütün bunların sonucu olarak dinin toplumsal hayat üzerinde etkisi nerdeyse sıfırlanmış ve dinin kamusal alandaki talepleri zemin kaybetmiştir.

Müslümanların Avrupa’nın çeperinden merkezine yerleşmeleri ve dini/kültürel kimliklerini sahiplenmeleri seküler Avrupa’yı kaygılandırmaya başlamıştır. Aşırı sağ başta olmak üzere bazı kesimler Avrupa’nın İslam kültürünün işgaline uğradığını ve Müslüman göçmenler tarafından sömürgeleştirildiklerini iddia etmeye başlamıştır. Kurumsal dini yapıların yani kiliselerin etkinliğini büyük çabalarla sınırlandıran Batılılar din ile aralarına büyük mesafeler koymuş, kalın duvarlar inşa etmiştir. Modernleşmeyi zorunlu olarak dinden kopuş olarak okuma biçimi yavaş yavaş terk edilse de özellikle Batı Avrupa’daki hakim düşünce bu olduğu için Müslümanların inançlarını görünür biçimde yaşamaları ve kurumsallaştırma girişimleri seküler Batı düşüncesi tarafından bir tehdit olarak algılanmaktadır.

Krizi yönetemeyen Avrupa

Fransa’da başörtüsü başta olmak üzere okullarda dini sembollerin yasaklanması, Danimarka’daki karikatür krizi, İsviçre’deki minare yasağı, pek çok ülkede İslam karşıtı söylemleri ile ön plana çıkan aşırı sağcı ve ırkçı partilerin yükselişi aslında Avrupalıların bu kaygılarının siyasi ve kültürel yansımaları olarak okunmalıdır. İşte söz konusu kaygı ve korkular Avrupa’da bazı ülkelerin dini çoğulculuk, din ve vicdan hürriyeti gibi evrensel hukukta yer alan bazı ilkeleri görmezden gelecek şekilde Müslümanları devlet eliyle idare etme ve yönetme girişimlerine sahne oldukları gözlenmektedir.

Bugün gelinen noktada Fransa, Almanya, İsviçre ve Danimarka başta olmak üzere pek çok Avrupa ülkesinin Müslüman topluluklara ilişkin politikalarının yetersiz ve başarısız olduğu, dini ve kültürel kaynaklı olduğu iddia edilen krizleri başarılı biçimde yönetemediği ortaya çıkmıştır. Müslüman toplulukların geldikleri ülkeler, ait oldukları mezhepler ve dini geleneklerin tüm farklılıklar ile yansıdığı Avrupa ülkelerinde son dönemlerde acaba Müslüman toplulukları nasıl yönetiriz sorusu daha sesli olarak sorulmaya başlanmıştır.

Önceleri Müslümanları muhatap almayan, onları sorunları ile baş başa bırakan siyasi elit artık kendi vatandaşları olan bu toplulukların uyumu, kontrolü, denetimi ve dış etkilerden korunması için neler yapılabilir kabilinden stratejik sorulara cevap aramaya başlamıştır.

Müslümanları tektipleştirme

Bu noktada Müslümanların tek çatı altında toplanması gibi aslında Avrupa’nın dini ve kültürel çoğulculuk anlayışına, farklıklara saygı ve hoşgörü tecrübesine ters düşen politikalar geliştirmeye çalıştıkları görünmektedir. Örneğin Almanya Federal İçişleri Bakanlığı’nın girişimi ile bu ülkedeki bütün Müslüman grupların (Türkler, Araplar, Boşnaklar, Aleviler, Sünniler vb.) temsilcilerinden oluşan bir Almanya İslam Konferansı (Die Deutsche Islam Konferenz) başlatılmıştır. İlki 2006 yılında toplanan konferansın amacı “Alman devleti ile Müslümanlar arasında uzun vadeli diyalog başlatmak, birlikte yaşamaya ilişkin sorunlara ortak çözümler bulmak, entegrasyona katkıda bulunmak” olarak açıklanmıştı. Almanya, bir taraftan İslam’ı bir din olarak resmen tanımaya yanaşmamakta, öte yandan dolaylı da olsa devletin baskısı ile Müslümanları

ortak bir çatı altında birleştirmeye çalışmaktadır. Almanya İslam Konferansı’nda hangi kuruluşların temsil edileceğine bile devlet karar vermektedir. Türkiye’de olsa bu girişim, devletin dine müdahalesi olarak görülür ve kıyasıya eleştirildi.

