31 Mayıs 2005 Salı

Zeyrek: Overlooking the Golden Horne

This weekend I wanted to have walk in old quarters of Istanbul. This time I strolled in Zeyrek and Fatih neighbourhood. These quaters are full of history, tradition and carry faces of the past and the present. I took a ferry from Uskudar to Sirkeci and walked from there towards Eyup direction. Nice walk along a warm wind. Then I decided to visit a church which is known among people as the Church of the Fırst Day of the Month. People go there (especially, indeed almost only women) to make wishes in search of healing, finding solutions to their problems such as marriage, becoming pregnant and earning hearts of lovers. It is small and cost church. When people visit they buy a key and try to sanctfy it while praying. I talked to the caretaker and found out that there was no service on Sundays.
Then I crossed the road to see Zeyrek where there is an old church and monostery. A small portion is used as a mosque but the building is so old ann in a bad condition. Luckly, restoration works have started recently. In addtion to the church there are old houses from the Ottoman times. Some of there houses were renovated and protected as part of UNESCO world heritage. A minute walk from the church will take you to a Zeyrek restaurant. This is very clean and well served place with a view of the Golden Horn and Galata Tower. A place every visitor to Istanbul must visit. You can have nice tea, coffee or more while having this excellent view.
After a nice and hot tea I walked around and came accross a place where there are lots shops and restaurants owned by people from Siirt region of Turkey. You can find all sorts of local food from Siirt. Restaurants serve also traditional Siirt food. If you have colestrol however, you need to be careful with your food because they serve fatty food.
When I finished my food around 4 pm. I alked up towards right and came face to face with the Fatih Mosque, named after Mehmed II, conqurer of Istanbul. This is a large and beautiful mosque surrounded by lots of historical buildings.
It was such a nice day. Keep these places in mind if you want to explore Istanbul on foot.

