8 Nisan 2011 Cuma

Fransız laikliği müslümanları ötekileştiriyor

Fransa Anayasa Konseyi’nin Eylül 2010’da anayasaya uygun gördüğü kamuya açık yerlerde peçe takılmasını yasaklayan ve burka veya nikap tarzı örtüyle yüzünü tamamen kapatarak sokağa çıkanlara cezayı öngören yasa 11 Nisan Pazartesi günü uygulanmaya başlıyor. 2004 yılında türbanlı, başörtülü veya dini inancı gösteren herhangi bir sembolü taşıyan öğrencilerin devlet okullarına devamına yasak getiren de Fransa idi.

‘Eşitlik, özgürlük ve kardeşlik’ sloganı ile uygarlık tarihinde yeni bir dönemi başlatan ve Osmanlı da dahil birçok ülkede hürriyet ve reform hareketlerine ilham kaynağı olan Fransız Devrimi yasakçı anlayış ve siyasetin gölgesinde kalma riskiyle karşı karşıya. Kendi geçmişine yabancılaşan Fransa bir kimlik krizinin eşiğinde ve bu krizden kurtulma arayışında laiklik ve cumhuriyet değerlerini yaşatma bahanesiyle yasakçılığa sığınıyor.

Fransa’da yasa uygulanmaya başladığında peçe yasağına uymayan müslüman kadınlara ve onları peçe takmaya zorladıkları düşünülenlere ceza yağacak. Otobüs, metro, okul ve hastane gibi kamuya açık yerlerde peçe takan ve çıkarmayı reddeden kadınlara 300 TL civarında para cezası kesilecek veya vatandaşlık kursuna gönderilecek. Kadını peçe takmaya zorlayan kişiye ise yaklaşık 60 bin TL para cezası ve bir yıla kadar hapis cezası verilecek. Eğer peçe takmaya zorlanan kişi onsekiz yaşından küşük ise söz konusu ceza ikiye katlanacak. Müslümanları hedef haline getirme potansiyeli taşıyan yasa, cezalandırılmaktan endişe duyan kadınları eve hapsedecek. Laiklik ve cumhuriyet değerlerinin korunması, güvenlik kaygılarının giderilmesi bahanesi ile çıkarılan söz konusu yasa Fransız polisini kendi vatandaşı ile karşı karşıya getirecek.

Fransa uluslararası sözleşmeleri çiğniyor

Fransa, çoğu Kuzey Afrika ve Türkiye kökenli, Avrupa’da en kalabalık (beş milyon) müslümanın yaşadığı bir ülke. Önce devlet okullarında (ilk ve ortaöğretim düzeyinde) türban ve başörtüsü yasağı başlatan, şimdi ise peçeyle kamuya açık yerlerde dolaşmayı engelleyen yasağı uygulamaya sokacak olan Fransa’nın, 1789 Devrimi’nin temellerinden ‘özgürlük ve eşitlik’ ilkelerine sırt çevirdiği görülüyor. Zira beş milyon müslümanın büyük çoğunluğu Fransız vatandaşı olmasına karşın müslümanların diğer vatandaşlara tanınan temel hak ve özgürlüklerinden aynı ölçüde yararlandırılmadığı görülüyor.

Fransa’da müslüman nüfusa yönelik yasakçı uygulama İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Din ya da İnanca Dayalı Her Türlü Hoşgörüsüzlük ve Ayrımcılığın Kaldırılması Bildirgesi’nin güvence altına aldığı din ve vicdan hürriyetli ile bireylerin dini inançlarının gerektirdiği pratikleri yerine getirme özgürlükleri ile taban tabana zıt. Fransa, taraf olduğu ve imza koyduğu uluslararası sözleşmeleri görmezden geliyor. Ulusal Birlik Hareketi’nden Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, Başkakan François Fillon ve Ulusal Cephe lideri Marine Le Pen’in başını çektiği göçmen karşıtı ve İslam aleyhtarı anlayışın kökenlerini, bu ülkede gelişen katı laiklik anlayışında bulmak mümkün. Başta ABD olmak üzere diğer Batılı ülkeler ile karşılaştırılığında en katı, dışlayıcı ve yasakçı laiklik anlayış ve uygulamasının Fransa’da olduğu görülür.

