26 Ocak 2010 Salı

Monşer değil büyükelçi

Mardin çıkarmasını, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanlığı ve bürokrasinin yapısında başlatacağı köklü bir değişimin işareti olarak mı okumalıyız?

Mardin sokakları hiç alışık olmadıkları bir olaya, Dışişleri Bakanı ve otuza yakın büyükelçimizin çeşitli mekanlarda vatandaşla yüz yüze gelmelerine, konuşmalarına, beraber yemek yemelerine hatta kahvehanelerde karşılıklı pişti oynamalarına şahit oldu. Mardin dışında böyle bir olaya tanıklık eden başka bir ilimiz yok. Halkımız politikacıları, askerleri, mülki idare amirlerini, sporcuları ve sanatçıları aralarında görmeye alışkındır ama her nedense ülkemizi temsil eden büyükelçiler halk arasına karışmazdı. Buna mukabil Güneydoğu illeri başta olmak üzere toplumun büyük kesimi çeşitli ülkelerin Ankara büyükelçilerinin kendi illerini ziyaret ettiğini, incelemeler yaptığını ve sivil toplum kuruluşları ile görüştüğünü duyar ve bilir.

Dışişleri halka açılıyor

Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu, Mardin çıkarmasıyla, dışişlerinin üst düzey bürokratları ile toplum arasındaki kalın duvarı yıkma yolunda önemli bir adım atmış oldu. Bunu, belki de ezber bozan görüşleri ile tanınan ve diplomasi tarihimizin en birikimli Bakanı olan Sayın Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanlığı ve bürokrasinin yapısında başlatacağı daha geniş kapsamlı yeniliklerin ilk belirtileri olarak görmek gerek. Zira, Türkiye’nin, sahip olduğu zeki güç (smart power) ile bölgesinde düzen kuran bir ülke olmasıyla mütenasip dış politika açılımlarının başarılı ve sürdürülebilir olması bir dizi yapısal reformu gerekli kılmaktadır.

Gazetelere yansıyan haberlere göre Bakan ve büyükelçileri karşısında gören halkın bundan memnuniyet duyduğu anlaşılıyor. İlki yaşanan bu olay, Ankara’da 4-8 Ocak 2010 tarihinde “Demokrasi, Güvenlik ve İstikrar: Dünyada ve Türk Dış Politikasında 2010’a Bakış” konulu “İkinci Büyükelçiler Konferansı” sonrasında Mardin’de gerçekleştirildi. Aynı günlere denk gelen bir başka gelişme ise bir süredir çalışmaları devam eden Dışişleri Bakanlığı’nın yeniden yapılandırılması projesinin hayata geçirilmesi için girişimlerde bulunulması. Bakanlığın kendi ifadesi ile Türk diplomasisini taşıyan bu kurumun içinde bulunduğumuz yüzyılın koşullarına uygun bir yapıya kavuşturulmasının önemli bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmasının anlaşılmış olması bir dönüm noktası olarak karşımıza çıkıyor.

Vatandaş da bilsin!

Ülkemizde öteden beri yaygın bir algı vardır. Sokaktaki vatandaşın dış politika gündemini takip etmeye meraklı olmadığı, Türk dış politikasının nereye gittiği ile ilgilenmediği ve çevremizde olup bitenlere kayıtsız kaldığı gibi hayli yanlış bir algı var. Belki biraz da bu yanlış algıdan kaynakladığı için ne yazık ki görsel ve yazılı medyada dış haberlere ayrılan bölüm ve zamanın çok yetersiz olduğu görmekteyiz. Öyle ki en çok satan gazeteler de bile uluslar arası ilişkiler ve dış politika haberlerine çoğu kez yarısı reklam ile dolu bir sayfa zorla ayrılır.