27 Mayıs 2005 Cuma

Ne Liverpool Ne Milan! Kazanan Türkiye

Günlerdir heyecanla beklenen Avrupa Şampiyonlar Ligi finali yani Liverpool-Milan maçı nihayet yapıldı ve bitti. Çarşamba günü doruğa çıkan heyecanın yerini Milan tarafında hayal kırıklığı, Liverpool tarafında ise sevinç ve coşku aldı. Liverpool kupayı İngiltere’ye götürdü. Ama yaklaşık yüz bin futbol tutkununu sahaya sürükleyen ve milyonlarca sporseveri ekran başına kilitleyen bu maçın galibi genelde Türkiye özelde ise İstanbul oldu.
Türkiye’deki bu futbol şöleni yaklaşık iki yüz ülkede üç milyara yakın insan tarafından seyredildi. Avrupa Şampiyonlar Ligi kupası nereye giderse gitsin zihinlere kazılan aslında İstanbul ve Türkiye oldu. Nasıl kazınmasın ki? Yılın en güzel mevsiminde on binlerce taraftar İstanbul sokaklarını doldurdu. Bir çoğu ilk kez İstanbul’a gelmişti ama daha ilk günden şehrin büyülü havasına kaptırmışlardı kendilerini.
İstanbul’un büyülü havasını soluyan İngiliz ve İtalyan taraftarlar sadece ellerinde bira şişleri ve bayraklarla dolaşarak günlerini geçirmedi. Otellerin çoğu final maçı için gelenlere üç-dört günlük rezervasyon politikası uyguladığı için yarım gün harcanacak maç birçokları için kısa bir tatil anlamına geliyordu. Bu nedenle sokaklarda, müzelerde, saraylarda, vapurlarda yani İstanbul’un her köşesinde konuk futbolseverlere rastlamak mümkündü.
Taraftarların üç-dört gün boyunca sokaklarda dolaşması bilerek ya da bilmeyerek İstanbul ve Türkiye’nin müthiş güzelliklerini keşfetmeye yetmişti. Bunun en güzel örneklerinden birini final maçının yapılacağı gün bir sabah kahvaltısında gördüm. Yurt dışından gelen ve farklı ülkeleri temsil eden üst düzey liderler grubu ile yapılan bir toplantıya katılmam gerektiği için erken saatlerde Sultan Ahmet yakınlarındaki Ahırkapı’da bulunan Armada oteline gittim. Toplantı saatine kadar beklemek yerine kahvaltı yapmak üzere otelin terasında çıktığımda çarpıcı bir manzara ile karşılaştım. Akşam yapılacak maçın heyecanıyla güne erken başlayan futbol aşıkları destekledikleri takımın formalarıyla kahvaltı masalarını doldurmuştu bile.
Teras katının manzarası inanılmaz derece güzeldi. Çaylar, kahveler, börekler, peynirler ve zeytinlerle süslü tabaklarını alan futbol tutkunları, serin bir sabah saatinde Sultan Ahmet Camii ve Ayasofya Müzesi’ne bakarak keyif çatıyordu. Eminim bu manzara onlara kısa sürelik bile olsa maçı unutturmuştu. Sultan Ahmet Camii ve Ayasofya Müzesi’nden gözlerinizi alıp başka yere baktığınızda ise çarşaf gibi masmavi bir deniz manzarası karşılıyordu sizi. Yüzlerce yıllık geçmişi olan bir kentin en görkemli iki yapısının hemen yanında böyle zengin bir kahvaltı yapmak her kula nasip olabilecek bir şey değil. Bir tadanın bir kez daha tatma konusunda istekli olmakta hayli zorlanacağı geleneksel İngiliz kahvaltısı yerine zeytin, peynir, poğaça, börek, bal, ceviz ve çeşit çeşit reçellerden oluşan kahvaltı mönüsünün davetkar manzarası da ayrı bir güzellikteydi.
Londra, Paris, Amsterdam, Berlin ve New York gibi insanların akın akın gittiği kentlere gitmiş, bu kentlerin sokaklarında uzun uzun yürümüş biri olarak söylüyorum. İstanbul gibisi yok. İstanbul’un mimari dokusu, kültürel derinliği, doğal manzarası, yemekleri, denizinin mavisi hiçbir yerde yok. İşte Liverpool ve Milan taraftarları bu zenginlikleri, birikimleri ve güzellikleri keşfetme, tatma ve içlerine sindirme fırsatı buldu.
Final maçı hakikaten çok heyecanlı, hareketli ve keyifliydi. Maça gelenler için unutulamayacak hatıralar bıraktı geride. Ve bu hatıra İstanbul’da yani Türkiye’de yaşandı. Kuşkusuz maç bir süre daha konuşulacak, tartışılacak ve görüntüleri ekranlarımızı süsleyecek. Maça ilişkin her konuşma, yazı, program ve yorum kaçınılmaz olarak İstanbul’u da gündeme getirecektir. Kimi zafer sarhoşluğu, kimi matem havasında evine ve yurduna dönen on binlerce taraftar maça ilişkin gözlemlerini paylaşmayı bitirdikten sonra sıra İstanbul’u anlatmaya gelecek. Yenilen ve içilen şeyler, gezilen ve görülen yerler, yürünen sokaklar, selamlaşılan insanlar, yani İstanbul ve Türkiye konuşulacak Liverpool ve Milan’da.
Final maçı organizasyonu Türkiye’ye milyonlarca dolar akmasına da neden oldu. Sokaklar canlandı ve esnafın yüzü güldü. Türkiye organizasyon konusunda maddi ölçeklere sığmayacak bir başarı gösterdi, deneyim elde etti ve bütün dünyanın güvenini kazandı. Türkiye her anlamda birinci ligde yarışan ve rekabet eden bir ülke olduğunu tekrar gösterdi. Hem de masraf etmeden, milyonlarca dolar reklam parası ödemeden bunu başardı.
Avrupa Şampiyonlar Ligi kupasını Liverpool aldı ve iki devrelik perde böylece bu yıl için kapanmış oldu. Fakat asıl kazanan Türkiye oldu ve Atatürk Olimpiyat Stadı İstanbul başta olmak üzere Türkiye için yeni perdeler araladı ve yeni fırsat alanları açtı. Şimdi Türkiye’ye düşen ödev bu fırsatları iyi değerlendirmekten ibarettir.

İstanbul tarihine sosyo-kültürel bakış...

