30 Mayıs 2007 Çarşamba

Dinlerarası İlişkilerin Entelektüel, Etik ve Pratik Temelleri

Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı “Dinlerarası İlişkiler” konulu bir proje yürütüyor. Seçkin bilim insanları ve uzmanlar bu projeye katkıda bulunuyor. Bu projenin kuşkusuz tarihsel bir yönü var ama acaba günümüzde nasıl bir pratik izlenebilir konusu biraz daha ilgi çekici olmalı. Dinlerarası ilişkilerin pratik, uygulamalı ve işlevsel yönleri söz konusu olduğunda, bu konunun tarihsel seyrinin sadece teolojik parametrelerle ilinti olmadığı, siyaset bilimi, siyaset-hukuk-din sosyolojisi bilimlerinin de araştırma konuları arasında yer alan uluslar arası ilişkiler ve ittifaklar, toplumsal hareketler ve sosyal ağlar, transnasyonal oluşum ve akımlar, kültürler ve medeniyetler arası ilişkiler ve medya, imajlar ve iletişim gibi çok boyutlu ve katmanlı perspektiflerden de ele alınması gerektiği söylenebilir. Bu nedenle “Dinlerarası İlişkilerin İslevsel Boyutları” tartışmalarının, ilahiyat uzmanlarına ilaveten yukarıda sayılan alanlarda temayüz etmiş uzmanların da katkılarıyla zenginleştirilmesi yararlı olacaktır.

“Dinlerarası İlişkilerin İslevsel Boyutları” tarihsel pratiğin gözden geçirilmesi, değerlendirilmesi, yeni gelişmeler karşısındaki değişimi analiz etmek ve alınacak yeni pozisyonların belirlenmesi açısından gerekli bir adım olmakla birlikte, bilgi çağının beraberinde getirdiği söylem, enstrüman ve yöntemleri kavramak, kullanmak ve şekillendirmek tarihsel analizlerin ötesine geçmeyi gerektirir. Dinlerarası ilişkilerin tarihsel ve teolojik boyutları kuşkusuz normatif kuralların temellerinin oluşturmuş, etkileri günümüze kadar yansıyan ve bugünkü ilişkileri de derinden etkileyen imajlar, tutumlar, kalıp yargılar, korku, endişe ve tehdit algılarının doğmasına ve kökleşmesine neden olmuştur. Söz konusu tarihsel deneyimler ve teolojik kabuller siyaset, uluslar arası ilişkiler ve toplumsal oluşumlara yansıyarak devam etmiştir.

Genel olarak günümüzdeki din algısı, özel olarak İslam ve dinlerarası ilişkilere yaklaşımın tarihsel arka plandan soyutlanarak anlaşılması mümkün değildir. Modern toplumların dinle ilişkisi orta çağda Avrupa’da baskın olan ruhban sınıfı tekelindeki din anlayışına karşıt hareketlerin ortaya çıkması ve zaferi ile ciddi bir kırılmaya uğramıştır. Aydınlanma ve modernleşme süreci ile başladığını söyleyebileceğimiz Avrupa’ya özgü bir deneyim olan bu kırılma dalga dalga yayılmış, ancak din algısı ve din-toplum ilişkisi söz konusu olduğunda her coğrafyada aynı etkiyi yapmamıştır. Fakat aydınlar arasındaki genel kanaat modernleşme ve Avrupa’da bu süreçle başlayıp gelişen sekülerleşme sürecinin evrensel bir duruma işaret ettiği yönünde olmuştur. Bu algı biçimi modern toplumlarda din, dinler ve medeniyetler arası ilişkiler sorunlarına yaklaşımları da etkilemektedir. Hatta genel olarak dinler özel olarak İslam ile ilgili olumsuz görüşlerin temelinde bu tarihsel kırılmanın ve İslam dünyasında yürütülen projelerin büyük etkisi olduğu söylenebilir. Modernleşme ve sekülerleşme arasında pozitif bir ilişki kuran yaklaşım, Avrupa deneyiminin evrensel bir açılım olduğundan hareketle İslam dinini ve toplumlarını anlamaya ve açıklamaya çalışmıştır. Ancak İslam dini ve toplumlarının kendine özgü yapısı, tarihsel deneyimi ve şartları göz önünde alınmadığı için bazı düşünürler İslamın özü gereği, bu dinin ve mensuplarının batı örneğinde olduğu gibi sekülerleşemeyeceği sonucuna ulaşmıştır. Bu düzeydeki analiz monolitik, tek, değişime direnen ve yeniliklere kapalı bir İslam algısının güçlenmesine neden olmuştur. Özellikle son yıllarda yaşanan şiddet olayları ve bu olayların küresel medyada yansıtılış biçiminin doğal bir sonucu olarak bu imajların gittikçe yaygınlaştığı ve bazı ülkelerde Islamofobiye dönüştüğü gözlenmiştir.

