23 Aralık 2011 Cuma

Fransa, yitirdiği zemini kazanmaya çalışıyor



Fransa Ulusal Meclisi Genel Kurulu, 1879 Fransız Devrim’inin ruhunu sızlatan bir karar aldı. 2001, 2006 ve 2010 yılında da gündeme 1915 olaylarının Ermeni soykırımı olmadığını ifade etmeyi yasaklayan tasarı meclis üyelerinin sadece 40’nın oyu ile geçti. Ermeni soykırım iddialarının reddi, hafife alınması ve alay edilmesine yasak getiren ve bu fiilleri işleyenlere bir yıl hapis, 45 bin Euro para cezası öngören yasa meclisin üst kanadı Senatoda da kabul edildiği takdirde birçok açıdan Türkiye’yi etkileyebilecek sonuçlar doğuracaktır.
            Her ne kadar yasa Fransız Ulusal Meclis’inden geçmiş olsa da Fransız kamuoyunun bu yasanın arkasındaki yasakçı zihniyeti bütünüyle desteklediğini söylemek güç. Zira oylamaya 577 üyeden sadece 46’sı katılmış ve bunların da 40’u tasarının geçmesi için oy kullanmıştır. Bu oran belki meclisin çalışma tekniği açısından bu ülkede kabul edilen bir durum olabilir ancak Fransız kamuoyunun iradesini yansıttığını söylemek mümkün değil. Ayrıca yasa, bütün dünyada ilham kaynağı olan ve pek yerde özgürlük ateşini tetikleyen Fransız Devrimi ve bu devrimden büyük ölçüde etkilenen Avrupa değerleri ile de çelişiyor. “Eşitlik, özgürlük ve adalet” sloganı ile köklü değişimlere neden olan devrimin ruhu Fransa Ulusal Meclisi’ni esir alan 40 kişi tarafından heba edildi.

Fransa özgürlük ateşini söndürdü
            Refah devletinin gerilemeye başlaması, ekonomik krizler ve aşırı sağın yükselişi ile birlikte Fransa’da eşitlik ve adalet ilkelerinden zaten ciddi boyutlarda ödün verilmişti. Ülkede yaşayan göçmen kökenli topluluklar ile eski sömürgelerden gelerek Fransa’ya yerleşenlerin eğitim, istihdam ve siyaset alanlarından dışlanmışlıkları ve perişan halleri eşitlik ve adalet temini konusunda ciddi sorunların olduğunu gösteriyor. Şimdi buna bir de ifade hürriyetini engelleme eklenmiş oldu.
            Fransa Ulusal Meclisi’nin aldığı kararın başlıca üç boyutu var. Birincisi iç kamuoyuna yönelik bir tüketim. Yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Ermeni oyalarına bel bağlayan Sarkozy’nin popülist siyasi manevralar ile koltuğunu koruma gayretinde olduğu biliniyor. Meclisin, bir başka ülkenin tarihini yazarak, yorumlayarak ve Ermeni soykırım iddialarını ret suçu gibi yeni suç yaratarak Sarkozy liderliğinde itibar ve zemin yitiren Fransa’nın iç dinamikleri açısından kısa süreli de olsa tekabül ettiği bir karşılık var ki olayın bu boyutu Türkiye açısından kayada değer bir önem taşımamaktadır.
            Yasanın kabulünün ikinci önemli boyutu Fransa dış politikası ile ilgilidir. Fransa eski hinterlandı da dahil olmak üzere etkili olduğu pek ülkede ağırlığını kaybediyor. Özellikle Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da en büyük rakip olarak Türkiye’yi görüyor. Fransa’nın ayakları altından kayan zemin her yıl biraz daha genişliyor. Tunus, Mısır ve Libya başta olmak üzere bölge ülkeleri yeni siyasi yapılanma ve kendi geleceklerini planlama süreçlerinde Fransa’ya değil Türkiye’ye bakıyor. “Eşitlik, özgürlük ve adalet” inşası konusunda artık Fransa değil Türkiye ilham kaynağı pek çok ülke halkları için. Fransa bu yasayı geçirerek Ermenilerin acıları ve hatırları üzerinden politikalar inşa etmeye ve Türkiye’yi itibarsızlaştırmaya çalışıyor.
           
