23 Ekim 2010 Cumartesi

Ortadoğu'nun ilham kaynağı Türkiye

Batı medyası üzerinden okunduğunda Ortadoğu karmaşa, savaş, otoriteryanizm ve siyasi çalkantıların kıskacında bir bölge olarak algılanır. Batı medyasının çizdiği resimde doğruluk payı olmakla beraber, Ortadoğu ülkelerinde sayıları azımsanmayacak bir kitlenin köhnemiş yapıları, siyasi iktidarları ve bölgeye dışarıdan giydirilen elbiseyi değiştirme arayışları içinde olduklarını biliyoruz. Ortadoğu'nun kadim unsurlarından olan Araplar da, yeni medya araçları ve küreselleşmenin devreye girmesi ve uluslar arası ilişkilerdeki artış nedeniyle kendi siyasal ve toplumsal yapılarına eleştirel bir bakışı geliştirmeye başlamıştır. Dünyanın pek çok ülkesindeki değişim Arap dünyasında da yakından takip edilmekte, farklı ülkelerin deneyimleri gözden geçirilmekte ve bu deneyimlerden dersler çıkarılmaya çalışılmaktadır. Arap dünyasının en yakından takip ettiği ülke ise Türkiye'dir. Bundan on yıl önce Arap medyasında tek-tük Türkiye yorumları yer almakta, yakın tarihi ve kültürel ilişkiler olmasına rağmen yayınevleri Türkiye üzerinde kitap yayınlama konusunda çekimser davranmaktaydı.

Bugün geldiğimiz noktada Arap aydınların, siyasilerin ve gazetecilerin Türkiye'ye odaklandıklarını, ülkemizdeki her gelişmeyi günü gününe yakından takip etmeye başladıklarını görüyoruz. Türkiye'ye duyulan bu ilginin kaynağında iki faktörün ön plana çıktığını söylemek mümkün. Bunlardan birincisi Arap dünyasının, yüzyılın gerçekleri ile yüzleşmeye başlamaları, toplumsal desteği olmayan baskıcı siyasi yapıların zayıfladığını görmeleri ve Batının yeni sömürgecilik dalgasına karşı bölgesel güç merkezleri kurulması gerektiğini anlamış olmalarıdır. İkincisi ise değişim ve dönüşüm arayışındaki Arap dünyasına Türkiye'nin ilham kaynağı olabilecek başarılarıdır. Halkının çoğunun Müslüman olduğu, din ve demokrasiyi, İslam ve modern hayat tarzını uzlaştırmayı başaran Türkiye'nin özellikle 2002 yılından bu yana gösterdiği performans Arap dünyasının ülkemize bakışını olumlu yönde değiştirmiştir.

Arap dünyası arayışta

Arap dünyası yirmiden fazla devlete bölünmüş durumda. Üç yüz milyonluk Arapça konuşan bir nüfus olmasına karşın bu demografik büyüklük ciddi bir bölgesel ve küresel güce dönüşebilmiş değil. Arap dünyası daha önceleri sosyalizmi ve Arap milliyetçiliğini kurtuluş reçetesi olarak denemiş ancak bu denemeler bir sonuç vermemiştir. Bazı Arap ülkeleri ise ABD ve Batı'nın yörüngesine girmiş, on yıl süren İran-Irak savaşını seyretmekle yetinmiş, son olarak Irak gibi önemli bir bölge ülkesinin işgal edilmesine ve yağmalanmasına kayıtsız kalmıştır. Bütün bunlar Arap dünyasında yeni arayışları tetikleyen, statükoyu sorgulayan, değişim taleplerini körükleyen bir zemin hazırlamıştır.