Entelektüel Temel

“Dinlerarası İlişkilerin İşlevsel Boyutları” söz konusu olduğunda bu türden ilişkilere sağlam bir temel teşkil etmesi açısından ortak entelektüel, etik ve pratik temellerin bulunması ve inşa edilmesi gerekmektedir. Bu amaçla yapılması yararlı olacak ilk girişim, din, din-toplum, İslam ve Müslüman toplumlar ve dinlerin birbirine bakışını derinden etkileyen moderleşme ve sekülerleşme süreçlerinin varsayımlarının gözden geçirilmesi, özellikle Avrupalı ve Türk aydınlar arasında yaygın kabul gören sekülerleşme paradigmasının bugünkü toplumsal gerçekliği analiz etme gücünün ne kadar yeterli olduğunun belirlenmesi ve buradan hareketle var olan sosyal gerçekliği anlamaya yönelik yeni bir yaklaşımın üzerinde durulması gerekir. Bu bağlamda din-toplum ilişkileri söz konusu olduğunda sosyal bilimlerde sorgulanmadan kabul gören modernleşme/sekülerleşme kuramının başlıca argümanlarını ve günümüzde bunlara yöneltilen itirazları gözden geçirmek gerekecektir. Böyle bir eksersiz, tartışma ve eleştiri farklı din mensupları arasında ortak bir entelektüel zeminin inşasına katkıda bulunacaktır, çünkü söz konusu edilen modernleşme/sekülerleşme kuramı sadece bir dini değil bütün dinleri toplumsal etkilerinden soyutlama eğilimindedir. Bu yaklaşımın eleştirisi modern toplumlarda dinin yerinin anlaşılması, yani arkaik bir değerler ve inançlar bütünü olmayıp, modern insanın varoluşsal sorunlarına cevap veren bir kaynak olduğunun anlaşılması açısından önemlidir ve farklı din mensupları ile kurulacak ilişkiler açısından önemli bir ortak entelektüel platform niteliğine dönüştürülebilecek bir potansiyel taşımaktadır.


Etik Temel

Dinlerarası ilişkiler söz konusu olduğunda ele alınması gereken önemli konulardan biri, bu ilişkilerin zemininde var olması beklenen bir etik temele ihtiyacıdır. Ayrıca söz konusu etik temelin başlıca parametrelerinin ne olduğu veya olması gerektiği de önemli tartışma konusu sayılmalıdır. Dinlerarası ilişkilerin, bu süreçlere dahil olan aktör ve taraflarca kabul edilen ve onaylanan etik temellere dayanması gerekmektedir. Ortak etik temellere dayalı olmayan iletişim ve ilişki bir taraftan görecelilik ve tarafların kendi çıkarları doğrultusunda hareket ettikleri algısının ortaya çıkmasına, diğer taraftan da söz konusu ilişkileri çıkmaza sokacak güvensizlik duygusunun oluşmasına neden olacaktır. Özelikle dinlerin, diğer dinlerle ilişkileri söz konusu olduğunda, hakikat iddiasından vazgeçmeleri beklenemez. Her din kendi hakikatinin evrensel olduğu iddiasını sürdüreceğinden, bu alanda teolojik temele dayalı bir ortak zemin oluşturulması mümkün görünmemektedir. Tek tanrılı dinler bile teolojik ortak noktalarına rağmen hakikat iddiası söz konusu olduğunda, evrensel hakikati sahiplenme konusunda herhangi bir taviz vermiyor, kaldı ki din mensupları tarafından böyle bir tutumun benimsenmesi de beklenmemelidir. Bu nedenle karşılıklı güveni sağlayacak ve tarafların birbirine kuşku duymasını engelleyecek ortak etik temelinin belirlenmesi ve paylaşılan etik kodlar çerçevesinde ilişkilerin kurulup sürdürülmesi gerekmektedir. Söz konusu ortak etik zeminin vazgeçilemeyecek ilkeleri arasında şunları saymak mümkündür:
Taraflar/aktörler arasında karşılıklı saygı.
Hakikat iddiasından vazgeçilmesi beklentisinde olmamak.
Taraflar/aktörler arasında ortak iyinin inşasına yönelik niyet paylaşımı.
Diyalog ve hoşgörünün ötesinde bir anlayış ve muhatabını olduğu gibi kabullenme.
Güven

Pratik Temeller
Dinlerarası ilişkilerin sağlıklı bir şekilde yürütülebilmesi için yukarıda ana parametreleri açıklanan entelektüel ve etik temeller çerçevesinde ortak pratik temellerinin ve uygulama alanlarının da bulunması gerekmektedir. Aksi takdirde söz konusu ilişkiler teorik söylemlerden öte geçmeyen projeler olarak kalacaktır. Dinlerarası ilişkilerin pratik temelleri insanlığın karşılaştığı sorunların çözümüne, ortak yaşam alanlarının artırılması ve ortak bir gelecek inşa etmeye yönelik çalışmalar şeklinde dizayn edilebilir.