Kaybeden Fransa, kazanan Türkiye
Fransız Meclisi’nin aldığı karar bir dış politika enstrümanı olarak kullanılma potansiyeline sahip olmasına karşın Türkiye’de yorumcular işin bu yönünü görmezden geliyor. Fransa, Türkiye’nin sahip olduğu ince gücün, bölge ülkeleri ile başlattığı ekonomik entegrasyonun derinleştiğinin ve geçmişte Paris’e bakanların artık Ankara’ya baktıklarının farkında. Fransa kaybeden, Türkiye ise kazanan ülke konumunda olduğu için Fransa elindeki tüm kozları kullanarak mevziini korumaya, kaybettiği zemini de geri kazanmaya çalışıyor. Bunu da 1915 olayları üzerinden yapmaya çalışıyor. Türkiye bu noktada Fransa’nın manevrasını iyi okumak ve rasyonel tartışmalar başlatmak durumundadır. Fransa kendi tarih kitaplarında sömürge dönemi politikalarını görmezden geliyor, kirli tarihini unutturmaya çalışıyor türünden söylemler ile karşı pozisyon almak yerine bölgesel ve küresel dengelerin Fransa aleyhine geliştiğini, Fransa’nın bunu hazmedemediğini, ifade hürriyetini kısıtlayarak uluslar arası kayıplarını kapatmaya çalıştığını gündeme taşımak daha etkili ve ikna edici olacaktır.
            Türkiye’nin kınadığı ve ilk aşamada sekiz maddelik bir yaptırım ile tepki gösterdiği yasanın üçüncü ve en önemli boyutu ise 1915 olaylarının yüzüncü yılına tekabül eden 2015’e hazırlıktır. 1915 olaylarını Türkiye kendi içinde ortak bir acı ve adil bir hafıza çizgisinde konuşamadığı için, öte yandan resmi tarih bu topraklarda yaşananları homojenleştirici ulus devleti meşrulaştırmanın ideolojik aygıtı olarak işlev gördüğü için ve son tahlilde biz Türkler (Türkiyeliler) ve Ermeniler olarak kendi tarihimizi tartışamadığımız için üçüncü ülkelerin ve aktörlerin insafına kalmış görüntüsü içinceyiz. Fransa’da başlayan Türkiye’yi, Türk halkını ve Türkiyelileri itibarsızlaştırma, bölgesel ve küresel yükselişini engelleme ve kolektif suçluluk psikolojisi yaratma girişimleri artarak devam edecektir. Finali 1915 yılında yapmak isteyenlerin girişimleri öz eleştiri ve yüzleşme başta olmak üzere, geniş bir bakış açısıyla değerlendirilmeli, duygusal tepkiler yerine rasyonel argümanlar üretilmelidir.







