8 Aralık 2009 Salı

Avrupa İslamofobiye teslim mi?

İsviçre’de geçtiğimiz pazar günü yapılan referandumdan, bu ülkedeki camilere minare inşası yasağı çıktı. Oy verme hakkına sahip kitlenin sadece %53’lük bir bölümünün katıldığı, bir başka ifade ile % 43’lük bir kitlenin pasif kalarak sonucu istemese de dolaylı onayladığı referandumda yasağa evet diyenlerin (%56) fazla oluşu dünyanın pek çok yerinde şaşkınlık ve tepkiyle karşılandı. İsviçre’deki referandum sonuçları, ilk bakışta İslam dininin önemli mimari sembollerinden biri olan cami/minare ekseninde değerlendirilmekle beraber aslında siyasi, sosyolojik ve hukuki açıdan çok daha geniş kapsamlı bir tartışmayı gerektiriyor.

Söz konusu referandum, sadece İslam-Batı ilişkileri ve Avrupa’daki Müslümanların geleceğini değil, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, ve Birleşmiş Milletler Din ya da İnanca Dayalı Her Türlü Hoşgörüsüzlük ve Ayrımcılığın Tasfiyesi Bildirgesi’nde yer verilen temel hak ve özgürlüklerin evrensel değerler ve normlar olarak Avrupa’da geniş kitleler tarafından ne kadar içselleştirildiği sorununu da tartışmayı gerektirmektedir. Adı geçen bidirgelerin hazırlanmasında, kabul edilmesinde ve uygulanmasında ciddi emek ve katkıları olan Batılı ülkelerin bugün geldiğimiz noktada liberal, çoğulcu ve eşitlikçi birikimlerine sahip çıkma ve koruma noktasında gerilimler yaşadığı ve söz konusu miras ve birikimi aşındırmaya eğilimli siyasi aktörlerin etkinlik alanlarını artırdığı gözlenmektedir.

İsviçre’deki referandumun bizatihi kendisi ve doğal olarak da sonuçları, İslam-Batı ilişkileri ve cami/minare inşasının ötesinde bir sorgulama alanı açmaktadır. Sadece minare ve cami konusuna kilitlenmek, sosyolojik, siyasi ve hukuki analizlerde resmin büyük kısmının görülmesini engelleyecektir. O nedenle Avrupa’nın genel olarak din ile nasıl bir ilişki kurduğu, bu kıtada gelişen modernite anlayışı ve laiklik yorumunun farklı dini topluluklar söz konusu olduğunda ne tür bir kuşku sarmalının etkisine girdiği üzerinde durulmalıdır. Bu noktada tek bir Avrupa ve tek bir Batı olmadığını belirtmekte yarar var. Yani ulus devlet kurma aşamalarında Avrupa devletleri, kendi siyasi ve toplumsal deneyimlerine uygun farklı din-devlet ilişkileri geliştirmiş ve buna paralel laiklik uygulamalarını hayata geçirmişlerdir. Buna karşın, dinin (daha doğrusu ruhban sınıfının) siyasi ve toplumsal hayat üzerindeki etkisinin devre dışı bırakılması, kamusal alandaki varlığının sınırlanması ve modernleşme süreçlerinin derinlik kazanmasıyla bireylerin dünyevileşmesi, Avrupa’nın genel olarak ortak tecrübe ve tercihleri olarak sayılabilir.

Pekiyi bütün bunlar ne anlama gelmektedir? Bunlar, Avrupa modernizmi ve laikliğinin din ile çoğu kez mesafeli, Fransa örneğinde olduğu gibi bazen de sorunlu ilişkileri olduğunu göstermektedir. İsviçre’deki gelişmeler işte bu tarihsel tecrübeler ve sosyal yapılar bağlamında okunmalıdır. Kendi dini mirası ile sorunlu ilişkileri olan toplumların, İslam ve müslümanlar gibi dışarıdan gelerek her türlü dinsel talep ve iddiadan “arındırılmış” kamusal alanlarını “işgal” etmelerini hoş görmelerini beklemek olsa olsa Avrupa tarihini ve onun oluşturduğu toplumsal yapıyı bilmemekten kaynaklanabilir. Nitekim, Amerika Birleşik Devletleri başta olmak üzere Batı Avrupa dışına çıkıldığında, dinin kamusal alandaki varlığından rahatsızlık duymayan yani din ile daha barışık laiklik anlayışları ve toplumsal yapıların olduğunu görmek mümkündür. Buna karşın Avrupa, yukarıda bahsedilen nedenlerden dolayı, Hıristiyanlık dahil, dinlere daha soğuk ve kuşkuyla bakıyor, kamusal alanda temsilinden rahatsızlık duyuyor, inançlarına bağlı hayat süren dini topluluklara kuşkuyla bakıyor, hatta onları tehdit olarak algılıyor. Bu kuşku ve tehdit algısı zaman zaman baskıya ve sivil özgürlüklerin kısıtlanmasına varan politikaların benimsenmesine neden oluyor.

İsviçre’de başlatılan kampanyanın kökenleri arasında son yıllarda toplumsal bir hastalık haline dönüşme riski taşıyan İslamofobiyi de (İslam korkusu) saymak gerekir. Avrupa’nın klasik hoşgörü, çoğulculuk ve farklıklara saygı gibi değerlerinin erimeye başladığı imajını uyandıran gelişmeler ile yüz yüze kaldığımız bu günlerde, İslamofobinin nev zuhur bir durum olmadığını belirtmek gerekir. İngiltere’de Runnymede Trust tarafından desteklenen ve çeşitli dinlere mensup üyelerden oluşun bir komisyonun 1997 yılında yayınladığı Islamophobia: A Challenge for Us All başlıklı rapor, İslamofobinin Batı ülkelerinde yüzyıllardır bulunduğunu ancak son yirmi yılda daha da belirginleştiğini, daha uç ve tehlikeli boyutlara ulaştığını vurguluyordu. Daha yakın dönemlerde de benzer bulgulara rastlanmıştır. The European Monitoring Centre on Racism and Xenophobia, (yeni adıyla Fundamental Rights Agency) 11 Eylül olaylarından sonra birçok Avrupa ülkesini izleyen bir çalışma yürüttü. Bu kurumun 2005 ve 2007 yılı gözlem raporlarında Avrupalılar arasında azımsanmayacak bir kesimin müslümanlara kuşku ile baktığı ve onları güvenlik açısından potansiyel tehlike olarak gördükleri ifade edilmektedir.

Özellikle aşırı sağcı ve ırkçı siyasi aktörlerin yaymaya çalıştığı İslamofobi genel olarak iki kaynaktan besleniyor. Birincisi 1950’lere kadar nispeten homojen olan kültürel ve toplumsal yapının yoğun müslüman göçü ile değişmeye başlamasıdır. Modern ve seküler kültürel değerlerini ve toplumsal yapılarını evrensel normlar olarak kabul edip yaşaya giden Avrupalılar, bu tarihten itibaren farklı kültürel ve dinsel kimlikleri olan bir grupla, yani müslümanlarla komşu olmaya, aynı iş yerinde çalışmaya ve aynı sokakta yürümeye başladı.

Yerleşik toplumlar kadar modern ve seküler olmayan müslüman göçmenlerin geldikleri yeni ülkelerinde ilk yaptıkları işlerden biri ibadethaneler açmak oldu. Bunu, helal gıda ve kurban kesim imkanı talepleri ve çocuklarına İslam dinini öğretme istekleri takip etti. Çoğu kez dini olduğu sanılan geleneksel kıyafetlerini korumaları da müslümanları daha ayrıksı bir topluluk yaptı. İkinci ve üçüncü kuşak müslümanların bir kısmının okulda, işerinde ve diğer kamusal mekanlarda dini kimlikleri ile var olma talep ve girişimi Avrupalıların alışageldikleri ve çoğu kez kutsadıkları hayat biçimine tehdit olarak algılanmaya veya öyle yansıtılmaya başlandı. Müslümanların, dini değer ve yaşayışlarını kurumsallaştırmaları, savunmaları ve yaygınlaştırmalarına ilaveten, nüfuslarının yerleşik topluma göre daha hızlı artışı karşısında Avrupalılar, kolonileşme ve köklerinden koparılma endişesiyle acaba Avrupa değerleri darbe mi alıyor sorusunu sormaya başladı.

İslamofobinin ikinci önemli kaynağı soğuk savaş sonrası ortaya çıkan siyasi kutuplaşma ve çatışmalardır. Medeniyetler çatışması tezinde İslam uygarlığına, Batı uygarlığı ile çatışma rolü biçilmişti. 11 Eylül 2001, İstanbul, Londra ve Madrid saldırıları, Afganistan ve Irak’ın işgali gibi olaylar İslam ile Batı arasında bir çatışmanın kaçınılmaz olduğu algısını pekiştirdi. İslam ve müslümanlar, en temel hukuk kurallarından biri olan suçun bireysel olduğu göz ardı edilerek, radikalizm, terör ve şiddetle özdeşleştirildi. Yani İslam ve müslümanlar bir güvenlik tehdidi olarak görülmeye başlandı ve doğal olarak Avrupa’daki müslümanlar da bu bakış açısından nasiplerine düşeni aldı. Yani Avrupa’daki müslümanların varlığı bir güvenlik sorununa dönüştürüldü. İslami değerlerin demokrasi ve insan hakları ile uyuşmadığı, kadın haklarını kısıtladığı ve onlara baskı yaptığı gibi klişe argümanlar yanında İslam dünyasındaki baskın otoriteryenizm, Avrupa’nın orta yerinde cereyan eden namus ve töre cinayetlerinin hepsi Müslümanların eksi hanesine yazıldı. İşte bugün İslamofobi şeklinde kavramsallaştırılabileceğimiz endişe, tehdit ve güvenlik kaygısı İsviçre başta olmak üzere Avrupa’da yaygınlık kazanmaya başladı.

Avrupa değerleri ile taban tabana zıt bir sonuç ortaya çıkaran referandum İslamofobinin kök saldığına ve ciddiye alınması gerektiğine işaret etmektedir. İsviçre halkı ne yazık ki korkularına esir olmuştur. İngiliz The Guardian gazetesinde referandumun hemen ertesinde yayınlanan başyazıda da belirtildiği gibi İsviçre bundan utanmalıdır. İsviçre sadece referandum sonuçlardan dolayı değil, Avrupa tarihinde ilk kez bir azınlığın temel hak ve özgürlüklerine ilişkin çoğunluk oylaması yapılmasına, yani azınlık bir topluluğun haklarının sınırlarını belirleme yetkisini çoğunluğa verdiği için, diğer ülkelerin de örnek alma riskine rağmen evrensel hak ve özgürlüklerin vazgeçilmezleri arasında yer alan din hürriyeti açısından vahim bir tablonun ortaya çıkmasına zemin hazırlandığı için de utanmalıdır.

Bugün gelinen noktada İsviçre siyasi elitini veya halkını kınamanın referandum sonuçlarını tersine çevirmeyeceği açık. İç hukuk yolları ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuru süreçleri de demokratik ve yasal haklar olarak kullanılabilecektir. Hakların savunulması kuşkusuz demokratik ve hukuki yöntemlerle yapıladığında olumlu sonuçlar doğurabilir. Bu süreçte dünya kamuoyunun mobilize edilmesi, BM, AB, AGİT ve İKÖ gibi kurumların desteklerinin aranması, ayrıca yukarıda işaret edilen İslam algısının düzeltilmesi için geniş kapsamlı bir kamu diplomasisi yapılması şarttır. Türkiye, İslam dünyası ve Batıda saygınlığı ve etkisi artan küresel bir güç olarak bunu yapabilecek potansiyele sahip. Yeter ki siyasi irade böylesine büyük ve anlamlı bir projenin hayata geçirilmesi için düğmeye bassın.

http://stargazete.com/acikgorus/avrupa-islamofobiye-teslim-mi-haber-229990.htm
STAR
Açık Görüş Eki
6 Aralık 2009

3 Aralık 2009 Perşembe

Muslims face Islamophobia in Europe

There is no doubt that the presence of Muslims in many European countries has changed the demographic and religious landscape of the West.

The arrival of Muslims in large numbers to Europe since the 1950s and 1960s and their permanent settlement through citizenship thereafter call for a reconsideration of the dominant view on the relationship between religion and society that is held in Europe. Since the Enlightenment, modernity has steadily secularized European societies, where church and state are separated, which has created different models depending on the political and cultural legacies of the countries concerned. As a consequence of social, political and legal developments after the Enlightenment, many people came to believe that modernism necessarily leads to secularism and the withdrawal of religion from the public sphere, which has largely been the European experience. However, when we look beyond Europe there is a different picture, including in the United States, which demonstrates that religion is a vitally important social phenomenon. Many social scientists today believe that Europe is an exception rather than a universal model as far as the public presence of religion and its relationship with society and the state are concerned.


One of the widely held beliefs and deeply rooted assumptions that we must free ourselves from is the idea that there is an inevitable conflict between religion and modernity. The global reality and human experience throughout the centuries provide ample evidence that religion and multiple forms of modernity are reconcilable. Various forms of state-religion relations and the role of religion in providing education, health and social welfare services and the governments’ recognition of and support for religious institutions in many European countries and the US confirm the fact that religion does not necessarily challenge modern values and institutions, rather it makes contributions where the state may fall short.