Peki, böylesine dağınık bir siyasi haritada Arap dünyasına yol gösterecek bir ülke var mı? Arap sokaklarındaki milyonların arayışlarına umut üfleyebilecek bir örnek, bir lider, bir örgüt var mı? İşte bu soruların cevaplarını arayan çok sayıda Arap aydını ve siyasetçi Türkiye tecrübesini merak ediyor ve önemsiyor. Arap dünyası, Türkiye nasıl oldu da askeri darbelerin her on yılda bir dibe çektiği bir ülke olmaktan kurtulup dünyanın on yedinci, AB'nin altıncı büyük ekonomisi olabildi sorusunun cevabını arıyor. Türkiye'nin demokrasi ve insan hakları konusunda gerçekleştirdikleri reformları merak ediyor, askeri vesayetin nasıl çözüldüğünü, katılımcı bir demokrasi ve açık bir toplumun nasıl inşa edildiğini öğrenmek istiyor. Kısacası, Araplar Türklerin demokrasi, İslam ve laikliği nasıl uzlaştırdıklarını öğrenmek, bundan kendileri için dersler çıkarmak istiyorlar.


Uluslararası başarılara gıpta ile bakılıyor

Türkiye'nin başarı hikâyelerini yakından takip eden Arap dünyası, ülkenin bütün dünyada itibarını yükselten söz konusu başarıların sırrını merak ediyor. Aslında bunun cevabı açık. Türkiye'de değişim isteyen geniş bir kitle var, bu değişim talebini gören ve tabandan aldığı destekle siyaset yapan bir de lideri var. Türkiye'nin yükselen bir yıldız oluşu işte bu lider ve ekibinin aldığı riskler ve yürüttüğü politikalar ile doğru orantılıdır. Hatırlayalım, Türkiye en yakın komşuları ile daha yakın zamana kadar küs idi. Çevre ülkelerden soyutlanmış, içine kapanmış, değişim taleplerini uzun süre göz ardı etmiş, tehdit ve korku girdabına saplanmaya ramak kalmıştı. Türkiye'nin ve içinde bulunduğu bölgenin yeni bir dile, yeni bir anlayışa ve yenilikçi politikalara ihtiyacı vardı. Ancak pek çok siyasi hareket ve politikacı cesaret isteyen yeni adımları atamamıştı.

Birilerinin artık bu köhnemiş düzene "hayır!" demesi, eski alışkanlıkları ve köhnemiş fikirleri geride bırakarak Türkiye'nin üzerine serpilmiş ölü toprağını temizlemesi gerekiyordu. 2002 seçim sonuçları bu açıdan büyük mesajlar taşıyordu. Millet artık siyasi ve ekonomik istikrarsızlığa "hayır!" diyordu. Komşu ülkelerle biriken sorunların, bölgede dondurulan sorunların çözülmesini istiyordu. Bu nedenle iktidara yeni bir partiyi ve onunla birlikte yeni bir kadroyu taşıyordu. Bu kadro 2007 seçimlerinde de öncekine benzer bir başarı ile iktidarını korumayı başaracaktı. Türkiye bu yeni dönemde olgun ve gelişmiş demokrasilerdeki bir pratiği de ülkeye taşıdı. Gelişmiş demokrasilerde siyasiler, dış politika kararları verirken halkın görüşünü, hissiyatını ve tercihlerini de göz önüne alır, bunu uygulamalara da yansıtırlar. Türkiye'de işte tam da bu oldu aslında. Siyasi liderler cesur kararlar almaya başladı. Yenilikçi düşünceler ve projeler siyasi kararlara kaynaklık etmeye ve yön vermeye başladı. Dış politikanın önce Başbakan Başdanışmanı sonra da Bakan olarak dümenine geçen Ahmet Davutoğlu, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Hükümetin desteğiyle dış politika da Türkiye'yi oyun kuran bir ülke konumuna taşıdı.