7 Kasım 2011 Pazartesi

Türkler Avrupa’yı değiştiriyor


Türkler Avrupa’yı değiştiriyor

Türkiye’den Avrupa’ya işgücü göçünün 50’inci yılı vesilesiyle düzenlenen etkinlikler söz konusu göçlerin siyasi ve toplumsal sonuçlarını gündeme taşıdı. Diğer yandan dört milyonu aşan Türkiye kökenli nüfusun Avrupa’nın kimliği, geleceği ve Avrupa Birliği-Türkiye ve Doğu-Batı ilişkilerine etkileri tartışılmaya başlandı. Türkiyeli göçmenler artık pek çok Avrupa kentinde toplumsal dokunun köklü ve ayrılmaz bir parçası olarak kamusal alanda temsil ediliyor, talepte bulunuyor, siyaset ve ekonomiyi etkiliyor.
Sahip oldukları birikimler ve genç nüfusu ile Avrupalı Türkler, yaşadıkları ülkelerin geleceğini etkileyebilecek ciddi bir insan sermayesi oluşturuyor. Ancak göçün üzerinden yarım asırdan uzun geçmesine rağmen Türkiye’deki hükümetler şimdiye kadar Avrupa’daki vatandaşlarımızın sorunları ile uzaktan ilgilenmiş, çoğu kez bunları görmezden gelmişti. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın özel ilgisi ile Türkiye artık bir devlet olarak Avrupa’daki vatandaşlarının yanında olduğunu, onları yalnız bırakmayacağını ve bütün imkanları ile arkalarında duracaklarını ilan etti. Altmış yıllık göç tarihinde ilk kez bir Başbakan bu kadar açık bir dil ve güçlü bir irade ile Avrupalı Türkleri cesaretlendirici bir sahiplenme gösterdi. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de Ekim ayında yaptığı Almanya ziyaretinde benzer mesajlar vererek büyük bir ülke vizyonu ile Türkiye’nin kendi vatandaşlarının hak ve hukukunu her yerde savunacağını belirtmişti.

HAK, ÖZGÜRLÜK VE EŞİTLİK DİLİ
Başbakan Erdoğan Batı ülkelerinde yaptığı konuşmalarda yerel ve bölgesel bir devlet adamı olarak değil küresel bir lider olarak konuşuyor. BM Genel Kurulu’nda yaptığı gibi her konuşmasında hak, özgürlük ve eşitlik çıtasını biraz daha yükseltiyor. Hafta içinde Almanya’da yaptığı konuşmada da evrensel ilkelere yaslanan, temel hak ve hürriyetler üzerine inşa edilen bir dille yurtdışındaki Türkiye vatandaşlara sahipsiz olmadıklarını, muhataplarına ise vatandaşlarını ezdirmeyecekleri mesajını verdi.
Başbakan Erdoğan’ın mesajı ince ve adil dengeler üzerine kurulu yapıcı tespit ve öneriler içeriyordu. Bir taraftan Almanya başta olmak üzere Avrupa ülkelerinde yaşayan Türklere göçün başlangıcından itibaren yaşadıkları sorunların farkında olduklarını, diğer yandan da yurt dışındaki vatandaşlarımızın yaşadıkları ülke vatandaşlığına geçmeleri ve o toplumlara uyum sağlamaları gerektiğinin altını çizdi. Yurt dışındaki vatandaşlarımıza, yaşadıkları ülkelerin dilini iyi öğrenmelerini, siyasi, kültürel ve ekonomik hayatlarına mutlaka katılımlarını öğütleyen Erdoğan, bunların yanında Avrupa ülkelerine de hak ve özgürlükler dili ile hatırlatmalarda bulundu.
Asimilasyonun bir insanlık suçu olduğunu belirten Erdoğan, Türkiye kökenli göçmenler ve onların çocuklarından kendi inanç, dil ve kültürel değerlerinden vazgeçmelerinin beklenmemesi gerektiğine işaret ederek aslında onların karşı karşıya kaldıkları ciddi bir riski de göstermiş oldu. Ayrıştırıcı bir dil kullanmaktan özenle kaçınarak yapıcı bir dil benimseyen ancak siyasi ve toplumsal sorunları eleştirmekten de çekinmeyen Başbakan “50 yıl önce misafir işçi olarak gelen, bugün üçüncü ve dördüncü nesliyle Almanya'nın sosyal dokusunda tartışmasız yer edinen Türklerin, fırsat eşitliğinden, eşit katılımdan ve birlikte yaşama imkanından ne kadar istifade ettiğini sormak ve sorgulamak bizim hakkımızdır” diyerek Türklerin uzun yıllardır pek çok Avrupa ülkesinde yaşadıkları ve hala çözüm bekleyen sorun alanlarını muhataplarının gündemine taşıdı. Şimdiye kadar yapılan araştırmalar ve özellikle 11 Eylül 2001 sonrasındaki gelişmeler de Başbakan Erdoğan’ın işaret ettiği sorunların ivme kazandığını, güvenlikçi bir yaklaşımla Türkler de dahil müslümanların tehdit unsuru olarak görüldüğünü teyit ediyor.
UYUM VE ENTEGRASYON ZAMANI
            Göçün 50’ci yılında Başbakan’ın üzerinde durduğu konulardan biri de Avrupalı Türklerin hem çoğunluk toplum, hem de kendi içlerindeki farklı gruplar ile uyum içinde yaşamaları gerektiği, birlik ve beraberlik içinde güç birliği tesis etmeleri gerektiği konusuydu. Türkiyeli göçmenler, hem Türkiye ve Avrupa ülkelerinin kalkınmasına katkıda bulunabilecek, hem de Türkiye ve Avrupa Birliği ilişkilerinin geleceğini belirleyebilecek önemli bir potansiyele sahip. Türkiye ilk kez bu potansiyele sahip çıkıyor. Başbakanlık Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı da bu amaçla kurulmuş stratejik bir kurum. Bu kurum, yurt dışındaki Türkler açısından bir milattır. Zira dili, kültürü, inancı ve değerleri ile Avrupa’da yeni ve köprü kimlikler inşa eden vatandaşlarımız ilk kez bu kadar güçlü bir irade ile Türkiye’de hükümetin gündemine alınmıştır.
Göçün 50’nci yılı Türkiye’de yeni bir anlayışın, yani mevcut sınırlar içine sıkışmak yerine bölgesel ve küresel bir vizyonla aktif politikalar oluşturulması anlayışının doğuşuna denk düşmektedir. Yeni Türkiye işte bu anlayışla yurt dışındaki vatandaşlarımıza ilişkin kucaklayıcı bir vizyon geliştirmiş, etnisite, vatandaşlık, çok kültürlülük, siyasal katılım ve temsil, dini ve kültürel çoğulculuk gibi öteden beri tartışılan kavramlara yeni açılımlar getirerek göçün Avrupa ve Türkiye için yarattığı siyasi ve toplumsal imkanları keşfetmeye başlamıştır.

