21 Mart 2007 Çarşamba

Gerçek Sivil Toplum Kuruluşlarını ayırt etmek

Geçen haftaki yazımımızda İngiltere Türk sivil toplum kuruluşlarının (STK) çalışmalarına değinmiştik. Son yıllarda çok sayıda dernek ve benzeri kuruluş ortaya çıkmasına rağmen, bu derneklerin (ki bunların hepsine sivil toplum kuruluşu demek mümkündür) seslerinin pek çıkmadığını, ya da cılız çıktığını yazmıştım. Kuşkusuz bütün STK’ları aynı kefeye koymak haksızlık olur ama genel resme baktığımızda karşımızda duran manzara pek iç açıcı sayılmaz. Bunun istisnasının eğitim işleri ile uğraşan dernekler olduğunu da söylemiştim.
Şimdi eğri oturup doğru konuşalım ve şu soruları herkese soralım: İngiltere’deki Türk STK’ları yeterince etkin mi? Kendilerinden beklenenleri veya yapmayı iddia ettikleri işleri yapabiliyorlar mı? Örneğin Türk toplumunu hangi platformlarda temsil ediyorlar? Türk toplumunun sosyal, ekonomik ve siyasi çıkarlarını korumak için hangi somut projelere imza atıyorlar? Kaç üyeleri var? Etkinliklerini sürdürecek kaynağı yaratma potansiyelleri var mı? Dernek başkanları gençlere örnek oluyor mu, onları cesaretlendirip geleceğe hazırlıyor mu, yoksa koltuk elden gider diye gençleri kapıda mı tutuyorlar?
Bu soruları çoğaltmak mümkün. Burada amacımız kuşkusuz derneklerimizi yıpratmak, kusurları ortaya dökmek ve insanları incitmek değil. Yapmak istediğimiz şu: Uzun yıllardır dernekçiliği meslek haline getiren, dernek başkanlığı koltuğuna sımsıkı sarılan, gençleri soğutan ve balolarda boy göstermekten başka numaraları olmayan kişilerin milletin yakasından düşmesini sağlamak.
Şimdi tekrar soruyorum. Somut olarak hangi projeler yapılıyor? Bu gazete sürekli olarak halkın nabzını tutuyor. Derneklerimizin güzel ve başarılı çalışmalarını hiçbir ayrım gözetmeksizin duyuruyor. Bunu yaparken de aslında hepimizi gurur duyuyoruz. Lakin bu tür haberlere konu olan derneklerimizin sayısı bir elin parmakları kadar az. Hep aynı dernekler, başkanlar ve üyeler karşımıza çıkıyor. Peki adı olup ta kendisi piyasada olmayan diğer onlarca dernek nerde, başkanları ve üyeleri ne yapıyor bunların, hangi projeleri geliştiriyor ve uyguluyor?
Bu sorunun cevabı hiçte iç açıcı değil ne yazık ki. Bazı dernek başkanları sadece balo, parti ve yemeklerde boy gösteriyor. Proje nedir, nasıl hazırlanır ve uygulanır diye sorsanız dili tutulur. Ama iş siyasete, eleştiriye, onu bunu çekiştirmeye gelince dilleri çözülüverir. Herkese üzerinde parlak harflerle yazılı kartlarını dağıtırlar. Bu tür başkanların başında olduğu dernekler tek kelimeyle “tabela dernekleridir” bunlardan bir hayır gelmez. Tam tersi bu derneklere üye olan ve güvenen insanları hayal kırıklığına uğratırlar. Öyleyse artık bu dernekleri ve başkanlarını sorgulamak gerek. Yoksa meydanı boş bulan herkes dernek kurar ve ortalık dernek ve dernek başkanı çöplüğüne döner.
Yıllardır çeşitli derneklerle iletişim halindeyiz. Bunların ciddi olanlarını hemen fark edersiniz. Doğru dürüst bir ofisleri ve tanıtım broşürleri vardır. Yıllık faaliyetlerini rapor halinde hemen size sunarlar. Hesapları kitaplar çok saydamdır. Mesela ben Londra’da doktora yaptığım sıralarda zaman zaman bazı derneklere uğruyordum. Bunlardan bir kısmı gerçekten profesyonelce işler yapıyordu. Ama bir kısmında sadece laf ve dedikodu üretiliyordu. İşte bir derneğin ciddi mi yoksa gayri ciddi mi olduğunu anlamanın yolarlıdan biri budur. Yani yapılan işlerin bir listesini ve dökümünü görmek.
Bir başka ölçüt, başkanların bu işe ne kadar zaman ve kaynak ayırdığı, üyeleri ne kadar mobilize ettiği ve gençleri dernek yönetimine alıp almadığıdır. Gençleri dışarıda tutanlar koltuklarından korkanlar veya derneği, bir aile derneğine dönüştürenlerdir. Biz bunlara dernek demiyoruz. Bunlar olsa olda tek adamlı gösteridir (one man show). İngiltere Türk toplumunun, dernekleri işte bu gözle görmesi ve değerlendirmesi lazım. Orda burada şık kartlar dağıtan, devlet yetkilileri ve politikacılarla aynı karede görünmek için can atan dernek başkanlarını uyarmak lazım. Arkasına dernek adı ve üyelerin desteğini alarak bir tek projeyi bile hayata geçirmeden yıllardır başkanlık yapanlara artık “dur” demenin zamanı geldi.
Tekrar edelim. Bu yazıda amaç dernekleri yıpratmak değil. STK’lara çok önem veren bir düşünceye sahip biri olarak yapmak istediğim şey, yıllardır milleti temsil ediyorum diyenlerin aslında topluma zarar verdiğini hatırlatmak. STK’lar modern toplumların önemli temsil, baskı, talep ve bilgilendirme aygıtlarıdır. Bu enstrümanları yerli yerinde kullanmasak ıskalamış oluruz. İşte bunun önüne geçmek için “gerçek” ve “tabela” dernekleri birbirinden ayırmalıyız.

İngiltere'de tabela dernekleri

Gazetemizin geçen haftaki nüshasında üzerinde mutlaka durulması gereken bir haber, bir de yorum vardı. Haber, T.C. Londra Konsolosluğu’nun yenilik ve hizmetlerini tanıtmak amacıyla yapılan toplantıya ilişkindi. Gerçekten de herkesin işini kolaylaştıracak bir yeniliğe imza atıyor Konsolosluk. Bundan sonra evinizden birçok işlemi yapabilecek, işinizi-gücünüzü bırakıp bir de dakikalarca sıra bekleme zahmetine katlanmadan işlerinizi yapabileceksiniz. Her ne kadar biraz gecikmeli de olsa e-Konsolosluk hizmetlerine başlanması gerçekten güzel bir haber. Bu projeye katkısı olan herkesi kutluyoruz.
Haber buydu. Ama habere ilişkin yorum yazısı daha dikkat çekiciydi. Mustafa Köker’in konuyla ilgili köşesinde yazdığına göre e-Konsolosluk ile ilgili toplantıya sadece yirmi kişi katılmıştı. Kuşkusuz böyle bir toplantıya binlerce kişinin katılması beklenmez. Buna gerekte yok zaten. Ancak toplumun geneli ile resmi kurumlar arasındaki alanı dolduran ara kurum temsilcilerinin mutlaka katılması gerekirdi. Çünkü sivil toplum kuruluşu dediğimiz bu ara kurumların başlıca görevi geniş halk kitlelerini bilgilendirmek, haklarını savunmak ve resmi platformlar da dahil olmak üzere onları temsil etmek.
SİVİL KURULUŞLARIMIZ
Peki İngiltere’deki Türk sivil toplum kuruluşları saydığımız bu sorumlulukları ne kadar yerine getirebiliyor? Türk toplumunu ne kadar temsil edebiliyor ve çıkarlarını ne kadar savunabiliyor? İngiltere’de onlarca, belki yüzlerce Türk sivil toplum kuruluşu var. Dernek, vakıf ve federasyon gibi adlar altında örgütlenen bu kuruluşlara ilişkin elimizde ciddi bir araştırma ve bilgi yok. Bu nedenle yukarıdaki sorulara vereceğimiz cevaplar, uzun yıllardır yaptığımız gözlemlere dayanıyor. Keşke bu konuda kapsamlı bir araştırma yapılsa da sivil gücümüzün ne kadar olduğunu, Türk sivil kuruluşların güçlü ve zayıf taraflarının, Türk toplumunun bu kuruluşlara ilişkin görüşlerinin ne olduğunu ve tabiî ki bu kuruluşların hangi alanlarda ne başarılar elde ettiklerini daha yakından görebilseydik.
Mustafa Köker, yorumunda haklı olarak Türk sivil kuruluşları eleştiriyordu. Gerçekten de yukarda bahsedilen toplantıya sadece yirmi kişi katıldıysa, bu Türk sivil toplum kuruluşları açısından vahim bir duruma işaret ediyor. Nedir bu vahim durum? İşin vahameti şu ki, bizdeki sivil toplum kuruluşlarının çoğu sadece “tabela kurum” olma izlenimi veriyor. Tabiî ki tümünü aynı kategoriye koymak haksızlık olur. Örneğin eğitim konusuna eğilen Türk sivil toplum kuruluşlarının çoğu bu işi başarıyla yürütüyor. Durup dinlenmeden çocuklarımıza yönelik etkinlikler ve hafta sonu okulları düzenliyorlar. Bu işe gönül veren çok sayıda insan başarılı bir şekilde koşturuyor.
NE KADAR ETKİLİLER?
Lakin, diğer konularda faaliyet gösterdiklerini iddia eden kuruluşların çoğu ilk bakışta etkisiz görünüyor. Sesleri cılız çıkıyor. Kuruluşların renkli ve güzel tabelaları var. Yöneticilerin taşıdıkları kartlar da güzel. Başkan ve başkan yardımcısı gibi sıfatları taşıyan kartlar da çok etkileyici. Bu kartları taşıyanların tutum ve davranışlarına bakıldığında arkalarında büyük bir sivil güç olduğunu sanırsınız. Ama yapılanlara bakılacak olursa durumun hiçte böyle olmadığını görürsünüz.
İş davetlere, yemeklere Büyükelçilik ve Konsolosluk’taki toplantılara gelince bir sürü başkan çıkar ortaya. Herkes yetkililerle aynı karede olmaya çalışır. Ama toplumu ilgilendiren konularda somut neler yaptınız, kaç kişiyi mobilize ettiniz, hangi sorunların çözümüne katkıda bulundunuz, toplumun hangi sorunlarını araştırıp çözüm önerileri getirdiniz diye sorarsanız durum birden değişir.
Evet, artık özeleştiri yapma zamanı geldi. Ve bu süreç sivil toplum kuruluşları ile başlatılmalı. Gerçek sivil kuruluşlarla tabela kuruluşlarını ayırt etmenin başka yolu yok. Bu konuda eleştirel bir tartışma yapılmasa her yer tabela derneği ile dolacak ve bu işi hakkıyla yapan derneklerimizin saygınlığı da zarar görecek.