Fransız siyasi tarihi ve toplumsal hafızasında, 1905 yılına kadar ülkede tarihsel hegemonyasını tekrar kurmaya çalışan Katolik Kilisesine karşı verilen uzun mücadelelerin derin izler bıraktığı anlaşılıyor. Hegemonik dini yapıların olmadığı ülkelerde ise daha özgürlükçü, çoğulcu ve kapsayıcı bir laiklik ve din-devlet ilişkisi modelinin ortaya çıktığı gözlenmektedir. Dünya’daki yaygın eğilimin, din ve vicdan hürriyetinin korunması ve güçlendirilmesine yönelik politikalar geliştirilmesi yönünde olmasına karşın, Fransa’da bunun tam tersi yönde gelişmeler olduğu görülüyor.

Müslümanlar kamusal alandan dışlanıyor

Fransa’da yasağın uygulanması, Türkiye açısından da önemli bir konuyu tartışmaya açıyor. O da kimi zaman kamuya açık yer, kimi zaman kamusal alan, kimi zaman da devletin yetki sınırları içindeki yer gibi anlaşılan veya yorumlanan ‘alan’ın ne olduğudur. Fransa’da kamusal alan çok geniş bir yorumlama ile otobüs, metro, banka, lokanta, banka, tiyatro, çarşı ve sokak gibi herkese açık yer veya okul, hastane, müze ve bakanlıklar gibi devlete ait bir yer olarak yorumlanıyor. Yani kamusal alan bir fiziki bir mekana indirgeniyor. Hal böyle olunca devlet, baskın ideolojisini ve tektipleştirici politikalarını söz konusu kamusal alanın belirleyici dayanağı yapıyor. Fransa’da kamusal alan halkın tümüne ve toplumun çeşitli kesimlerine açık bir özgürlük alanı olmaktan çıkıyor. Dünyanın diğer pekçok ülkesinde ise kamusal alan farklı toplum kesimlerinin taleplerini dile getirebildiği, temsil edilebildiği özgür bir müzakere alanı olarak işlev görüyor.

Fransa, dini sembol ve taleplere olumsuz bakan katı bir laiklik anlayışının etkisinden kurtulamıyor. Gelecek yıl yapılacak olan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ırkçı, göçmen ve yabancı karşıtlarının oylarının şimdiden peşine düşen Sarkozy’nin teşviki ile Jean-François Copé’nin salı günü düzenlediği ‘Fransa’da laiklik ve İslam’ tartışması iktidardaki Fransız siyasi elitinin dini hoşgörüsüzlüğüne işaret etmekle kalmıyor. Laikliği korumak için 26 önlemin tartışıldığı bu toplantı aynı zamanda İslamofobinin toplumsal taban bulmasına zımnen meşruiyet kazandırıyor. Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Sarkozy ülkesindeki işsizlik, ayrımcılık ve yabancı düşmanlığı gibi toplumsal sorunları görmezden geliyor, Fransız Devrimi’nin ruhuna ihanet etme pahasına müslümanları ötekileştiriyor.

Dünyanın neresinde olursa olsun, çoğulculuk, dini hoşgörü, din ve vicdan özgürlüğü ile dini azınlık haklarının korunmasını önemseyen ve savunan aydınların Fransa’nın yasakçı politikalarına itirazı ahlaki ve vicdani bir sorumluluktur. Küresel vicdanın sesi olmaya özen gösteren Türkiye’nin, uluslararası kamuoyunu da yanına alarak Avrupalı müslümanların selameti için Fransa’nın ayrımcı politikalarına karşı mücadelede öncülük yapması bekleniyor. Çünkü, kendi içinde özgürleşen Yeni Türkiye eşitlik, özgürlük ve dinle barışık laiklik konularında sadece İslam dünyasına değil Batıya da örnek oluşturacak ilerlemelere ev sahipliği yapıyor.