İstanbul’un fethinin 552. yıldönümü kutlanırken askeri, bir dehanın ürünü olan bu başarının sosyal ve kültürel yansımalarına da bakılmalıdır. Ünlü yazar Jon Freely’in “saltanat kenti” ve tarihçi Philip Mansel’in “dünyanın arzuladığı şehir” olarak tanımladığı İstanbul, iki ayrı kıtayı birleştiren, daha da önemlisi, “doğu” ve “batı” diye tanımlanan birbirinden farklı iki uygarlık arasında köprü gibi uzanan tek kenttir. İstanbul “doğu” ve “batı” düşüncesini buluşturan bir uygarlık köprüsüdür. Günümüz coğrafyasında benzer fonksiyonlar icra eden bir başka şehre rastlamak mümkün değildir.
En eski mahallesinin kuruluşu milattan önce 658 yılına kadar uzanan İstanbul, milattan sonra 330 yılında Bizans’ın başşehri olmuştur. İstanbul’un bir imparatorluk başşehri statüsüne kavuşması Roma İmparatorluğunun bölünmesiyle başlar ve 1923 yılına kadar devam eder. Bizans imparatoru Constantinus, 353 yılında İstanbul’u başşehir ilan eder ve bu tarihten itibaren İstanbul dünyanın odak noktalarından biri haline gelir. Bu tarihten itibaren İstanbul tam bir imparatorluk şehri kimliğine bürünmüş, bu kimliğini Osmanlı İmparatorluğu döneminde de kuvvetlendirmiş ve nihayet modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ile İstanbul ve kent sakinleri için yeni bir dönem başlamıştır.
İstanbul'un kimliği 1453 yılında yeni bir dönüşüme uğramıştır. Türklerin şehri fethetmesiyle İstanbul, farklı medeniyet paradigmalarına teslim olmuş ve binlerce yıllık kent birikimine dinamik bir yapı daha eklenmiştir. Eski Yunan, Bizans ve Roma kültür birikiminin üzerine oturan İstanbul'un temelleri, Türk medeniyeti ile daha da sağlamlaşmıştır. İstanbul önemli bir imparatorluk şehri olmaya devam etmiştir. Daha önce kurulu medeniyetlerin birikimini yıkarak değil, bu birikimlere yeni unsurlar ekleyerek başardı bunu başarmıştır. Fetih sırasında İstanbul'un yağmalanması önlenmiş ve günümüzdeki hoşgörüsüzlere parmak ısırtacak “çok kültürlü” toplumda bir arada yaşamanın ilk temelleri atılmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılmasından sonra yeni kurulan Türk Devleti bu imparatorluk şehrinden “başşehir” unvanını alıp Ankara’ya veriyor. Buna rağmen modern Türkiye’de İstanbul kültür, sanat, mimari, iktisadi ve fikri hayatın başşehri olma unvanını sürdürüyor. Çünkü yazar Freely’in deyimiyle “İstanbul'un ölümsüz bir ruhu var.”
İstanbul’un Kent Kimliği
İstanbul’a kent kimliğini veren ve bu şehri diğer dünya kentlerinden farklı ve seçkin kılan çeşitli unsurlar vardır. Bu unsurlardan biri kuşkusuz İstanbul’un coğrafi konumu, yani karalar ve denizler arasında bir geçit konumunda bulunmasıdır. Balkan ve Anadolu yarımadalarını katederek geçen yolların kesişme noktası bu kenttir. İstanbul’a özel ve ayrıcalıklı bir kimlik kazandıran bir başka unsur ise İstanbul Boğazı’nın Karadeniz ve Akdeniz kültür dünyalarını birleştiren bir deniz yolu olmasıdır.
Sık sık komşu devletlerin saldırısına uğrayan İstanbul, Bizans imparatorluğunun güçlü olduğu dönemlerde başarılı şekilde savunulmuştur. Ancak VII. Yüzyılda başlayan İslam fetihleri sonunda imparatorluk, doğuda kazandığı üstünlüğü yitirirken İstanbul müslüman güçlerin hedefi haline gelmiştir. Emevi Halifesi Muaviye’nin ordularının 669 yılında İstanbul surlarının önüne kadar geldiği görülmüştür. 674 yılında başlayan karadan ve denizden kuşatma 678 yılına kadar sürmüş ancak hücumlar geri püskürtülmüştür. Müslüman güçlerin kuşatması zaman zaman tekrarlanmıştır. Abbasi Halifesi Mehdi Billah’ın oğlu Harunnürreşid kumandasındaki orduyla 782 yılında tekrar kuşatılan İstanbul, İmparatoriçe İrene’nin imzaladığı barış antlaşması ile kuşatmadan kurtuldu. İstanbul sadece müslümanların değil diğer devletlerin de ilgisini çekmiştir. Karadeniz’den gemilerle gelen Rusların 860 ve 941 yıllarında iki kez kuşatmasına maruz kalan kenti 913 ve 924 yıllarında Bulgarlar da iki defa kuşatmıştır.
İstanbul, 1096 yılında Haçlı ordularının kentin yakınlarında konuşlandırılması sırasında endişeli günler geçirmiştir. Dördüncü Haçlı seferi sırasında, Haçlılar kenti ele geçirerek 1204 yılında yağmalamıştır. 900 yıl boyunca Hıristiyan dünyasına merkezlik eden İstanbul, Haçlı yağması sonunda bütün görkemini ve ihtişamını yitirmiştir. “Şehirler kraliçesi” olarak şöhrete kavuşan İstanbul, Haçlı yağması ve talanı sonucu Avrupalı barbarların ayakları altında tüm güzelliğini kaybetmiştir. Kentin ihtişamını kaybetmesinin ardından Avrupalılar İstanbul’da bir Latin imparatorluğu kurmuş, bu sırada İstanbul’un nüfusu 75 000 kişiye kadar düşmiştür. Osmanlı orduları ilk kez 1359 yılında İstanbul surları önünde görülmüştür. Daha sonra 1391, 1400 ve 1422 yıllarındaki kuşatmalardan kurtulan İstanbul nihayet 1453 yılında Osmanlılar tarafından fethedilmiştir.