8 Mart 2007 Perşembe

Kentleşmenin Doğurduğu Sorunlar ve Kentlilik Bilinci

Kentler insana daha iyi hayat standardı, daha yüksek gelir düzeyi sağlayan istihdam alanları, haberleşme, iletişim, ulaşım, sağlık ve eğitim gibi alanlarda daha iyi alt yapı ve hizmetler ile daha serbest ve özgür bir sosyal hayat imkanı sunar. Ancak kentleşmenin sağladığı imkanlar ve fırsatlar yanında bir de doğurduğu sorunlar vardır. Kent bilincinin yerleşmesi için kentin sağladığı nimet, imkan ve fırsatlardan yararlanmasını bilmek kadar, sorunlarını da bilmek, bunları göğüslemek ve çözümünü de katkıda bulunmak gerekir. Kente aidiyet duygusunun oluşmasında ona sahiplenmek, sorunlarını öğrenmek ve kalıcı çözümler üretmeye katılım önemli bir rol oynar. Bu nedenle ketleşmenin doğurduğu sorunların bilinmesi ve kentlilerle paylaşılması gerekir. Kentleşmenin doğurduğu sorunlara ilgisiz kalarak, bu sorunlardan soyutlanarak bireyin kendisini yaşadığı kente ait hissetmesi, o kente ait değerleri, yapıları ve ortak yaşam alanlarını koruması mümkün değildir. Bir kentlinin farkında olması ve duyarlılık göstermesi gereken kentleşmenin doğurduğu başlıca sorunları şöyle sıralayabiliriz.

Plansız büyüme, çarpık yapılanma ve gecekondulaşma sorunu, Çevre ve hava kirliliği, Trafik ve gürültü kirlenmesi, İstihdam sorunu; Suçların artışı sorunu;
Yabancılaşma (anomi) sorunu: Kentleşmenin yol açtığı yukarıda sayılan sorunlar kentlilik bilinci ve kente aidiyet açısından son derece ciddi bir problem sayılabilecek yabancılaşma sorunu doğurur. Çarpık yapılaşma, gecekondulaşma, çevre kirliliği, trafik yoğunluğu ve gürültü fazlalığı, aşırı göçler ve insan kalabalığı, istihdam ve konut sorunları, çeşitli suçların gittikçe artmasının doğurduğu güvensizlik duygusu, sağlık, eğitim ve ulaşım gibi alanlarda alt yapı yetersizliği yabancılaşmaya ve kentlilik kimliğinde kırılmalara neden olmaktadır. Yaşadığı mekanda her gün böylesine geniş kapsamlı sorunlarla boğuşmak zorunda kalan birey içinde bulunduğu kente yabancılaşır. Bireyin kent için geliştirdiği ve beslediği aidiyet duygusu zedelenir. Böyle bir yabancılaşma ve kent kimliğinde oluşacak bunalım kente ve kentin tüm değerlerine sırt çevrilmesi yani bir anlamda kentten kopuşların yaşanması anlamına gelir. Kente, kentin sosyal, kültürel ve mimari dokusuna yabancılaşma kentlilik, kente aidiyet, kent bilinci ve dayanışması açısından ciddi sorunlara yol açar ve sosyal dokunun ve dayanışmanın temeli olan ortak yaşam alanlarının zarar görmesine neden olur. Yabancılaşmanın kentlilik bilinci ve kentin değerlerini sahiplenmeyi olumsuz yönde etkileyen başlıca sonuçlarını şu şekilde sıralamak mümkündür.

Kente yabancılaşmanın doğuracağı sonuçlar
Bireyler içinde bulundukları sosyal ortamdan ve ortak kent yaşamından yabancılaştıkça içine kapanır, kendisini dış dünyadan ve toplumdan soyutlar. Artık ortak faaliyetlerde rol almayarak toplumsal hayattan kopar ve bunun sonunda da uyumsuz bir birey olur çıkar.
Kent yaşamına yabancılaşan, kent kültürüyle arasındaki bağları koparan ve kendisini yaşadığı kente ait hissetmeyen birey, ortak yaşam alanlarına ilişkin sorumluluk alma eğilimi göstermez. Kentleşme, akrabalık gibi ilksel ilişkiye dayalı ilişki ve yaşantıyı, toplumsal sözleşmeye dayalı ilişki ve yaşantıya dönüştürmüş, bu değişim sürecinde de ortak yeni yaşam alanları oluşmuştur. Bu ortak yaşam alanlarının ve değerlerinin korunması ve yaşatılması için bireylerin sorumluluk duygusu taşımaları gerekir. Aksi halde ortak bir kent bilinci ve aidiyetinin gelişmesini sağlayan ortak alanlar birer birer eskir, yıpranır ve günün birinde paylaşılan kentlilik ruhunu da tüketerek kaybolur gider.
Yabancılaşma ya da kente aidiyet duygusunu yitirme doğal yaşam alanlarının talan edilmesine yol açar. Kent kimliğini benimsemeyen ve kente yabancı duran bireyin ekolojik dengeye dikkat etme gibi bir duyarlılığı kalmayacağı için kent ve çevresindeki doğal yaşam alanlarına daha fazla zarar verme eğilimi artar. Kentin ormanlarının yağmalanması, park ve bahçelerine zarar verilmesi yukarda sayılan kentleşme sorunlarının yarattığı yabancılaşma duygusunun bir sonucu olarak görülebilir.
Yabancılaşmanın sosyal barışı tehdit eden bir başka sonucu da şudur: Kendini içinde yaşadığı kente, kent kültürüne ve bu değerler ile kentleşmiş topluma ait hissetmeyen ve kimlik krizi içerisindeki bireyler kentliye, kent kimliği ve kültürünü benimseyenlere karşı olumsuz duygular geliştiririr Yabancılaşma duygusu yaşayanlar kendilerini kent kültürünün ve kentsel yaşamın bir üyesi ve parçası olarak görmedikleri için sadece kentten değil kentliden de nefret etmeye başlar, kin ve düşmanlık duyguları geliştirir.
Yabancılaşmanın beslediği nefret, kin ve düşmanlık duyguları zaman zaman şiddete dönüşebilir. Yabancılık duygusuna kapılanlar öfkelerini şiddete dönüştürüp kentlileri hedef alabilir. Düşmanca tavırlar sadece bireylere yönelik olarak şiddete dönüşmekle sınırlı kalmaz zaman zaman kamu mallarına, kentin dokusunu oluşturan maddi yapılara da yönelebilir. Yabancılaşmanın doğurduğu kin ve nefret duygusu belediye otobüslerine, otobüs duraklarına, telefon kulübelerine, park ve bahçelere zarar vermeye kadar gidebilir.
Yabancılaşma masumiyet kaybına da neden olur. Kentin kimliğini benimseyen ve kentin değerlerine sahip çıkan bireyler yasalara saygı çerçevesinde yaşar, yasaları delmenin veya bypass etmenin yollarını aramaz. Ancak yabancılaşmayla birlikte yasalara uyma, toplumsal dayanışma ve bütünlüğe katkıda bulunan masumiyetin zedelendiği görülür. Masumiyet kaybı ve aşınması yasaların delinmesi için çabalayan kurnazlıklara baş vurulmsına yol açar. Hukuka saygı azalır, yolsuzluklar ve kanunsuzluklar artar. Kent yaşamına ve sosyal dokusuna yabancılaşanların mafya gibi suç örgütlerine katılmaları daha da kolaylaşır.