Bazı medyanın organlarının da dış haberlere geniş yer vermeyerek körelttiği ilgi ve işaret edilen algı nedeniyle midir bilinmez, Dışişleri bürokrasisi uzun yıllardır dış politika konusundaki projeleri vatandaş ile paylaşma gereği duymuyordu. Hele hele halk içine hiç çıkmıyordu. Öteki bakanlıklar ve bürokratik kurumlarla karşılaştırıldığında belki de halktan kopukluk sırasında birinci sırada yer alıyordu. Belki yaptıkları iş kısmen bunu gerektiriyordu ama asıl neden, Türk dışişleri diplomasinin içe kapanık bir görüntüde çalışması, kamuoyu ile herhangi bir şey paylaşma gereği duymamasıydı. Bu nedenlere bir de sınıfsal faktörü eklemek lazım. Dışişleri bürokrasisi farklı bir sınıfsal gruba aidiyet görüntüsü veriyor. Kendi kuralları, kültürü, davranış kalıpları olan ve bu yönleri ile diğer bürokrasi alanlarından farklılaşan, bir derece de halktan kopan bir yapısı var gibi görünüyor.

Bu görüntü gerçeği yansıtmıyor olabilir. Ancak dışarıdan bakıldığında böyle bir izlenim var ve dışişleri de şimdiye kadar bu izlenimi düzeltecek, aslında toplumdan kopuk olmadığını, kamuoyunun görüşlerinin önemsediğini gösteren bir çaba içinde olmadı.

Mardin çıkarması

Bu noktada Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu ve büyükelçilerimizin Mardin çıkarmasını köklü bir değişimin işareti olarak mı okumalıyız? Yoksa dışişleri bürokrasisinin toplumla iç içe olduğu izlenimini uyandırmayı amaçlayan bir kamu diplomasisi uygulaması olarak mı görmeliyiz?

Bizim gönlümüz Mardin çıkarmasını köklü bir değişimin başlangıcı olarak görmek. Zira Türkiye’nin dış dünyadaki yüzü olan büyükelçilerimizin ve diğer dışişleri personelinin başarılarının sürdürülebilir olması söz konusu değişimlerin gerçekleşmesine bağlı. Eğer ilk izlerini görmeye başladığımız zihinsel dönüşüme ilaveten yapısal anlamda çok boyutlu değişimler gerçekleşmez ise dış politikada küresel rekabet noktasında Türkiye’nin iyi bir performans göstermesini beklemek zor olacaktır.

“Türk Dışişleri Bakanlığı’nda her kategorideki personel sayısı maalesef ihtiyaca cevap vermekten uzaktır. Meslek memuru ve idari memur sayısı bakımından sadece ABD, Rusya, İngiltere, Fransa ve Almanya gibi ülkelerin değil, Brezilya ve Pakistan’ın da gerisinde kalmış olmamız, önemli bir eksikliğe işaret etmektedir.” Bakanlığın internet sitesindeki açıklamadan alınan bu cümleler rekabetin ne kadar gerisinde kalma riski taşıdığımızın en açık ifadesi. Bu gerçekler de bölgesel ve küresel rekabete hazırlık açısında yeniliklere açık olmanın zorunluluğuna işaret etmektedir.

Dışişleri diplomasisi açısında çarpıcı olan bir başka şey ise daha düne kadar pek önemsenmeyen ve Bakanlığın da bu dilleri bilen personel istihdam etmek için özel bir çaba harcamadığı Rusça, Arapça, Çince, Yunanca, Balkan dilleri ve Farsça’ya öncelik verilecek olmasıdır. Bunun memnuniyet verici bir gelişme olarak kaydedilmesi gerekir diye düşünüyoruz. Yeniden yapılanma çalışmalarında belki de en önemli açılımlardan biri personel alımında başvurulan havuzun genişletilmesi olacaktır. Kamuoyunda bu yönde büyük bir beklenti mevcuttur.

Dışişleri Bakanlığı’nın kapılarını Türkiye’nin bütün kesimlerine açması, sadece uluslararası ilişkiler, siyaset ve hukuk gibi alanlardan mezun olanları değil pek çok ülkede olduğu gibi dil, tarih, sanat, kültür, felsefe, ekonomi ve ilahiyat birikimi olanları da bürokrasisine kazandırması Türk dış politikasının insan gücü açığını büyük oranda telafi edecektir. Avrupa ve ABD başta olmak üzere birçok ülkeyle karşılaştırıldığında Dışişleri Bakanlığı’nın bürokrat sayısının yetersizliği büyükelçi atamalarında da daha geniş bir kaynaktan yararlanılması gerektiğini gündeme almayı gerektirmektedir.