6 Nisan 2011 Çarşamba

Demokratik bir üniversite için YÖK reformu şart

Demokratik bir üniversite için YÖK reformu şart
Türkiye gerek ekonomide, gerek dış politikada hızla büyüyor ve gelişiyor. Ancak ülkemize mahsus kemikleşmiş bazı meseleler Türkiye’deki demokratikleşme ve dünyaya entegre olma sürecinin önünde büyük bir engel olarak duruyor. Üniversite meselesi bu sorunlardan biri ve belki de en büyüğü. Türkiye’deki yükseköğretim sistemiyle ilgili önemli çalışmaları olan, Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi ve YÖK Başkan Danışmanı Prof. Dr. Talip Küçükcan’la öğrenci affını ve Türkiye’deki üniversitelerin durumunu değerlendirdik.
Prof. Dr. Talip Küçükcan:
Mostar: Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde “torba yasa” olarak nitelendirilen yasa tasarısı görüşüldü ve kabul edildi. “Torba yasa”nın içerisinde üniversite affına ilişkin maddeler de bulunuyor. Bu maddelerin kapsamı ile ilgili ne düşünüyorsunuz?
Talip Küçükcan: Öncelikle bu değişiklikle beraber hangi sebeple atılmış olursa olsun üniversitelerden atılan öğrencilere af geliyor. Bu afla birlikte üniversitelerle ilişiği kesilmiş öğrenciler geri gelecek. Aslında af yeni bir mesele değil. Türkiye’de tıpkı zaman zaman vergiye ilişkin meselelerde af çıktığı gibi üniversiteden herhangi bir nedenle uzaklaştırılmış öğrencilere ilişkin de af çıkabiliyor. Ancak mevcut proje şimdiye kadar yapılan çalışmaların en kapsamlısı olacak. Affın hem pozitif hem de negatif tarafları var. Üniversitelerden uzaklaştırılan öğrencilere yönelik yapılan herhangi bir ön çalışma olmadığı için afla geri dönecek kaç kişinin olduğunu bilmiyoruz. Zannedildiğinden çok daha fazla sayıda insan üniversitelere geri dönebilir. Son dönemde üniversitelerin kontenjanları artırıldı ve şu an üniversitelerimiz fizikî alan kullanımı olarak neredeyse doyum noktasına geldi. Artık hangi bölüme giderseniz gidin sınıflar tam kapasite çalışmaya başladı. Daha önce kontenjan artırımına kadar üniversitelerimizin birçoğu fiziksel olarak yeterli imkânları olmasına rağmen kapasitelerinin altında çalışıyordu ve yeteri kadar öğrenci alınmıyordu. YÖK şimdiye kadar yapılmayan bir iş yaptı ve kontenjanları artırdı. Af meselesi de bu kontenjan artırımı ile ilintili bir şey aslında. Ne kadar öğrencinin geri geleceği de bilinmediği için tam kapasite çalışan üniversitelerde yeni durumla ortaya çıkacak öğrenci sayısı eğitimi biraz zorlaştırabilir.
Mostar: Türkiye’de yeni açılan çok üniversite var. Onlar böyle bir sorun yaşamayacaklar herhalde?
Talip Küçükcan: Bahsettiğim sorun zaten büyük üniversitelerle ilgili. Yeni üniversitelerde böyle bir sorun elbette yaşanmaz. Afla ilgili olumsuz yönlerden biri bu. Özellikle yüksek lisans ve doktora öğrencileri için daha da farklı bir durum söz konusu. Bu öğrencilerin danışmanlara ihtiyaçları var. Yüksek lisansta ve doktorada iyi bir danışmanlık sistemi gerekiyor. Danışman hocalarla öğrenciler düzgün bir diyalog geliştiremezlerse ortaya çıkan çalışmalar çok kapsamlı olmuyor. Bununla ilgili de bir sıkıntı ortaya çıkabilir. Zaten mevcut sistemde ciddi bir danışmanlık sistemi problemi var. Afla birlikte bu problemin de artabileceğini düşünüyorum. Affın olumlu yönleri de var. Türkiye OECD ülkeleri içerisinde 20-25 yaş grubu arasında yüksek öğretime erişimi en düşük düzeyde olan ülkelerin başında geliyor. Bu durum bizim için ciddi bir problem aslında. Çünkü üniversite eğitimi ile gelişmişlik düzeyi arasında paralellikler var. Bir ülkede üniversite mezunu insan sayısı ne kadar fazlaysa, gelişmişlik de o oranda fazla oluyor. Bu ülkenin siyasetine, ekonomisine, üretimine, yönetimine yansıyor. Uzun vadede de ülkenin kalkınmışlığını olumlu yönde etkiliyor. Bu açıdan baktığımızda üniversitelerle herhangi bir şekilde ilişiği kesilmiş kişilerin yeniden kazanılmasının olumlu bir gelişme olduğunu söylememiz gerekir. Çünkü bunlar aslında yarıda bıraktıkları bir projeyi sürdürme imkânına kavuşmuş olacaklar. Sonra üniversiteden başörtüsü nedeniyle ya da farklı mülahazalardan dolayı uzaklaştırılan bayanlar vardı. Onlara tekrar şans verilmesi çok anlamlı. Kanaatime göre en anlamlı yönü de bu. Şimdiye kadar haksız yere üniversiteden uzaklaştırılan ya da anayasal hak olduğu halde üniversiteye girmesi engellenen insanlar tekrar bu hakkı elde edecekler. Türkiye’ye yakışan da bu.