Kentlilik Bilinci Oluşturma ve Geliştirme Stratejisi

1. Bir kentte yaşayan bireylerde içinde nefes aldıkları, çalıştıkları, dolaştıkları ve yaşadıkları kente aidiyet duygusu oluşturmanın en etkin yolu kent sakinlerine, o kentin tarihini, kültürel ve mimari doku ve mirasını benimsetmekten, kentin maddi ve manevi değerlerini özümsetmekten geçer.
2. Kent bilincini geliştirmek, bireylerin ortak bir kent kimliği edinmesini sağlamak için yabancılaşmayı önlemek gerekir. Yukarıda da bahsedildiği gibi kente yabancılaşanlar kendilerini kent yaşamından soyutlayarak kent kimliği ve kültüründen koparlar. Buna engel olmanın en etkin yollarından birisi kentlinin içinde yaşadığı ortama karşı geliştirdiği ilgisizliği ortadan kaldırmak, kent yaşamında rol almaya teşvik etmek, bir başka ifade ile içinde bulunduğu kent yaşamının tüm alanlarında aktif katılımı sağlamaktır
3. Kentlilik bilinci ve kente sahiplenmeyi gerektiren bir aidiyet duygusu oluşturmada bireylerin kendilerini güvende hissetmeleri son derece önemlidir. Büyük kentlerde son yıllarda suç oranlarının artması kent sakinlerini tedirgin eden bir korkunun yayılmasına ve güven duygusunun azalmasına neden olmaktadır. İnsan doğal olarak kendini güvende hissetmediği yere aidiyet duygusu geliştiremez.
4. Kentler, köy ve kasaba gibi yerleşim birimlerine göre daha heterojen yerlerdir. Özellikle İstanbul gibi uzun bir tarihi olan kentler yüzyıllardır farklı milletlere ve kültürlere ev sahipliği yapmışlardır. Her millet ve dönemin geride bıraktığı kültürel miras kente farklı bir kimlik dokusu vermiştir. Bu nedenle ortak kent bilinci oluşturulurken kentin tevarüs ettiği bütün renklerin yaşatılmasına özel önem verilmelidir. İstanbul kurulduğundan bugüne farklı din, dil, millet ve kültürlere ev sahipliği yapmış, tevarüs ettiği bütün değerleri, mimari yapıları, dini mekanları korumuştur. İstanbul’u istisnai yapan özelliklerinden biri de işte bu çok kültürlü yapısıdır. İşte ortak bir İstanbulluluk bilinci ve aidiyeti oluştururken kent kültürünün farklı yüzlerini, renklerini ve tüm çeşitliliğini ortak kent bilinci ve kimliğinin odağı haline getirerek daha geniş kapsamlı ortak paydanın inşası yararlı olacaktır. İstanbul’a gelen ve burada yaşamaya başlayan herkes kendi kültürünün de kent paydasında yer aldığını görebilmeli, farklılıklar dışlanmamalı ve kültürel çeşitliliğin İstanbulluluk üst kimliği altında yer almasına izin verilmelidir.
5. Kent bilinci oluştururken, kentteki tüm farklı kültür renklere kucak açan ortak yaşam alanları her yaş, cinsiyet ve meslek gurubuna bu kentin içinde ve tam ortasında yaşadıkları duygusunu verebilmelidir. Kadın, erkek, çocuk, genç, yaşlı, öğrenci, öğretmen, sanayici, taksici, otobüs sürücüsü, simitçisi velhasıl toplumun her kesimine hitap edilmelidir. Kentin sahibinin sadece tek bir gurup olmadığı, kentin hepimizin olduğu anlatılmalıdır.
6. Kente aidiyet duygusu uyandırma ve bireyin kendisini bulunduğu yerin bir parçası olarak hissetmesi için yaşadığı kentte adalet, eşitlik ve hukukun üstünlüğünün kurumsallaşmış olduğuna inanması gerekir. Birey yaşadığı kentte adaleti, eşitliği ve hukukun üstünlüğünü göremiyorsa o kente yabancılaşır.
7. Kentlilik bilincinin yerleşmesi için atılması gereken bir başka adım ise katılımcı bir kentsel yönetim biçimin kurumsallaşmasını ve toplumun her kesiminden insanın kent için, kentteki yaşam standartlarını yükseltmek için örgütlenmelerine izin verilmesidir. Kent kültürünü canlı tutacak sivil toplum örgütlerinin kurulması desteklenmeli ve bireylerin aktif olarak sivil toplum kuruluşlarının yönetim ve faaliyetlerine demokratik katılımları sağlanmalıdır. Demokratik kitle örgütleri ve sivil toplum kuruluşları, hem ortak bir kimlik duygusunun oluşmasına hem de bireylerin kendilerini ifade edip kentten taleplerini dile getirebilecekleri ortamların yaratılmasını kolaylaştıracaktır. Unutulmamalıdır ki kent yaşamından soyutlanan, kentten talep ve beklentilerini ifade etme şansı bulamayanlar kentle olan bağlarını daha kısa sürede koparır. Bir taraftan kent kültürünü tanıtanların çalışmaları desteklenirken diğer yandan kentte ortak aidiyet ve paylaşım duygusu uyandıracak faaliyetlere öncelik verilmelidir. Festivaller, konserler, müzeler, sinema gösterileri, kitap ve müzik fuarları, sergiler ve mahalli spor takımları desteklenmelidir. Bütün bu faaliyetlere katılanların ortak bir aidiyet bilinci oluşmasında sözü edilen faaliyetlerin önemli bir katkısı olacağı unutulmamalıdır.
8. Kentte her kesimin kolayca ulaşabileceği ve kullanabileceği doğal yaşam alanları kurulmalı, var olanlar zenginleştirilerek genişletilmeli ve yaygınlaştırılmalıdır. Doğal yaşam alanlarının geniş kitlelerin kullanımına açılması birey-çevre arasındaki etkileşimi başlatacak, insan ve kent arasındaki bağı sağlamlaştıracak ve pekiştirecektir.
9. Kentliler arasında duygu ve heyecan bağı yaratmanın bir başka yolu da mevcut yakın iletişim ve ilişki ağlarını korumak, çevre-merkez arasındaki iletişim eksikliğini gidermekle mümkündür. Kentleşme sürecinde ilksel ilişki biçimleri değişime uğrar, akraba ve hemşehri ilişkileri yerine toplumsal sözleşmeye dayalı ilişki biçimleri ortaya çıkar. Bu yeni toplumsal ilişki biçimlerinin derinlik kazanması ve sürdürülmesinde sokak, cadde, mahalle ve semt kültürleri önemli rol oynar. Özellikle mahalle sakinlerinin buluştuğu, tanıştığı, iletişim kurduğu, sohbet ettiği ortak kullanım alanlarının korunması ve canlandırılması aidiyet duygusu kadar paylaşma ve dayanışmayı da artırır. Bu anlamda bakkal, fırın, pastane ve kahvehane gibi yerlerin canlı tutulması gerekir. Kentleşmeyle birlikte ortaya çıkan yeni tüketim alışkanlıklarının ve alışveriş biçimlerinin doğurduğu büyük süpermarket, hipermarket ve geniş alışveriş merkezleri mahalledeki bakkal, fırın, pazar yeri ve pastanelerin birer birer kapanmasına, yani sosyal dayanışma ve yaşanılan mekana aidiyet duygusu geliştirmede önemli rolü olan kurumların yavaş yavaş ortadan kalkmasına neden olmaktadır. Bu ortak alanların korunması veya tekrar üretilmesi durumunda, mahalle ve kent sakinlerinin ortak bilinçlerinden biri olarak kent kimliğindeki yerini koruyacaktır.
10. Yukarıda sayılanlara ilave olarak sosyal ilişkilerin gittikçe koptuğu ve gelir düzeyine dayalı mekansal ayrışmaların belirgin bir şekilde yaşandığı ve duvarlı mahallelerin oluştuğu kentte toplumun her kesimini buluşturacak ortak yaşam alanları kurulmalıdır. Son yıllarda yüksek gelir guruplarına mensup olanlar sadece kendi kullanımlarına açık siteler ve villalardan oluşan ayrıcalıklı yerleşim birimleri kuruyorlar. Diğer yandan alt gelir gurubuna mensup olanlar ise gecekondularda hayatlarını sürdürüyorlar. Sosyal, kültürel ve ekonomik farklar dışında altyapı imkanları olarak ta birbirine benzemeyen her iki mekan da aynı kentin sınırları içinde yer almaktadır. Özellikle gecekondu semtlerinde yaşayanlar kentin sunduğu imkanlardan yararlanamadıklarını düşünmekte ve kendilerini yaşadıkları kente ait hissetmemektedirler. Yukarıda belirtilen yaşam alanları arasında her anlamda bir uçurumun olduğu gözükmektedir. Bu uçurum kapanmadıkça, yani ayrıcalıklı semtlerde yaşayanlarla kentin gelişmemiş semtlerinde imkansızlıklar içinde yaşayanları arasındaki derin çukurlar kapanmadıkça ortak kentlilik bilincinin oluşması mümkün değildir. Ancak toplumun her kesiminin katıldığı, geniş kitlelerin yer aldığı ve paylaştığı bir yaşam alanı oluştuğunda, adalet ve paylaşım sağlandığında ortak kent aidiyeti ve kentlilik kimliği oluşabilir.