İşte Türkiye'nin Arap dünyasına ilham kaynağı olmasının temelinde yatan en büyük etkenlerden biri bu. Yani vizyoner bir lider ile bu lidere ayak uydurabilen bir ekibinin var oluşu. Geçtiğimiz günlerde Kahire'de yapılan "Arap Toplumları ve Türkiye Modeli" konulu toplantıda bir katılımcının söyledikleri yaşananları tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor: "Arap halkları uzun yıllar kendi coğrafyalarında kahramanlarını aradı. Ne var ki, Arap dünyasına umut veren bir kahramanı bu coğrafyada bir türlü bulamadılar. Arap sokakları kahramanlarını Türkiye'de buldu."

Sabah 23 - 10- 2010
http://www.sabah.com.tr/Gundem/2010/10/23/ortadogunun_ilham_kaynagi_turkiye

14 Ekim 2010 Perşembe

Türkiye Orta Doğu için ne anlam ifade ediyor?

Bir önceki blogda Mısır’ın Kahire şehrinde yapılan uluslar arası bir toplantıdan hareketle Türk dış politikasındaki yeni açılımların yakın komşularımızı ve de özellikle Arap dünyasını nasıl etkilediğini anlatmaya başlamıştım. Türkiye’nin Arap dünyasına olduğu kadar diğer komşu ve bölge ülkelerine ilham kaynağı olması, bir umut ışığı gibi algılanması kendiliğinden olmadı kuşkusuz.

Türkiye’nin yükselen bir yıldız oluşu aldığı riskler ve yürüttüğü politikalar ile doğru orantılıdır. Hatırlayalım, 1990 yılı başlarında Suriye ile savaşın eşiğine gelmiştik. Suriye ülkemizi tehdit eden terör örgütüne destek veriyor ve elebaşını da konuk olarak ağırlıyordu. Türkiye ne yazık ki bu dönemde komşuları ile iyi ilişkiler kuramadığı, onları yanına alamadığı ve ikna etme gücüne sahip olmadığı için kötü ilişkilerinden dolayı çok kayıp verdi.

Birilerinin artık bu eski düzene “hayır” demesi, eski alışkanlıkları ve köhnemiş fikirleri geride bırakarak Türkiye’nin üzerine serpilmiş ölü toprağını temizlemesi gerekiyordu. Türkiye’nin ve içinde bulunduğu bölgenin yeni bir dile, yeni bir anlayışa ve yenilikçi politikalara ihtiyacı vardı. Ancak pek çok siyasi hareket ve politikacı cesaret gerektiren yeni adımları atmamıştı. Kısacası Türkiye bir girdabın içine sürükleniyor ve çıkmazın eşiğine geliyordu.

1990’lı yıllara damgasını vuran kriz dönemlerinde siyaset yeni ufuklar açmaktan uzaktı. Ekonomik krizler, siyasi istikrarsızlıklar, ülkeyi dış dünyadan tecrit politikaları ve terör, Türkiye’nin bütün kaynaklarını kurutmaktaydı. 28 Şubat müdahalesi gibi siyasi, 2000 yılı ekonomik krizi gibi finansal istikrarsızlığın zirve yaptığı dönemlerde Türkiye ağır faturalar ödedi. Ülkede siyasi dengeyi alt üst eden, birçok partinin seçim barajı altında kalması ile sonuçlanan 2002 seçim sonuçları bu açıdan büyük mesajlar taşıyordu.

Millet artık siyasi ve ekonomik istikrarsızlığa “hayır” diyordu. Komşu ülkelerle biriken sorunların, bölgeden dondurulan sorunların çözülmesini istiyordu. Bu nedenle iktidara yeni bir parti ve onunla birlikte yeni bir kadro taşıyordu. Bu kadro 2007 seçimlerinde de öncekine benzer bir başarı ile iktidarını korumayı başaracaktı.

Bütün bu gelişmelerin dış politikayla da doğrudan ilişkisi var. Nasıl mı?

Artık öyle bir noktaya geldik ki siyasiler, dış politika kararları verirken halkın görüşünü, hissiyatını ve tercihlerini de göz önüne almak zorunda kalmaktadır. Gelişmiş ve olgun bir demokrasinin önemli göstergelerinden biri de işte budur. Yani siyasi kararların alınmasından toplumun görüş ve eğilimini de ciddiye almak, bunu karar ve uygulamalara da yansıtmak.