BAŞÖRTÜSÜ MESELESİ SÜREÇ İÇERİSİNDE ÇÖZÜLECEK
Mostar: Başörtüsü meselesine ilişkin yaşananlarla tekrar karşı karşıya kalabiliriz. Çünkü hâlâ bazı üniversitelere başörtüsü ile girmek yasak.
Talip Küçükcan: Bu bir süreç olarak algılanmalı. Türkiye’de üniversitelerimizde bu çağdışı uygulama devam ediyor. Ancak altını çizerek söylemek istiyorum dünyanın hiçbir ülkesinde insanların okuma hakları kılık kıyafetinden dolayı elinden alınamaz. Tam tersi üniversitelerde insanların inançlarını yaşayışa yani pratiğe dönüştürebilecekleri ortamlar sağlanır. Oxford’da, Cambridge’te, Harward’da, Princeton’ta, Sorbonne’da da benzer uygulamalar görürsünüz. Ne bireysel olarak hiçbir hoca, ne de kurumsal olarak hiçbir üniversite bir öğrencinin okuma hakkını elinden almaz. Tam tersine teşvik eder. Ancak maalesef Türkiye’de bugüne kadar tam tersi bir politika güdüldü ve üniversiteye giden öğrencilerin bu hakları ellerinden alındı. Şimdi geri veriliyor ve öğrenciler geç de olsa haklarına kavuşmuş olacaklar. Bu yasağın doğurduğu bir travma vardı. Ve insanlar üzülerek söylüyorum ki bu travmayı atlatamadı. Afla ve yeni uygulamalarla birlikte yeni sorunların doğacağını düşünmüyorum. Çünkü problem tamamen uygulamadan kaynaklanıyordu. Aslına bakılırsa başörtüsü yasağı uygulamaya bakıldığında ortadan kalktı. Türkiye’de başörtüsünü yasaklayan hiçbir yasa yok zaten. Bu bir uygulama meselesiydi. YÖK’ün zamanında çıkardığı, 28 Şubat sürecinin de arkasında durduğu desteklediği hayali bir yasaktı. Altında herhangi bir yasal zemin yoktu. Yasağa karşı daha sonra çıkarılmaya çalışılan önlemler Danıştay’a, Anayasa Mahkemesi’ne götürüldü malumunuz. Orada hukuki bir zemin bulunmaya çalışıldı. Hiç kimse bugüne kadar TBMM’nin başörtüsüne ilişkin bir yasağının olduğunu göremez. Tam tersine TBMM iki kere mevcut yasaların değişmesine ilişkin girişimde bulundu. Anayasa’daki değişikliklerle eğitimin devam ettirilmesinin altı çizildi. Ancak buna rağmen Anayasa Mahkemesi bunun Türkiye’deki mevcut düzene aykırı olduğunu ve birer tehdit unsuru olduğunu iddia ederek bu değişiklikleri reddetti. Demokrasisi ister gelişmiş olsun, ister gelişmemiş olsun, isterse totaliter olsun dünyanın hiçbir ülkesinde böyle yasaklar görülmemiştir. Bunlar yalnızca Türkiye’ye özgü, utanç verici yasaklardı. Mevcut YÖK bir takım değişikliklerle bu anti-demokratik durumu ortadan kaldırmaya çalıştı. Görüldü ki aslında problem kurumsal uygulamalardan kaynaklanıyor. Üniversite yetkilileri bu uygulamadan vazgeçerse Türkiye’de başörtüsü meselesi gibi bir meselenin olacağını düşünmüyorum. Bireysel olarak kimi hocaların konuya ilişkin yorumları da olabilir. Ancak bunlar bireysel çabalardan öteye geçmez, üniversitenin kendisini bağlamaz. Yeni uygulamalar ve yasalarla başörtüsü meselesi çözülecektir.