Avrupa' ev İslam İlişkileri Üzerine Sorular

1- Avrupa'nın Müslümanlarla ilk ciddi karşılaşması Endülüs İslam Devleti sayesinde oldu. Bugünkü İspanya, Portekiz ve Prenelere kadar Fransa'yı içine alan bir coğrafyaya yayılan Müslümanlar, tarihleri boyunca bir "öteki" icad etmekte mahir olan batılıların en dişli "ötekisi" haline geldi. 11 Eylül'ün ardından Avrupa'ya da sıçrayan ve son olarak Hollanda'daki Müslümanlara yönelik artan şiddet, bu tarihselliğin nüksetmesi olarak algılanabilir mi? Yani Batının bilinçaltındaki Haçlı Ruhu, bu vesilelerle yine hortluyor mu?

CEVAP:
Kolektif kimliklerin oluşmasında “öteki” olarak tanımlanan toplulukların belirgin bir etkisinin olduğu sosyolojik bir gerçek. Batı kimliğinin oluşmasında İslam kuşkusuz başlıca “öteki” rolünü oynamıştır. Özellikle kolektif Hıristiyan dini kimliğinin inşasında İslam dünyası ile yüz yüze gelmenin, uzun asırlar süren sürtüşme ve çatışmaların etkisi olmuştur. Batı kamuoyunda İslami tehdit olarak algılanmasının tarihsel kökenleri vardır. Örneğin Fransız yazar Maxime Rodinson, Batı Hıristiyanlığının İslamiyeti bir problem olarak görmeye başlamadan çok önce bir tehdit ve tehlike olarak algılamaya başladığını belirttir. Albert Hourani’ye göre de İslamiyet ortaya çıktığı ilk andan itibaren Batılı Hıristiyanlar için bir sorun olmuştur. İslam ve Batı arasındaki ilişkiler iki ayrı uygarlığın mücadelesi olarak devam etmiş ve her ne kadar zaman zaman birbirinden etkilenmiş olsalar da geriye sürtüşmelerle dolu bir miras bırakmıştır. Batı sömürgeciliğinin İslam coğrafyasında bıraktığı izler hala canlılığını koruyor.

Osmanlı ile Viyana kapılarına yani Avrupa’nın merkezine kadar ulaşan bir “tehdit” ve “tehlike” olarak görülen Müslümanlar 11 Eylül ile tekrar aynı konumda algılanmaya başlamıştır. Bu tarihten önce de var olan “İslamofobi” (İslam korkusu) ciddi bir yükseliş trendi kazanmıştır. Haçlı ruhu olarak tanımlamak mümkün olmasa da Batı bilinçaltına yerleştirilen İslam korkusu tekrar hissedilmeye başlanmıştır denilebilir. 11 Eylül ile birlikte zaten kurumsallaşmakta olan ve geniş bir tabana yayılmakta olan İslamofobi (İslam korkusu) dizginlerinden tamamen boşandı.


2- Avrupa'daki Müslümanların, Batılı yaşam tarzına entegre olmaması ya da çok yavaş bir seyirde asimile olmasında İslam'ın etkisi ne ölçüdedir?

CEVAP: Dini kimlikler yabancılaşma, kültürel sürtüşme ve savrulmalar karşısında en kuvvetli kalkan olarak karşımıza çıkmaktadır. Dini inanç ve semboller müminler için koruyucu kalkan olmanın yanında, toplumsal varoluş kimliklerini tanımlama ve sürdürmede de kaynaklık etmektedir. Batıda, farklı hayat biçimleri, siyasi kültürler ve toplumsal ilişkilerle karşı karşıya gelen Müslümanlar için İslami inançlar bir siper olmaktadır. Aslında çokkültürlü ve liberal toplumlarda bunun bir sakıncası yok. Herkes kendi inancını yaşatma hakkında sahip. Ancak söz konusu Müslümanlar olunca hemen dini inançların uzlaşma, toplumsal değerler ile barışma ve uyum içinde yaşamaya engel olduğu propagandası yapılıyor. Bu tür yaklaşımlar çokkültürlü ve eşitlikçi anlayışla bağdaşmıyor. Herkes gibi Batıdaki Müslümanların da dinlerine sahip çıkma ve onu günlük hayatlarında yaşama hakkı olmalıdır.


3- Haçlı Seferleri'nin yalınkat bir çapulcu saldırısı olmadığı tarihi bir gerçek. Bu bir "ortak değer etrafında" birleşemeyen Avrupa'nın bir "ortak düşmana karşı" birleştirilmesi projesi. Acaba, bu proje, paramparça olmuş İslam dünyasının yeniden toparlanmasına ve yeni güç odaklarının zuhuruna katkıda bulunmuş mudur?

CEVAP:
İslam dünyası geçmişte büyük bir medeniyet oluşturmuştur. Bir medeniyet inşası için gereken bütün alt yapı üretilmişti. Yani siyasi, askeri, ekonomik ve ilmi güç ve birikim evrensel bir medeniyetin inşası ve yayılmasında katalizör rol oynamıştı. İslam dünyası Osmanlı imparatorluğunun çöküşü ile bu medeniyeti temsil eden siyasi ve askeri güçten mahrum kaldı. Ulus devletlerin kurulması ile paramparça oldu. Saldırı, tehdit ve sürtüşmeler kuşkusuz siyasi ve kültürel ortaklıkları olan toplulukları ortak çatılar altında toplayabilir. Ancak İslam medeniyeti tehdit algısından değil fikri özgünlük ve bunu toplumsal-siyasal hayata yansıtabilme gücü ve isteğinden üretilmişti. Ayrıca aklı ve vahyi sentezleyen düşünce/inanç dengesine dayalı yapısıyla zirvedeki varlığını uzun süre devam ettirdi. Konuya bu açıdan bakıldığında karşımıza çıkan manzara parçalanmış İslam dünyasının ortak değerler/amaçlar etrafında birleşmesinden çok ulus devletler bazında yeni oluşumlar şeklinde kendisini göstermiştir denilebilir.


4- İslam'ın son "vurucu gücü" olan Osmanlı, İslam'ın Batıya doğru çok engelli koşusunu sürdürmüştü. Ancak en sonunda Batılılaşmada karar kılınmış olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Batı ile tekrar bir 'izdivaç' talebinde bulunmamızın sonucu sizce reye varır?

CEVAP:
Osmanlının son dönemlerinde Batılılaşma bir arayışın sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Geleneğin yeniden üretilememesi, ekonomik durgunluk, askeri ve teknolojik yeniliklerin gerçekleştirilememesi gibi nedenlerden dolayı imparatorluk ciddi sorunlarla karşı karşıya kalmıştır. Fransız devrimi ile Batıda başlayan gelişmeler Osmanlı aydın ve yönetim kadrosunu etkilemiştir. Batılılaşma karşıtı olanların imparatorluğun sorunlarının çözümü için önerdikleri etkili olmamıştır. Aslında Batılılaşma ilk dönemlerde imparatorluğu kurtarmak için bir çare olarak görülmüştür. Özellikle ekonomi, teknoloji ve askeri alandaki yenilikler eğitim vasıtasıyla aktarılmıştır. Ne var ki bu alandaki yeniliklerin tümü aslında bir fikri paket ile ülkeye gelmiştir. Batılı eğitim alanların seçkin bir sınıf oluşturması ve yönetim mekanizmalarında etkin konuma geçmesi ile birlikte bu devletin resmi politikası haline dönüşmüştür. Türkiye Cumhuriyeti de bu mirası devralmış ve hızlandırarak reformlar aracılığıyla sürdürmüştür.

Tarihsel ve sosyolojik olarak bakıldığında güçlü toplumların fikri bakımdan zayıf veya gerileme sürecinde olan toplulukları etkilediği bir gerçektir. Osmanlı da bunu yaşamıştır. Aslında uygarlıklar düzeyinde de benzer bir durum söz konusudur. İslam uygarlığının dinamik biçimde üretildiği ve askeri/ekonomik başarıların devam dönemlerde Osmanlı Batı düşüncesinden etkilenmemiştir. Tam tersine Osmanlı topraklarındaki bazı pratikler batılılar tarafından taklit edilmiştir. Tarihsel olarak biraz daha geriye gidildiğinde İslam uygarlığının zirve isimlerinden İbni Sina ve Farabi gibi düşünürlerin batılıların zihin ve eğitim dünyasın derin etkiler bıraktığını söylemek mümkündür. Modern dönemde de benzer bir durum söz konusudur. Türkiye siyasi çıkar çatışmalarının ve yozlaşmanın girdabında savrulan bir ülke görünümü vermektedir. Batı saydam, demokrat ve gelişmiş görüntüsü ile tekrar bir kurtuluş yolu olarak görülmektedir. Uygarlık birikimlerini kullanmak anlamında Batıyla partnerlik kurmanın bir sorun olacağını sanmıyorum. Ancak bu özellikle kendine güveni olan, kendi kültürel değerlerini modern dönemlerde de tekrar üretebilme derinliğine sahip topluluklar için geçerlidir. Toplumlar gittikçe küreselleşen dünyamızda kendi gettolarında yaşayamaz artık. Öteki ile iletişim kurmak, kendini yeniden tanımlamak ve konumlandırmak zorundadır. Bu açıdan bakıldığında Batı ile yüzleşmek yararlı olacaktır. Korkunun ecele faydası yok. Türkiye kendi kültürel değerlerini yeniden keşfetmek ve uygarlık birikimini dış dünyaya taşımak zorundadır. Gerek batı gerekse doğu ile iletişim kurmak ve yakınlıklar tesis etmek bu açıdan zararlı değil tam tersine yararlı olacaktır.