http://www.sabah.com.tr/Perspektif/Yazarlar/kucukcan/2011/11/05/turkler-avrupayi-degistiriyor

5 Eylül 2011 Pazartesi

Üniversitelerden Demokratikleşme ve Kalite Bekleniyor

Türkiye'de son on yılda seksenin üzerinde yeni üniversite açıldı. Bu sayı Cumhuriyetin kuruluşundan iki binli yıllara kadar açılan tüm üniversite sayısından daha fazla. Yeni Türkiye'nin inşa edildiği bu dönemde tıpkı ekonomi, dış politika, demokratikleşme, alt yapı hizmetleri ve sosyal politikalar alanlarında olduğu gibi eğitim alanında da köklü değişimler yaşanıyor. Eski Türkiye ile yeni Türkiye arasındaki en önemli farklardan biri yükseköğretimde fırsat eşitliği kapısının aralanması, yükselen Türkiye'nin bölgesel ve küresel rekabetini sürdürebilmesi için ihtiyaç duyulan kaliteli insan sermayesine yatırım yapılmasıdır. Devletin yükseköğretim sektörüne yaptığı yatırım, üniversitelerden beklentileri yükselten yerinde ve doğru bir yatırımdır. Bugün gelinen noktada yükseköğretim sisteminin önünde yeni fırsatlar ve ihmal edildiği takdirde yapısal sorunları derinleştirebilecek risk alanları olduğunu söylemek mümkündür.