Entelektüel ve etik temeller ile de doğrudan ilintili ortak pratik temellerin biri, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi (1948), Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (1950), Din ya da Kanaate Dayalı Her Türlü Hoşgörüsüzlük ve Ayrımcılığın Kaldırılmasına İlişkin Bildirge (1981) gibi belgelerde yer alan temel insan hak ve özgürlüklerinin vazgeçilmez unsurlarından olan vicdan ve din hürriyetlerinin tesisi ve korunması olabilir. Din özgürlüğünün tanımı ve kapsamı hakkında farklı görüşler olmakla birlikte din özgürlüğü, temel olarak bireyin kendisine dini veya kutsal görünen, bireyin dini veya kutsal olarak algıladığı, yorumladığı ve kabullendiği öğretileri seçme ve benimseme hürriyetini, bu dini inanç sistemi ve öğretisinin kendisinden talep ettiği ödevleri, ibadetleri, pratikleri ve ritüelleri herhangi bir engelle karşılaşmadan yerine getirebilmesi özgürlüklerini kapsamalıdır. Din özgürlükleri kapsamına ayrıca bireylerin kendi dinlerini öğrenme, çocuklarına öğretme, bu amaçla kurum oluşturma, yayın yapma ve yasalar çerçevesinde etkinlikler düzenleme özgürlükleri de girmelidir. Bu temel özgürlüklerin kamusal düzenle uyumlu bir şekilde anayasal güvenceyle sağlanması ve küresel korunmaya alınması bütün inananları ve inanmayanları yakından ilgilendirmektedir. İnsan haklarına saygı duyulan demokratik, özgür, çoğulcu ve katılımcı bir toplumun inşası ve hayatiyetini sürdürmesinde din özgürlüklerinin sağlanması ve korunmasının büyük payı vardır. Din ve vicdan özgürlüklerinin kurumsallaştırılması gerçek anlamda çoğulcu bir toplum yapısının ön şartlarından biridir. Bu mülahazalar din ve vicdan hürriyetinin temini ve korunmasının pratik ve uygulamalı bir ortak alan olarak kabul edilebileceğine işaret etmektedir.

Dinlerarası ilişkiler açısından bir başka ortak pratik temel, dünyanın birçok yerinde toplumsal kırılmalara ve zaman zaman da kıyımlara neden olan “sürtüşme ve çatışmaların” önlenmesi, bu süreçleri ortaya çıkaran sorunların çözümüne katkıda bulunabilecek girişimler temelinde inşa edilebilir. Dinlerin ortak temel mesajlarından birinin barış olduğu göz önüne alınırsa, bu ortak temel daha anlamlı bir çerçeveye kavuşmuş olur. Dinlerin yükselişe geçtiği bir dünyanda bahsediyorsak, ortak bir gelecek inşası için din mensuplarının ve önderlerinin sürtüşme ve çatışmaların önlenmesi konusunda daha aktif rol almaları gerektiği düşünülebilir. Bu bağlamdaki ortak çalışmanın bir yönünü de “ders kitapları, edebiyat ve filmlerde” öteki dinlere ve mensuplara ilişkin anlatımların analiz edilmesi, gerçeği yansıtmayan söylemlerin düzeltilmesi ve böylece önyargılı imajların ortadan kaldırılmasına yönelik çabalar oluşturabilir.

Dinlerarası ilişkiler açısından bir başka ortak pratik temel “sosyal projeler” ekseninde kurulabilir. Günümüzde birçok sorunun kaynağı olan gelir dağılımındaki eşitsizlik ve kaynakların adil paylaşılmamasının neden olduğu yoksulluk, yoksulluğun beslediği yabancılaşma ve dışlanmışlık duygusudur. Dinler ve din mensupları sahip oldukları kaynakların bir kısmını dünyanın dört bir yanına yayılan sosyal ağları ise bu sorunların giderilmesine ayırabilir. Yoksulluğun giderilmesi, sağlık ve eğitim hizmetlerinin her kesime ulaştırılması, çevre tahribinin önlenmesi gibi meydan okumalara karşı çözüm üretme ve bunu dünya ile paylaşma gibi “sosyal projeler”, dinlerarası ilişkiler açısından bu yüzyılın en geniş tabanlı pratik temellerinden birini oluşturmaktadır.

Dünyadaki gelişmeler ve sosyo-politik gerçeklik dinlerarası ilişkiler konusunun sadece “dini ve teolojik” alanla sınırlanamayacağını göstermektedir. Bu konuda sadece din temsilcilerinin değil aynı zamanda, en azından pratik ve uygulamalı temeller söz konusu olduğunda, sivil toplum ve düşünce kuruluşları, iş dünyası örgütleri ve medyanın da görüş ve destekleri sağlanmalıdır. Çeşitli projelerin toplumun geniş kesimlerince benimsenmesi ve desteklenmesi için, dinlerarası ilişkiler sürecine söz konusu aktörlerin katılımına özen gösterilmelidir. Ayrıca dinlerarası ilişkilerin entelektüel, etik ve pratik temelleri kadar, bütün bu süreçlerin yönetiminde izlenecek bir “iletişim stratejisine” de ihtiyaç olduğu unutulmamalıdır.

24 Mayıs 2007 Perşembe

Türkiye’nin özlediği lider

22 Temmuz seçimlerinden sonra Türkiye’de yeni bir Cumhurbaşkanı seçilecek. Yeni Cumhurbaşkanı nasıl biri olmalıdır? Hangi özellikleri taşımalıdır? Gündeminde neler olmalıdır? Bu sorulara cevap aramayalım herp birlikte.