5- Özellikle 1990’larla birlikte “Avrupa İslamı” kavramı sıkça tartışılmaya başladı. Diasporadaki Müslüman aydınların ortaya attığı bu kavramın, negatif bir dönüştürücü etkisi ve bir Batı kompleksi barındırdığını düşünüyor musunuz?

CEVAP:
Avrupa-İslamı kavramını ilk ortaya atanlar Müslümanlar değil batılı aydınlar olmuştur. Avrupa-İslamı inşasının temel amacı Avrupa ülkelerinde yaşayan Müslümanların geldikleri ülkelerle olan bağlarını koparmak. Avrupa’daki Müslümanlar topluluklar ve kurumlar ile dini hareketler söz konusu Müslümanların geldikleri ülkelerden esinlenmiştir. Grup ve kuruluşların merkezleri aslında göçmenleri gönderen ülkelerde. Bugün Batı ülkelerindeki müslüman topluluklar arasındaki İslami hareketlere bakıldığında şöyle bir manzara ile karşılaşılır. Batıdaki yaygın İslami hareketler ve guruplar gelinen ülkelerdeki hareket ve gurupların damgasını taşımaktadır. Bu anlamda Avrupa’da ortaya çıkan ve buraya özgü hareketlerin varlığından değil, çeşitli İslam ülkelerinde ortaya çıkmış ve Avrupa’daki müslümanlar arasında yayılmış hareketlerden söz etmek mümkündür.
Bu durum Avrupalıları rahatsız ediyor. Bu nedenle Avrupa-İslamı inşası sürecini destekliyorlar. Öte yandan Avrupa’da yetişen Müslüman genç kuşaklar da tabiiki aldıkları eğitim ve maruz kaldıkları sosyalleşme süreçlerinin bir parçası olarak farklı din algısı geliştiriyor. Her ne kadar İslamın mesajı evrensel olsa da din anlayışı toplumdan topluma, coğrafyadan coğrafyaya değişiyor.

Avrupalı bazı gözlemcilere göre Avrupa’da doğup büyüyen müslümanlar arasında yeni bir İslam anlayışı gelişmektedir. Bunlar iddialarını çeşitli guruplardan bağımsız olarak açılmaya başlayan camiler ve bazı gençler arasındaki yayılmakta olan fikirlere ilişkin gözlemlerine dayandırmaktadır. İddiaya göre oluşum sürecindeki Avrupa İslamı daha liberal özellikler taşımaktadır. Ne var ki bunun dışında da Avrupa İslamını tanımlayacak ya da içeriğini anlatacak bir açıklama yapılmamaktadır. Kuşkusuz Avrupa’da doğup büyüyen, yaşadıkları ülke okullarında eğitim gören, bu ülke şartlarında sosyalleşen ve kimlik inşa eden müslüman topluluklara mensup gençlerin anne-babalarından daha farklı bir din anlayışı geliştirmeleri doğaldır. Ancak bu anlayış farklılığını Avrupa İslamı biçiminde tanımlamak ve bu tanıma sadece liberal bazı anlamlar yüklemek biraz abartılı bir anlatım gibi gözükmektedir. Yeni bir İslam anlayışı inşası için öncelikle sağlam bir eğitim temelinin bulunması, ana kaynaklara erişimin sorunsuz olması ve hepsinde de öte yeni bir anlayış geliştirecek derinlikte kültürel birikim ve entelektüel sermayenin kazanılmış olması gerekir. Batıdaki müslüman toplulukların ne eğitim ne de bilgi derinliği açısından böyle bir sermaye birikimine sahip olduğunu söylemek için henüz çok erken. Avrupalı müslümanların kendi entelektüellerini ve fikri geleneklerini oluşturmadan yeni bir İslam anlayışı geliştirmeleri mümkün değildir. Bugün bazılarının Avrupa İslamı olarak tanımladıkları ılımlı İslam anlayışı sadece Avrupa’da değil Türkiye de dahil zaten bir çok İslam ülkesinde kendisine yer bulmaktadır.
Avrupa İslamı diye farklı bir anlayışın oluşabilmesi için Avrupa ülkelerinde yaşayan müslümanların fikri açıdan özgürleşmesi ve geldikleri ülke geleneklerini eleştirel bir şekilde değerlendirebilecek felsefi yeterlilik ve bağımsızlık düzeyine ulaşmış olmaları gerekir. Böyle bir özgürleşme olmadan yeni fikirlerin üretilmesi mümkün olmayacaktır.

6- Genç Avrupalı Müslümanlar, bu projelerle modern hayata çabucak adapte olup "kimlik sorununu" gerçekten de aşabilir mi?

CEVAP:
Avrupa’da kimlik sorunu yaşayan sadece Müslüman gençler değil. Avrupalılar da ciddi kimlik kırılmaları ile karşı karşıya. Artık demografik, sosyal ve kültürel açından homojen bir Avrupa ve Avrupa kimliğinden bahsetmek mümkün değil. Avrupa’da 13 milyon Müslüman yaşıyor. Balkanlardaki Müslümanlarla bu rakam 30 milyonu, Türkiye’nin AB’ye üyeliği durumunda ise 100 milyonu bulacak. Bu Avrupa’da derin kimlik tartışmalarına neden olmuştur. Müslümanları da içinde barındıran bir Avrupa kimliği nasıl tanımlanmalıdır sorusunu saygın düşünürler tartışmaya başlamıştır. O nedenle hem Avrupalıların hem de Müslümanların kimlik krizleri veya sürtüşmeleri ile sorunlarının çözümü Avrupa-İslamı inşasından çok Avrupa kimliğinin yeniden ve daha kapsamlı tanımlanmasında yatmaktadır. Kuşkusuz genç Müslümanlar kimlik sürtüşmelerinden en çok etkilenen gruplar arasında yer almaktadır. Din özellikle diyasporada çok güçlü bir kimlik kaynağı olarak karşımıza çıkmaktadır. Dini ve kültürel değerlerin yeniden inşası ve kimlik kaynağı olarak gençler tarafından benimsenmesi karşılaştıkları sürtüşme ve bunalımlarla başa çıkma süreçlerini olumlu yönde etkileyecektir. Bilgi ve kültürle donanmış bir gençli kendi gettosundan çıkarak toplumun bütün kesimleri ile iletişim kurarak uyum sürecinin içinde yer alabilir. Kimlik sürekli değişen ve yeniden tanımlanan dinamik bir inşa ve algıdır. Statik ve donuk değildir. Avrupalı Müslümanlar da içinde yaşadıkları toplumla çatışmadan birlikte yaşamanın formülünü aramak ve kimliklerini yeniden tanımlamak durumundadır. Müslümanlar, geldikleri ülkelerin siyasi ve dini havasını sürekli olarak Avrupa’ya taşıma işine son vermelidir. Kendi düşünürlerini ve ilim adamlarını yetiştirerek kendi ayakları üzerinde durmanın yollarını aramalıdır.


7- 11 Eylül'ün ardından hem ABD'nin, hem de AB'nin Türkiye'ye bakışı, salt jeopolitik gerekçelerin ötesine geçti. Türkiye'nin AB üyeliği tartışması, müzakere tarihinin yakınlaşmasıyla din/kültür/medeniyet alanına kayıyor. Buradan hareketle şunu söyleyebilir miyiz; İslam'ın meydan okuyuşuna karşı Türkiye kalkan olarak kullanılmak isteniyor olabilir mi?