Diğer ülkelerde başarılı örnekleri olduğu üzere Türkiye’nin de bazı başkentlere ülkemizi temsil etme yetkinlik ve birikimine sahip akademisyenleri (Vatikan Büyükelçisi Prof. Dr. Kenan Gürsoy örneğinde olduğu gibi), bürokratları, sanatçıları ve iş adamlarını büyükelçi olarak atayabilmesi için önce zihni engellerin aşılmasının sonra da bunu mümkün kılacak hukuki düzenlemelerin yapılmasının zamanı gelmiştir.

http://stargazete.com/acikgorus/monser-degil-buyukelci-haber-240124.htm

21 Ocak 2010 Perşembe

Türkiye’nin Yüz Akı Bir Düşünce Kuruluşu: SETA

Türkiye’de düşünce kuruluşları yeni yeni kuruluyor. Üniversitelerdeki araştırma merkezlerinden farklı olarak daha çok güncel konularda stratejik bilgiler üreten ve öneriler sunan bu kuruluşlar aynı zamanda sivil sesin de yankı bulmasını sağlıyor. Düşünce kuruluşlarından en etkin yararlanan ülke kuşkusuz ABD. Son yıllarda Avrupa ülkelerinde de yaygınlaşmaya başladı. Türkiye’de ise henüz hala yeni. Ancak emin adımlarla yürüyen bazı düşünce kuruluşları da var. Bunların başında Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları geliyor.

Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları (SETA) Vakfı kurulduğundan bu yana yaptığı araştırmalar, yayınlar, raporlar, düzenlediği konferanslar ve çalıştaylar, Genel Direktör ve araştırmacıların medya görünürlüğü ile önemli başarılara imza atmıştır.

Bugün geldiği noktada bağımsız bir düşünce kuruluşu olarak SETA, siyaset, medya ve diplomasi çevrelerinin sürekli izlediği, Türkiye ve bölgeyi ilgilendiren konularda görüşlerine başvurulan ve itibar edilen bir kurum olma konumuna gelmiştir. SETA-Washington bürosunun açılması ile birlikte de ülke dışında da bilgi ve araştırmaya dayalı stratejik düşünce üretimine katkıda bulunma imkânına kavuşmuştur.

SETA bugüne kadar çeşitli kurumsallaşma süreçlerini tamamlamış, yurt içinde ve dışında geniş bir ilişkiler ağı oluşturmuştur. Dört-beş yıllık geçmişine rağmen SETA’nın birikimlerinin derinleştiği, etkinlik alanının genişlediği, Türkiye’nin sorunlarının çözümüne etkin katkıda bulunduğu, bir başka ifade ile geldiği konumu güçlendirip sürdürülebilir hale getirdiğini görmem memnuniyet verici. Öyle görünüyor ki SETA’nın bir düşünce kuruluşu okuluna dönüşerek uzun ömürlü bir yapıya ve daha geniş bir etki gücüne ulaşabilme yolundaki adımları yakında meyvelerini verekecek

SETA Vakfı Türkiye ve Bölgenin ilk kapsamlı dış politika raporlarını ve araştırmalarını başarıyla hayata geçirdi. Saha araştırmalarına dayalı büyük çalışmalar başarı ile kısa sürede tamamlanarak gündeme doğrudan pozitif müdahale yapıldı.

SETA Analiz aracılığıyla Türkiye’nin meselelerine zamanında etkili yayınlarla çözüm önerileri sunuldu. Bu Analiz’ler kısa sürede referans metinleri haline geldiler. On bine yakın ilgiliye e-maille ulaştırılmakta, bin matbu kopya dağıtılmaktadır.