DIŞA DÖNÜK BİR LİDER

Geniş bir toplumsal tabanı temsil edecek olan Cumhurbaşkanı, farklı siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik sınıflara mensup grupların tümüyle iletişim kurabilmeli ve Köşk’ten çıkarak halkın sesini, sorularını, kaygılarını ve taleplerini doğrudan dinleyebilmelidir. Onuncu Cumhurbaşkanı alışveriş filesi taşıma, kırmızı trafik ışığında durma ve hastanede muayene sırasında sıra beklemek gibi sembolik davranışların ötesine geçemediği için toplumun bütün katmanları ile iletişim kuramamış, Köşk’ün resmi ve bürokratik havasının halk ile Cumhurbaşkanı arasında duvar örmesine engel olamamıştır. Bu nedenle yeni Cumhurbaşkanı devlet ile toplum arasında örülen duvarı yıkacak ve toplumun tümümü kucaklayacak bir profile sahip olmalıdır. Çıkar çatışmaları ve iktidar mücadelelerinin ideolojik kamplaşmalar, toplumsal ayrışmalar ve etnik çözülmeler gibi korku ve tehdit algılarından yararlanmaya çalıştığı günümüzde, ülkenin en çok ihtiyaç duyduğu açılımlardan biri, korku duvarlarının arkasına sığınmayan bir Cumhurbaşkanının topluma liderlik yapmasıdır. Bu nedenle halkla ilişkileri güçlü bir Cumhurbaşkanı korku ve tehdit algılamalarını aşan bütünleştirici bir fonksiyon edecektir.

Farklı formlarda ulusalcılıkların yükseldiği, etnik köken ve dini kimlik siyasetinin toplumsal mutabakat ve ortak zemini zayıflatmaya çalıştığı Türkiye “ortak payda” ve “ortak miras” ve “ortak gelecek” vurgusunu yapabilecek, kimlik siyasetinin çözümleyici ve ayrıştırıcı etkilerini ortadan kaldırabilecek bir anlayışın Cumhurbaşkanlığı makamına geçmesi halkın beklentileri arasındadır. Bu manada bütün toplumsal kesimlerin sahip çıkabileceği bir ortak zeminin yeniden inşası veya var olanın demokratik, özgürlükçü ve katılımcı bir anlayışla tarih, kültür ve sanat derinliği ile güçlendirilmesi elzem görünmektedir. Bu noktada bahsi geçen değerleri özümseyen bir Cumhurbaşkanı ortak gelecek vurgusunu daha ikna edici bir söylem ve pratikle toplumla paylaşabilir.

SOSYAL SERMAYEYİ MOBİLİZE ETMEK
Çağdaş dünya “gönüllü” sektörün yükselişine tanıklık etmektedir. Dünyanın gelişmiş birçok ülkesinde Cumhurbaşkanı gibi liderler “toplumsal sermaye” denilebilecek potansiyelleri mobilize edecek bir aktivitelerde bulunmaktadır. Bu tür etkinlikler, hem geniş halk kitleleriyle devlet arasındaki bağın güçlenmesi, hem de toplumsal kaynaşmanın sağlanması açısından önemlidir. Bu nedenle Cumhurbaşkanının ulusal çapta “gönüllülük” ve “beşeri/sosyal sermayeyi” mobilize edecek ikna ve liderlik gücüne haiz olması beklenmektedir.

Türkiye uzun yıllardır özlemle beklediği siyasal ve ekonomik istikrara kavuşmuştur. Bu istikrarı sürdürülmesi ve güçlenmesine büyük katkıda bulunacağına inanılan en önemli beklenti halkın yetki verdiği parlamento ve hükümet ile çatışmayan ve gerilim yaratmayan Cumhurbaşkanının Köşk’e çıkmasıdır. Türkiye’de iktidarlar uzun yıllar boyunca böyle bir çatışma ve sürtüşmenin etkisini hissetmiş, planladıkları reformları gerçekleştirememiş ve halkın kendilerine verdiği yetkiyi etkin bir şekilde kullanamamıştır. Bu noktada Türkiye’nin tarihi bir fırsat yakaladığına inanılmaktadır. Cumhurbaşkanının, hükümetle “iktidar mücadelesi” içinde olmayan, hükümetin yenilikçi politikalarını destekleyen ve ülkenin dönüşümüne destek veren müzakereci bir anlayışı benimsemesi beklenmektedir. Böyle bir ilişki biçiminin her açından sinerji yaratacağına inanılmaktadır.

Türkiye’de muhalefet niçin etkisiz?

AK Parti’nin siyaset sahnesinde yükselişi ile birlikte, Türkiye’de sol muhalefet, uzun yıllar tekelinde bulundurduğu bürokratik iktidar ve imtiyazını kaybetme noktasına gelmiştir. AK Parti iktidarı, devlet bürokrasisinin merkezine yerleşmiş olan sınıfın hegemonyasına son verdiği ve toplumun geniş kesimleri ile sosyolojik bağlantısı olmayan elit iktidarını sonlandırdığı için CHP ve bürokratik iktidardan yanlıları tarafından hedef olarak seçilmiştir. Ana muhalefet partisi kurumsallaşmış demokrasilerde olduğu gibi hükümete yönelik eleştirilerini izlenen politikalar üzerinden yürütmek yerine kişiler üzerinden yürütmeyi tercih etmiştir.