ÜNİVERSİTEDEN ATILMA TÜRKİYE’YE HAS BİR UYGULAMA
Diğer ülkelerde durum nasıl peki? Türkiye’deki gibi üniversitelerden atılma diye bir uygulama var mı?
Mostar: Talip Küçükcan: Hem AB’de, hem ABD’de hem de dünyanın diğer pek çok yerinde “hayat boyu öğrenme” diye bir kavram var. Yani herhangi bir yaş ya da kıyafet sınırlaması olmaksızın insanlar istedikleri zaman üniversitelere geri dönebiliyorlar. Mesleklerini değiştirmek veya farklı entelektüel ilgilerini tatmin etmek istediklerinde üniversiteye dönebiliyorlar. Hatta bunlar için belirli kolaylıklar sağlanıyor. İnsanların belirli yaşlarda daha çalışkan olduğu, zihinlerinin daha açık ve imkânlarının daha müsait olduğu düşünülüyor. Ve okula dönmeleri için çeşitli kolaylıklar sağlanıyor. Türkiye’de de “hayat boyu öğrenme” meselesinin sahiplenilmesi gerekiyor.
Mostar: Af yasasıyla birlikte üniversitelerden ilişiği kesilme de kaldırılacak değil mi?
Talip Küçükcan: Evet, af yasası Cumhurbaşkanı tarafından onaylandıktan sonra artık üniversitelerden atılma diye bir durum söz konusu olmayacak. “O zaman insanlar üniversite eğitimini çok ciddiye almazlar” gibi bir eleştiri getiriliyor. Böyle bir durumun ortaya çıkma ihtimali çok düşük. Çünkü biliyorsunuz dünyanın çeşitli ülkelerinde üniversite eğitimi kredi usulüne göre yapılıyor. Öğrenciler almak zorunda oldukları krediden başarılı olurlarsa mezun oluyorlar. Kimisi 3 yılda bitiriyor, kimisi 5 yılda bitiriyor. Hayatın gerçekleri öğrencileri üniversiteyi zamanında hatta bir yıl önce bitirmeye zorluyor.
Mostar: Hiçbir öğrenci okulunu bilerek uzatmak istemez herhalde.
Talip Küçükcan: Evet, kimse bunu göze almak istemez. Üniversiteden atılmak da hiçbir şeyi çözmüyor. Üçüncü sınıfta iki dersten kaldı diye öğrencinin üniversite ile ilişiği kesiliyor. Öğrencilerin devlete olan maliyetlerini de düşündüğümüzde aslında ilişiği kesme devlete ciddi bir ekonomik külfet de getiriyor. Türkiye’nin böyle bir lüksü yok, dünyanın diğer ülkeleri de böyle bir lüksü uzunca bir süre önce kaldırmış ve demiş ki; “4 yılda bitirilmesi gereken üniversiteyi 8-9 yılda bitirirsen harç bedeli olarak biraz daha fazla ödemek durumundasın”. Bu da istisnai bir durum dediğiniz gibi. Öğrencinin okulu bitirememesinin çeşitli nedenleri olabilir. Hastalanmıştır, hem çalışıp hem okumak durumunda kalmıştır, konsantrasyon eksikliği yaşamıştır. Böyle bir durumda öğrenciyi üniversiteden uzaklaştırarak geleceğini karartmamak lazım. Rekabetin olduğu bir dünyada rasyonel