CEVAP:
Halkının büyük bir çoğunluğu Müslüman olan bir ülkenin diğer İslam ülkelerine karşı kalkan olarak kullanılması düşünülemez. İslamın meydan okuyuşu ne yazık ki entelektüel ve fikri olmaktan çok siyasi söylem olarak karşımıza çıkıyor. Bugün İslam dünyasına bakıldığında bir perişanlığın hüküm sürdüğünü görüyoruz. Bir çok İslam ülkesinde halk otoriter rejimlerin baskısıyla eziliyor. Siyasi yapılar katılımcı değil. Ekonomik göstergeler kötü. Dünyaya kapalı sistemler var yoksulluk diz boyu. Böyle bir manzarası olan İslam dünyası kime nasıl meydan okuyabilir? Müslümanlar dış dünyayı eleştirdikleri kadar kendi iç yapılarını da eleştirmek zorundadır. Kendi içindeki çıkmazları, çelişkileri ve duyarsızlıkları görmezden gelen ve bunların çözümü için adım atmayan bir İslam dünyası hangi kaynakları ve gücü ile meydan okuyacak? Ayrıca şunu da ilave etmek gerekir ki Avrupa’da Türkiye’nin üyeliğine kültürel ve dini gerekçelerle sert tepkiler gösteren ve direnen çevreler de var. Türkiye kalkan olarak görülse böyle bir manzara çıkmazdı.
Bu konuyu biraz daha açmak gerekirse şunlar söylenebilir. Türkiye’nin üyeliğini bir tehdit olarak algılayanların din farklılığını da tartışma konusu yaptığı görülmektedir. Örneğin IPSOS araştırma şirketi tarafından Le Figaro gazetesi için yapılan bir kamuoyu araştırmasında Fransız halkının yüzde 56’sı bir İslam ülkesi olarak gördükleri Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesine karşı olduklarını belirtmiştir. Öte yandan Fransa Başbakan’ı Jean-Pierre Raffarin Türkiye’nin kültürel kimliğine karşı açık bir duruş sergilemiş ve “İslam ırmağının laikliğin nehir yatağına akmasını mı istiyoruz?” sorusuyla din farkından dolayı Türkiye’nin üyeliğine karşı olduğunu ima etmiştir. Diğer yandan AB'nin Hollandalı müzakerecisi Fritez Bulkashtian 'AB'nin Türkiye'nin katılımına izin vermesinin, Avrupa'nın Viyana Savaşı'na boşuna girdiği anlamına geleceği' yollu benzer bir açıklamada bulunmuştur. Bütün bunlar bize Türkiye’nin İslam dünyasında karşı kullanılacağına ilişkin tezlerin temelsiz olduğunu göstermektedir.


8- Doğu'dan bakınca Batılı, Batı'dan bakınca doğulu görünen Türkiye, bu jeostratejik ve jeopolitik dinamizmini AB'ye eklemlenmek yerine hangi alternatiflerle güçlendirebilir sizce?

Uluslar arası ilişkilerde bağımsız ve tarafsız hareket edebilmek ve mevcut oluşumlara karşı eşit mesafeli politikalar üretebilmek için ülke birikimlerinin hem bölge hem de dünya ölçeğinde saygın ve etkin bir düzeyde olması gerekmektedir. Türkiye kuşkusuz zengin birikimlere sahip olan bir ülke. Doğu ile Batının hem içinde hem ortasında. Ancak uzun yıllar Türkiye kısır ve verimsiz iç çekişmelerle enerji kaybetti. Türkiye ne kadar birikimli olursa olsun uluslar arası ilişkilerde muhataplarının duruşu da belirgin etkiler doğurmaktadır. Türkiye birikimlerin kendi bölgesinde veya ortak tarihi/kültürel/coğrafi değerleri paylaşan ülkelerle paylaşma istese bile söz konusu ülkelerdeki siyasi yapılanmalar iş birliğine kapalı bir manzara içindedir. Türkiye saydam, açık ve katılımcı yönetim anlayışı ve demokratik siyasi yapısı olmayan ülkelerle verimli bir ortaklık kuramaz. Ancak yukarıda da işaret edildiği gibi derin bir iç/öz eleştiriden sonra yeni ve dinamik alternatiflerin ortaya çıkmaması için bir neden görünmüyor. Ne var ki bu sadece Türkiye’nin istek ve çabası ile gerçekleşemez.



9- İslam Dünyasında aydınlar ve halk kitleleri arasında, dünya genelinde şiddetin tetikleyici durumunda olan ABD ve İsrail politikalarına tepki istenilen seviyede mi? İlim ve irfandan uzak bir şekilde sadece sloganik çözümlerin tüketildiği bu coğrafya da alternatif mekanizmalar nasıl devreye sokulabilir? Yani, siz ümit ışığı görüyor musunuz?

Ne yazık ki İslam dünyasında öteden beri çarpıklıklara ve haksızlıklara karşı tepki vermek değil sessiz ve seyirci kalmak gelenek haline gelmiştir. Sivil toplumun ve ifade hürriyetinin olmadığı veya çok az geliştiği toplumlarda güçlü tepki sesleri çıkmaz. İslam dünyasında aydınların geniş bağımsızlıkları olduğu söylenemez. Doğrusunu söylemek gerekirse Müslüman aydınların ilk eleştirmesi ve tepki göstermesi gereken kendi ülkelerindeki yönetim anlayışı, siyasi kültür anlayışı ve idare biçimi olmalıdır. Bu özgürlüklere sahip olmayan aydınların ABD veya İsrail gibi ülkelerin politikalarını eleştirmesi ne kadar ciddiye alınabilir ki?

Kuşkusuz İslam dünyasını ateş çemberine alan sorunların çözümünde Müslüman aydınlara önemli görevler düşüyor. Ama bu görevin önce evde yani her aydının kendi ülke ve toplumunda başlatması gerekiyor. İlim ve irfana dayalı sosyal ağlar genişledikçe Müslümanların toplumsal sermayeleri büyüyecek ve sorunlarla etkin mücadele etme gerçekleşecektir. Sadece ötekileri suçlayarak bir yere varılmaz. Bir taraftan çuvaldızı kendimize de batırmalı öte yandan da boğazımı sıkan elden kurtulmaya çalışmalıyız.


Avrupa’daki Müslümanların tahmini sayısı ve ülkelere dağılımı

Ülke
Toplam nüfus
Müslüman nüfus
Avusturta
8,102,600
300,000
Belçika
10,192,240
370,000
Danimarka
5,330,020
150,000
Fransa
56,000,000
4,000,000 - 5,000,000
Almanya
82,000,000
3,040,000
Yunanistan
10,000,000
370,000
İtalya
56,778,031
700,000
Portekiz
9,853,000
30,000 - 38,000
İspanya
40,202,160
300,000 - 400,000
Britanya
55,000,000
1,406,000
İsveç
8,876,611
250,000 - 300,000
Hollanda
15,760,225
695,600
İsviçre
7,304,109
300,000

Toplumsal Kalkınmanın Temelleri: Denetim ve Güven

Modern toplumların karşılaştığı en ciddi sorunlar arasında denetimsizlik ve güvensizlik ilk sıralarda yer alıyor. Denetimsizlik ve güvensizlik bir yandan toplumun enerjisini tüketirken, bir yandan da kalkınmanın başlıca gereği olan “toplumsal sermaye”yi eritiyor ve üretimi olumsuz yönde etkiliyor. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde, iç ve dış denetimin devreye girmediği ve güvensizlik yaşanan toplumlarda gittikçe artan bir yolsuzluk, tembellik, sorumsuzluk ve kaynak israfı görülüyor. İç ve dış denetime önem verilmeyen toplumlarda saydamlık zamanla ortadan kalkıyor ve bireysel çıkarlar, toplumsal çıkarların önüne geçiyor. İşte bu noktada etik değerler, sorumluluk ve saydamlık duygusu yaratacak iç ve dış kontrol ve kalkınmanın başlıca unsurlarından olan “toplumsal sermaye” yani bireylerin ve grupların birbirlerine güvenmeleri tekrar gündeme gelmektedir.

Şimdi “denetim” ve “toplumsal sermaye” konularını daha detaylı ele alarak bu unsurların toplumsal yaşantımıza olan etkilerini tartışalım. Denetim genel hatlarıyla iç ve dış denetim olarak ikiye ayrılabilir. İç denetim bireysel bir süreçtir. Bireyin bizatihi kendi içindeki gözüdür. Bunu en genel anlamda “vicdan” olarak tanımlamak mümkündür. İç ya da deruni denetim, insanın kendi içindeki hak, dürüstlük, paylaşma, çalışma ve üretme, sorumluluk ve saydamlık duygularına hayat veren gözdür. İç denetim yani kişinin vicdanı ve bilincindeki göz, işte bu anlamda kalkınmanın temel unsurlarından biridir. İç denetim ve vicdan bir ölçektir. Bu ölçek etik değerler ve ahlaki inançlar etrafında oluşur. İnsanda sorumluluk, üretme, paylaşma ve güven duygusu yoksa iç denetimin devreye girmesi mümkün değildir. İç denetimin olmadığı yani hak, adalet, paylaşım ve saydamlık gibi unsurların devre dışı kaldığı toplumlarda üretim gerilerken, refahın adaletsiz bir dağılım gösterdiği, yolsuzlukların toplumsal dokuyu kemirdiği ve bireylerin en yakınlarına bile güvenmediği bir toplumsal süreç başlar. Böyle bir sürecin sonucu hem moral değerlerin daha da çözülmesi hem de çoğu insanda bezginlik ve adaletsizlik duygusunun artması sonucunu doğurur.