Muhalefetin hükümete yönelik eleştirilerinin ekonomi, dış politika, sağlık, eğitim, ulaşım, enerji, demokratikleşme gibi “hükümet etmeye” ilişkin konulara değinmediği görülmektedir. Aslında bu muhalefetin en zayıf noktalarından birini oluşturmaktadır. Çünkü muhalefetin söyleminin ana çatısını hiçbir farklı çözüm önerisi veya alternatif proje ortaya koymayan ama her şeye ve herkese “hayır” deme yaklaşımı oluşturuyor.

Muhalefet, ekonomi, istihdam, sağlık, eğitim, ulaşım, enerji, demokratikleşme gibi halkın günlük hayatını doğrudan etkileyen konularda kendi projesini sunamamıştır. Daha somut olarak söylemek gerekirse tüm enerjisini ve birikimini geniş görüşlülük, yaratıcılık ve uygulama gücü gerektiren bu konuların dışında harcamıştır. Örneğin Kıbrıs, Irak ve AB konularında hükümetin izlediği politikaları ağır şekilde eleştirmiş ancak bu konularda kendi politikalarının ne olduğunu veya olacağını hiçbir zaman açık ne net olarak kamu ile paylaşmamıştır. Benzer şekilde YÖK, eğitim, ulaşım, yoksulluk, işsizlik ve benzeri birçok konuda millete ne sunacağını göstermemiştir.

Muhalefet, hükümete karşı söylemlerini büyük oranda Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana canlı tutulan ve sürdürülen ideolojik bir eksende yürütmeyi tercih etmiştir. Muhalefet laiklik, cumhuriyet, yaşam biçimine müdahale ve kadrolaşma konularını bu bağlamda ön plana çıkarmıştır. Çünkü bu konularla ilgili suçlamaları dile getirmek hem çok daha kolay hem de böyle kaygan zeminde siyaset yapmak muhalefetin geleneksel söyleminin en belirgin malzemesidir.

Muhalefet rasyonel tartışmalar yerine romantik, duygusal ve ideolojik suçlamaları ardı arkası kesilmeden piyasaya sürmüştür. Türk siyasetinin derinlik kaybına uğradığı bu süreçte “zinde güçler” kendilerini gösterip sivil siyasete çeki düzen verme girişiminde bulunmuştur. Muhalefet, kanıtlanması mümkün olmayan konularda “niyet okuma” ve “gizli gündem” tartışmaları yaratarak “gerilim” politikalarından yaralanmaya çalışıyor. Muhalefet kendisini, 4,5 yıllık AK Parti iktidarı süresince edilgin ve tepkisel bir konuma mahkum etmiş sadece “kriz”, “gerilim” ve “korku” eksenlerinde hareket etmiştir. Bu durum aslında iktidara ciddi bir psikolojik üstünlük vermektedir çünkü muhalefet iktidarın söylem ve icraatlarına tepki göstermek dışında başka bir şey yapmamış, kendilerinin ne tür projeleri olduğunu anlatma girişiminde bulunamamıştır.

Muhalefetin ideolojik ve irrasyonel çerçevede sürdürdüğü kampanyada, yukarıda çerçevesi çizilen korku ve kaygı uyandırma girişimlerinin bir parçası olarak hükümetin genel politikaları ve icraatları yerine temayüz etmiş bürokratlar zaman zaman hedef seçilmiştir. Muhalefet bir anlamda hükümetin önem verdiği bürokratlar üzerinden dövülmeye ve yıpratılmaya çalışılmıştır. Bu yapılırken dahi söz konusu bürokratların kararları, icraatları ve yaptıkları değil, “laiklik” ve “cumhuriyet” karşıtlığı veya söz konusu bürokratların aile yapısı veya hayat biçimi tercihleri gibi konular eksen alınmıştır.

Ana muhalefet sürekli “negatif propaganda” yapmayı yeğliyor, sürekli felaket senaryoları çiziyor. Halbuki eksik ve gediklerine rağmen Türkiye dünyanın en büyük yirminci ekonomisine sahip. Pakistan ve Afganistan devlet başkanlarını aralarındaki anlaşmazlıkları gidermek için bir araya getirecek kadar bölgesel ağırlığı olan bir ülke. Gelişmiş demokrasilerde iktidar dışındaki partiler zaman zaman “pozitif muhalefet” yaparlar. Türkiye’de muhalefetin beğendiği hiçbir şey yok. Bu totalci yaklaşım devam ettiği sürece muhalefetin Türkiye sosyolojisini ve gerçeklerini doğru okumasını beklemek hayalden başka bir şey olmayacaktır.