Although Europe has opened its arms to Muslims and largely allowed them to become citizens and settle down, several reports indicate that European politicians, the media and the public have not had similar success in opening their hearts and minds to accept Muslims and their culture. Reports by the European Monitoring Centre on Racism and Xenophobia, the European Network against Racism and the Runneymede Trust demonstrate that there is widespread Islamophobia in Europe.

Image of Islam and Muslims in Europe

Recent polls demonstrate that there is a growing mistrust towards Muslims in Europe. For example, a 2006 Deutsche Welle article shared findings from a survey which indicated that “Germans’ esteem for Islam has been falling since the Sept. 11, 2001, terrorist attacks in the United States, with 83 percent of the 1,076 Germans questioned in the survey agreeing with the statement that Islam is driven by fanaticism.” That amount is 10 percent higher than the previous survey results. A majority of the survey’s respondents (71 percent) is reported to have said “they believed Islam to be ‘intolerant,’ up from 66 percent.” The same survey also reports that “when asked what they associate with the word ‘Islam,’ 91 percent of respondents connected the religion to the discrimination of women, and 61 percent called Islam ‘undemocratic.’ Only 8 percent of Germans associated ‘peacefulness’ with Islam.” Moreover, it should also be underlined that content of the news coverage and the language of media reporting tends to focus predominantly on negative representations of Islam, such as conflicts and violence in the Middle East and issues related to terrorism and extremism. All of these contribute to the rise of essentialist views about Islam and Muslims in Western public opinion, leading to Islamophobia.

For those who are skeptical about the notion of Islamophobia or who think that such a conceptualization is nothing more than an exaggeration, I would recommend looking at newspapers and other sources of information on current affairs. Let us see how our perception of Islam and Muslims in Europe is shaped and construed by the names, places, events, ideas, practices and objects that we tend associate with the words “Islam” or “Muslim” while reading or listening to the news. Peter Gottschalk and Gabriel Greenberg, in their book “Islamophobia: Making Muslims the Enemy,” state that the names and events people “think of tend to be associated with violence [e.g. Osama bin Laden, the 9/11 tragedies, Palestinian suicide bombers], the ideas and practices associated with oppression [e.g. jihad, veiling, Islamic law], and the places limited to the Middle East [e.g. Saudi Arabia, Iraq, Iran].” Islam is, more often than usual, equated with dogmatism, fundamentalism, extremism, violence and authoritarianism in the public and political discourse.

Monolithic and essentialized perception of Islam

At this point we should turn to some factors that deepen social anxiety, fear and hatred of Islam and Muslims (Islamophobia) in Europe. Europeans tend to see Muslims as a monolithic community with a single identity and shared culture and imagination. However, a closer examination of Muslims will yield that there is great diversity among Muslim nations and communities. There are different zones of Islam (Asian, Arabic, Persian and Turkish) that have created enormous diversity through the centuries. Today there is yet another zone of Islam, which is the European zone, constructed by Muslims who are born, educated, employed and integrated in the receiving societies and have developed hybrid identities with a sense of belonging to Europe rather than their ancestral home. This hybridization of Muslim identity should be acknowledged and a monolithic perception of Islam and Muslim identity as essentialized categories should be given up.


Securitization of Islam and Muslims

Now I would like to touch upon yet another important aspect of Islamophobia, the securitization of Islam and Muslims, especially after Sept. 11 and other tragic terrorist attacks in Europe and elsewhere. Islam and Muslims are usually singled out in the media and in political discourse which leads to the emergence of a sense of threat and fear. Muslims in Europe and elsewhere are viewed with suspicion because their beliefs are easily associated with violence and terrorism. The securitization of Islam erects a huge social barrier between Muslims and their European neighbors. The perceived Islamic threat leads to the profiling of Muslims, the restriction of civil liberties and the alienation of Muslims from the wider society through their withdrawal to a communitarian lifestyle.

The root causes of violence and terror should be sought somewhere else rather than in religion, as suggested by thinkers such as Jürgen Habermas and Jacques Derrida, who argue that global inequalities, injustices in the distribution of social welfare and deepening social problems are the main causes of violence and terror. As Karen Armstrong eloquently pointed out in a recent interview: “The divisions in our world are not the result of religion or of culture, but are politically based. There is an imbalance of power in the world, and the powerless are beginning to challenge hegemony of the Great Powers, declaring their independence of them; often using religious language to do so.” This requires the desecuritization of Islam and Muslims in Europe where they live, work and study alongside other Europeans.

What to do to combat Islamophobia?

Dominant views on the place of religion in modern society, its expression and representation should be reconsidered. Religion should be given a legitimate place and position in the public sphere.

Islam should be recognized legally and officially and granted an equal status with other major religions. Muslims should feel that they are equal citizens of the countries in which they live, where their faith has legal recognition and enjoy the same rights and privileges as other faiths.

Islam/Muslims (and other faiths) should not be considered a threat to European values. The securitization and stigmatization of Islam/Muslims should be avoided.


Islam/Muslims should be not essentialized and regarded as a monolithic block. Diversity and plurality within Islamic communities should be acknowledged and the institutionalization of interpretational and intellectual diversity should be supported.

Regular research on the aspects and dimensions of Islamophobia should be carried out. In order to conduct a rational debate on Islamophobia, a Europe-wide research group should be established to collect reliable data.

Islamic institutions of higher educational should be established to provide Islamic education to young Muslims in Europe and to educate religious teachers and imams.

International cooperation in the field of Islamic/religious studies should be established between European institutions and schools of higher education in the Muslim world to facilitate intellectual exchanges. In order to pursue such a project, the following is proposed: Dual degree programs should be established. Muslim students can register for BA, MA and Ph.D. studies and can be taught both in Europe and in recognized universities in the Muslim world. Graduates of such programs can have dual degrees and be eligible for employment in Europe.

Centers of excellence in Islamic scholarship and learning should be established in various European countries in order perform three main tasks: 1) to inform the European public, the media and politicians about Islam/Muslim culture; 2) to contribute to the emergence of Muslim thinkers and scholars who will be capable of independent and original intellectual research; 3) to establish links between Muslims in Europe and the intellectual trends of their ancestral homes in the Muslim world.

The existing institutional structures and experiences of Muslim countries should be utilized. In this context Turkey offers some interesting models. There are 24 faculties of Islamic studies, offering state-of-the-art bachelor’s degrees in Turkey. Two of these faculties in Ankara and İstanbul launched a joint program two years ago called the “International Islamic Studies Program.” This program accepts students of Turkish origin from European countries who are citizens of the countries they live. They follow a Turkish program augmented with subjects held in several European languages. More recently, the faculty of Islamic studies at Marmara University in İstanbul created a “Bachelor of Islamic Studies in English” which is open to all nationalities. These courses should be examined and utilized in the context of educating young Muslims and providing religious leadership to Muslim communities in Europe in the medium and long terms.

The media should be paid a greater attention and educated in their reporting about Muslims. Professional guidelines should be prepared and journalists should be made aware of the sensibilities of Muslims.

A closer dialogue and cooperation should be established among media professionals and journalists to enhance international understanding. To this end, exchange programs between Western and Muslim media institutions should be initiated to foster mutual understanding and gain an insider perspective about the “other.”

Media organizations and Internet service providers should ensure that vulnerable groups have easy access to complaint procedures. To this end appropriate legislation should be enacted to prevent the dissemination of illegal, racist, xenophobic and Islamophobic material in the media. Such initiatives, of course, should not be confused with censorship.

Diversity in the media should be increased by the employment of more journalists with an Islamic background in the mainstream media who would be qualified to understand the significant distinctions and relations between religion and politics.


Note: A longer version of this article was presented at the “Hearing on Islam, Islamism and Islamophobia in Europe” organized by the Committee on Culture, Science and Education, Council of Europe on Sept. 8, 2009.

Today's Zaman - 05 October 2009, Monday

Avrupalı Türklerin sivil hayata katılımı

En genel anlamıyla siyaset, toplumun taleplerini görme, isteklerine cevap verme, kaynakları eşit oranda dağıtma, gerilimleri giderme ve ortak yaşam alanları inşa etme gibi süreçleri içeren yönetim sanatı olarak tanımlanabilir. Bugün geldiğimiz noktada siyaset, yönetime erişme ve paylaşma, politik kararları etkileme, hak ve çıkarları savunma imkanları sunan bir fırsatı alanı olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu nedenle de toplumsal alanda var olmak isteyen grupların çoğunlukla organize bir çatı altında siyasi süreçlere katılmaya çalıştıklarını, bu yolla da varlıklarını sürdürmeye ve güçlendirmeye yarayacak hukuki enstrümanların oluşturulması için gayret ettiklerine şahit oluyoruz. Modern toplumlarda hak aramanın, talepte bulunmanın ve bunların kurumsallaşmasının meşru ve en etkin yolu siyasete katılmayı gerektiriyor.

Pek çok yerde olduğu gibi Avrupa’da da ekonomi, kültür ve hukuk gibi toplumsal kurumlara şekil veren gücün birinci derece siyaset olduğu görülmektedir. Siyaset sadece söz konusu kurumlara şekil vermekle kalmıyor, geleceğin tasarımı ve inşası konusunda da imkan ve fırsatlar sunuyor.

Siyasetin, birey ve toplum hayatını bu kadar geniş biçimde etkileyen bir süreç ve kurum olma özelliği taşıdığı günümüzde acaba Avrupa’daki Türkler siyasetin sunduğu fırsatlardan ne kadar yararlanabiliyor? Avrupa Türkleri, toplumu dönüştürme gücünü bahşeden siyasi süreçlere katılmanın ne kadar farkında? Avrupa siyaseti orada yaşayan Türkleri ve Türkiye-AB ilişkilerini nasıl etkiliyor? Demografik olarak belirli bir seçmen ağırlığı oluşturmaya başlayan Türkler, yaşadıkları ülkelerde siyasete ne kadar ilgi duyuyor? Bu sorulara verilecek cevaplar aynı zamanda Türklerin Avrupa’da bir geleceklerinin olup olmadığını, olacak ise onları nasıl bir geleceğin beklediğini gösteren ipuçları ile doludur.

Bu yıl (2009), Avrupa Türkleri ve Türkiye-AB ilişkilerini etkilemesi muhtemel iki seçim büyük yapıldı. Etkileri orta ve uzun vadede daha fazla hissedilecek olan bu seçimlerin ilki Avrupa Parlamentosu seçimleri, ikincisi ise Almanya’daki genel seçimlerdir. Gerek Türklerin bu seçimlere ilgisi ve aldıkları neticeler, gerekse seçimleri kazananların ideolojik duruşları ve bunun siyasal etkileri tartışmağa değer konulardır. Geleceğini Avrupa’da kuran Türkler ve yüzünü AB’ye çevirmiş olan Türkiye’nin Avrupa’daki genel, hatta yerel seçimlere ilgisiz kalması düşünülemez.

Almanya başta olmak üzere Belçika, Hollanda ve Fransa’da Türkler, yaşadıkları ülkenin vatandaşları ve seçmeni olarak önemli potansiyele sahiptir. Bu potansiyelin temelinde gittikçe artan genç nüfusları yatmaktadır. Ne var ki demografik yapının böyle bir potansiyeli içinde barındırması her zaman siyasi ve toplumsal sonuçlar doğurmayabilir. Nitekim Avrupa’daki Türkleri için büyük oranda böyle bir izlenim, hatta izlenimden de öte bir sosyal gerçeklik olduğunu söylemek mümkündür. Kuşkusuz bu, Türklerin, Avrupa’da siyasete tümüyle ilgisiz olduğu anlamına gelmez. Ancak nüfuslarına, yani insan sermayelerine mütenasip bir oranla siyasette temsil edilmedikleri gerçeğini de ortadan kaldırmaz.

Avrupa Parlamentosu ve Almanya seçimlerinin sonuçlarına bakıldığında, siyasetin toplumsal etkilerinin önceden kestirilebiliyor oluşu bize, kehanette bulunma değil ama ileriye dönük tahminler yapma imkanı veriyor. Önce Avrupa’daki siyasi aktörlere hızlıca bakalım. Yirmi yedi üye ülkenin çoğunluğunda sağcı, milliyetçi ve yer yer ırkçı olan partilerin iktidarda olduğunu görüyoruz. 1990’larda daha çok sosyal demokrat ve liberal siyasi oluşumların iktidarda olduğu Avrupa Birliği ülkelerinde, geçtiğimiz yıllarda önemli değişimler yaşanmış olmalı. Zira bugünkü hükümetlerin çoğu çağımıza yakışmayan, daha doğrusu Avrupa’nın bizatihi kendi değerleri ile çatışan siyasi felsefeleri temsil ediyor. Böyle bir manzaranın Avrupa ülkelerinde yaşayan Türkleri ve Türkiye-AB ilişkilerini etkilemeyeceğini düşünmek mümkün mü? Bize göre değil. Çünkü siyaset, tarihin de çoğu kez bize gösterdiği gibi toplumları ve onların davranışlarını dönüştüren bir güce sahiptir.

Bu noktada Avrupa Parlamentosu seçim sonuçlarına dönecek olursak hemen şunu fark etmemiz mümkün olacaktır: Seçimlerin galibi sağcı, milliyetçi ve ırkçı siyaset felsefelerini benimseyen ve savunan siyasi aktörler, mağlubu ise sosyal demokrat ve liberal siyasi aktörlerdir. Bu sonuçlara bakıp hemen her şey vahim olacak demek erken olmakla beraber rahatça şu gözlemde bulunmak mümkündür. Avrupa’da azımsanmayacak, hatta kaygıyla izlenmesi gereken bir seçmen kitlesi, bu kültür ve uygarlık coğrafyasının ürünü olduğu söylenen değerlerden uzaklaşma emareleri göstermektedir. Nedir bu değeler? En genel anlamıyla bu değerleri demokrasi, çoğulculuk, eşitlik, farklılıklara saygı, hak ve özgürlüklerin korunması olarak tanımlayabiliriz.

Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Türk kökenli politikacıların başarılı olduğunu söylemek ise oldukça zor. Parlamentoya giren az sayıdaki Türkün başarısını, kolektif bir dayanışma ve organize siyasal eylem hanesine değil, daha çok o kişilerin bireysel başarı hanesine yazmak daha doğru olacaktır.Türkler arasında siyasi süreçlere katılma oranının yükselme eğilimi göstermesi umut verici olmakla beraber şimdiye kadar düzenli ve organize biçimde siyasal hayata katılım talebi gösterdiklerini teyit edecek bir veriye sahip değiliz. Benzer bir durum, Almanya’daki genel seçimleri için de geçerlidir.

Almanya genel seçim sonuçlarının hem Almanya Türkleri hem de Türkiye-AB ilişkileri açısından da önemli olduğunu biliyoruz. Bu seçimlerin en olumlu yanı beş Türk kökenli Alman vatandaşının Federal Meclis’e girme hakkı elde etmiş olmasıdır. Yani Almanya’nın en üst karar alma ve kanun çıkarma çatısı altında artık beş Türkiye kökenli politikacı var. Bunun önemli bir gelişme olduğunu ve ilerisi içinde umut verici olduğunu belirtmek lazım. Ancak beş vekilin Almanya’daki Türklerin nüfusu göz önüne alındığında sayısal olarak yeterli olmadığını da hemen buraya kaydetmek gerekir. Zira Almanya’da 2,5 milyon civarında Türk olduğu tahmin edilmekte ve bunların 700 bininin de seçmen olduğu belirtilmektedir.

Almanya’daki seçimlerde göreceli de olsa Türklerin başarısı, diğer Avrupa ülkelerinde yaşayan Türkler için iyi bir örnek olmalıdır. Almanya ile beraber, Hollanda, Belçika, Danimarka ve İsveç’te bireysel başarı hikayelerine rastlanmakla birlikte aynı başarının, Fransa ve İngiltere gibi Türklerin yoğun olduğu diğer Avrupa ülkelerinde tekrarlanmadığını biliyoruz. Fransa ve İngiltere’de yerel seçimlerde belediye meclis üyelik seçimlerindeki bazı başarılar hariç, Türkler bu ülkelerde genel seçimlerde kayda değer bir başarı gösterebilmiş değildir. Bunda, sayısal olarak diğer etnik gruplardan daha az olmalarının payı olduğu gibi, Türk toplumundaki bölünmüşlük, parçalanmışlık, örgütsüzlük, lidersizlik ve siyasetin gücünün farkında olamamak biz dizi etkenin de rolü olduğunu söyleyebiliriz.

Almanya seçimlerinden Merkel’in Hıristiyan Demokratları galip çıkması sıradan bir olay olarak görülmemelidir. Almanya’daki etkin siyasi görüş ve tercihler, tahayyül edilen ve inşa edilmek istenen sosyal yapı hakkında da ipuçları veren seçim sonuçları doğru okunmak durumumdadır. Her rasyonel okuma Türklerin her halukarda yerel ve ulusal düzeylerde siyaset ile daha yakından ilgilenmeleri ve geleceklerine sahip olmaları gerektiğini gösterecektir. Özellikle Katolik nüfusun desteklediği Hıristiyan Demokratlar Birliği şimdiye kadar takip edilen politikaların devam edeceği izlenimini güçlendirmektedir. Neydi bu politikalar bir hatırlayalım

Birincisi Merkel iktidarının göçmen ve azınlık politikasıdır. Son derece muhafazakar bir anlayışla göçmen/yabancı/azınlık politikası yürüten Merkel, entegrasyon konusunda başarılı adımlar atmamış, bu konuda bir istek dahi izhar etmemiştir. Ne göçmen kökenli çocukların eğitimi, ne de yetişkinlerin istihdamı ve normal hayata uyumu konusunda sorunları kökten çözecek projeler geliştirilmemiştir. Örneğin yüzde yirmisi okuldan diploma almadan okuldan ayrıla Türk kökenli çocukları gündemine dahi alma gereği duymamıştır.Öte yandan, Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğine açıkça karşı çıkmaya ve imtiyazlı ortaklı önermeye devam etmektedir. Bütün bu sonuçlar, Avrupa’daki Türklerin siyasete daha etkin olarak katılmaları gerektiğini, buna mecbur olduklarını göstermektedir. Aksi takdirde siyasetin dönüştürücü gücünden uzak ve sunduğu imkanlardan mahrum kalmaya devam edeceklerdir.

Türkiye, Almanya ve İslam

Federal Almanya Dışişleri Bakanlığı, ‘Alman-Türk İşbirliği Konusu Olarak İslam ve Avrupa’ genel başlığı altında, Alman ve Türk uzmanların katılımı ile her yıl iki ülke ilişkileri açısından kritik görülen bir konuyu ele alıyor. Bu yıl yedincisi yapılan toplantının konusu ‘Teolojik Öğretim, Eğitim ve Araştırma’ idi. Büyükelçi Dr. Eckart Cuntz, konuşmasında, dört milyonluk Müslüman topluluğun, toplumsal hayatın bir parçası haline geldiğini, İslamiyet’in kurumsallaşarak sosyolojik anlamda artık bir Alman dini olduğunu belirtti. Almanya’dan, Michael Gabel, Christian Grethlein, Bülent Uçar, Ömer Özsoy ve Günter Seufert, Türkiye’den Halis Ayhan, Raşit Küçük, İsmail Kara, Nesimi Yazıcı, Yasin Aktay, İrfan Aycan ve Nuri Tınaz gibi ilahiyat ve din bilimleri alanında yetkin uzmanların katıldığı toplantıda, her iki ülkede din ve laiklik bağlamında ilahiyat fakültelerinin kuruluşu, geçirdiği değişimler, toplum ve dini gruplarla ilişkileri bütün yönleri ile tartışıldı.

40 Hıristiyan ‘İlahiyat Fakültesi’ var

Almanya’da laiklik anlayışının, din ve devlet ilişkilerinde bir gerilime neden olmadığı, din ve devlet ilişkilerinin ayrıldığı ama devletin dine sırt çevirmediği bir sistemin varlığına işaret ediyor. Almanya’daki kırk ilahiyat fakültesinin yirmi biri Katolik Kilisesine bağlı. On ikisi devlet okulu, dokuzu ise cemaatine ait özel okul. Protestan Kilisesine bağlı 19 ilahiyat fakültesi ve üç yüksek okul mevcut. Katolik ve Protestan ilahiyat fakültelerinde 22 bin öğrenci kayıtlı. İlgili mezhep kiliselerinin onayıyla öğretim üyesi atanabilen bu fakültelerin tüm eğitim-öğretim giderleri devlet bütçesinden karşılanmakta ve bu durumun laiklik anlayışı ile çelişmediği görülmektedir.


Buna karşın, İsmail Kara’nın deyimiyle, Türkiye’deki ilahiyat fakültelerinin siyasi bir proje olarak hayata geçirildiği, müfredatından öğretim üyesi atamasına kadar devlet erki ve siyasi iradenin etkisi altında şekillendiği söylenebilir. Bu bağlamda Almanya’da kırk ilahiyat fakültesi olmasına ve İslamiyet’in artık bir Alman dini olduğu belirtilmesine karşın, yükseköğretim düzeyinde ülkedeki Müslüman topluluğun ihtiyaçlarını gidermeye yönelik bir kurumun olmadığı ve yakın zamanda da İslam ilahiyat fakültesi açılmasının söz konusu olmadığı ifade edildi.

Din bir kimlik referansı

Türk-Alman ilişkilerinde, Almanya’da yaşayan Türkler ve İslam konusu önemli bir yer tutmaktadır. İki ülke ilişkilerinde kaçınılmaz olarak gündeme gelen müzakere alanlarından biri de, kuşkusuz bu ülkede yaşayan Türklerin çoğunluğunun mensup olduğu İslamiyet çerçevesindeki oluşumlar, kurumsallaşmalar ve gelişmelerdir. Dindarlık düzeyleri ne olursa olsun, Almanya’daki Türkler arasında İslam önemli bir kimlik referansı olarak karşımıza çıkmakta ve dini eğitim, öğretim, ibadet ve benzeri alanlarda Türk topluluğun talepleri olduğu görülmektedir.

Okullarda İslam din eğitiminden, cami ve kültür merkezi inşasına, mezarlık yeri temininden helal gıda imalatı ve kurban kesim yerlerinin sağlanmasına kadar uzanan taleplerin muhatabı, Almanya’ya göçün başlangıcından itibaren devlet olmuştur. Sosyal refah devletinin talepleri makul ölçülerde karşılaması, yasal düzenlemeleri gerçekleştirmesi ve finans desteği sağlaması beklenmiştir. Almanya’daki Türklerin resmi makamlardan taleplerinin ilk dönemlerde düzenli ve organize bir devamlılık gösterdiğini söyleyemeyiz zira devletten talep etmenin yolunu, yönte m ve araçlarını bilen donanımlı bir topluluk henüz oluşmamıştı.

İhtiyaç ve zaruret

Modern devlet ve toplumlar bugün daha iyi anlaşılan bir yanılgıya düşmüşlerdir. Toplumlar modernleştikçe dinin toplumsal etkisini kaybedeceği, birey ve gruplar üzerindeki etkisini yitireceği beklentisi vardı. Bu, Batı Avrupa ülkeleri için geçerli olabilirdi. Ancak Batı dışı toplumlar söz konusu olduğunda, modernleşme süreçlerinin, dinin ne sosyal ve kültürel alanda ne de gündelik hayattaki etkisini ortadan kaldırmamıştır. Avrupa/Batı merkezli yaklaşım, sosyolojik bir gözlem hatasına neden olmuş ve dinin modern toplumlardaki öneminin ihmal edilmesine neden olmuştur.

Yukarıdaki varsayım ve beklenti üzerine kurulan siyaset ise, kendisinden beklenen taleplerin karşılanmasında yeterince başarılı olamamıştır. Bu pencereden bakıldığında, Almanya’daki Türklerin dini ve manevi ihtiyaçlarının da yerel ve ulusal otoritelerce yeterince anlaşılamadığını söylemek mümkündür. Almanya’daki Türkler için dinin hem kültürel kimlik kaynağı hem gündelik hayatın önemli unsurlarından biri olduğunu kavrama güçlüğü, söz konusu talep ve beklentilerin tatmin edici biçimde karşılanamamasının ana kaynakları arasında yer almaktadır. Eğer Almanya’daki Türk toplumunun dini ihtiyaçlarına yönelik politikalar etkili olsaydı (tabi böyle politikalar izlendiyse) bugün karşılaştığımız ve tartıştığımız sorunların çoğu çözülmüş olacaktı.


Almanya’da devlet, Türklerin dini aidiyet ve ihtiyaçları çerçevesinde bir program geliştirmeyince, topluluk kendi ihtiyaçlarını karşılama yolunu seçmiştir. Din işlerinin, bir inanç topluluğunun kendisine bırakılması kuşkusuz Almanya’daki din-devlet ilişkileri ve laiklik anlayışı ile de ilintilidir. Devlet, din ve inanç gruplarının kendi kendilerine organize olmalarını, kendi kurumlarını kendilerinin oluşturmalarını ve finansal desteği kendilerinin sağlamalarını tercih eden bir yapıyı daha demokratik ve laik bulmuş görünmektedir.

Diyanetin fonksiyonu

Bu nedenle Almanya’daki Türkler de sahip oldukları kaynaklar elverdikçe kendi ihtiyaçlarını gidermek için dernek, vakıf, kurs, cami ve eğitim kurumları oluşturma çabasına girmişler, sorunlarını çözemedikleri noktada zaman zaman Türk devletine ve Türkiye’deki dini gruplara müracaat ederek yardım alma girişiminde bulunmuşlardır.

Bu yazıda Almanya’daki Türklerin, söz konusu alanlardaki ihtiyaçların giderilmesi konusunda Diyanet ve ilahiyat fakültelerinin girişimlerini gözden geçireceğiz. Almanya’daki Türkler açısından, devletten din konusunda yardım, rehberlik, insan gücü ve finansal kaynak beklemek sorunlu bir duruş değildir çünkü Türkiye’deki din-devlet ilişkileri ve laiklik anlayışı bu yaklaşımı beslemektedir. Bunun bir sonucu ve ürünü olarak Diyanet, Almanya’daki Türk topluluğun dini ihtiyaçlarını karşılamak üzere bir dizi faaliyet yürütmektedir. Diyanet’in yürüttüğü faaliyetler bir devlet organı olması nedeniyle eleştiri konusu yapılmaktadır.

Din eğitmeni/öğretmeni gerekiyor

Ancak bu eleştiriler, Almanya’daki Türklerin imam, din bilgisi dersi öğretmeni ve manevi danışman gibi ihtiyaçlarının nasıl karşılanacağı sorularına cevap vermemektedir. Almanya’da 2300’den fazla cami ve mescit var, denmektedir. Bu camilerin imamsız kalması mümkün olmayacağı gibi, cemaatin her halükarda bir imam tayin edeceği kuşkusuz. Ayrıca İslam din dersi uygulamalarında din bilgisi öğretmenlerine ihtiyaç vardır. Bu ihtiyaçlar nereden ve hangi kurumlardan karşılanacaktır?