Türkiye’de işte tam da bu oldu aslında. Siyasi liderler cesur kararlar almaya başladı. Yenilikçi ve ufuk açıcı düşünceler ve projeler siyasi kararlara kaynaklık etmeye ve yön vermeye başladı. Bundan dış politika da nasibini aldı. Dış politikanın önce Başdanışman sonra da Bakan olarak dümenine geçen Ahmet Davutoğlu entelektüel birikimi ve oyun kurma becerileri ile önce Türkiye’nin içinde yer aldığı bölgeden başlayarak iyi ilişkileri geliştirmeye başladı.

Toplumsal hafıza, tarihsel birikim ve ortak bir gelecek gibi önemli parametrelere dayalı dış politika önce komşularımızla sıfır sorun hedefine odaklandı. Aynı zamanda NATO, BM, AB, AGİT ve İKÖ gibi aktörlerle de başarılı ilişkiler kurarak etki alanını gün geçtikçe genişletti. Bugün bakıldığında Türkiye’nin artık bir merkez ülke konumuna geldiğini görüyoruz. Bu başarıda kuşkusuz dış politika bürokrasinin de payı büyük. Ancak büyük çerçeveyi çizen ve ortaya koyan bir lider var.

İşte Türkiye’nin komşu ülkelere ışık tutmasının ve ilham kaynağı olmasının temelinde yatan en büyük etken de bu. Yani vizyoner bir lider ile bu lidere ayak uydurabilen bir takımın var oluşu.

Arap dünyası Türkiye modelini tartışıyor

“Arap halkları uzun yıllar kendi coğrafyalarında kahramanlarını aradı. Ne var ki, Arap dünyasına umut veren bir kahramanı bu coğrafya bir türlü bulamadılar. Arap sokakları kahramanlarını Türkiye’de buldu”.

Bu sözler 2 Ekim 2010 tarihinde Mısır’ın başkenti Kahire’de yapılan bir konferansa dinleyici olan katılan bir gözlemciye ait. “Arap Toplumları ve Türkiye Modeli” (Arab Societies and the Turkish Model ) başlığını taşıyan konferansı Mısır’daki tanınmış ve saygın kuruluşlar organize etti. The Middle East Studies Center, Al Sharq Center for Regional and Strategic Studies ve The American University in Cairo bir araya gelerek Türkiye’nin deneyimlerini, özgün değerini ve bütün bunların Araplar açısından ne önem taşıdığını tartışmaya açtı.

Konferansa hem Arap hem de Türk bilim insanları (Prof. Dr. Fulya Atacan, Prof. Dr. Ömer Taşpınar) katıldı. Benden istenen konuşmanın başlığı “Islam and the Secular State in the Turkish Experience” idi. Yani “Türkiye’nin İslam ve Laik Devlet Deneyimi”.

Kahire Kaosa Teslim

THY’nin Mısır uçağı tıka-basa doluydu. Yaklaşık iki saatlik rahat bir uçuştan sonra Kahire havalimanına indik. Bu, Mısır’a ikinci gidişim. İlk gidişim doktora öğrencilik yıllarında bundan nerdeyse on beş yıl önceydi. Bizi yeni bir havalimanı karşıladı. Tertemiz, geniş, ferah ve aydınlık limanda pasaport polisleri de gayet kibardı.

Doğrusu on beş yıl öncesine göre inanılmaz bir değişim izlenimi veriyordu havalimanı. İniş öncesinde uçaktan seyrine daldığımız Kahire’nin daha da büyüdüğü, uydu kentlere kavuştuğu görülüyordu. Sanki Kahire kabuk değiştirmişti. Bu düşüncelerle havalimanından ayrılıp Kahire merkezine geldiğimizde sandığım gibi bir değişimin olmadığına tanıklık ettik ne yazık ki. Zira Kahire on beş yıl önde nasıl gördüysem aynı duruyordu. Hatta daha da çökmüş ve köhnemiş geldi bana merkezi yerleri.