16 Mayıs 2007 Çarşamba

Rasyonel zeminde siyaset

Türkiye hareketli günler geçiriyor. Bir taraftan cumhurbaşkanlığı seçimi ve çeşitli kentlerde yapılan mitingler, diğer taraftan asker muhtırası ve genel seçimler gündemin ilk maddelerini oluşturuyor. Bu hengame içinde tartışmalar genelde laiklik, cumhuriyet ve hayat biçimine müdahale endişesi gibi konulara takılıp kalıyor. Siyaset, medya ve sivil toplum bu türden tartışmalara kilitlenmiş durumda. Aslında genç bir nüfusu olan Türkiye için bu ciddi bir enerji kaybı demek.
Niçin mi? Çünkü laiklik ve cumhuriyet elden gidiyor, hayat biçimimizi değiştirecekler endişesi ve korkusu sınırları içinde sıkışan tartışmalar hep sonuçsuz kalıyor. Nerdeyse seksen yıldır bu türden tartışmalar yapılıyor ve bir netice de alınamıyor. Bunun başlıca nedeni söz konusu tartışmaların objektif, nesnel ve ölçülebilir düzlemde yapılmaması.
Birilerini, laiklik yanlısısın, değilsin veya din yanlısısın, değilsin gibi suçlamak çok kolay. Bu kadar muğlak suçlamalara maruz kalanların kendilerini savunmaları da mümkün değil çünkü ne derlerse desinler sürekli “niyet okuma” yapılıyor. Sizin düşünceniz ne kadar belirgin olursa olsun birileri isterse hemen “niyet okuma” işlemi başlatır ve sizi fikri planda mahkum ediverir. Geçmiş bunun örnekleri ile dolu ve ne yazık ki bu eğilim Türkiye’de hala varlığını sürdürüyor.
Rasyonel tartışmalar yerine romantik, duygusal ve ideolojik suçlamalar ardı arkası kesilmeden piyasaya sürülüyor. Bu da Türk siyasetinin ve medyasının derinlik kaybına uğramasına neden oluyor. Türkiye’nin böyle bir derinlik kaybına tahammülü yok zira “zinde güçler” bu durumlarda kendilerini gösterip ortalığa çeki düzen verme sevdasına kapılıyor. İşte bu nedenle siyaset, medya ve sivil toplum bu tür kısır döngülerden kurtulmak zorundadır. Peki bu nasıl gerçekleşebilir, yani bahsedilen kısır çekişmelerden kurtulmak nasıl mümkün olabilir?
Bunun en kısa cevabı “rasyonel” davranmaktır. Yani ülke sorunlarını ve gündemini tartışırken duygusal heyecanlardan ve romantik beklentilerden sıyrılarak, akıl ve mantık çerçevesinde bir tartışma yürütmek gerekir.
Tabir yerindeyse kavga ve çekişmeler yerine “müzakere” yöntemi seçilmeli, sağcısı, solcusu, muhafazakarı ve liberali ile ortak bir zemin üzerinde söz konusu tartışmalar yürütülmelidir. Aksi takdirde Türk siyasi hayatında sloganların egemenliği sürecektir. Bu egemenlik sürdükçe de ekonomi, sağlık, enerji, hukuk, istihdam ve eğitim gibi temel konularda rasyonel tartışmalar, müzakereler ve girişimler yapılmayacaktır. Onun için siyasi hayatı yönlendiren aktörlerin “niyet okuma”ya dayalı kuşku, korku ve fobilere değil somut göstergelere dayalı siyaset söylemi geliştirmeleri gerekir. Aksi halde Türkiye, gelişmiş ülkeleri çok geriden takip edecek ve bunun faturasını da halk ödeyecektir.
Bölgesel güç olmaktan küresel ölçekte bir güç olmaya başlayan Türkiye’de korkuya dayalı siyasi tartışmaların ülkeye kazandıracağı bir şey yok. Kuşkusuz laiklik konusunda kaygıları olanlara kulak verilmeli ve kaygı nedenleri ortadan kaldırılmalıdır. Ama Türkiye’nin geleceği söz konusu olduğunda sorulması gereken asıl sorular günlük hayatımızı doğrudan ilgilendiren eğitim, sağlık, enerji, istihdam, konut, ulaşım, hukukun üstünlüğü, hesap verilebilirlik ve saydamlık gibi konularda neler yapılıyor, bundan on yıl, yirmi yıl sonra Türkiye bu konularda nerde olacak türünden sorular olmalıdır. Geçmişten ders almak doğrudur ama oraya kilitlenmek karanlık bir çıkmazdan başka bir şey değildir. İşte bu bağlamda Türkiye nereye koşuyor sorusu hem anlamlı hem de önemlidir.
Türkiye aydınlık yarınlara koşuyor. Bundan kimsenin kuşkusu olmasın. Ve bu koşu, her türlü engellemelere rağmen, bütün milletin katılımıyla bir coşku seline dönüşüyor.