SETA, Policy Brief’ler vasıtasıyla halen Türkiye’de bir ilk olan yayınlar gerçekleştirildi. Küresel ölçekte Türkiye’deki tartışmaların büyük bir kısmı SETA Policy Brief’ler vasıtasıyla izlenmektedir. Birçok küresel yayın organında bu metinler referans alınmaktadır. SETA Policy Briefler, Amerikan Kongresinden Avrupa parlamentolarına, Arap dünyasından Kafkasya’ya yoğun bir şekilde takip edilmeye başlandı. İlgili bazı kurumlar ve gazeteciler SETA Policy Brief’leri Arapça, Almanca ve Kürtçe’ye çevirerek yaygın bir şekilde kullanmaya başladı.

Insight Turkey dergisi başarılı bir editoryal yönetimle Türkiye’nin dışarıdan izlenen en önemli yayın organı haline geldi. SETA’nın bazı çalışmaları ise şöyle özetlenebilir:

Ankara’daki büyükelçiliklerle yoğun bir network faaliyeti yürütüldü. Türkiye’yi ve Ankara’yı ziyaret eden yabancı entelektüel, araştırmacı, temsilci ve bürokratlarla yoğun bir network faaliyeti hayata geçirildi. Sadece Türkiye’de 7 büyük uluslar arası toplantı hayat geçirildi. Amerika’da 4 büyük toplantı hayata geçirildi. SETA araştırmacıları dünyanın farklı yerlerinde (Hindistan’dan İsviçre’ye; Ermenistan’dan Afganistan’a onlarca farklı ülkede) üst düzey toplantılara katıldılar. Zor bölgelerde seçimleri izleme faaliyetleri yürütüldü. Yurt içi ve dışında akademik, güncel yazılı ve görsel yayın organlarında SETA araştırmacılarının görüşleri yer aldı.

Yurt dışında yoğun bir iletişim ve etkileşim ağı oluşturuldu. Amerika’dan Arap dünyasına, Avrupa’dan Kafkasya’ya yüzlerce etkin isimle doğrudan ilişki sağlandı. Ermenistan, Azerbaycan, Gürcistan ve Rusya çalıştayları yapıldı. SETA Washington şubesi 2009’da faaliyete geçti ve önemli toplantılara imza attı. Artık Washington Türkiye'yi farklı bir perspektiften görecek.

SETA Vakfı’nın çalışmalarını önümüzdeki aylarda daha sık duyacağınızdan kuşkunuz olmasın. Dileyenler daha geniş bilgi için www.setav.org adresine bakabilir.

12 Ocak 2010 Salı

Londra'da Bir Mabed: Aziziye Camii

Londra’ya ne zaman ayak bassam mutlaka uğramak istediğim yerlerden biri Aziziye Camii’dir. Hepimizin Londra ile kurduğu farklı ilişkiler, özellikle gezmek, görmek ve ziyaret etmek istediği mekanlar vardır. İşte Aziziye Camii’nin benim için böyle bir önemi var. Yeni yılın ilk Cuma namazını kılmaya gittiğim bu cami beni yirmi yıl öncesine götürdü.

Yüksek lisans ve doktora eğitimi için geldiğimiz Londra’da bir grup arkadaşla ilk uğrak yerlerimizden biri Aziziye Camii olmuştu.

Zaman ne kadar da hızlı akıp gitmiş. Ama Aziziye sıcaklığından hiçbir şey kaybetmemiş. Londra’da eski olanlar bilir. Aziziye eski bir sinema salonundan camiye çevrilmiş bit yapı.

Şimdiki halini almadan önce zemin düz değildi, sinema koltuklarının yerleştirilmesi için eğimli yapılan zemin bir süre öyle kullanıldı. Daha sonraları büyük gayretler sonucu cami şimdiki haline kavuştu. Bu sırada çoğu kişinin emeği geçti. Kimi maddi yardım yaptı, kimi zamanını verdi kimi de fiziki olarak bu mekanın gelişmesine katkıda bulundu. Dua ediyor ve umuyoruz ki Yaradan katında bu yapılanların büyük bir karşılığı olacaktır.