Almanya dahil, Avrupa ülkeleri Müslüman toplulukların da kabul edebileceği meşruiyeti haiz imam, vaiz, eğitmen, manevi danışman vb yetiştirerek fakülte, enstitü ve merkezler kurmamıştır. Türkiye özel örneğinde de olduğu gibi iki ülke (Türkiye-Almanya) arasında ortak olarak kurulmuş bir kurum veya başlatılmış bir program da henüz görünmemektedir. Ama ihtiyaçlar da gün geçtikçe büyümektedir.

Avrupa farkında değil

Almanya’da Protestan ve Katolik olmak üzere toplam kırk ilahiyat fakültesi bulunmaktadır. Bu noktada Almanya’da niçin bir İslam ilahiyatı fakültesi kurulmadı veya kurulamadı sorusunu sormak yerinde olacaktır. Yukarıda işaret edilen ihtiyaçları karşılayacak insan kaynaklarını yetiştirecek bir fakülte veya programın kurulamayışının nedeni siyasi mi, hukuki mi, bir talebin veya yeterli bilgi birikiminin olmayışı mı, Müslüman toplulukların isteksizliği ve muhalefeti midir? Yoksa hepsinin etkisinden bahsedilebilir mi? Alman devletinin sözü edilen ihtiyaçları karşılayabilecek kurumsal bir girişimde bulunmayışı, Türkleri çözüm arayışı içinde geldikleri ülkeye, Türkiye’ye yöneltmiştir.

Ayrıca yıllardır Almanya’da etkinlikler sürdüren Diyanet de bu eksikliği görmüş ve din alanındaki temel insan kaynağı ihtiyacının karşılanmasına yönelik kurumsal oluşumların ve uzmanlık programlarının hayata geçirilmesi gerektiği fikrine ulaşmıştır. Türkiye, ilahiyat eğitimi alanında önemli bir deneyim kazandığı için, Diyanet, bu deneyimden yararlanarak Avrupa’da yaşayan Türkiye kökenli toplulukların dini ihtiyaçlarının yani imam, vaiz ve din dersi öğretmeni vb ihtiyacının karşılanabilmesi amacıyla, Uluslararası İlahiyat Programı başlatılması için girişimde bulunmuş ve

Yükseköğretim Kurulu kararıyla

Ankara Üniversitesi (2006/7) ve Marmara Üniversitesi (2007/8) İlahiyat Fakülteleri bünyelerinde iki program başlatılmıştır. Bu programlara sadece yurt dışındaki bir ülke vatandaşı olan Türkiye kökenli öğrenciler kabul edilmekte olup Türkçe eğitim verilmekte, bazı dersler ise batı dillerinde yürütülmeye çalışılmaktadır. Bu yıl itibariyle her iki üniversitede Uluslararası İlahiyat Programı’na kayıtlı öğrenci sayısı toplam 140 olup bunların yüzde 60’ı kız, yüzde 40’ise erkek öğrencidir.

Uluslararası İlahiyat Program’ını bitiren öğrenciler, ülkelerine döndüklerinde din hizmetlerinin Almanca verilmesinde önemli roller üstlenebilecektir. Mezunlar, sadece Türk toplumuna değil, diğer etnik gruplardan müteşekkil Müslüman gruplara da benzer hizmetleri Almanca sunacaklardır.

Dolayısıyla hizmet ve istihdam alanları sadece Türklerle sınırlı kalmayacaktır. Bu nedenle, söz konusu programların güçlendirilmesi yararlı olacaktır. Türkiye-Almanya arasındaki ilişkilerin gelişmesine, İslam konusunda daha yapıcı görüş ve bilgi alışverişine katkıda bulunabilecek bu programların, iki ülke arasında öğrenci ve öğretim üyesi değişimi programları ile zenginleştirilmesi, Almanya’daki Türk ve diğer Müslümanların ihtiyaçlarını da göz önünde bulundurarak, müfredat programlarında gerektiğinde değişiklik yapılması düşünülebilir.

Rasyonel müzakereler, yapısal değişim ve hukuki düzenlemelere ilişkin siyasi kararlılık sorunların çözümü için yeni açılımlar üretecektir. Bu bağlamda Türk ve Alman hükümetleri arasında varılan bir mutabakat gereğince, Türkiye’de kuruluş çalışmaları son aşamaya gelen Türk-Alman Üniversitesi bünyesinde, her iki tarafta güven duygusunu güçlendirebilecek Almanca eğitim veren bir ilahiyat fakültesi kurulması üzerinde düşünülmelidir.

Açık Görüş - 9 Ağustos 2009 Pazar

Çözüm AB sürecini hızlandırmakta...

Türkiye'nin AB üyeliği açısından yeni fırsatlar doğurabilecek gelişmeler olmasına karşın, bu konu hâlâ gündemin en alt sıralarında yer alıyor. Örneğin 1 Temmuz tarihi itibarıyla Türkiye'nin üyelik müzakerelerinde ilerleme sağlanmasına katkı vereceğini ilan eden İsveç, Avrupa Birliği dönem başkanlığını devraldı.

Türkiye gündemini, hükümeti devirme ve darbe planları, devlet içindeki bazı gizli yapılanmaların girişimleri ve ordu-siyaset ilişkisi esir etmiş olmalı ki; AB bir yana, küresel ekonomik krizin ülkemize etkileri bile ciddi tartışma konusu olmuyor. İşte tam da bu nedenle AB sürecine daha sıkı sarılmak gerekiyor. Artık bir devlet politikası haline gelmiş olan AB'ye üyelik projesinin iç politika krizleri ile gölgelenmesini ve ertelenmesine izin verilmemeli çünkü bugünlerde tartıştığımız sorunların çözümü, saydamlık, hesap verebilirlik, asker-sivil ilişkilerinin normalleşmesi ve atanmışların değil seçilmişlerin gerçek iktidarının kurulmasından, yani AB üyeliğinin kazanımlarından geçiyor. Tam üyelikle birlikte bugün bütün toplumsal kesimlerin enerjisini tüketen konuları tartışmaktan öte, sosyal refahın artırılması, eğitim ve sağlık hizmetlerinin geliştirilmesi gibi günlük hayata dokunan meseleleri tartışıyor olacağız.

AB SÜRECİ, İÇ POLİTİKANIN TUTSAĞI OLDU


Hem dışarıdan hem de içeriden bakıldığında Türkiye'de sık sık dile getirilen konulardan birinin, Avrupa Birliği üyelik müzakerelerinde yeterince mesafe kat edilemediği, hükümetin, üyelik çerçevesinde gereken reformların yapılması konusunda ayak sürüdüğü ve süreci yavaşlattığı konusu olduğunu görüyoruz. Kısmen haklılık payı olan bu görüşü savunanlar daha kaygılı bir tonlamayla "Avrupa Birliği projesi rafa mı kaldırıldı?" sorusunu soruyor haklı olarak.

Tam üyelik müzakerelerinin başladığı dönemle karşılaştırıldığında bugün görülen heyecan kaybı, üyelik çerçevesinde gereken reformların yapılması konusunda hükümetin ayak sürüdüğü görüntüsü veriyor. Ancak derinlemesine yapılan bir analiz, Avrupa Birliği üyelik treninin yoluna yavaş da olsa devam ettiğini ve yakın gelecekte ivme kazanacağını gösteriyor. AB üyelik süreci, ne yazık ki iç politikadaki kriz ve sorunların gölgesinde kaldığı için siyaset, medya, sivil toplum ve aydınların gündeminde çoğu kez ilk üç sıraya bile giremiyor.

2002'de iktidara gelen AK Parti'nin AB'ye tam üyelik yolunda iyi bir miras devraldığını, süreci hızlandırmak için gereken zemini hazır bulduğunu söyleyebiliriz. Devraldığı mirası reformlarla güçlendiren Türkiye, 2005 Ekim ayında tam üyelik müzakerelerine başlama hakkı elde etti. AK Parti, 2002-2005 arasında çok aktif bir AB üyelik politikası izledi ve birbiri ardına gerçekleştirdiği reformların sonucunda elde edilen tam üyelik müzakerelerine başlama heyecanı ile 2006 yılında da iyi bir mesafe kat etti. Ancak cumhurbaşkanlığı seçimlerine ilişkin tartışmalarla başlayan iç politikadaki sürtüşmeler AB, demokratikleşme, normalleşme ve hukuk devleti konularını gündemden düşürüverdi. Cumhurbaşkanlığı seçimleri, 2007 Nisan ayında Genelkurmay Başkanlığı sitesinde yayınlanan e-bildiri ile neredeyse tek gündem konusu olarak kamuoyunu meşgul etti ve hem iktidar hem de muhalefet partilerinin, yaklaşan genel seçimlere odaklanmalarıyla birlikte AB üyelik sürecine ilişkin girişimler ihmale uğradı. AB üyelik sürecini olumsuz etkileyen en belirgin etkenlerden biri Silahlı Kuvvetler'in e-muhtırası ise bir diğeri de muhalefet partilerinin AB sürecine destek vermemeleri, hükümeti teşvik etmemeleri ve hatta bu konuda uyarıda bile bulunmamaları olmuştur. Bu nedenle AB üyelik sürecindeki hız kaybında, iktidar kadar onu denetlemekle görevli muhalefetin de payı olduğu söylenebilir.

Bugün gelinen noktada, AB üyelik sürecinin Türkiye'ye getirdiği en önemli kazanım, demokrasinin güçlenmesine, özgürlük alanlarının genişlemesine, askerî vesayetin kaldırılmasına ve asker-sivil ilişkilerinin normalleştirilmesine yönelik toplumsal isteğin artışı olmuştur. Ne var ki, toplumsal taleplere rağmen reformlarda beklenen hedeflere ulaşılamamış ve iç politikanın ezici gücü AB üyelik sürecinin hız kesmesine neden olmuştur. 2007 genel seçimlerinde tekrar iktidara gelen AK Parti, bu kez de kapatılma tehlikesi ile karşı karşıya kalmış, kurumsal varlığını koruma çabaları içinde AB konusu yine istenilen düzeyde takip edilmemiştir.

KABİNE REVİZYONU, SİYASÎ DESTEĞİN GÖSTERGESİ


2009 yerel seçimleri sonrası gerçekleşen kabine revizyonu, Egemen Bağış'ın, başmüzakereci devlet bakanı olarak atanması, yani bütünüyle bu projeyi takip edecek birinin belirlenmesi, AB üyelik sürecini olumlu etkileyecek bir gelişmedir. Öte yandan siyasî kişiliğinden çok bilge kişiliği ve felsefî müktesebatı ile tanınan ve bu özellikleri ile siyasete yeni bir derinlik ve içerik kazandıran Bakan Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu'nun dışişleri bakanı olur olmaz, AB projesinden geri dönülmeyeceğini, hatta Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Türkiye aleyhtarı görüşleri savunan Hıristiyan Demokratlar ve diğer sağ eğilimli partilerin kazançlı çıkmasına rağmen üyelik müzakerelerinden geri atılmayacağını belirtmiş olması, AB üyeliğine verilen siyasî desteği bir kez daha teyit etmiştir.

Darbe girişimlerinin belgelendiği, devlet içinde gizli yapılanmaların gün yüzüne çıktığı, hukuk devleti nosyonunun zedelendiği, Silahlı Kuvvetler üzerinden seçimle iş başına gelen iktidara yönelik yıpratma çabalarının arttığı şu günlerde, AB üyelik sürecinin tekrar gündeme alınması ve hızlandırılması, Türk demokrasisi açısından hayatî önem taşımaktadır. İktidar, muhalefet, medya, üniversite ve sivil toplumun el ele vererek artık bir devlet politikası sayılan AB üyelik projesini iç politikanın sığ tartışmalarının gölgesinden kurtarması ve hak ettiği yere oturtması gerekiyor. Hükümet, bu noktada Türkiye'nin AB üyeliğine sıcak bakan İsveç'in dönem başkanlığını iyi değerlendirmeli ve bütün kaynakları mobilize etmelidir.

Dış politika açılımları sürmeli...

Türkiye, coğrafi konumu, nüfus yapısının dinamizmi, dış dünyaya açılım talebi, dünyanın on yedinci büyük ekonomisi olma özelliği, Avrupa-Asya medeniyetlerini sentezlemesi, doğu-batı arasında fizikî olduğu kadar kültürel köprü olma konumu ile aslında kabına sığmayan bir ülke. Siyasi, ekonomik, stratejik, askerî ve kültürel olarak büyük birikimleri ve potansiyeli olan bir ülke. Böyle olmasına karşın gerek koalisyon hükümetleri dönemindeki parçalı siyaset anlayışı, gerekse içe kapanık olmayı bir maharet zanneden dar görüşlü politik tercihlerin sonucu, söz konusu potansiyellerini kısa zaman öncesine kadar hayata geçirmemişti.

Merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın cesur adımları ile Türkiye kabuğunu kırmaya başlamış ve AB üyeliği, Türk dünyası ve Ortadoğu açılımları için önemli adımlar atılmıştı. Özal’ın izlediği dünyaya açılma politikasından cesaret alan yüzlerce iş insanı dünyanın dört bir yanına dağılmış ve yatırımlar yapmıştı. Aynı şekilde çok sayıda gönüllü kuruluş, insani yardım dernekleri ve okullar vasıtasıyla Türkiye’nin etki alanını genişlemişti.