İstanbul’da çok kültürlü kent hayatının kuruluşu
İstanbul’un fethini müteakiben kente giren Fatih Sultan Mehmet Ayasofya’ya giderek burada toplanmış korku ve panik içindeki halka ve din adamlarına hitap ederek güvenliklerinin sağlanacağı güvencesini vermiştir. Fatih Sultan Mehmet şehrin askerler tarafından tahrip edilmesini önlemek için elinden geleni yapmıştır. Kiliselere ve orduya teslimiyet gösterenlerin evlerine dokunulmamıştır. Fatih Sultan Mehmet’in imparatorluk başkenti yapmaya kararlı olduğu kentin nüfusunu korumak için çaba gösterdiği ve bu kente yaraşır bir sosyal ve ekonomik yapı oluşturmaya çalıştığı bilinmektedir. İstanbul’un Türkler tarafından fethi kent kimliği açısından bir dönüm noktası olmuştur. Fetih sonrası hızlı bir imar hamlesi ile çehresi değişmeye başlayan şehir yavaş yavaş bir Türk İslam kenti kimliğini kazanmıştır. On altıncı yüzyıla gelindiğine artık İstanbul bir cazibe merkezi haline gelmiştir. II. Mahmut dönemindeki reformlar kent kimliğine yeni bir boyut eklemiştir. Bu reformlar kentin doğu ve İslami mistik havasına batı esintileri eklemiş, kent daha kozmopolit bir görünüm kazanmıştır. Dünyanın gözbebeği bir kent olan İstanbul bütün büyük devletlerin ilgisini çekmiş ancak Çanakkale savunması örneğinde olduğu gibi o güne kadarki tüm tehlikelerden kurtulmuştur. Ancak Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasi, ekonomik ve askeri çöküşü hızlandıkça savunma daha da zorlanmış ve nihayet 13 Ekim 1918’de müttefik güçlerin İstanbul’a girişi ile işgal devri başlamıştır. İstanbul 1453’te fethedildikten sonra ilk kez yabancı işgaline uğramıştır. Ancak Ankara hükümetinin Milli Mücadeleyi büyük bir zaferle kazanması üzerine işgal kuvvetleri İstanbul’dan ayrılmıştır. Osmanlı idaresinin fiilen sona ermesi anlamına gelen son Osmanlı Padişahı VI. Mehmed’in 16 Ekim 1923’te İstanbul’dan ayrılması ile kentin kaderinde yeni bir sayfa açılmıştır. İstanbul payitaht olma özeliğini yitirmiş ancak sahip olduğu kurumlar ve özelliklerden dolayı büyük bir metropol olma niteliğini devam ettirmiştir.