Kahire’de ilk dikkatimizi şey yine trafik, toz yığını, sokakların kirliliği ve kaosu andıran kentin akışı idi. Kahire ile ilgili gözlemleri bir tarafa bırakıp konferansa dönelim tekrar.

Arap Dünyası Çıkış Arıyor

Arap dünyası yirmiden fazla devlete bölünmüş durumda. Üçyüz milyonluk Arapça konuşan bir nüfus olmasına karşın bu demografik büyüklük ciddi bir dünya gücüne dönüşebilmiş değil. Arap dünyasının büyük bir kısmı yoksulluk, diktatörlük ve baskının pençesinde ne yazık ki. Körfez ülkeleri örneğinde olduğu gibi küçük bir azınlık ise debdebeli bir hayat sürüyor. Lüksün ve refahın zirvesinde oldukları için de demokrasi, insan hakları, eşitlik gibi huzurlarını bozacak işlerle uğraşmıyorlar.

Arap dünyası daha önceleri sosyalizmi ve Arap milliyetçiliğini kurtuluş reçetesi olarak denedi ancak bunlar dertlerine çare olmadı. Bazı ülkeler ise ABD ve Batı’nın yörüngesine girdi ve Irak gibi kardeş bir ülkeleri işgal edilmesine ve yağmalanmasına karşın bu yörüngeden bir türlü çıkamıyorlar.

Peki, böyle bir siyasi haritada Araplara ilham kaynağı olabilecek bir ülke var mı? Arap sokaklarındaki milyonların arayışlarına psikolojik dahi olsa umut üfleyebilecek bir örnek, bir lider, bir toplum var mı? İşte bu soruların cevaplarını arayan bazı Arap entelektüel ve bilim insanları Türkiye’ tecrübesini merak ediyorlar.

Türkiye, nasıl oldu da askeri darbelerin her on yılda bir dibe çektiği bir ülke olmaktan kurtulup dünyanın on yedinci, AB’nin altıncı büyük ekonomisi olabildi sorusunun cevabını arıyorlar. Türkiye’nin demokrasi ve insan hakları konusunda gerçekleştirdikleri reformları merak ediyor, askeri vesayetin nasıl çözüldüğünü, katılımcı bir demokrasi ve açık bir toplumun nasıl inşa edildiğini öğrenmek istiyorlar. Türklerin demokrasi, İslam ve laikliği nasıl uzlaştırdıklarını öğrenmek, bundan kendileri için dersler çıkarmak istiyorlar.

Türkiye nereye koşuyor?

Bu soruyu herkes soruyor. Siyaset, ekonomi, kültür, eğitim ve spor gibi alanlarda nerdeyiz ve nereye gidiyoruz? Türkiye’yi kuran büyük liderlerin koydukları hedefe ulaştık mı? Bu hedeflere doğru mu ilerliyoruz, yoksa bazılarının iddia ettiği gibi bir sapma söz konusu mu?

Bu sorulara cevap ararken dikkatli olmak gerek. Zira bu ve benzeri sorulara cevap verirken iki yol önümüzde. Bunlardan biri daha çok ideolojik bir bakış açısının rengini ve etkisini taşıyan duygusal yaklaşım. Diğeri de ise olgulardan ve gerçeklerden hareket eden akılcı ve objektif yaklaşım.

Bizim tercihimiz ikincisi. Yani olgulardan hareket ederek Türkiye’deki gelişmeleri takip etmek ve değerlendirmek. Bu yöntem daha objektif, tarafsız, mesafeli ve gerçekçi sonuçlara ulaştıracaktır. Duygusal ve tepkisel yaklaşımın ideolojik körlük yaratma riski vardır. Nitekim özellikle siyasi angajmanı çok güçlü olan kişiler olguları görmezden gelme eğiliminde oldukları için kullandıkları dil objektif olmaktan uzaktır.