Özal’dan sonra gelen siyasi ekip ne yazık ki onun mirasını geliştiremedi. Hatta büyük oranda terk etti. Günübirlik siyasi çıkarlar ve iktidarı sürdürme uğruna Türkiye’yi kendi iç dünyasına hapsetti. Koalisyon hükümetleri, diğer konularda olduğu gibi dış politika konusunda da cesur kararlar alamadı. Bunda kuşkusuz siyasi parçalanmışlığın, hatta bundan daha çok, Türkiye’nin medeniyet birikiminin farkında olmayışın ve siyasi vizyonsuzluğun büyük payı olmuştur.

Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren sahip oldukları imtiyazları korumak adına, Türkiye’de seçilmemiş iktidar sahipleri, diğer darbe ve müdahale dönemlerinde olduğu gibi, 28 Şubat süreci ile birlikte ülkenin ufkunu kendi sınırları içine hapsetmiştir. Bu dönemde, laiklik-laiklik karşıtlığı, ilericilik-gericilik ve Cumhuriyet yanlısı-karşıtı polarizasyonuna indirgenen iktidar mücadelesi, dış politika açılımı yapmak bir yana, Türkiye’nin kendi iç sorunlarını bile çözmede çaresizlik girdabında olduğu görüntüsü veriyordu.

Hayalî düşmanlar yaratarak, siyaset ve toplumun bütün enerjisini bu düşmanları etkisiz hale getirmeye harcayan bir ülkenin elbette ne kendi bölgesinde ne de küresel ölçekte etkin bir konuma gelmesi beklenebilirdi. Nitekim de öyle oldu ve 2002 seçimlerine kadar devam eden parçalı siyaset bütüncül bir dış politika üretemedi. Türkiye ne yakın komşuları ve doğal hinterlandı ile ilişkilerinde ne de uluslararası platformlarda dişe dokunur bir başarıya imza atabildi.

AK Parti iktidarı ve Davutoğlu faktörü

Türkiye, dış politikadaki korkaklığın, çekimserliğin ve kısır döngünün ülkenin kaderi olmadığını 2002 genel seçimlerinden sonra anlamaya başladı. Şimdiki Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu, dış politikadan sorumlu başbakanlık başmüşavirliğine atandığında, medya ve kamuoyunun ancak sonradan keşfettiği bir yöntemle dış politikada devrim sayılabilecek projeleri başlatıyordu. Bunu yaparken ne siyasi rol kapma, ne de bürokraside etkinlik alanını genişletme kaygısı güdüyordu. Prof. Dr. Davutoğlu, doğu-batı okumaları, karşılaştırmalı medeniyet analizleri, modern ve klasiğin sentezi, Cumhuriyet dönemini Osmanlı’nın devamı ve mirasçısı olarak gören birikimi ile siyasete bilgelik ve derinlik kazandırıyordu.

Gittikçe içe kapanan ve küçülen bir Türkiye yerine, devraldığı mirasın önemini kavrayan ve güvenle küresel sisteme açılan bir Türkiye projesinin gerçekleşmesi için sadece akademik ve felsefi birikim yeterli olmayacaktı. Aslında Prof. Davutoğlu, bir bilim insanı ve düşünür kimliğiyle yazdığı ve bugüne kadar onlarca basımı yapılarak çeşitli dillere çevrilen Stratejik Derinlik kitabında dışişleri bürokrasisinin pek alışık olmadığı “merkez ülke”, “komşu ülkeler ile sıfır problem”, “ritmik diplomasi” ve “önleyici barış girişimleri” gibi kavramları uluslararası ilişkiler literatürüne çoktan kazandırmıştı. Ancak bu kavramların tekabül ettiği siyasi açılımların hayata geçirilmesi riskli ve cesur adımların da atılmasını gerektiriyordu. Prof. Davutoğlu, siyasi iktidardan aldığı destekle, ileride karşılaşabileceği eleştirileri tahmin etmesine rağmen bu adımların atılmasını sağlamış ve Türkiye’nin, Ortadoğu’dan Kafkasya’ya, bölgesinde saygın bir aktör olarak temayüz etmesinin yolunu açmıştır. İçinde yer aldığı bölgede arabuluculuk gibi önemli fonksiyonları üstlenen ve hinterlandı ile ilişkilerini derinleştiren Türkiye’nin, küresel sistem içinde de aktif bir rol oynayacak saygınlığa kavuşması da ancak rasyonel bir hesaplamayla söz konusu riskli adımların atılmasıyla gerçekleşebilmiştir.

Dış politika açılımları devam etmeli

29 Mart 2009 yerel seçimlerini müteakiben gerçekleşen kabine revizyonunda Prof. Davutoğlu başmüşavirlikten dışişleri bakanlığına getirildi. 2002 yılından itibaren Türk dış politikasının oluşturulmasında etkin bir rol oynayan Prof. Davutoğlu, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın özel temsilcisi olarak çeşitli ülke liderleri ile görüşmelerde bulunarak dış ilişkiler yönetimi sanatının uygulama alanında da deneyimler kazandı. Başmüşavirliği döneminde yürüttüğü bazı projeler nedeniyle sadece Ortadoğu merkezli bir dış politika sürdürme anlayışına sahip olmak ve Türkiye’nin yönünü batıdan doğuya çevirmekle eleştirilen Prof. Davutoğlu’nun yaptıklarına daha yakından bakıldığında, aslında tek odaklı ve tek öncelikli bir dış politika yerine, çok odaklı ve farklı önceliklileri olan bir dış politika çizgisi takip ettiği görülür. Türkiye’nin ihtiyacı olan da budur. Çünkü milli çıkarlarımız çok yönlü bir dış politika izlemeyi, Balkanlardan Kafkasya’ya, Ortadoğu’dan Avrupa Birliği’ne kadar farklı güç merkezlerinde var olmayı gerektirmektedir.

Türk dış politikasının, hiyerarşik görüntülü öncelikli tercih kurgusundan, çok odaklı yapıya geçişini sağlayan Prof. Davutoğlu, Bakanlık öncesi görevi boyunca Avrupa Birliği, Balkanlar, Ortadoğu, Kafkasya, Orta Asya ve Türk-Amerikan ilişkilerinin gelişmesine, Afrika ve Latin Amerika açılımlarının gerçekleşmesine katkıda bulunmuştur. Bu saydığımız genel dış politika açılımları yanında Prof. Davutoğlu’nun, medya ve kamuoyuna pek yansımayan ciddi girişimlerin de mimarı olduğu görülür. Bunlar arasında 2003 Irak Savaşı öncesi tezkere müzakereleri, Irak’a Komşu Ülkeler Platformu’nun oluşturulması, Iraklı Sünnilerin siyasî sürece katılması ve Iraklı grupların uzlaştırılması, Annan Planı çerçevesinde Kıbrıs müzakerelerinin yürütülmesi, Suriye-İsrail arasındaki dolaylı müzakere sürecinin yürütülmesi, Gazze Barış görüşmeleri ve 2008 Rusya-Gürcistan savaşından sonra Kafkasya İstikrar ve İşbirliği Platformu’nun hayata geçirilmesi gibi bir dizi proje sayılabilir.

Dışişleri bakanlığı koltuğuna oturması ile birlikte Prof. Davutoğlu’nun portföyü ve iş yükü tahmin edileceği gibi bir hayli artmış olmalı ki temaslarda bulunmak üzere ilk günden itibaren farklı ülkelere ziyaretlerde bulunuyor. Ancak iç politikadaki hararetli gündemden dolayı medya ve kamuoyunda dış politikadaki açılımlar hak ettiği ölçüde tartışılmıyor. İktidarı, muhalefeti, medya ve sivil toplumu ile Türkiye’nin, iç politika kıskacında enerjisini tüketen sürtüşmelerden başını kaldırıp, küresel ölçekte düşünmesi ve kendini yeni dünyanın gerçeklerine göre konumlandırması gerekiyor. Büyük ülke ve küresel aktör olmanın yolu da işte tam buradan, yani Prof. Dr. Davutoğlu’nun bilgece dış politikaya kazandırdığı çok boyutlu ve öncelikli siyaset anlayışından geçiyor.

Taraf- 22.07.2009

Universities prepare to debate problems

Interview with Professor Talip Küçükcan and Associate Professor Bekir S. Gür


Universities that have not been active in debates concerning long-standing higher education problems are preparing to discuss these issues, and two ambitious academicians, Professor Talip Küçükcan and Associate Professor Bekir S. Gür, are leading efforts to start debates at universities.

Pointing out how strange it is that universities are not involved in solving problems with higher education, Küçükcan said: “We want to start a broad debate on the future of higher education. Unfortunately, in Turkey, universities never take part in debates concerning university issues. Our goal is to start debating university-related topics at universities.”

Noting that they have received very positive feedback concerning their goal and efforts, Gür said that although there is consensus on the need to change the system, there is no debate on how the change will actually take place. He explained that a broad debate where many people participate is necessary to determine how to implement the change, adding, “With the report we have prepared, with the discussion panels we will organize and with the analyses we have conducted on the system in general, we aim to facilitate debates and contribute to the development of a debate platform.”

Committed to addressing the higher education problem in Turkey, Küçükcan and Gür shared information about the comprehensive report they prepared with Today's Zaman. The two professors analyzed and compared the higher education system in nine countries and formulated proposals on improving the system in Turkey. They believe a large portion of their proposals can and will be implemented in the short term.

In order to create a debate platform that will include representatives from universities, the professors released a report titled “A Comparative Analysis of Higher Education in Turkey,” in which they compared the Turkish system to systems in the US, Germany, France, the UK, Poland, Sweden, Israel, Japan and China. They plan to organize discussion panels in universities starting in September to debate their proposals.


Küçükcan noted that problems with higher education stem from the Higher Education Board (YÖK) being a constitutional institution, adding that for this reason issues that require amendments to the Constitution can only be resolved in the medium and long term.

Highlighting that in the other countries they analyzed higher education was not coordinated by a constitutional institution, Gür said the reason it is different in Turkey extends to the Sept. 12, 1980 coup administration's desire to have control over everything. But this mentality existed prior to the 1980 coup, he said, adding that even opening a university in Ankara was debated in the 1940s and 1950s.

In response to the system's centralist approach in coordinating higher education, the civilians mistakenly adopt an ideological approach to the problem, Küçükcan said, adding that they wanted to start a “rational and knowledge-based debate.”

He explained that when they asked experts for their views on the draft report, only a very limited number of them commented. Although there is a consensus on reforming higher education in Turkey, ideological perspectives prevent reform from taking place, Küçükcan said, adding: “There is a lot of talk but no action in Turkey when it comes to higher education. We wanted to have a rational debate based on data in this field.

Unfortunately, all debates regarding higher education were from a politically ideological perspective. Although there is consensus on the need for reform in higher education in every segment of society and in almost every political outlook, when you say, ‘Come let's do this all together,' you realize that there is a serious lack of information. Reforms, innovation, changes and modern developments or developments to make the system up to date were delayed up until now because there was no road map.”


An accountable and democratic university

Professor Gür explained that they dealt with universities as autonomous structures in their report and noted that while comparing them to universities in other countries, they focused on the basic function of a university and how a university fulfilled those functions.

Noting the most important factor that affects basic functions, such as education, research and knowledge generation, was the composition of the university's top management, Gür said: “We observed that university elections caused serious clashes, especially over ideological views. These clashes and separations come up during every rector elections, and every rector invests according to what will get him re-elected. After rectors are elected and appointed, they protect and favor only those that voted for them. We realized that this kind of a system does not exist anywhere else in the world.”

Gür explained that in most countries, university administration is determined according to an appointment-based system, which is managed by boards such as appointment boards or a board of trustees.

“We observed that the structure of these boards were actually democratic, participatory and also accountable,” Gür said, adding that having a board of trustees in university administration is a top priority for Turkey.

Gür went on to say that it was critical for the formation of these boards to be based on democratic practices and methods. “They must be the representatives of the people. In other words, officials elected by the people must also have a say in the election of top management at universities,” he said.


Highlighting the importance of being able to audit universities, Küçükcan stated, “Universities must be able to account for how resources are spent and how efficiently they are used.” He noted that universities around the world are subject to his kind of control, adding: “Education and research in universities must be reviewed in line with the autonomy of the university. By this I don't mean the university should be audited or police should be stationed on campus. I mean the university should be accountable. A university needs to be able to explain where, when and how efficiently it used its resources. There are different methods around the world, but auditing takes place one way or another. According to the results, funds to the university can be increased or decreased and changes to the administration can be made.”

Highlighting that this kind of culture has not evolved yet in Turkey because universities don't practice it within their own body, Küçükcan said problems will partially be resolved with the development of this culture.

‘There is no department in universities planning the future of higher education'

What was the most important problem you faced while preparing this report?

The most important problem was that aside from higher education and schooling institutions, there was no background information on university systems.

That's a very big problem. Didn't you have any plans for a larger team project?

When we embarked on this journey, that's what we had in mind. We said, “Let's set up a team for this job.” We wanted professors from education faculties or other people interested in the job to be on the team. But we saw that aside from one or two people, no one had any information on higher education. There is a serious gap in knowledge. Not only is there no information but there's no institutional work, either.

Isn't there a department that deals with this in YÖK?