Müslümanları devlet gücüyle birleştirme girişiminin bir başka örneği Fransa’da yaşandı ama istenilen sonuca ulaşılamadı. Nicolas Sarkozy’in İçişleri Bakanlığı döneminde oluşumuna büyük destek verdiği Fransa Müslümanlar Konseyi (Conseil Français du Culte Musulman) 2003 yılında kuruldu. Fransız hükümetinin İslam ve Müslümanlar söz konusu olduğunda muhatap almayı amaçladığı Konsey beklenildiği kadar etkin olamadı. Devlet müdahalesi sivil toplum ve çoğulculuğun ruhuna aykırı olmasına rağmen Fransa inatla Müslümanları tek çatı altında birleştirmeye, bir başka deyişle Hıristiyan ve Yahudi cemaatleri gibi onları “resmi” kalıplara sokmaya çalışmıştır. Ancak bunu başaramamıştır. Aslında Fransa’nın yaptığı da Almanya’nın yaptığı gibi dine, Müslümanların iç işlerine müdahaledir ve bunun laiklikle bağdaştırılması mümkün değildir.

Batı’daki gelişmelere sosyolojik olarak bakıldığında aslında Avrupalıların Müslümanlar üzerinden din ile tekrar yüzleşmeye başladıklarını, kendi dini kökenlerini tekrar keşfetmeye doğru yürüdüklerini söylemek mümkündür. Bu nedenle Batı’nın geleceğini Müslüman toplulukları parantez içine alarak tahayyül etmek mümkün değildir.

http://www.stargazete.com/acikgorus/bati-nin-hosgorusu-islam-la-sinaniyor-haber-251131.htm

3 Mart 2010 Çarşamba

Türkiye-İngiltere İlişkilerinde Yükseköğretim

İnsan ve bilgi akışının sınır ötesi boyutlar kazandığı günümüzde uluslararasılaşma ve küreselleşme süreçleri ile birlikte yükseköğretim kurumları, sadece ulusal ölçekte değiş değil uluslararası ölçekte de etkinliklere ev sahipliği yapıyor. Son yıllarda etkileri daha derinden hissedilen küreselleşme ve uluslararasılaşmayla birlikte üniversiteler giderek daha fazla küresel roller üstleniyor.

Ayrıca sınır ötesi hareketlilikte gözlenen artışın, yükseköğretimdeki uluslararasılaşma hacmini genişlettiği de görülmektedir. Örneğin OECD ülkelerinde son yirmi yılda yabancı ülke öğrencileri sayısının ikiye katlanarak 1.6 milyon gibi yüksek bir rakama ulaştığı bilinmektedir. Yükseköğretim talebine gösterilen ilginin bu sayıyı daha da artıracağı söylenebilir.

Türkiye-İngiltere arasında uzun yıllara dayanan eğitim ilişkileri sürüyor. Özellikle dil öğrenimi, lisans ve yüksek lisans düzeyinde eğitim almak isteyen binlerce öğrenci her yıl İngiltere’ye geliyor. Ama Türkiye’ye giden İngiliz öğrenci sayısı çok az. Olsa olsa Erasmus programlarından yararlanmak isteyen az sayıda öğrenci geliyor Türkiye’ye.

RESMİ VE SİVİL İLİŞKİLER SÜRMELİ

Türkiye-İngiltere arasında kurulan işbirliklerinin yapısı, çerçevesi ve niteliği, üniversitelerin iki ülke arasındaki ilişkilerin geliştirilmesine yönelik mevcut katkıları önemle üzerinde durulması gereken konular. Bu manada sadece devlet kurumları tarafından yürütülen “resmi” proje ve etkinlikler değil bağımsız kuruluşlar tarafından yürütülen “sivil” proje ve etkinlikler de önemlidir.

Türkiye açısından bakıldığında üniversiteler öğrenci, araştırmacı ve öğretim üyesi değişimi gibi alanlarda sunduğu potansiyel tam olarak kullanılamamaktadır. Son yıllarda kurulanlar da dahil olmak üzere Türkiye’deki devlet ve vakıf üniversite sayısı 150’ye yaklaşmasına karşın İngiltere’den gelen öğrencilerin sayısı, Türkiye’den İngiltere’ye giden öğrencilere göre daha azdır. İki ülke arasında, üniversitelerin eğitim, öğretim, yönetişim ve teknolojik yeniliklere ilişkin çok katmanlı ve sürdürülebilir katkı potansiyellerinin daha etkin biçimde mobilize edilmesi mümkündür.