Demokratikleşmenin laboratuvarı

Türkiye'de özellikle 1980 darbesi sonrası kurulan YÖK sistemi ile yükseköğretim sisteminde merkezileşme ve tektipleşme yaşanmış, demokratik, çoğulcu ve katılımcı bir üniversite yapısı yerine bütün kritik kararların tek merkezden alındığı bir kültür inşa edilmiştir. Askeri vesayet altında kurulan bu otoriter yapı 28 Şubat döneminde daha da katılaşmış, üniversiteler bilim, kültür ve teknoloji üreterek ülke kalkınması ve toplumsal gelişmeye liderlik yapacakları yerde ideolojik saplantıların tutsağı haline gelmişlerdir. Türkiye'de köklü değişimlerin başlangıcına işaret eden 2002 seçimlerinden sonra ise YÖK ve askeri disiplin ile zapturapt altına alınan üniversiteler, muhalefet merkezleri olarak bildiriler yayınlamaya, hükümetin reform çabalarına canhıraş biçimde karşı çıkmaya başlamıştır.

Dünyanın hiç bir ülkesinde bireylerin okuma hakları kılık kıyafetinden dolayı elinden alınamazken vesayetçi zihniyet, demokrasi tarihine kara leke olarak geçecek başörtüsü yasağını uygulamaya koydu. Türkiye'de başörtüsünü yasaklayan hiçbir yasa yokken bu yasak siyasi ve ideolojik baskılarla uygulanmaya başlandı ve daha sonra yasak uygulamasını ortadan kaldırmak amacıyla yapılan girişimler engellenerek hukuki dayanak oluşturuldu. YÖK'ün başlattığı, 28 Şubat sürecinin de arkasında durduğu ve desteklediği yasağın gerisinde herhangi bir yasal zemin yoktu. Tam tersine TBMM iki kere yasakların kaldırılması amacıyla anayasal değişiklikler yaptı. Ancak vesayet rejiminin bekçileri bu değişiklikleri Anayasa Mahkemesi'ne götürdü.

Bugün gelinen noktada Türkiye, siyasi ve ideolojik temelli baskı ve yasakların sürekli olarak kaldırıldığı, daha demokratik ve katılımcı bir sosyal yapının geliştiği bir ülkedir. Yenilikçi ve özgürlükçü düşüncelere öncülük etmesi, baskı ve yasaklara ilk karşı çıkması gereken üniversiteler Türkiye'de ne yazık ki uzun süre statükonun savunulduğu ve desteklendiği kurumlar olmuştur. Son yıllarda ise tekrar geleneksel rollerini üstlenmeye ve toplumsal sorunların çözümüne katkıda bulunmaya başlamışlardır. Toplumun beklentisi de üniversitelerin demokrasi, özgürlük ve çoğulculuğun kaleleri olarak değişime öncülük etmeleri, kritik sorunlara çözüm önerileri geliştirmeleri yönündedir.

Sektörel büyüme ile kalite

Türkiye'nin ekonomisi gün geçtikçe büyüyor, siyasi etkinliği artıyor, bölgesel ve küresel sisteme entegrasyonu sürüyor. Bütün bu süreçlerin başarılı biçimde yönetilebilmesi kaliteli insan gücü ve sermayesine sahip olmakla mümkün. Bunun farkında olan hükümet her şehire en az bir üniversite açarak Türkiye'yi ileriye taşıyacak ve kalkınmasına omuz verecek kuşakların yetiştirilmesine yatırım yapıyor.

Bugün Türkiye'de 165 üniversite var. Ancak nüfusumuzun yapısı, farklı sektörlerin ihtiyaçları ve Türkiye'den beklentiler söz konusu olduğunda bu sayı yetmez. Uzmanlık ve kalite ilkelerini de göz önüne alarak yeni üniversiteler açılmalı, yükseköğretim sektöründeki büyüme sürdürülmelidir. Zira, Türkiye OECD ülkeleri arasında 18-24 yaş grubu arasında yüksek öğretime erişimi en düşük düzeyde olan ülkelerin arasında yer alıyor. Bu durum ekonomisi büyüyen ve sanayii çeşitlenen bir ülke olarak Türkiye için ciddi bir problem olarak değerlendirilmelidir. Türkiye niceliksel iyileştirmeler yaparken niteliğe de özel önem vermelidir. Üniversite sayılarını artırmak başarı hanesine yazılabilir ancak asıl başarı sayıyı artırırken kaliteyi de artırmakla yakalanabilir.