Unfortunately, no faculty of education or university has a department that deals with institutes of higher education. There is no department, no masters program and no doctoral program on this subject. We have close to 150 universities today. But we have no knowledge on what higher education administration is, how to finance it or how to ensure its quality.

You want to start a debate on higher education, but isn't it already one of the most commonly discussed issues in Turkey?

Unfortunately, the majority of what is discussed is not based on research, knowledge or objective data. It is more about political and ideological approaches.


What kind of feedback have you received after releasing the report?

My first impression was positive. We received feedback calling it a road map study and saying that it was very informative. We plan on organizing discussion panels at universities after schools open in September in order to expand the scope of debate. We aim to have the universities take over the discussion.

By when do you expect your proposals to be implemented?

Professor Küçükcan: Beyond having our proposals implemented, it's about debating these issues with a wide university audience, nongovernmental organizations and the media. Our chief objective is to start a debate outside of a political and ideological context. Our goal is to get universities involved and deeply engaged in the debates.

Associate Professor Gür: It's a little difficult to predict that. By the time we started working on the report and by the time we finished it, some proposals had already gone into effect. One was the mobility of students within the country. The Farabi program was started by YÖK. Any student can now transfer from one university to another and receive a grant as an incentive. Sometimes developments in Turkey happen much quicker than expected.

Do you have any proposals that can be implemented in the short run?

Some of our proposals concern regulations and bylaws. We believe these issues will be handled in the short term. But some of our proposals require constitutional changes, and we believe those will go into effect in the medium and long term.

You are also consultant commission members of YÖK. What was YÖK's reaction to your report?

When we started the study we did not have the post at YÖK. There is a desire to change the YÖK in YÖK as well. But there was no road map to do so. Our report serves as a road map. It shows what the main topics are. The feedback has been very positive. In this way, YÖK has partially accepted it and we believe it will be considered in the drawing up of a road map.

Did you meet with political parties? If so, what reaction did you receive?

The approach of political parties was extremely political. At first we thought about asking for their views, but when we saw competition take over, we changed our minds. There were some that openly said that they would not support any proposal offered by another political party even if it was a proposal they approved.

There was mention about you defending activities of politicians.

That was a newspaper's criticism that exceeded its purpose. We are talking about elected people. We weren't implying that politicians should be active in YÖK. What we are trying to say is that public will should be involved in university administration and elected people should be the intermediaries.

There are universities set up by foundations but no private universities in Turkey. How do you assess this?

Nowhere in the world is there a single-type university any longer. Universities need to vary, in terms of knowledge generation, education and raising professors. In a way, this is a public service. Even if it is a private university or a for-profit university, it is a public service. In a country where the balance between supply and demand is not completely established and where so many people are trying to get into college, opening up private universities is very important. This will bring along with it competition for variety and quality both in terms of administration and the source of finance.


Today's Zaman - August 10, 2009

How Great is the distance between Turks and Kurds?

The survey “Turkey's Perception of the Kurdish Issue,” jointly conducted by the Foundation for Political, Economic and Social Research (SETA) and PollMark, has yielded quite important sociological findings on the relations between Turks and Kurds.


The research was undertaken to reveal the content and the grounds of the social relations between the two communities, the current phase of social integration and whether terror and violence have caused lack of trust and confidence between these social groups. The survey shows that the will and desire for coexistence transcends ideological, ethnic and political identities. The research points out that despite the lengthy period of violence and terror, political polemics and crises, there is still no environment of distrust or enmity between Turks and Kurds and that the country is not threatened by the danger of ethnic violence over Turkishness or Kurdishness.

The period of violence, terror and instigation that has lasted for more than 25 years, as well as efforts to create enmity between the two communities, have not caused alienation between Kurds and Turks. To what does Turkey owe this? The answer to this question could be found by the response to the question of what constitutes the most basic denominators between different ethnic groups in this country. The research shows that 86.2 percent of the respondents attribute the greatest importance to citizenship and 84.1 percent to common faith, history, land and brotherhood, as well as common cultural values. These findings imply that the ideal for a common future is shared by all segments in the country.

The SETA-PollMark research shows that despite all the suffering and tension in the past, no perception of enmity has emerged among the people and Turks and Kurds have not developed disruptive sentiments towards each other. Of the Turkish participants surveyed, 57.1 percent have positive sentiments about Kurds, whereas only 24.6 percent think negatively and 18.3 percent refrain from stating any opinion on the matter. These findings point to an optimistic picture considering the trauma which has occurred over the past 25 years and the losses the people have had to deal with. The large number of positive responses by the participants in the survey to the questions on the eagerness to establish bonds of marriage, friendship, community and business partnerships with Kurds should be noted in this respect. This confirms that there are strong bonds and ties between the two communities which will help them deal with problems effectively. The relatively low percentage of positive responses regarding Kurds among Turks should be attributed to the social and psychological impacts of the Kurdistan Workers' Party (PKK) and terrorist incidents and to the emotional reaction caused by these. Of the Kurds who took part in the survey, 86.4 percent held positive views about Turks. Like Turks, Kurds do not have negative feelings vis-à-vis the people they have been living with despite the tragic incidents in the past.

Turks and Kurds live together: in the same communities, in the same places

It is a widely known fact that there are strong familial and blood ties between Turks and Kurds. The history of marriages between the two communities goes back centuries. Demographic mobility and heterogeneity caused by migration and urbanization contributed to the establishment of marriage and familial ties between Turks and Kurds. The demographic breakdown of Turks and Kurds show that members of these two groups live together in urban cities. Considering that İstanbul hosts 1.5 million Kurdish people and is the Turkish city with the largest Kurdish population, it becomes evident that the social and familial ties between the two communities are fairly comprehensive. The research findings confirm these observations. Of the Turks participating in the survey, 33.8 percent stated that they have at least close relative who is Kurdish. This shows that one third of Turks have at least one Kurdish relative.

Likewise, two-thirds of Kurds have at least one Turkish relative; the research findings also show that there is no significant social distance between Turks and Kurds, even in the aftermath of problems caused by migration and rapid urbanization. Of the Kurdish respondents, 67 percent stated that they have at least one Turkish relative. This implies that both communities have attained high level of sociological integration. It is evident that despite efforts to incite hatred, the two communities remain calm and responsible because of the familial ties. For both Kurds and Turks, familial ties come first before the political and ideological preferences. Therefore, there are no visible grounds for fears and concerns over division, dissociation and alienation between Kurds and Turks, despite some circles raising objections against the recent Kurdish initiative by citing such concerns.

In terms of voting preferences, there is no significant difference between the Justice and Development Party (AK Party) supporters (35.8 percent), the Republican People's Party (CHP) voters (33.8 percent) and the Nationalist Movement Party (MHP) backers (31 percent). In other words, regardless of whether they are conservative, liberal, democrat, leftist or nationalist, the familial ties of Turks and Kurds bear greater importance than their political and ideological preferences. While there is no significant difference between the AK Party, the CHP and the MHP voters, it is observed that the level of integration with the Turks via familial ties among the Democratic Society Party (DTP) voters is quite high. This finding is interesting in that it leads us to question as to whether the DTP, which adopts a fairly radical position with respect to the Kurdish issue, is sufficiently aware of the composition of its support base.

Friendship ties are quite common


Turkey's demographic structure and social makeup is not homogenous. The statement suggesting that Turks and Kurds have coexisted for centuries is a cliché; but it also refers to a sociological reality; in other words, it explains in simple language that similar to other groups in the country, Kurds and Turks share common living spaces. When the mobility of modern times, encounters in education and contact in business life are added to the experience of coexistence, it is possible to argue that the level of integration between the two communities via familial and friendship ties becomes even more visible. The establishment of relations between individuals from different groups sharing a number of common values is only to be expected anyway.


Of the Turkish participants, 59.8 percent state that they have Kurdish friends, whereas 40.6 percent note that they do not have close Kurdish friends. On the other hand, 83.6 percent of the Kurdish participants state that they have close Turkish friends whereas only 16.4 percent say they do not. These figures show that there are no sociological or psychological barriers between the two communities. Not only the traditional rural life, but also the business connections and education experiences, as well as urban life, require the construction of new alliances and communication with different individuals and different social circles.

It is also evident that as far as friendship between Turks and Kurds is concerned, it does not suffer from a lack of trust or confidence and people are able to develop relationships independently of political and ideological discourses.


It is also apparent from the survey that the party attachments of Turkish voters do not have any significant impact on their ability to develop friendships with Kurds; of the Turkish survey participants, 56.8 percent of AK Party voters, 64.9 percent of CHP supporters and 58.9 percent of MHP followers have close friends who are Kurdish; this confirms that individual relations transcend ethnic identity and ideological attachments. This further demonstrates that among Turks, ethnicity and political party preferences do not have determinative impacts on their selection of friends.


The research findings also provide concrete data on the demographic and social structure of Turkey. As noted before, the population mobility caused by longstanding coexistence and migration and urbanization in modern times has led to the consolidation of friendships and familial relations between the two communities. The responses to the questions on their neighborhoods constitute a major indicator regarding their relations, suggesting that Kurds and Turks have developed complex and strong relationships and bonds over time. It is possible to note from these same responses that Kurds have frequent and strong neighborly relations with Turks in all parts of Turkey. Currently, one out of two Turks has a Kurdish neighbor, meaning that they share the same social and public facilities. Among the Turkish respondents, 54.4 percent note that they have a Kurdish neighbor; this is a significant statistic, showing the level of integration between the two groups. In addition, 70 percent of the Kurdish participants note that they have a Turkish neighbor. In conclusion, the research shows that despite the lengthy period of political polemics and crises, as well as the terror and violence over the years, no state of enmity or distrust has emerged between Turks and Kurds.

En büyük sorumluluk siyasilerin

İçişleri Bakanı Beşir Atalay bir süre önce demokratikleşme açılımına ilişkin çalışmalar hakkında bilgi verdiği basın toplantısında çok önemli bir tespitte bulundu. “Demokratik açılımın asıl sahibi milletimizdir”. Devlet adamı olarak, birçok riskleri de üstlenerek, toplumun beklentilerine kulak verdi ve ortak akıl arayışına devam etti. Bugün gelinen noktada da herhangi bir kuşku ve kaygıya yer vermeyecek şekilde şimdiye kadar yapılan çalışmaları büyük bir saydamlık içinde kamuoyu ile paylaştı.

Aslında son aylarda tanıklık ettiğimiz hararetli tartışmalar ve girişimler, Türkiye'nin siyasi ve toplumsal dinamizmini yansıtıyor. Zaman zaman siyasi gerilim, zaman zaman söylemsel düzeyde partiler arası sürtüşme yaratan çok yönlü ve çok boyutlu gelişmeler, yıllardır rafa kaldırılmış veya dondurulmuş sorunların görülmesi ve bu sorunlara rasyonel çözüm arayışları olarak görülmelidir. Tarihi tecrübeler bize, büyük dönüşümlerin sancısız olmadığını, gerilimleri de beraberinde getirdiğini, yürünecek yolun uzun ve dikenli olduğunu, ama duygusal tepki patlamaları ve heyecan rüzgârlarına kapılmaksızın, ortak aklın rehberliğinde sabır ve hoşgörü ile iyi bir gelecek inşa edilebileceğini göstermiştir.

DÖNÜŞÜME KÖTÜMSER İTİRAZ

Bugün yaşananlar ve alınacak kararların çok derin toplumsal etkilerinin olacağını öngörmek kehanet sayılmamalıdır. Bu noktada hukuk, sosyoloji, eğitim ve kalkınma konularında geniş birikimleri olan İçişleri Bakanı Beşir Atalay, yaptığı açıklamalarda siyasi ve toplumsal düzeylerde ne tür riskler ve fırsatlarla karşılaşılabileceğini çok iyi gördüğünü kamuoyuna hissettirmektedir. Sosyoloji birikimi, uzun yıllardır toplumun çeşitli kesimleriyle teması ve siyasi deneyimlerinden dolayı Sayın Atalay, yıllardır ihmal edilen sorunların çözümünde sorumluluk almaktan kaçınmamıştır. Risklerine rağmen Başbakan'ın da desteğiyle siyasi sorumluk üstelenmiş, ortak akıl arayışı çerçevesinde tüm toplum katmanlarından destek almak amacıyla kapısını herkese açmış, gerektiğinde başkalarının kapısını çalmayı da bir sorun olarak görmemiştir.

Bu noktada Türkiye'nin içinden geçtiği dönüşüm çabasını, tarihi ve sosyolojisi ile barışıp hesaplaşmasını ve her şeyi ile bir eleştiri süzgecinden geçirmesini nasıl okumalıyız ve yorumlamalıyız? Bu bir kriz mi, içinden çıkılması mümkün olmayan bir girdap mı, dört yanı kalın duvarlarla örtülü bir çıkmaz mı?


Kötümserler, statükocular ve Türkiye'yi küresel gelişmelerin ışığında okumaktan uzak olanlar, dünyadan kopuk ve içe kapanık yaşamayı tercih edenler, korku ve tehdit algısının karanlık dehlizlerine kendilerini teslim edenler kuşkusuz bu soruların hepsine “evet” cevabı verecektir. Türkiye'nin uzun yıllar boyunca büyük mirasına sırt çevirmesine, içe kapanmasına, kapı komşusu ülkelerle bile sağlıklı ilişkiler kurma yerine soğuk ve somurtkan bir dış politika takip etmesine seyirci kalanlar, kuşkusuz Türkiye'nin içinden geçtiği süreci karanlık bir tablo olarak değerlendirecektir.