İnanç sistemleri bu noktada topluma önemli referanslar, modeller ve yapısal örnekler sunar. Örneğin İslam dinindeki çalışma etiği, dürüstlük ve paylaşma gibi konulardaki ilkeler ve tavsiyeler yukarıda sözünü ettiğimiz iç denetimin, yani vicdani sesin ne kadar önemli olduğunu gösterir. Bu nedenle İslam dini moral değerlere büyük bir önem verir ve insanın iç dünyasında bir ölçek kurmaya özen gösterir. İnancın kalkınmadaki rolünü sadece İslam dininde değil başka dinlerde de görmek mümkündür. Örneğin sosyolojinin kurucularından Max Weber, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu başlıklı eserinde dini inanç ve ilkelerin çalışma ahlakı ve iş motivasyonuna katkılarını anlatmaktadır. Weber bu çalışmasında dinin çalışma, üretme ve kalkınmaya verdiği önemi anlatmakta, mülk edinme ve girişimde bulunma gibi konularda inananları cesaretlendiğini ve teşvik ettiğini belirtmektedir. Özetle söylemek gerekirse, dini inanç ve ilkelerin iş ahlakı, çalışma, üretme, mülkiyet, girişimcilik ve dünyayı imar etme hususlarında motive edici gücü olduğunu ve bu anlamda kalkınmanın temel unsurları arasında yer aldığını söylemek mümkündür.

İç denetim kendi başına kalkınmanın katalizörü olabilir mi? İnsanın deruni gözü, iç ölçeği ve denetimi yani vicdanı en iyi şekilde bireyin davranışına yansısa bile hedeflenen üretim, paylaşım, girişim ruhu, güven ve saydamlık sağlanabilir mi? Toplumsal hayatın sadece bireylerin vicdani denetimine bağlı olmayacak kadar geniş kurumlar ve örgütlenmelerden oluştuğunu düşünecek olursak bu soruya “evet” cevabı vermenin zor olduğu anlaşılacaktır. Bu, hedeflenen kalkınmaya erişebilmek için, iç denetim yani vicdani öz ve etik ölçütler yanında bir de dış denetimin olması gerektiği anlamına gelmektedir. Dış denetimin temel unsuru hukuktur. Yani bireylerin davranışlarını belli ilkeler doğrultusunda denetime tutacak olan yasal düzenlemelerdir. İç denetimin bir sonuca ulaşamadığı veya zayıf olduğu durumlar da hukuk denetimine duyulan ihtiyaç daha belirgin olarak hissedilir. Hukukun olmadığı veya hukuk denetiminin yetersiz olduğu toplumlarda yolsuzluk, haksızlık ve güven kaybına daha sık ve daha yoğun olarak rastlanır. Dış denetimin önemli unsurlarından biri de sivil toplumdur. Sivil toplum örgütleri, meslek kuruluşları, vakıflar ve dernekler bireyler adına denetim yapma işlevi görürler. Demokrasinin geliştiği katılımcı toplumlarda sivil toplum etkin bir denetim ve motivasyon gücüne sahiptir. Ama sonuçta iç denetim ve dış denetim yani vicdan ve hukuk birbirinin tamamlayıcısıdır. Vicdani denetimin güçlü olduğu toplumlarda hukuk zayıf ise, veya hukuki denetim olsa da vicdani denetim zayıf ise sürekli olarak kalkınmayı engelleyici sorunların çıkması muhtemeldir. Çünkü tek başına ne vicdan en de hukuk ideal anlamda gereken denetimi sağlayamaz. Bu nedenle her iki denetim aktörünü aynı anda hayata geçirmek gerekir.

Toplumsal ve ekonomik kalkınma açısından önemli olan bir başka teşvik edici ve sürükleyici unsur “güven”dir. Yani potansiyel gücün harekete geçmesi ve toplumsal dayanışmanın sağlanması da iç ve dış denetim kadar gereklidir.. Aslında “güven” çok önemli bir sosyal sermayedir. O nedenle çalışanlar ve işverenler arasındaki güven duygusunu güçlendirmeye yönelik girişimlere öncelik verilmelidir. Güvene dayalı ortak güç hem dayanışmayı artıracak, hem de girişimcilik ve kalkınma açısından yeni kapılar açacaktır. Karşılıklı güvenin ekonomik dayanışma ve kalkınma açısından ne kadar önemli olduğunun en iyi örneği Uzak Doğu toplumlarında görüldü. Bu konuyla ilgili çalışmalar yapan Francis Fukuyama “Trust: The Social Virtues and the Creation of Prosperity” (Güven: Toplumsal Erdemler ve Refah Yaratımı) başlığını taşıyan araştırmasında, ekonomik gelişmenin ve refaha ulaşmanın temelinde yatan nedenleri keşfetmeye ve ekonomik sıçramanın toplumsal temellerini gün yüzüne çıkarmaya çalışır. Fukuyama bu konuyu karşılaştırmalı bir perspektifle ele alıyor ve “Asya mucizesi” olarak anılan ekonomik patlama ile Batı ülkelerindeki kapitalist ekonomik gelişmenin arka planlarındaki farklılıkları ve benzerlikleri anlamaya çalıyor.

Karşılık güven duygusu ekonomik gelişme ve büyümenin sağlam temellerinden biridir. Özellikle karşılıklı güven duygusunun yoksunluğu bireyler ve guruplar arasındaki dayanışmanın önündeki en büyük engeli teşkil ediyor. Uzak Doğu toplumlarında güven duygusunun ekonomik gücü artırmaya yarayan bir sermaye işlevi gördüğü biliniyor. Fukuyama’ya göre Japonya başta olmak üzere Asya’da bulunan “ekonomik devler” kısa sürede ulaştıkları gelişmişlik düzeylerini bazı "değerlere" borçlu. Fukuyama, batı kapitalizmi ile yarışa giren “Asya mucizesi”nin temelinde “toplumsal kapital” veya “toplumsal erdemler”in olduğu düşüncesinde. Fukuyama’nın Asya’daki iktisadi kalkınmayı açıklama tarzı, Max Weber’in bundan yaklaşık yüz yıl önce ortaya attığı teorileri çağrıştırıyor. Fukuyama, Weber’in kapitalizmin ortaya çıkışını Protestan ahlakı ile açıklama tarzına benzer bir yaklaşımla “Asya mucizesi”nin kökenlerini bulmaya çalışıyor ve dünyanın bu bölgesindeki ekonomik sıçramanın temelinde toplumsal kapital olarak adlandırdığı sosyal meziyetlerin ve toplumsal hasletlerin olduğunu savunuyor.

Fukuyama’ya göre ekonomik faaliyetlerin kişisel davranışla sınırlı değildir. Bu faaliyetler kurumsallaşmış şekilde çok sayıda insanın katılımıyla gerçekleşir. Ekonomik faaliyetler, gerek küçük gerekse hacimli kurumlarda çalışan insanlar ve gruplar arasındaki işbirliği ve ortak değerlerin varlığına bağlıdır. Yani insanlar ve gruplar arasında, ekonomik atılım için varlığı zorunlu olan bir işbirliği ve dayanışma zeminini hazırlayacak olan unsur, aynı kültürel değerlerin taraflarca paylaşılmasıdır. Fukuyama, herkesin paylaşması gerektiği bu ortak kültür veya değerler bütününe “toplumsal kapital” diyor.

Sonuç olarak toplumsal ve ekonomik kalkınmanın temelinde iç ve dış denetimin yani vicdani/ahlaki ölçütler ve hukuki/yasal/sivil denetim aktörleri yanında ortak değerlerden oluşan toplumsal bir sermaye vardır.