NELER YAPILMALI?

Türk üniversitelerinde İngiltereli öğrencilere ayrılan lisans, yüksek lisans ve doktora kontenjanlarının artırılması, sağlanan burs miktarının artırılması gerekli görülmektedir.

Gelişmiş bir Türk ve iyi bir İngiliz üniversitesi önceliğinde Türkiye bir Uluslararası Türk-İngiliz Üniversitesi kurulmalıdır.

Türkiye ve İngiltere üniversiteleri arasında ortak lisans, yüksek lisans ve doktora öğretimi verecek yeni programlar başlatılmalıdır, var olanların kapasitesi artırılmalıdır. Üniversiteler, müfredatlar arası uyumu inceleyerek çifte diploma verebilecek programları başlatmalıdır.

Türkiye ve İngiltere arasındaki mesleki ve teknik öğretim alanlarında işbirlikleri kurulmalı, Türk öğrencilerin İngiltere, İngiliz öğrencilerin Türkiye’deki şirketlerde staj yapması için uygun mekanizmalar hazırlanmalıdır. Türkiye ve İngiltere üniversiteleri bünyesinde Türk ve İngiliz öğretim üyesi ve araştırmacıların ortak çalışmalar yapabileceği Araştırma Merkezleri kurulmalı, bu merkezlerde üretilen bilgi ve teknoloji paylaşılmalıdır.

Türkiye ve İngiltere’den, öğretim üyesi ve araştırmacıları düzenli aralıklarla bir araya getirecek, ortak projeler üretmelerini teşvik edecek, uluslararası platformlarda birlikte hareket etmelerini kolaylaştıracak Türkiye-İngiltere Yükseköğretim Forumu kurulmalıdır.

Sivil Toplum Kuruluşlarının Türkiye-Azerbaycan arasındaki yükseköğretime katkıları desteklenmeli, her iki ülke sivil toplum kuruluşlarının bir araya gelerek ortak bir üniversite kurmaları, öğrenci ve araştırmacı değişim programları hazırlamaları, sivil toplum, eğitim ve siyasi karar vericiler arasında geniş kapsamlı bir ağ (network) oluşturmaları için teşvik edilmeli, bu amaçla kolaylaştırıcı mali destek paketleri ve yasal düzenlemeler hayata geçirilmelidir.

Türkiye ve İngiltere arasında şimdiye kadar daha çok tek yönlü bir öğrenci ve öğretim üyesi akışı var. O da Türkiye’den İngiltere yönüne doğru. Bu trendin Türkiye’ye bilimsel anlamda kazandırdığı çok şey var. Ancak ekonomik olarak bunun ciddi bir maliyet ürettiğini de söylemek lazım. Bu nedenle bazı eğitim programlarının Türkiye’de başlatılıp sürdürülmesi, gerektiğinde İngiltere’nin katkılarının alınması maliyeti düşürecek aynı zamanda yeniliklerin paylaşılmasına zemin hazırlayacaktır.

Yabancıların Türkiye’de merak ettikleri

Mesleğim gereği sık sık farklı ülkelerden gelen insanlarla karşılaşıyorum ve davet edildiğim konferanslara katılmak üzere kısa aralarla Türkiye dışında oluyorum. Bu sırada da yabancıların meraklı sorularına maruz kalıyorum. En son İngiltere ve Suriye’de katıldığım toplantılardan hareketle yabacıların Türkiye ilgisini ve ülkemizde neleri merak ettiklerini paylaşmıştım. Bu hafta ise Türkiye’de katıldığım toplantılardan notlar gözlemlerimi aktarmak istedim.

International Crisis Group adında bir kuruluş var. Yıllık toplantılarını Türkiye’de yapıyorlar. Bu vesileyle International Crisis Group’un başkanı onuruna Kanada’nın Ankara Büyükelçisi bir yemek verdi. Yemeğe davet edilen az sayıda insandan biri de bendim. Üç tane yabancı büyükelçi, Dışişleri Bakanlığımızdan iki bürokrat ve bir üniversite hocasının davetli olduğu yemekte herkesin ortak konusu Türkiye idi.

TÜRKİYE NEREYE GİDİYOR?