Türkiye kurulurken milletimiz büyük acılar çekti. Koca bir imparatorluğun çöküşüne tanıklık etti. Devletini ve toprağını kaybetti. Geniş sınırları olan bir devlet dağılırken işgale uğradı. Özgürlüklerini da kaybetme riski ile karşı karşıya geldi. Ama yılmadı, pes etmedi, bütün yoksunluk ve travmalara rağmen dimdik ayakta kalmaya başardı ve yeni bir devlet kurdu. Bu yeni ve genç devlere Türkiye Cumhuriyeti adı verildi.

Osmanlı İmparatorluğu’nu kaybetti ama yeni bir Cumhuriyet’e kavuştu. Bu heyecanla tekrar canla başla çalışmaya, savaşın yaralarını sarmaya, her alanda atılım yapmaya başladı. Devleti kuran liderlerin geniş bir vizyonu vardı, koydukları hedefte büyüktü: Çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak, hatta onu aşmak.

Bugün gelinen noktada Türkiye bu hedeflere ne kadar ulaştı? Daha ne kadar yol kat etmek durumunda? Her düşünen Türkiye vatandaşı ve Türkiye sevdalısının bu sorular üzerinde kafa yorması gerekmez mi? Elbette gerekir.

Önce eğitimden başlayalım. Cumhuriyet kurulduğunda nüfus azdı. Okuma yazma oranları çok düşüktü. Yeni Türk devletinin ilk hamlelerinden biri eğitim seferberliği oldu. Çünkü eğitim düzeyi ne kadar yüksek olurda bir milletin, yükselmesi ve gelişmesi de o kadar hızlı olacaktı. Aradan yıllar geçti. Bugün gelinen noktada okur-yazar oranı yüzde doksanı geçti.

Türkiye genelinde ilköğretimde okullaşma oranı yüzde 98. Bu, Cumhuriyet tarihinin rekoru. Doğu illerimize gidince bu oran biraz düşüyor ama yine de umut verici bir durum var. Örneğin Hakkâri’de yüzde 85, Bitlis ve Muş’ta yüzde 87, Yozgat ve Van’da yüzde 88, Bingöl’de yüzde 91,Ağrı’da ise yüzde 93 olarak belirlendi. Okullaşma oranı orta ve yükseköğretimde aynı oranda gelişmiş değil. Fakat gittikçe yükselen bir trend söz konusu.

Peki, ama eğitim-öğretim oranları üzerinde niçin bu kadar duruyorsunuz diye sorabilirsiniz. Bunun cevabı sizin de zihniniz de olan cevap aslında. Eğitim düzeyi arttıkça insanlar daha iyi, doğru ve rasyonel seçimler ve tercihler yaparlar. Akıllarını başkasının cebine koymazlar. Kendi geleceklerini kendileri tayin ederler. Eğitim, insanı özgürleştirir, güçlendirir, kendine olan güven duygusunu artırır.

Türkiye’nin nereye koştuğunu, hangi istikamette gittiğini görmek açısında eğitim ve öğretim oranları son derece önemli. Son göstergeler bazı eksiklik ve noksanlarına rağmen ki bunların zaman içinde telafi edilmedi ve çözümlenmesi mümkün, Türkiye aydınlık bir geleceğe doğru koşuyor. Bunu görmek için yapmamız gereken olgulara bakmak, ideolojik ve duygusal yaklaşımlarımızı bir kenara koyabilirsek Türkiye’nin gerçeklerini daha kolay görebiliriz.

Yükseköğretimde uluslararasılaşma Türkiye için ne vadediyor?

Prof. Dr. Talip Küçükcan  Bu yazının başlığı "Türkiye 370 milyar dolarlık yükseköğretim ekonomisinden ne kadar pay alıyor?" olab...