Seçim sosyolojisi

Türkiye’de genel seçimlerin 22 Temmuz’da yapılması kararlaştırıldı. Olağandışı bir gelişme olmadığı takdirde yaklaşık kırk milyon seçmen bu tarihte oy kullanacak. Eğer okurlarımız aynı tarihe rastlayan günlerde yaz tatillerine çıkmış olurlarsa Türkiye’deki seçim şenliğine tanıklık edebilecekler. Türkiye’de seçimler İngiltere, Almanya ve Fransa’daki gibi sessiz, sakin ve sönük geçmez. Seçimler bir karnaval havasında geçer. Toplumun dinamizmini seçimin en başından itibaren görmek mümkündür. Aday belirleme sürecinden tutun da miting meydanlarından seçim sandıklarına gidiş aşamasına kadar hemen her aşamada bu dinamizmi görmek mümkündür.
Türkiye’de seçimlerin bu kadar renkli, hareketli ve festivali andırır bir hava içinde geçmesinin bazı nedenleri var. Bunlardan birincisi toplumun siyasetten beklentisinin yüksek oluşu ve değişim arayışına duyulan ilgidir. Bir diğer nedeni ise Türkiye’deki siyasal eğilimlerin çok saha çeşitli ve zengin bir yelpazeye sahip olmasıdır. Örneğin İngiltere’de, siyaset anlamında bütün taşlar yerine oturmuş sayılır. İki partili bir sistem görüntüsü var. Her ne kadar Liberal Parti de mecliste temsil ediliyor olsa da aslında yıllardır İşçi Partisi ve Muhafazakar Parti arasında geleneksel bir çekişme ve mücadele var. Hangi parti iktidara gelirse gelsin eğitim, sağlık, ulaşım ve uluslar arası ilişkiler alanlarında birbirine benzer politikalar izliyor. Temel konularda ciddi bir politika ayrışması veya kırılması yok. Toplumun da bu yönde ne bir beklentisi ne de bir kaygısı var. O nedenle İngiltere’deki seçimlere katılım oranı düşük oluyor. Çünkü seçimlerin bir heyecanı yok ve beklenti de oluşturmuyor. Herkes şunu iyi biliyor. Hangi parti iktidara gelirse gelsin benzer politikalar izleyecek. Hayat akışında belirgin bir değişim olmayacak. Bu nedenle bazıları oy versem de aynı vermesem de aynı diyor ve sandığa gitme gereği duymuyor.
Sosyolojik bir analiz yapıldığında Türkiye’deki durumun çok farklı olduğu görülür. Seçmen davranışlarına bakıldığında siyasetten beklentinin çok yüksek olduğu, siyasetin hayatın bir çok alanında değişim yaratabilecek bir süreç olduğu, siyasi partilerin kısmen de olsa birer sığınak olarak görüldüğü söylenebilir. İşte bu nedenle seçmenlerin nerdeyse yüzde doksanı gider oyunu kullanır. Her oyun beklenen değişime bir katkı sağlayacağı düşünülür.
Türkiye’yi diğer ülkelerden farklı kılan bir başka özelliği de, ülkedeki siyasal tercihlerin ve ideolojik ayrışmaların daha belirgin bir şekilde dışa vurulmasıdır. İngiltere, Almanya ve Fransa gibi ülkelerde genel sağ-sol ve liberal-muhafazakar gibi ayrımlar var. Bu ayrımlar sosyolojik açıdan bakıldığında toplumsal ayrışmalara neden olmuyor. Bu nedenle politikacılar söylemlerinde ideolojik bir dil kulansa da bu fazla heyecan uyandıran, toplumu geren ve siyaseti bir hesaplaşma arenasına dönüştüren bir sürecin ortaya çıkmasına neden olmuyor. Halbuki Türkiye’de ideolojik sembol ve dil kendi karşıtlarını ve muhaliflerini üretiyor.
İşte bu nedenledir ki, siyaset zaman zaman toplum mühendisliğine dönüşme riski taşıyor. Türkiye’de tek parti dönemi politikaları yukardan empoze edilen ve topluma rağmen sürdürülen bu türden mühendisliğin izlerini taşır. Buna karşı çıkan irade işte bu nedenle 1950 seçimlerinde Demokrat Parti’yi iktidara taşımıştır. Bu tarihten itibaren de siyaset bir tür hesaplaşma alanına dönüşmüş ve Türkiye’deki iktidar mücadeleleri eğitim, sağlık, ulaşım ve toplumsal refah gibi projelerden çok bazı sanal kaygı ve korkular ekseninde yürütülmüştür.
Bunun en son örneğini yaklaşan seçimlere ilişkin tartışmalarda görmek mümkündür. Mevcut partiler hangi toplumsal projeleri olduğundan hiç bahsetmiyor. Ne kadar laik, demokrat ve hukuk yanlısı olduklarını göstermeye ve rakiplerinin bu alanlardaki eksikliklerini göstermeye çalışıyorlar. Kuşkusuz bütün bunlar Türkiye’ye her zaman ki vakit kaybettiriyor.