insanlar üniversite eğitimini ekstra bir durum söz konusu olmadıkça 4 yıldan 8 yıla çıkarmaz. Bir de yeni uygulamayla gerçekleşecek olan harç bedelinin yükselmesiyle öğrenciler, uzattıkları her yıl için biraz daha fazla harç bedeli ödemek durumunda kalacaklar. Bu da öğrencileri tembellik yapmaktan alıkoyacak bir yaptırım bence. Türkiye’yi dünyanın diğer ülkeleriyle karşılaştırdığınızda üniversite sisteminde Türkiye’de bir gelişme olduğunu görürsünüz. En son 8 üniversitenin daha kurulması karalaştırıldı. Devlet ve vakıf üniversiteleri toplam 164 üniversiteye ulaştı. Bunların bir kısmı henüz eğitime başlamadı ama kurulma kararı alındı. İstanbul’da yaklaşık 40 üniversite var. Kimileri bu kadar üniversite fazla diyor. Hâlbuki ABD’de Boston’ın nüfusu 5-6 milyon ama 100’e yakın üniversite var. İstanbul’un nüfusu 20 milyona yakın ama 35-40 civarı üniversite var. Buna rağmen biz bu üniversitelerin çok olduğunu düşünüyoruz. İstanbul’un da dâhil olduğu Marmara Bölgesi Türkiye nüfusunun yüzde 60’ını oluşturuyor neredeyse, dolayısıyla bu bölgedeki üniversite sayısının çok olması gerekir. Tüm bunları düşündüğümüzde 164 üniversitenin sayıları az. Sayılarının artırılması lazım.
ASIL SORUN NİTELİKTE
Mostar: Üniversite mezunu bir sürü işsiz de var. Yeni üniversiteler açmak bunların sayısını da artırmayacak mı?
Talip Küçükcan: Olabilir ama bu gerekçe yeni üniversite açmamayı gerektirmez. İstihdam alanı açtığımızda işsizlere iş imkânı sağlayabiliriz. Bu iki durumu birbirinin zıddı gibi görmemek lazım.
Mostar: Bu kadar üniversite açmak eğitimin kalitesini ve bununla paralel olarak yetişmiş insan sayısını düşürmez mi? Herkesin kolay bir şekilde üniversiteye girebildiği ve mezun olduğu bir ortamda üniversite okumuş olmanın ayrıcalığı da ortadan kalkıyor sanki.
Talip Küçükcan: Asıl sorulması gereken de bu. Niceliği artırırken niteliği de artırmak durumundayız. Sayıyı artırırken kaliteyi de artırmak için ne yapmak gerekiyor? Böylesine kritik bir kararı alırken bu problemi hesaba katmalıyız. Türkiye’de yükseköğretimin geleceği ve sizin de belirttiğiniz gibi üniversite mezunu insanların kalifiye olup olmaması bu sorunun cevabında gizli. Bugüne kadar nicelik konusuna çok yoğunlaşılmadığı için nitelik konusuna da ciddi çalışmalar yapılmadı. Türkiye’deki yükseköğretim sistemini bekleyen en büyük risklerden biri kalite meselesi. Eğer Türkiye’deki üniversiteler kaliteyi sağlamadan ya da kaliteli eğitim, öğretim için neler yapmak gerektiğini gündemine almadan yola devam edecek olurlarsa çeşitli problemlerle karşılaşabilirler. O nedenle şu an YÖK bünyesinde bazı çalışmalar yapıldı. Türkiye’de üniversitelerin kalite güvence sisteminin kurulması çalışmaları devam ediyor. Dikkat edilmesi gereken konu şu: Kalite meselesi merkezî bir sistemle çözülecek bir problem değil. Kaliteli eğitimi sağlamak için üniversitelerin kendi bünyelerinde çalışmalar yapmaları gerekiyor. Kalite kültürü, üniversitelerin kendi bünyelerinde derinleştirmeleri, kökleştirmeleri gereken bir kültür.