ZAMANIN RUHUNU YAKALAMAK

Türkiye’den beraber geldiğimiz bir öğrenci grubu ile Aziziye’ye ilk uğradığımız da ne kadar samimi ve candan karşılandıysak en son gidişimde de öyle karşılandım. Camiye gelenleri içtenlikle karşılama geleneğinin hala korunuyor olması doğrusu beni çok memnun etti. Çünkü zamanımızda kurumlar büyüdükçe, gelen gidenlerin sayısı arttıkça bazen bürokratik bir yapı oluşuyor ve sıcaklığına alıştığımız yerler bu kurumsallaşma sırasında soğuk bir yüz kazanabiliyor.

Aziziye kurulduğu günden beri aynı duyguyu veriyor insana. Büyüdü, gelişti, kurumsallaştı ve cemaatinin sayısı arttı. Ama eski iç güzelliğinden bir şey kaybetmedi. Bunu neye borçlu diye bir soru akla gelebilir?

Gördüğüm ve izlediğim kadarıyla bunu misyonuna, emek verenlerin ve önderlik yapanların ahlakına, gönül verenlerin duasına borçlu. Aziziye bir taraftan zamanın ruhunu yakalıyor, diğer yandan da geleneğini koruyabilir.

Aziziye Camii gibi kurumlar çoğumuzun farkında olmadığı oranda hayatımızın çeşitli yönlerine ciddi katkılarda bulunuyor. Bunları dini, sosyal ve kültürel olarak sınıflandırmak mümkün. Bu köşe yazısında, dini ve kültürel katkıları sonraya bırakmak kaydıyla, sadece sosyal yönüne biraz işaret etmek gerekirse şunları söylemek mümkün.

Aziziye Camii sizi uzun yıllar önce tanıdığınız dostlarınızla tekrar buluşturabilen bir mekan. İbadet edilen bir mabet olma yanında bir tür ikinci adres, buluşma, kaynaşma ve muhabbet mekanı. Bu öyle bir muhabbet ki, onu besleyen kaynak insan sevgisinden başka bir şey değil. Hepimizin bildiği Yaradan ötürü gelen bir sevgi. Allah rızası için bir sevgi ve muhabbet. Yani karşılık beklemeden duyulan bir sevgi.

AZİZİYE’NİN TEMELİ

Doğrusunu söylemek gerekirse Aziziye’nin temelinde böylesine bir sevgi var. Belki de işin sırrı burada. Çünkü bundan yıllar önce Aziziye’de gördüğüm ve tanıdığım insanları aynı mekanda tekrar gördüğümde eski dostluk ve sıcaklığı hemen hissettim. Onlarla tekrar kucaklaşabildim. Araya ne mesafe ne de soğukluk girmiş yıllar geçmesine rağmen. Yüzlerde yine samimi ifadeler, gözlerde yine o aynı sıcaklık.

Zaman darlığından dolayı ayaküstü hal hatır sormaların dışında pek fazla zaman geçiremesem de eski dostları görmek inanılmaz derecede iyi geldi bana. Eğer bu insanlar yirmi küsur yıldan beri hala Aziziye’ye geliyorlarsa bunda bir hikmet aranmalı. Peki bu hikmet nere aramalıyız?

Bu hikmet Aziziye’nin temsil ettiği değerlerde aranmalı. Aziziye hizmet etmeyi şeref bilenlerin davranışlarında aranmalı. Aziziye’yi Aziziye yapan cemaatin sadakat ve samimiyetinde aranmalı.

2010 Umutları, Beklentileri ve Heyecanları

Koca bir yılı daha geride bıraktık. Acısıyla, tatlısıyla, iyisiyle, kötüsüyle, başarı ve başarısızlıkları ile 2009 veda ettiğimiz bir yıl oldu. Geçen günleri geri getirmemiz mümkün olmadığı için artık geleceğe, 2010 ve ötesine bakmak, yeni bir döneme hazırlık yapmak ve bunun için de yüreğimizi ve zihnimizi yenilemek ve tazelemek durumundayız.

Eğer iç dünyamızda bir yenilik yapmaz, zihinsel ve ruhsal arınmışlık yaşayamassak geleceğe bakmak yerine geçmişe takılırız. Kuşkusuz geçmişimizi unutamayız, olan olan bitene ve yaşadıklarımıza sünger çekemeyiz ama geçmişe de takılmak zorunda değiliz.