Seçkinci iktidar elitlerinin tekelinde şekillenen bilgileri sorgulama, alternatifleri ile karşılaştırma ve eleştirme imkân ve araçlarından mahrum olan kitleler, çoğunlukla kutsanmış ama test edilme imkânı olmayan büyük laflarla oyalanmıştır. Bu süreçte, hangi siyasi görüşten olursa olsun, hangi partiyi desteklerse desteklesin halk, Ankara ne dediyse inanmış, Türkiye'yi nasıl anlattıysa öyle tanımış ve bilmiştir. Çünkü ne de olsa devlet babanın çocuklarını, yani yurttaşlarını aldatması, kandırması ve yanıltması düşünülemezdi. Nitekim halkın çoğu devlet baba ne dediyse ona inanmış, düşman dediklerini düşman, dost dediklerini dost bellemiştir.

TRAVMALARLA YÜZLEŞME ZAMANI

Ne var ki soğuk savaş sonrası dönemde, korku, endişe ve güvensizlik bahaneleriyle iktidarı pekiştirme amacına matuf olarak ülkenin çevresine örülen duvarlar yıkıldıkça, dünyada olup bitenleri görmeye engel olsun diye çekilen kalın perdeler indikçe, Türkiye gerçeklerle yüz yüze gelmeye başladı. Travmatik toplumsal deneyimlerin yaşanmaya başladığı bu süreç, beraberinde, Türkiye'ye dışarıdan bakmayı, kendiyle hesaplaşmayı ve yüzleşmeyi ve dünya ölçeğinde nerede durduğunu görmeyi getirdi.

Türkiye, yakın coğrafyasından başlamak üzere dünyayı keşfettikçe, karşılaştırmalar yapma imkânı buldukça, yeni iletişim kanalları ile dış dünyaya açıldıkça sarsıcı bir gerçekle karşılaştı: Ne Türkiye ne de dünya, bilgi akışını tekelinde bulunduran ve bunu acımasızca yıllar boyu kullanan seçkinci iktidar elitlerinin anlattığı gibi değildi. Bir kere etrafımız düşmanlarla çevrili değildi. Bunu öğrenmek sarsıcı olmuştu. Dahası “iç düşmanlar” diye anlatıla gelenler de “tahayyuli” idi. Bütün bunları sarsılmaz bir inançla bağlı olduğumuz devlete hakim müesses nizamın bekçileri inşa etmiş ve toplumun içselleştirmesi sağlamıştı.


İşte bugün geldiğimiz noktada, bu sarsılmaz inancın son yıllarda darbe almasından, çözülmesinden ve kaybından doğan bir şaşkınlık ve travma hali var ülkede. Yaşadıklarımız kötümserlerin (ve kötü niyetlilerinin) dediği gibi bir çatışma ve çözülmeyi değil, tam tersi bir silkinişi, uyanışı, kendi (ve öteki ile) barışmayı temsil ediyor.


Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, son Bağdat ziyaretinde Iraklı mevkidaşına Türkiye'nin de parçası olduğu bölgeyi tekrar dünyanın yükselen yıldızı haline getirmek için “sınırsız işbirliği” teklifinde bulundu. Bu teklif kendisi ile barışık, iç sorunlarını çözmüş, toplumsal birlik ve bütünlüğü sağlamış bir ülkenin dillendirebileceği bir tekliftir. Yani iç ve dış düşman korkularını yenmiş, dışa açılmayı fırsat olarak gören bir anlayışın peşinden koşabileceği bir hedeftir bölgesel ve küresel işbirlikleri kurmak. Bu amaçları daha kısa sürede gerçekleştirebilmek için herhangi bir dayatmada bulunmadan ortak bir çözüm arayışı içinde bütün toplumsal kesimleri titizlikle dinleyen Sayın Atalay'ın “Gelin el ele verelim, bu sorunu çözelim. Acıları dindirelim. Türkiye'yi büyütelim” çağrısına başta siyasi partilerimiz olmak üzere, herkesin kulak vermesi ve kendilerine düşen sorumlulukları üstlenmesi gerekir. Türkiye'nin büyümesinin önündeki engellerin başka türlü aşılması mümkün değildir.

Çocuklarımızın ne büyük tehlikelerle karşı karşıya olduğunun farkında mıyız?

Pes doğrusu… İnsanın inanası gelmiyor. Vicdansızlığın, acımasızlığın ve gözü dönmüşlüğün meğerse sınırı yokmuş. İngiliz gazetelerine yansıyan bir haberin bana ilk düşündürdükleri bunlar. Çocuk sahibi olanları daha derinden etkilemesi gereken, bunun da ötesinde insaf sahibi herkesi, insanlık onuru taşıyan herkesi şoke etmesi gereken bir haber vardı gazetelerde bugünlerde.

Neydi peki bu haber? Çocukların refahı için projeler yürüten Barnardo Vakfı çoğu kimsenin açık açık konuşmaya cesaret edemediği bir konuda, çocukların fuhşa alıştırılması ve zorlanması konusunda bir rapor yayınladı. “Şimdi Sıra Kimin Çocuğunda?” (Whose Child Now?) başlığını taşıyan rapordaki bilgiler vahim bazı gerçekleri ortaya koyuyor.

Rapora göre yüzlerce küçük yaşta kız çocuğu yetişkin erkekler tarafından kandırılıyor ve tuzağa düşürülüyor. Bir kez tuzağa düşen çocuklar ise mafya ve çeteler tarafından şehir şehir dolaştırılıp satılıyor, cinsel istismara uğruyor. Yani her yıl yüzlerce çocuğun geleceği kararıyor İngiltere’de.

“Ateş düştüğü yer yakar” derler. Belki çoğumuzun bu olaylardan haberi bile yok. Ama “Şimdi Sıra Kimin Çocuğunda?” isimli rapor bizi acı gerçekler ile yüz yüze bırakıyor. Çocuklarımızın geleceği konusunda kaygılandırıyor ve kötümserliğe sürüklüyor. Bazen etrafımızdaki olayları yeterince detaylı göremeyebiliriz. Bizi ve çocuklarımızı bekleyen tehlikeleri ve riskleri fark edemeyebiliriz.

ŞİMDİ SIRA KİMİN ÇOCUĞUNDA?

Barnardo Vakfı’nın yaptığı şey, bizi çevreleyen ama kimsenin konuşmadığı, görmediği veya görmezden geldiği konularda ufkumuzu ve gözümüzü açmak. Kimin aklına gelir çocuk denecek yaşta kızları erkek arkadaş, sevgili vb maskeleri altında hediyelerle kandırıp şehir şehir gezdirmek, cinsel tacize maruz bırakmak ve başka erkekler ile ilişkiyi kurmaya zorlamak? Hangi vicdan, ahlak ve sorumluluk sahibi insan böyle şeylerin hemen kapımızda beklediğini öngörebilir?

“Şimdi Sıra Kimin Çocuğunda?” raporunda yer alan bilgiler şok edici. Tiksindirici. Ama aynı zamanda uyarıcı ve göz açıcı. Rapora göre, Barnardo Vakfı geçen yıl, cinsel tacize uğramış 1060 çocuğa ulaşmış. Bu rakam, sınırlı imkan ve insan gücüyle Barnardo Vakfı’nın ulaşabildiği çocuk sayısı. Ulaşılamayan, gizli kapaklı kalan, hala tacize uğrayan ne kadar çocuk vardır Tanrı bilir.

ÇOCUKLARIMIZ KİMLE GEZİP TOZUYOR?

“Şimdi Sıra Kimin Çocuğunda?” raporu ciddi bir rapor. Hepimizi uyarıyor, önlem almaya, uyanık olmaya, çocuklarımıza daha fazla sahip çıkmaya, kol ve kanat germeye çağırıyor bizi. Küçük bir ihmalin, hatanın, özensizliğin, dikkatsizliğin nelere mal olabileceğini, çocuklarımızın geleceğini nasıl karartabileceğini gösteriyor.

Anne-Babalar çocuklarının arkadaşları, iletişim kurduğu kişiler, okulda, sokakta ve internette konuştuğu, arkadaşlık yaptığı ve bir şeyler paylaştığı kimseleri daha yakından tanımaya çalışmalı. Burada amaç polislik ve hafiyelik yaparak çocukları sindirmek, özgürlük alanlarını daraltmak değil. Arkadaş, dost ve sırdaş görünümlü ahlaksızlardan, vicdansızlardan ve daha önemlisi sapkınlardan korumak için bunlar yapılmalı. Her gün gazetelerde okuyoruz. İnternette tanıştığı kişi tarafından kaçırılan, tecavüz edilen, pazarlanan, sövülen, dövülen ve öldürülen çocuklara ilişkin haberler çınlıyor kulaklarımızda.

Dünya artık eskisi kadar güvenli değil. Amacımız okuyucuları korkutmak ve toplumdaki her şey hakkında güvensizlik yaratmak değil kuşkusuz. Ama “Şimdi Sıra Kimin Çocuğunda?” başlıklı raporda ortaya konan gerçekleri de göz ardı edemeyiz. Bu nedenle raporu detaylı biçimde okumak ve çocuklarımızın vahşi ellerde heba olmaması için pür dikkat kesilmeliyiz.

Çağımızda Dini Kurumlar ve Kamusal Hizmetler

Son iki hafta modern toplumların din ve dini kurumlarla ilişkilerini gözden geçiriyoruz. Bu hafta dini kurumların özellikle kamusal hizmetler üstlenerek toplumsal hayata katkılarından bahsedeceğim. Böylece din-birey ve din-toplum ilişkilerinin inanç, kimlik ve eylem boyutuna ilaveten bir de kurumsal ilişki ve etkileşim boyutunu gözden geçirmiş olacağız.

Dinin modern toplumlarda şimdiye kadar üzerinde pek durulmayan ancak devlet ve toplumla derin ve yoğun ilişkileri olan bir alan, kuşkusuz kamu hizmetleri ve sosyal hizmetler alanıdır. Modern devlerin önemli özelliklerinden biri refah toplumunu amaçlamasıdır. Bu nedenle modern toplumlar, sosyal hizmetlerin devlet eliyle sunulduğu refah toplumları olarak görülür. Özellikle eğitim ve sağlık gibi kamu hizmetleri, çocuk ve yaşlıların bakımı, yoksul ve muhtaçlara yardım, suçluların rehabilitasyonu gibi sosyal hizmetler refah devletinin sorumluluğundadır.

Bugün gelinen noktada dünyanın pek çok ülkesinde devletlerin tek başına söz konusu kamu ve sosyal hizmetleri yeterince veremedikleri, ihtiyaç duyduklarında dini kuruluşların hizmetlerinden de yararlandıkları görülmektedir. Özellikle ABD ve Avrupa’da yaygın örnekleri olan bu durum, Türkiye’den bakıldığında ise, modern toplumlarda dinin konumu ve işlevi konusunun yeniden düşünülmesi gerektirecektir. Zira birçok devlet, eğitimden sağlığa, çocuk ve yaşlı bakımından suçluların rehabilitasyonuna kadar toplumun ihtiyaç duyduğu pek çok alanda dini kuruluşların rol almasını doğal ve meşru görmekte, teşvik etmekte ve finansal olarak desteklemektedir.

AVRUPA’DA DİNİ KURUMLARIN SOSYAL HİZMETLERİ

Avrupa modernleşmesinin bireysel ve toplumsal dindarlık üzerinde yıpratıcı etkileri olmuş, dini kurumların etkileri azaltılmıştır. Ancak Türkiye’deki algının aksine bugünkü Avrupa’da dini kurumların kapısı kapatılmamış, kamusal alandan tümüyle dışlanmamış ve devletin (rejimin) rakipleri olarak görülmemiştir. Yeni siyasi ve toplumsal şartlara ayak uyduran dini kurumlar, özellikle eğitim başta olmak üzere pek çok alanda devlet destekli etkinlikler ve projeler yürütmeye başlamıştır.

Günümüzde bu ilişkinin ya da kurumsal dinin etkisini gösteren çarpıcı örnekler vardır. Örneğin Almanya’da devletten sonra en çok sayıda çalışan istihdam eden kurum kilisedir. Kilisenin, okul öncesi eğitim ve ilköğretim kurumlarının büyük bir çoğunluğunu idare ettiği, çok sayıda huzurevi ve hastane işlettiği ve bütün bu kurumların giderlerinin devlet tarafından karşılandığı göz önüne alındığında, Almanya’da kiliselerin, en azından kamusal ve sosyal hizmetlerin sağlanması alanında toplumsal hayatı ne kadar etkileyebileceği görülebilir. Benzer durumları, farklı ölçeklerde, çoğu Avrupa ülkesinde görmek mümkündür.

Örneğin İngiltere’de kiliselerin kontrolündeki ilk ve orta düzeyli okulların sayısı azımsanamayacak sayıdadır. Söz konusu okulların giderlerinin büyük bir kısmı kamu fonlarından karşılanmaktadır. İngiltere’de kiliselerin kamu fonlarından yararlanarak sunduğu diğer hizmetler arasında hastanelerdeki manevi danışmanlık ile hapishanelerde suçluların rehabilitasyonuna katkıda bulunabilecek rehberlik hizmetleri sayılabilir. Kamu ve sosyal hizmetlerin sunulmasında kiliselerin üstendikleri roller ve projelere ilişkin Avrupa’dan benzer örnekleri çoğaltmak mümkündür. Burada zikredilen örnekler, din-toplum ve din-devlet ilişkileri söz konusu olduğunda Avrupa’ya ilişkin ezberlerin bozulması için yeterli olacaktır.