Mostar: Batı Avrupa ve ABD’de kalite güvence ajansları gibi bazı merkezi kurumlar var.
Talip Küçükcan: Evet, ama orada yükü asıl taşıyan yine üniversitelerin kendi bünyelerinde kurdukları sistemler. Üniversiteler, hoca ya da öğrenci nasıl çalışmalı, nasıl üretmeli, buna ilişkin çalışmalar yapıyor. Kalite meselesini YÖK bir ajans kurarak ya da bir büro kurarak çözemez. Bu sorunu temel olarak çözecek en önemli girişimlerden biri bazı yetkilerin üniversitelere verilmesi. Mevcut YÖK 12 Eylül’ün mirası. Mesela 28 Şubat gibi dönemlerde YÖK yetkilerini çok aşarak demokratik yapıyı zedeleyecek, bu yapıya aykırı birçok işe imza attı. İşte bu gibi temel bazı sorunları çözmek için YÖK’ün bir kısım yetkilerini üniversite rektörlerine devretmesi, üniversite rektörlerinin de kendi yetkilerini üniversite bünyesinde bulunan bazı kurullara devretmesi gerekiyor.
Mostar: Türkiye’de üniversitelerin eğitim kalitesinin düşük olmasını neye bağlıyorsunuz?
Talip Küçükcan: Büyük üniversitelerimizde eğitimin seviyesi yükseldi. Türkiye’deki büyük üniversiteler eğitim kalitesine yönelik zaman içerisinde çeşitli çalışmalar yaptılar. Yeni kurulan ya da gelişmekte olan üniversitelerin kalite hususuna dikkat etmeleri gerekiyor. Geçmiş dönemlerde üniversiteler kendi alanlarına yoğunlaşmadıkları, aktif siyasette daha fazla söz sahibi olmaya çalıştıkları için kalite düştü. Üniversiteler siyasetle ilgilenmez diye bir şey söyleyemeyiz. İnsanların fikir ürettiği yerler olan üniversitelerin ülkenin meselelerine bigâne kalması mümkün değil. Üniversitelerin temel sorumluluklarından biri de bilgi üretmenin yanında toplumun temel sorunlarına ilişkin de fikir üretmeleri. Buradan baktığımızda üniversite-siyaset ilişkisi ister istemez kuruluyor. Fakat bu ilişki günübirlik politikalar üzerinden olmamalı. Parti politikalarının üzerinde, partiler üstü siyasetle üniversitenin münasebetinin olması gerekiyor. Buna siyasa dememiz daha doğru olur. Siyasa-üniversite ilişkisi mutlaka olmalı. Üniversite hocaları bu ülkenin aydınları. Aydınlara düşen ise vatandaşların dikkatini çekmeyen konularla ilgili halkın, kamuoyunun dikkatini çekmek, bu meseleleri onların gündemine taşımak.