Yabancı konuklar ve büyükelçilerin en çok merak ettikleri, Türkiye’nin nereye gittiği? Dışarıdan yaptıkları gözlemlerle olayları enine boyuna anlayamadıklarını, farklı kesimlerden birbiriyle çelişen hikayeler dinlediklerini, taban tabana zıt görüşler aldıklarını, bütün bunların kendilerini şaşırttığını söylüyorlar. Yani onlara göre karşılarında büyük bir bilmece var ve bunu çözemiyorlar.

Türkiye’de yaşananlar gerçekten de kimden dinlediğinize bağlı olarak farklı biçimlerde yorumlanıyor. Kimine göre bir normalleşme süreci kimine göre ise üstü örtülü bir baskı oluşturulmaya çalışılıyor.

Pekiyi bu yaklaşımların hangisi daha tutarlı? Hangisi daha rasyonel ve inandırıcı? Hangisi daha objektif verilere dayalı? Ne kadarı ideolojik saplantıların gölgesinde kalıyor? Bütün bu soruları cevaplamadan ister Türkiyeli, ister yabancı memleketten biri olsun Türkiye’de ne olup bittiğini gerçekten de pek iyi anlayamaz, bilmeceyi çözemez, olayları sağlıklı ve isabetli biçimde değerlendiremez.

İdeolojik bağlılıklar ve tercihler zaman zaman insanı körleştirir. Saplantılar, duygusal bağlılıklar ve irrasyonel bakış açıları insanın yanı başındaki gerçekleri görmesine engel olur. Bir sis perdesi çöker geçekliğin üzerine. Bunu kaldırmak için insanın inançları ve ideolojileri ile kendileri arasına bir mesafe koyması gerekir. Yoksa olayların künhüne vakıf olmak, yani tümüyle olayları kavramak mümkün olmaz.

TÜRKİYE NORMALLEŞME SANCILARI YAŞIYOR

Tekrar en çok sorulan soruya dönmek gerekirse, yani Türkiye’de olup bitenleri nasıl anlamak gerekir sorusuna gelince şunu söylemek gerek. Türkiye değişiyor, hem de köklü biçimde değişiyor. Seksen küsur yıllık Cumhuriyet tarihinin belki de en derin değişimlerini yaşıyor. Siyaset, hukuk, askeriye, sivil toplum, iş dünyası, üniversiteler ve tabi ki Türk toplumu artık geleneksel formlarıyla, biçimleriyle, anlayışları ile daha fazla açılım yapamayacağını görüyor. Eski gömlekler artık dar geliyor.

Bazı kesimler doğal gelişime ayak uydurup kendi bedenlerine uygun gömlek alıyor. Bazı kesimler ise yıllardır ellerinde tuttukları iktidar ve devlet gücünden kaynaklanan imtiyazlarını kaybetmemek için dar gömleklerini giyme konusunda ısrarlı davranıyorlar. Sonuçta da bu gömlekler ya patlıyor bir yerden ya da yırtılıyor çünkü değişim dalgası o kadar güçlü ki buna direnmek sosyolojik olarak mümkün değil.

İşte Türkiye’yi uzaktan seyredenlere, olayların iç yüzünü anlamak isteyenlere verilmesi gerek cevap budur. Türkiye’deki gelişmeler yıllardır üstü örtülmüş, görmezden gelinmiş, ihmal edilmiş sorunların gün yüzüne çıkmasıyla ilintilidir. Geçmişte bu sorunlardan kaçınıldı, ertelendi. Bugün ise artık cesur bir irade ile bütün toplumsal kesimlerin gerçeklerle yüzleşmesi, daha da derinleşmeden el birliği ile bu sorunların çözümü için bir araya gelmesi gerekiyor.

Tarihin biriktirdiği sorunların çözümü için kalem oynatan, düşünce üreten ve politika geliştirenlere hemen “hain” damgası vurmak kendisine sığınılan bir kolaycılıktan ibarettir. Görmezden gelindikçe kangren olan sorunların çözümünü dış dünyadan bekleyemeyeceğimize göre, Türkiye’nin normalleşmesi için elini taşın altına koyanlara en azından saygı duymak gerekmez mi?

Yükseköğretimde uluslararasılaşma Türkiye için ne vadediyor?

Prof. Dr. Talip Küçükcan  Bu yazının başlığı "Türkiye 370 milyar dolarlık yükseköğretim ekonomisinden ne kadar pay alıyor?" olab...