Geçmiş ders almak ve ders çıkarmak için vardır. Belki hatıralarından beslenmek, kendi bütünlüğümüzü korumak ve devam ettirmek için de yararlıdır. Ama sürekli ona esir olmak yani geçmiş yaşantıların tutsağı olmak ruh sağlığı açısından kabul edilebilir bir durum değildir.

YENİ BİR GELECEK HAYALİ

Ne olursa olsun 2010 ve ötesi için yeni bir gelecek hayali taşımak hatta inşa etmek zorundayız. Buradaki can alıcı sorular şunlardır: Zamana yenilmek mi yoksa zamanı aşmak ve yenmek mi istediğimiz şey? Hayatın getirdikleri karşısında tutsak mı olmak yoksa ona müdahil olmup kendi geleceğimizi kendimi mi şekillendirmek istiyoruz?

Daha açık ve net sormak gerekirse, kılımızı kıpırdatmadan yerimizde oturup insani yaratıcılık ve üreticilikten uzak ve bıkkın, kendi köşesine çekilmiş ve sinmiş bir hayat mı sürmek istiyoruz yoksa enerjimizi sürekli canlı canlı tutup hayata hergün yeniden mi başlamak istiyoruz?

Bizim kültürümüz ve inancımız tembelliği ve miskinliği, kadercilik ve teslimiyetçiliği onaylamaz. Düşünün ki bu milllet Orta Asya bozkırlarından çıkıp Anadolu’yu vatan yapmış. Bütün engelleri aşarak Anadolu topraklarını Türkleştirmiş, müslümanlaştırmış ve özgürleştirererek Türklerin egemen olduğu bir vatan haline getirmiş. Tembel, miskin ve içine kapanık bir milletin bunu yapması mümkün mü?

Türkler Anadolu topralarına da sığmamış, ordan Rumeli ve Avrupa’ya da sıçramış, Balkanlar ve Orta Doğu’da at koşturmuş. Dünyaya nizam verme iddiasıyla gece gündüz çalışmış. Peki bu necip milletin torunları bizler ne yapıyoruz? Nasıl bir gelecek vizyonumuz var; netür heyecanlar taşıyoruz; hem kendimizi hem de içinde bulunduğumuz toplumu ve ait olduğumuz grubu bir adım daha ileri götürmek için ne yapıyoruz? 2010’a girerken bu soruları kendimize sormamız ve etrafımızdaki dostlarımıza hatırlatmamız gerekmez mi?

ZAMANIN TUTSAĞI OLMAMAK İÇİN

Kendi geleceğine sahip çıkamayan topluluklar ya zamanın ya da başka toplulukların tutsağı olur. Yani iradelerini bir türlü hayata geçiremez ve etken olamazlar. Sürekli edilgen olurlar ve koyun gibi güdülürler. Türkler tarihin hiç bir kesitinde tutsak olmadılar. Buna hep karşı koydular. Çünkü kendi kaderlerini kendi çizmek isteyen bir millet olarak büyük kayıplar pahasına özgürlüklerini korudular. Anadolu ancak böyle vatan yapıldı ve korundu.

Diyasporadaki Türklerin de kendi geleceklerine sahip çıkması ve bu bilinci çocuklarına aktarması gerekiyor. Yoksa günün birinde ne kimlik ne de inanç kalır. Hem birey hem de toplum olarak zihinsel tutsaklık yaşamamak için bizi ‘biz’ yapan değerlere sahip çıkıp 2010 ve ötesine taşımak zorundayız. Bu, var olma veya yok olma arasında bir seçim yapmak anlamına gelmektedir. 2010’da ‘var olmak’tan yana tavır almalıyız. Daha parlak bir gelecek inşası dileğiyle iyi seneler diliyorum.

Yükseköğretimde uluslararasılaşma Türkiye için ne vadediyor?

Prof. Dr. Talip Küçükcan  Bu yazının başlığı "Türkiye 370 milyar dolarlık yükseköğretim ekonomisinden ne kadar pay alıyor?" olab...