Mostar: İfade ettiğiniz gibi üniversitelere ilişkin problemler bugüne kadar YÖK ve onun destekçisi kimi kişi ya da gruplar yüzünden çıktı. YÖK’e kendi konumunu da sorgulayan bir başkanın gelmesiyle yükseköğretime ilişkin ciddi işler yapılıyor. Mevcut durum üzerinden konuşacak olursak Türkiye’deki üniversitelerin geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Talip Küçükcan: Mevcut YÖK sistemiyle Türkiye’de üniversitelerin geleceğinin çok parlak olacağını söyleyemeyiz. Bu kişilerle ilgili bir durum değil. Bizzat YÖK’ün yapısına ilişkin bir mesele. YÖK’ün kuruluş amaçlarına ve yapılarına bakacak olursak üniversitelere ilişkin genel standartların oluşturulması bakımından merkezi bir sistem muhakkak gerekiyor. Ancak burada temel problem YÖK’ün yetkileri hususunda ortaya çıkıyor. Dünyanın hiçbir yerinde YÖK’ün sahip olduğu yetkilere sahip olan bir kurum yok. Bu kurumlar daha çok bölgesel ya da üniversitelerdeki çalışmaların desteklenmesi hususlarında ya da kalitenin artırılmasına yönelik çalışmalarda ortaya çıkıyorlar. Bugün Türkiye’de hem iktidar hem de muhalefet YÖK’ün çok ciddi şekilde reforme edilmesi gerektiğini düşünüyor. Ancak yalnızca YÖK’ün değil üniversitelerin de kendilerini reforme etmesi gerekiyor. Üniversiteler Türkiye’de polemik siyasetinden uzak durarak siyaset üstü çalışmalara destek vermeli. Üniversiteye verilen bütçeler kalem kalem olmaktan ziyade külli olarak verilmeli ve bütçeyi kullanma inisiyatifi rektörlere bırakılmalı. Sonra üniversite-sanayi işbirliği muhakkak geliştirilmeli. Bugün birçok sanayi kuruluşu kendi Ar-Ge’sini kuruyor. Bunun yerine sanayi kuruluşları üniversitelerin ürettiği bilimden istifade etmeli. Ancak bu yapılırken üniversiteler piyasa aracı haline getirilmemeli. Tüm bunlar gerçekleştiği zaman üniversitelerin Türkiye’nin her türlü ihtiyacına cevap veren, bilim üreten demokrasinin beşiği kurumlar olacağına inanıyorum.
Kimdir
Prof. Dr. Talip Küçükcan, Marmara Üniversitesi öğretim üyesi. Yüksek lisansını Londra Üniversitesi’nde, doktorasını Warwick Üniversitesi’nde sosyoloji ve etnik ilişkiler alanında yaptı. Aynı üniversitede iki yıl süre ile doktora sonrası araştırmalar yürüttü. İSAM’da araştırmacı olarak çalıştı. Küçükcan halen SETA'da Dış Politika Koordinatörlüğü görevini sürdürüyor. Prof. Küçükcan’ın Yükseköğretim’de Kalite Güvencesi, Türkiye’de Yükseköğretim: Karşılaştırmalı Bir Analiz, Deprem ve Din, Avrupa Birliği Ülkelerinde Din-Devlet İlişkisi gibi eserleri bulunuyor.
MOSTAR, 2011, Sayı 73

Yükseköğretimde uluslararasılaşma Türkiye için ne vadediyor?

Prof. Dr. Talip Küçükcan  Bu yazının başlığı "Türkiye 370 milyar dolarlık yükseköğretim ekonomisinden ne kadar pay alıyor?" olab...