DİNİ KURUMLARDAN KORKULMALI MI?

Avrupa dışına çıktığımızda din ve toplum ilişkilerinin daha dinamik olduğunu görürüz. ABD’de başlatılan “inanç/din temelli girişim”i de bu bağlamda zikretmekte yarar var. Zira geçmişte din eğitimi dahil dini kuruşların etkinliklerine kamusal fon ayırmayan ABD, devletin elinin yeterince etkin ulaşmadığı alanlarda dini kuruluşların faaliyetlerini destekleme kararı almakta zorlanmamıştır. Dini gruplar ve kuruluşlar sosyal ve spritüel kapital kaynağı olarak görülmüş ve toplumsal sorunların çözümlenmesinde katkıları daha geniş çaplı alınmaya başlanmıştır.

Yukarıdaki tartışmalar modern toplum ve din ilişkisinin çok boyutlu olduğunu, ABD ve Avrupa örneklerinde de görüldüğü gibi, dini grup ve kurumların devlet tarafından yok sayılmak ve göz ardı edilmek yerine, kamusal ve sosyal hizmetlerin sunulmasına ve toplumsal sorunların çözümüne dahil edildiğini göstermektedir. Din, bu ülkelerde farklı form ve ölçeklerde, vicdani bir mesele olmanın da ötesinde toplumsal süreçlere olumlu ve yapıcı katkıda bulunmaktadır. Söz konusu katkıları meşrulaştıran ve aynı zamanda sınırlarını belirleyen hukuki düzenlemeler de korku ve kaygıların oluşmasına engel olmaktadır.

Din ve Toplum İlişkilerinin İnanç, Kimlik ve Eylem Boyutu

Geçen hafta modern toplum ve din ilişkilerini tartışmaya başlamıştık. Özellikle disiplinler arası bir yaklaşımla bakıldığında modern toplum din ilişkilerinin inanç, kimlik, eylem ve kurumsal alanlarda belirginleştiği söylenmiştik. Şimdi bu alanlardaki ilişkileri değerlendirmeye çalışalım.

Modern toplumlarda din önemli bir inanç öğesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Batı Avrupa istisnası dışında kalan ülkelerin çoğunda farklı biçim, içerik ve yoğunlukta din, tanrı ve ahret inancı olduğu görülmektedir. Avrupa ülkelerinde ise kurumsal din, yani kilisenin temsil ettiği din anlayışı yerine “bir kiliseye ait olmadan inanç/dindarlık” olgusunun geliştiği, özellikle doğu kökenli mistik hareketlere katılımın yükseldiği görülmektedir. Ayrıca yeni dini hareketlerin dünyanın pek çok bölgesine yayılarak taraftar ağlarını ve etkinlik alanlarını genişlettikleri göze çarpmaktadır. Dünya Değerler Araştırması ve Avrobarometre gibi geniş kapsamlı araştırma verileri de modern toplumlarda bireylerin tümüyle dinden kopmadığını ve dinle ilişkilerini sürdürdüğünü teyit etmektedir.

İnançla ilintili olarak dinin bireysel ve toplumsal kimlik kaynağı olarak da işlev gördüğünün altının çizilmesi gerekir. Zira “medeniyetler çatışması” tezi dinin toplumsal kimlik yönüne işaret etmekte ve ayrıştırıcılığı üzerine yoğunlaşmakta, “medeniyetler ittifakı” tezi de dini aidiyetlerin kültürel kimlik üzerindeki etkisini vurgulamakta ancak çatışmacı değil uzlaşmacı bir yaklaşımla farklı kimlik referanslarının bir arada yaşayabileceği tezine yaslanmaktadır.

Geçtiğimiz yıllarda Türkiye karşıtları genelde insan hakları, nüfusun büyüklüğü, ekonominin zayıflığı, Avrupa’ya göç riski gibi konuları gündeme getirerek Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkarken bugün, Türkiye’nin farklı dini ve kültürel kodları olan bir medeniyet havzasına dahil olduğunu ve Avrupa kimliği ile uyuşmasının mümkün olmadığını savunmaktadır. Bu kültürcü söylem sadece Türkiye’yi “öteki” olarak tanımlamamakta Avrupa ülkelerinde yaşayan ve çoğu da yaşadığı ülkenin vatandaşı olan Müslümanları da dini aidiyet ve kültürel kimlik temelinde “ötekileştirmektedir”.

EYLEM VE DAVRANIŞ DÜZEYİ

Modern toplumlarda dinin en görünür yönlerinden biri inanç sahiplerinin zaman zaman bireysel zaman zaman da bir grup halinde veya bir kurum çatısı altında yaptıkları etkinliklerdir ki genel anlamıyla buna “gönüllülük” denilebilir. Dini inançların gönüllülük davranışını teşvik ettiği ve bu davranış biçiminin toplumsal bir davranışa dönüşerek geniş kitleleri etkileyebileceği görülmektedir.

Gönüllülük davranışlarına ilişkin araştırmalara bakıldığında bir dizi eylem türü ile karşılaşmak mümkündür. Bunlar arasında, dini kurumlar veya diğer yardımlaşma kuruluşlarına bağışlar, okul, hastane, ibadethane, huzurevleri ve çocuk esirgeme kurumu gibi yerlerde karşılık almadan yapılan çalışmalar, özellikle doğal felaketler gibi durumlarda yardım faaliyetlerine katılmak en sık rastlanan gönüllü davranışları olarak zikredilebilir. Özellikle modern toplumların dinle kurumsal ilişkileri çerçevesinde de ele alınacağı gibi ağırlıklı olarak inanç/dinden ilham alan dernek, vakıf ve sivil toplum kuruluşları şemsiyesi altında yapılan çoğu çalışmayı da modern toplum ve din ilişkilerinin eylem ve davranış düzeyinde gerçekleşen ilişkileri arasında saymak mümkündür.



KURUMSAL DÜZEY VE GÖNÜLLÜ DAVRANIŞ

Modern toplumlarda dinin en belirgin etkilerinden birini kurumsal alanda görmek mümkündür. Kurumsal alandaki ilişkiyi iki ana eksende ele almak gerekmektedir: gönüllü kuruluşlar ve kamu hizmeti sunan dini kuruluşlar.

Dini grupların çoğu, inançlarından aldıkları ilhamla örgütlenmekte ve tüzel kişilik haklarından yararlanmaya çalışmaktadır. Tarihi çok eskilere dayalı bu kurumsallaşmalar vakıf, dernek ve sivil toplum kuruluşu olarak karşımıza çıkmaktadır. Dini temelli gönüllü kuruluşların dini propaganda ve misyonerlikten, dayanışma ve yoksullukla mücadeleye kazar bir dizi etkinlik gösterdiğini ve bu çalışmaların da toplumsal etkileri olduğu gözlenmektedir. Söz konusu kuruluşlar modern medya, iletişim, reklam ve finansman aygıtlarını etkin bir şekilde kullanmakta ve küreselleşmenin ortaya çıkardığı fırsat alanlarından yararlanmaktadır.

Türkiye ve pek çok İslam ülkesinde vakıf ve sosyal yardımlaşma geleneğinin temelinde dini saiklerin birinci derecede belirleyici olduğunu söylemek mümkündür. Ancak Türkiye’de dernekler ve vakıflar yasasının, dini karakterli örgütlenmelere kısıtlamalar getirmesinin, dinin söz konusu potansiyelinin daha dinamik ve verimli biçimde mobilize edilmesini yavaşlattığı söylenebilir.

Modern Toplumlarda Din

Diyanet İşleri Başkanlığı “Din ve Toplum” konulu Dördüncü Din Şura’sını Ankara’da düzenliyor. Kanaatimce Diyanet dünyadaki gelişmeleri iyi okuyor ve tartışmaların nesnesi olmaktan çok öznesi olmak için çaba gösteriyor.

Modern toplumlarda dinin yeri, konumu, etkileri; ekonomi, eğitim ve siyaset gibi kurumlarla ilişkileri gittikçe artan oranda dikkat çekiyor, çok sayıda bilimsel araştırma, yayın, kongre ve sempozyumun konusu oluyor. Pek çok ülkede üniversite bünyelerinde din-toplum ilişkilerini incelemeye yönelik araştırma merkezleri kurulmakta, yeni yüksek lisans ve doktora programları açılmakta, bağımsız düşünce kuruluşları araştırma projelerinde dinle ilgili konulara geniş yer vermektedir.

Bu noktada şu soruları sormak yerinde olacaktır. Acaba dine duyulan bu ilginin kaynağı nedir? Niçin araştırma kurumları, üniversiteler, düşünce kuruluşları ve siyaset, kültür, ekonomi, toplum ve benzeri konularda imali fikir eden pek çok kişi din konusuna ilgi duymaya başladı?

Bu soruların cevabı geçtiğimiz yüzyıla damgasını vuran ve dinin toplum hayatından izafi olarak çekileceği öngörüsünde bulunan modernleşme teorisinin yeniden gözden geçirilmesinde yatmaktadır. Günümüz sosyal bilimlerinde de bir hayli baskın olan ve yaygın kabul gören modernleşme teorisi, sanayileşme, kentleşme ve rasyonalleşme süreçleri ile toplumların modernleştikçe, din ve kutsaldan uzaklaşacaklarını ve dünyevileşeceklerini varsayıyordu.

Kuşkusuz Avrupa’nın tarihsel ve toplumsal deneyimlerine dayanan, yani Avrupa’da yaşanan din-toplum ve din-devlet ilişkilerinin şekillendirdiği bu yaklaşımın geçerlilik iddiasının ciddiye alınması gerekir. Ancak söz konusu yaklaşımın evrensel bir gerçekliğe tekabül etmediğinin, yani her modernleşme sürecinin, bu süreci yaşayan toplumun dinle bağlantılarını zayıflatacağını ve toplumun hayatından dini çıkaracağını söylemek mevcut sosyolojik verilerle çelişmektedir.

Klasik sosyoloji teorilerine ve M. Weber, E. Durkheim ve K. Marks gibi sosyolojinin kurucu öncülerinin bilimsel çalışma ve analizlerine bakıldığında dinin merkezi bir konu olduğunu rahatlıkla görülebilir. Weber, Durkheim ve Marks yaşadıkları dönem toplumlarının anlaşılmasına dini önemli bir faktör olarak görmüşlerdir. Ancak Aydınlanma ile başlayıp sanayileşme, kentleşme ve modernleşme süreçleri Batı’da din-toplum ilişkilerinde yeni bir dönemi başlatmıştır.

Bu süreçler kilise ve mezheplerin temsil ettiği dinin toplumsal kurumlar üzerindeki etkisini büyük oranda törpülemiş, zayıflatmış ve yüzeyselleştirmiştir. Kilisenin eğitim, siyaset ve iktidar gibi alanlardaki yetkileri ellerinden alınmış ve söz konusu sorumluluk ve yetkileri modern-laik devlet üstelenerek gücünü pekiştirmiş, kilise ve onun temsil ettiği din ise kamusal alandan çekilmek zorunda bırakılmıştır.

Laikliğin kurumsallaşması, eğitim, öğretim ve kamu hizmetlerinin devlet eliyle yürütülmesi kilisenin güç, etkinlik ve rol kaybına neden olmuştur. Batı ülkelerinde yaşanan bu gelişmeler, sosyal bilimler paradigmasını belirgin biçimde etkilemiş, dini inanç ve kurumlar Weber, Durkheim ve Marks’ın aksine, modern toplum analizlerinde bir faktör olarak görülmemeye başlanmıştır. Yani çoğu sosyal bilimci için toplumsal analizlerde din uzun süre araştırmaya değer bir olgu olmaktan çıkmıştır. Ancak bu bakış açısı 1970’li yıllardan itibaren değişmeye başladı.

Türkiye’deki sosyal bilimciler de uzun süre Avrupa’daki meslektaşlarının geliştirdikleri modernite kuramının etkisinde kalmış, kendi toplumlarındaki özgün ve derin din-toplum ilişkilerini görmezden gelerek çalışmalarını sürdürmüşlerdir. Din çoğunlukla modernitenin karşısına yerleştirilmiş, gericilik, muhafazakarlık ve zaman zaman da yobazlığın kaynağı olarak gösterilmiştir.

Türkiye’de ise toplumsal kimliğin önemli belirleyicilerinden olan din, Fransız laiklik anlayışının da etkisiyle, tümüyle kamusal alan dışı bırakılmş, 28 Şubat gibi toplumsal mühendislik projeleri ile her alandan kazınmak istenmiştir. Öyle ki, Türkiye’de din-toplum ilişkilerini araştırmak ve bu konuda yayın yapmak zaman zaman riskleri de beraberinde getirmiştir. Örneğin Şerif Mardin 1960’larda Din ve İdeoloji kitabını yayınladığında, çalışma konusunda eleştirilere uğramış, benzer konularda bilimsel çalışmalarını yurt dışında daha rahat sürdürmüştür. Yayınladığı bazı kitaplardan dolayı da Türk Bilimler Akademisine Üye’liğinin kabul edilmediği iddia edilmiştir.

Haftaya bu konuya devam edeceğiz.

Yükseköğretimde uluslararasılaşma Türkiye için ne vadediyor?

Prof. Dr. Talip Küçükcan  Bu yazının başlığı "Türkiye 370 milyar dolarlık yükseköğretim ekonomisinden ne kadar pay alıyor?" olab...