7 Mart 2007 Çarşamba

Turkey and the Iraqi conundrum

This comment was published in Today’s Zaman, 7 March 2007


We see shocking pictures from Iraq every day. Hundreds of people, old and young, men and women, lose their lives while those who are lucky to survive are destined to live with physical injuries and psychological trauma.
Iraq is going through turbulent times despite high expectations from the other side. The removal of Saddam, who was a brutal dictator, was a welcome development for the people of Iraq but unfolding events after the American military invasion brought chaos and carnage. The future of Iraq doesn’t look promising as far as the nature of current events and their costs are concerned.
Iraq is located in a volatile region and has strategic significance with enormous oil reserves. Neither the US nor the neighboring countries in the region can afford to see Iraq with no solution in the short, mid and long terms. Iraq today faces three main challenges that may have an imprint both on Iraq and the region.
The first is the territorial disintegration of Iraq, which is unacceptable to all parties and actors involved. The second is a power vacuum and deepening ethnic/sectarian conflicts if US forces leave before any settlement, which is not on the horizon yet. The third is cooperation among various effective actors in Iraq to build a new future by leaving their ethnic, sectarian and historical hostilities aside. That requires reconciliation, compromise and finding common grounds for coexistence. This option, however, sounds like wishful thinking, given the complex picture in the war-scarred country.
As dramatic events unfold in the region, Turkey can play a constructive role there because it has been pursuing a peaceful foreign policy with its neighbors since its establishment. Turkey’s other characteristics also qualify Turkey to be a powerful actor in the negotiations of conflicts and stabilization of political tensions.
First, Turkey is a democratic country, though it has some shortcomings, and Turkey’s experience with democracy, political participation and civil society may inspire other countries in the region to establish participatory, accountable and transparent governance. Second, one foot of Turkey is in Europe and the other is in the Middle East. Countries that would like establish contacts or deepen their existing relations with Europe may participate in Turkey’s initiatives. Political stability and economic development with increasing foreign investment also strengthen Turkey’s role in the region. In this context, Iraq might enjoy Turkey’s contributions if a sustainable trust and working relations can be established between the two sides.
Turkey has had constructive relations with Iraq in the past and suffered most as a result of economic sanctions on Iraq since the Gulf war. Therefore, it is in the best interest of Turkey to contribute to the solution of various problems in Iraq. However, such an action requires willingness to cooperate on the part of Iraqis as well.
Turkey can extend its help to reconstruct political stabilization, the economy and infrastructure in Iraq. Kurds in Iraq emerged as an actor since the US invasion of Iraq and established their authority in the northern territory.
Turkey has had always friendly relations with the Kurds in northern Iraq. There has been economic and cultural exchange for many years. Moreover, Turkey hosted and helped thousands of Kurds from Iraq when Saddam dropped chemical bombs on their villages.
In addition to such humanitarian relations, Turkey invited leading Kurdish leaders to Turkey and provided them with the Turkish passports in the past so that they could promote their cause for liberty under an authoritarian regime. These are just some points that Kurds in Iraq should remember now.
Turks, Kurds, Arabs and Iranians, to name a few, are natural allies in this region. The US is here because this country wants to protect its national interests. As the former US Secretary of State Henry Kissinger once said, the US foreign policy is based on national interests.
This means the US is not in the region for charity. In this context, then, Turkey and all groups in Iraq (Iraqi Kurds, Sunni and Shia Arabs, Turkomans) should be able to see that negotiations of current problems are in the interests of both parties. What needs to be done here is to find an effective language that would not hurt deeply rooted relations in the region. The Iraqi Kurds in particular should realize that when the US withdraws from the region, they will live side by side with Turkey, Syria and Iran.
As far as Turkey’s relations with the Iraqi Kurds are concerned, there is no consensus in Turkey. The current government signaled its willingness to establish relations with all sides including the Iraqi Kurds. Yet the president and the military seem to oppose such initiatives. Moreover, statements issued by some Kurdish politicians in Iraq have caused concern in Turkey, which complicates the question. If Kurdish leaders in Iraq use more tactful language and show that they can be reliable partners, the Turkish side might take faster steps to build channels of communication. In this context, statements by regional leader Massoud Barzani are not consistent. Sometimes he talks about cooperation with Turkey; other times he uses more hostile language. Such inconsistencies damage the trust that is the most missing element.
Moreover, Turkey considers the Kurdistan Workers’ Party (PKK) problem to be a domestic one and cannot tolerate any help provided to it in northern Iraq. Today, it is reported that PKK has camps in northern Iraq and the administration allows their activities in the region. This causes a huge setback in any attempts to establish working relations between Turkey and Kurdish leadership in northern Iraq. Despite all this, Turkey should consider taking all necessary steps to establish relations with all parties in the region, including Iraqi Kurds, as long as this contributes to solutions to the problems.

Strasburg’da bir gün

Geçen hafta Avrupa Konseyi'nin düzenlediği bir toplantı için Strasburg’a gittim. İstanbul’dan doğrudan her gün olmadığı için mecburen önce Frankfurt’a indik. Hemen tahmin edebileceğiniz gibi pasaport kontrolünde görevlilerin kuşkulu bakışları ile karşılaştık. Normalde bir iki dakika sürmesi gereken pasaport incelemesi, Türk pasaportu olunca uzuyor. Üstelik Avrupa Konseyi’nin resmi daveti olmasına karşın görevli bir pasaporta bir de yüzünüze bakıyor ikide bir. Sanki “burada ne işin var” der gibi bakıyor.
Hadi ben neyse. Sivil pasaport taşıdığım için belki inceleme uzun sürdü. Ama beraber tolculuk yaptığımız bir Meclis üyesi de aynı muamele ile karşılaştı. Kırmızı pasaportu ve dokunulmazlığı olan milletvekili de aynı muameleye muhatap oldu. Pasaport memuru nerdeyse her sayfayı tek tek çevirdi. Hâlbuki aynı vekil Avrupa Konseyi toplantılarına onlarca kez katılmış biriydi. Buna rağmen psikolojik tacize uğramaktan kurtulamadı. Evet, bu işlemlerin adı tek kelimeyle psikolojik taciz.
Bu manzaralara alıştık artık her ne kadar kabullenemesek de. Çünkü mesleğimiz sık sık yurt seyahat etmeyi gerektiriyor ve gittiğimiz çoğu ülke de Türk vatandaşlarından vize istiyor. Ama uluslar arası platformlarda Türkiye’yi anlatmak, kendi çıkarlarımızın korunmasını sağlamak için bütün bunlara göğüs germek zorundayız. Bunu da seve seve yapıyoruz. Strasburg yolculuğu meşakkatli olmasına rağmen toplantı davetine hayır diyemedik. Çünkü biz gitmesek başkaları gidecek ve bu önemli platformu dolduracaktı. Bunu tercih etmediğimiz için yukarda anlattığım psikolojik taciz başta olmak üzere zorluklara aldırmadan yola çıktık. Toplantı bir gündü ama Frankfurt üzeriden gidildiği için üç günümüzü aldı. Frankfurt havaalanına indikten sonra aktarmalı tren bileti aldık çünkü direkt giden tren yoktu. Yaklaşık iki buçuk saatlik bir yolculuktan sonra Strasburg’a ulaştığımızda akşam saat dokuz olmuştu. Tren istasyonunda bizi karşılayan bir dost ile yenilen akşam yemeğinden hemen sonra otele çekilip bir sonraki günün toplantısı için çalışmalar yaptık.
Toplantı, son zamanların oldukça önemli bir konusuna ilişkin rapor hazırlayan komisyonun isteği üzerine gerçekleşti. Rapor konusu “Intercultural and interreligious dialogue” (Kültürler ve Dinler Arası Diyalog) idi. Bu rapora ön hazırlık olarak bizim katıldığımız toplantı konusu ise “Questions related to State and Religion” (Din-Devlet İlişkilerine Hakkındaki Sorular) başlığını taşıyordu.
Toplantının ilk oturumunda uzmanlar dinlendi. Bunlar biri de bendim. Türkiye’de din-devlet ilişkileri nasıl, hangi zemine ve tarihi bağlama oturuyor, din, siyaset ve toplum ilişkisi nasıldır, Türkiye’nin hukuki sistemi dine nasıl bakıyor, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Türkiye’deki yeri, konumu ve işlevi nedir gibi soruları cevaplayan bir konuşma yaptım. Yabancıların en çok sorduğu sorulara cevap vererek Türkiye’nin modern birikimini anlatmaya, diğer İslam ülkelerinden farklılıklarını göstermeye çalıştım. Türklerin yüzyıllarda kültürler ve dinler arası diyalog deneyimi olduğunu, müslüman, yahudi, hristiyan, Türk, Ermeni ve Rum toplulukların aynı çatı altında, aynı mahallede, aynı havayı soluklayarak ortak bir sosyal hayat kurduklarını, ortak bir miras yarattıklarını anlattım.
Toplantıda söylediklerimi siz okurlarımız kuşkusuz benden daha iyi biliyordur. Çünkü hepimiz bu mirasın çocuklarıyız. Her ne kadar bu büyük mirasın üzeri biraz küllenmiş olsa da, aramıza bazı ayrılık tohumları serpiştirilmiş olsa da, bir aynı coğrafyanın insanlarıyız. Dinlerimiz, dillerimiz, renklerimiz ayrı da olsa büyük bir ortak paydamız var. Anadolu, Osmanlı ve Türkiye kültürü, uygarlığı, toprağı, tarihi ve ortak hafızası hepimizi kucaklayacak, bağrına basacak kadar büyük ve derin. Bize düşen işte bu hoşgörü ve sevgi medeniyetini tekrar canlandırmak ve hem içimizde hem de dışımızdakilerle paylaşmak olmalı. İşte ben de Avrupa Konseyi toplantısında bunu yapmaya çalıştım. Modern dünyanın Türkiye’nin zengin birikimi ve mirasından çok şeyler öğrenebileceğimi anlattım. Anlattıklarım ilgi çekmiş olmalı ki öğle yemeği için verilen arada aynı masada oturduklarımın tek konuştukları ülke Türkiye oldu.
Toplantı sonrasında bir saatlikte olsa Strasburg’un cadde ve sokaklarında yürüyebilir ve bir yorgunluk kahvesi içebilirim diye düşünmüştüm. Ne yazık ki havanın yağışlı olması buna izin vermedi. İlk gün bizi karşılayan dostla yenilen yemeğin ardından yorgun argın otele döndük. Dönüş Frankfurt’tan olduğu için sabah saat beşte kalkıp otobüsle Frankfurt hava alanına, oradan da İstanbul üzerinden Ankara’ya ulaştık. Ankara’ya vardığımızda saat akşam altı olmuştu. Yani tam on iki saatimiz yolda geçmişti.
Ama olsun, ülkemiz için daha nice saatler, günler, aylar ve yıllar harcamaya hazırız biz. Yeter ki sesimizi duyuracak bir platform bulalım.

Yükseköğretimde uluslararasılaşma Türkiye için ne vadediyor?

Prof. Dr. Talip Küçükcan  Bu yazının başlığı "Türkiye 370 milyar dolarlık yükseköğretim ekonomisinden ne kadar pay alıyor?" olab...