Bir Kültür Potası Olarak İstanbul
İstanbul’un kent kimliğinin oluşmasında tarih boyunca çeşitli milletlerin ve uygarlıkların katkısı olmuştur. İstanbul’a yakından bakıldığında kentin farklı medeniyetlerin bıraktığı eserlerle süslü olduğu görülür. Ancak 1950’li yıllardan itibaren şehrin tarihi özellikleri, mimari birikimi ve kültürel mirası göz önünde bulundurulmadan yapılan çalışmalar ve izin verilen yapılaşma hem kent görünümü bozmuş hem de bu kente kimliğini veren bir çok tarihi eserin tahribine yol açmıştır. Özellikle Fatih Sultan Mehmet bakımsız, harap ve nüfusun çoğu tarafından terkedilmiş durumda fethettiği İstanbul’a eski ihtişamını kazandırmak, burayı bir dünya şehri yapmak için ciddi imar faaliyetleri başlattığı bilinmektedir. Bu arada şehre Türk ve İslam kimliği verecek bir dizi mimari yapı kazandırılması kararlaştırılmıştır. Bu planın bir parçası olarak. İstanbul her dinden ve inançtan insanın kendi kültürel mirasını yaşattığı bir kent kimliği kazanırken, Türkler de kurdukları vakıflar, yaptıkları askeri tesis, külliye, medrese, cami, türbe, kütüphane, sebil, hamam, köprü ve diğer kültür kurumları ile şehre yeni bir kimlik kazandırmışlardır. Ancak kent Türk İslam kimliği kazanırken Rum, Ermeni ve Musevi cemaatler üzerine baskı kurulmamış, onların da kent hayatı için aktif rol almaları için gereken düzenlemeler yapılmıştır. Zaten İstanbul’un bir dünya kenti olmasında bahsi geçen tüm gurupların katkısı olmuştur.
Geçmişte Doğu Roma İmparatorluğu ve Osmanlı Devleti’ne başkentlik eden İstanbul bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin nüfus bakımından en kalabalık, dinamik ve gelişen ekonomisi, sanat ve kültür birikimi ile en büyük merkezidir. Bir başka ifade ile İstanbul, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla başşehir rolünü kaybetmesine karşın kalabalık nüfusu ve insan gücü yanında Türkiye’nin en büyük şehri olma niteliğini ve ayrıca ülkenin fikri, kültürel, iktisadi, ticari ve sanayi merkezi olma konumunu sürdürmüştür. Ülkenin idari ve siyasi anlamda başşehri Ankara olmakla birlikte İstanbul sanat, kültür, edebiyat, ekonomi, eğitim ve endüstri alanlarında Türkiye’nin başşehri olmaya devam etmektedir.

24 Mayıs 2005 Salı

go to Adana to feel the heat

Adana is the fourth largest city, located in the south Turkey. Adana received many domestic migrants from the south east region in recent years which changed the demographic and social landscape of the city. In this regard, it is an excellent site for social scientists to observe urban changes within the context of migration, social change and networks.
The city is well known for its kebab and its unbearably hot climate. Kebab is prepared of meat and cooked deliciously. If accommponied by salad and shalgam (a special local drink) nothing can compare to it. If you want to feel its taste fully, you should order a hot and spicy one. Then you are in heaven.
What troubles many people is the hot weather which becomes a real pain in summer days. The best time to be in Adana is either April or May.
I went to Adana at the end May and enjoyed the warmth. When it was 15 degrees in Istanbul it was around 35 in Adana. What I did first was to have spicy kebab with shalgam of course. Having kebab as the first thing when in Adana is almost like a ritual for people who lived in this city for sometime. The city also offers a nice view from around the Dam.
What I say is this: if you want to feel the heat of food and weather, just go to Adana. You wouldn't regret if you do that in April or May.

17 Mayıs 2005 Salı

sociology conference at Galatasaray University

Galatasaray University and the Association of French Speaking Sociologists have organized an international conference in Istanbul between 12 and 14 May 2005. The focus and the main theme of the conference was New Socialities/Communalities in a Fragmented Era. The conference lasted for three days with excellent paper presenatians both in French and in Turkish. Young sociologists seemed to be very promising in their research and argumentation. The conference touched upon numerous topics such as migration, youth culture, identity construction, gender issues, the media, communication, life cycles, education, urbanization, love, nation state, religion and secularizm. I presented a paper on secularization theory and its critics. It seemed to me that papers on religion, secularizm and Islam received more attention than other papers. What was the most beautiful aspect of the conference was the location of the university and efforts of hosting students. Students did a great job. They were smart and very helpful all the time. moreover, the University provided really delicious lunch for the participants right next to the bosphorous. if you have lunch in a restaurant with a similar view you have to pay a fortune. Students and academics at this university are really like be in such a breathtaking location. the conference ended with a boat tour. organizers deserverd our sincere "thanks". I hope some of the papers will be published so that discussions can go beyond the confines of the conference halls.

breakfast at the bosphorous

have you ever tried having a breakfast on a sunny day sitting along the bosphorous? If yes, well done. You know what you are doing. You are very lucky to be in such a nice spot. If not, you don't know what you are missing in istanbul. last sunday I went to Yenikoy for breakfast and had one of the most delicious one. The view of the sea made it absolutely perfect. right after a big breakfast with fresh bread and simit (turkish bagel but much tastier than bagels) I had a short walk. it was a perfect sunday. sun, sea and fresh simit made my day. I strongly recommend anyone in istanbul (or any visitor to this great city) to have such an experience. get up early if you do not want to get stuck in traffic.

Yükseköğretimde uluslararasılaşma Türkiye için ne vadediyor?

Prof. Dr. Talip Küçükcan  Bu yazının başlığı "Türkiye 370 milyar dolarlık yükseköğretim ekonomisinden ne kadar pay alıyor?" olab...