2 Mayıs 2007 Çarşamba

Türkiye korkularından kurtulmalıdır

Türkiye’de siyasi gündem o kadar hızlı değişiyor ki, hem kamuoyu hem de analistler şaşkına uğramış durumda. Bu hızlı değişimin gerisinde ne yatıyor sorusunu her kesim farklı şekilde cevaplıyor. Ancak Türkiye’nin sosyal dokusunu, siyasi kültürünü ve ülke içinde yaşanan iktidar mücadelelerini biraz bilenler aslında bütün bu olayların gerisinde derin bir hesaplaşmanın olduğunu görebilir. Cumhurbaşkanlığı seçimine odaklanmış gibi görünen gelişmelerin arkasında yatan şey aslında milli iradenin belirgin gücüne, talebine ve tercihine gösterilen direniştir. Yani mesele sadece belirli bir partinin adayını cumhurbaşkanı seçmekten ibaret değildir. İşin özü aslında bunu bahane edip laik-anti laik, çağdaş-gerici, cumhuriyetçi-cumhuriyet karşıtlı söylemlerini canlı tutarak halkın iktidarına ve seçilmişlerin ülke yönetimine karşı durmaktır. Kuşkusuz toplumun bazı kesimlerinin kendileri açısından kaygı teşkil eden konuları sivil ve demokratik platformlarda gündeme getirmek istemesinden daha doğal bir şey olamaz. Ancak bunu yaparken kullanılan yöntem, dil ve yapılan ittifakların son derece dikkatle ve özenle seçilmesi gerekir.
Türkiye’de olup bitenler bize bir daha gösterdi ki, Türk demokrasisi ve hukuku hala bazı korku ve kaygıların gölgesinde. Özellikle “rejim tehlikede”, “hayat biçimine müdahale olacak”, “irtica yükseliyor” gibi tehdit algılarının beslediği siyasal duruş demokrasi ve hukuku zedeleyecek söylem ve faaliyetlerde bulunabiliyor. Peki bundan kim zarar görüyor? Tabi ki bütün Türkiye ve Türk halkı. Unutmayalım ki yirminci yüzyıl, çok sayıda dikta rejiminin söndüğü ve demokrasinin geniş kitlelerce benimsendiği bir yüzyıl oldu. Yirmi birinci yüzyılda da bu hareket devam edecek, demokrasi gittikçe yükselen bir değer olarak varlığını pekiştirecektir. Ne var ki, zaman zaman sivil siyasal yönetime yapılan müdahaleler Türkiye gibi nispeten genç ve olgunlaşma yolunda olan demokrasileri olumsuz etkiliyor. Yukarıda bahsettiğimiz korku ve kaygıların da bunda ciddi etkisi olduğunda şüphe yok.
Türkiye’de halk, medya, sivil toplum örgütleri, siyasal partiler ve etkin kurumlar Türkiye’nin sosyolojisini, yani toplumsal yapısını, toplumun geniş kesimlerce paylaşılan değerlerini, dinamiklerini, dile getirilen talep ve beklentilerini daha derinden araştırmalıdır. Yukarıda bahsedilen korkuyu yenmenin tek yolu da budur. Yoksa siyaseti, demokrasiyi ve hukuku korkulara feda etme riski doğar. Zaten son zamanlarda Türkiye’de olanlar da bununla yakından ilintilidir.
Türkiye’nin kuruluşundan beri iki konuda sürekli korku ve endişe üreten tehlikeden bahsediliyor. Bunlardan biri etnik bölünme, diğeri de irtica. Bu iki tehlike temcit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp halkın önüne konuluyor. Aslında asıl tehdit ve tehlike bu değil. Asıl tehlike elitist bir yönetim anlayışında sahip küçük bir azınlığın yıllardır sürdüre geldiği iktidarın elden gitmesi. Asıl korku işte bu. Ne Türkiye’de insanların inançları ne de etnik aidiyetleri ülke bütünlüğü için tehlike oluşturuyor. Ama tehlikeden bahsetmek korkuları beslediği ve canlı tuttuğu için bazı çevrelerin bıkıp usanmadan gündeme taşıdığı konular bunlar.
Şunun altını çizelim. Türkiye tehdit ve korku algılarıyla yönetilemeyecek kadar büyük ve önü açık bir ülke. Ancak korkular ve tehdit algıları Türkiye’nin önünü tıkıyor. Son günlerde bunun örneklerini açık seçik gördük. Hükümete hitaben kaleme alınan “muhtırada” bahsedilen olayların hepsi çeşitli gazetelerde yer alan sıradan haberlere dayandırılıyor. Bu muhtıra “irtica” yükseliyor korkusunu beslemekle kalmıyor, milli irade, meclis ve demokrasi kavramlarına soğuk bakanları da cesaretlendiriyor. Daha da kötüsü silahlı kuvvetlerin imajını da zedeliyor. Silahlı kuvvetler sadece ülke ve laikliğin değil aynı zamanda demokrasinin de savunucusu olmalıdır. Ancak 27 Nisan 2007 gece yarısı muhtırası ordunun bir müdahalesi olarak okunduğunda silahlı kuvvetlerin imajını zedeleyebilir. Böyle bir zedelenmiş imajın oluşmasına engel olmak için siyaset alanının sivillere bırakılması demokrasinin ve çağdaşlığın en önemli göstergesidir.

Yükseköğretimde uluslararasılaşma Türkiye için ne vadediyor?

Prof. Dr. Talip Küçükcan  Bu yazının başlığı "Türkiye 370 milyar dolarlık yükseköğretim ekonomisinden ne kadar pay alıyor?" olab...