22 Temmuz 2011 Cuma

Yeni Türkiye’nin Dış Politika Dinamizmi


Siyasi liderlik, bugünü olduğu kadar geleceği de doğru ve isabetli okumayı, çıkması muhtemel krizleri önceden görmeyi, bunların çözümü için öneri ve teklifler sunmayı gerektirir. Türk dış politikası uzun yıllar gündem yaratma yerine, başka aktörlerin oluşturduğu gündemleri takip etme, bağımsız bir duruş sergileme yerine müttefiklik adı altında ülke çıkarları ile örtüşmeyen, hatta zaman zaman çelişen seçeneklerin peşine takılma talihsizliği yaşadı. Özellikle son on yılda Türk dış politikasındaki önceliklerin değiştiğini, Türkiye’nin, onu aynı kaderi paylaştığı ülkelerden soyutlayan, en uzun sınır komşusu ile çatışma noktasına getiren pasif dış politika gömleğini üzerinden çıkardığını ve mahkum edilmeye çalışıldığı fasit daireden çıktığına tanıklık ediyoruz.

AK Parti dönemi, Türk dış politikasına yeni bir ruhun üflendiği, Türkiye’nin bölgesel ve küresel bir güç olarak temayüz ettiği, istikrar, barış ve iş birliği arayışlarında önemli bir merkeze dönüştüğü bir dönem olarak tarihe geçebilir. İç ve dış siyasetin iç içe geçtiği günümüzde, iç politikada istikrar sağlanmadan vizyoner bir dış politikanın oluşturulması ve sürdürülmesi mümkün değildir. İşte Türkiye 2002 yılından itibaren onu uluslar arası sistemde düzen kurucu merkez bir ülke konumuna taşıyacak alt yapının inşa edildiği istikrarı yakaladı ve günümüze kadar da sürdürme başarısı gösterdi.

Siyasi istikrar yanında kaydedilen ekonomik büyüme ve kalkınma Türkiye’nin kendine güvenini artırdı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın sık sık altını çizdiği “kendine güven” vurgusu dış politika kararlarının alınmasında önemli bir dayanak oldu. Daha yakın dönemlere kadar hiçbir konuda belirgin ve görünür pozisyonlar almayan, uluslar arası kuruluşlarda etkili ses çıkaramayan Türkiye bugün pek çok ülkede ve uluslar arası kurumda sözüne itimat edilen, elini taşın altına sokması beklenen bir ülke konumuna geldi. Avrupa Birliği, ortak bir dış politika inşasında üyeleri arasındaki belirsizliklerle mücadele ederken, ABD başlattığı ve sürdürdüğü savaşların aşındırdığı imajını tamir etme çabası sürdürürken, Türkiye hem kaybettiği yılları telafi etmeyi başardı, hem de çoğumuzun sadece hayalini süsleyen Afrika, Balkanlar ve Güney Amerika açılımlarını başlattı.


TÜRKİYE, REALİZMİN TUTSAĞI OLMADI
Soğuk Savaş sonrası kurulmaya çalışılan dünya düzeninin hala Batı ittifakının planladığı biçimde kurulamadığı, Türkiye, Hindistan, Çin, Brezilya, İran ve Rusya gibi önemli aktörlerin ABD etkisindeki yeni hegemonik dayatmalara direndiğine tanıklık ediyoruz. Bu direnç, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki kurulu düzenin sarsılmasını tetikleyen unsurlardan biri oldu. Bugün uluslar arası sistem yeniden kuruluyor ve Türkiye yakın coğrafyasındaki ülkeler için birinci ilham kaynağı konumunda.

Yeni Türk dış politikasını farklı kılan, realist kaygılara esir olmamasıdır. Türkiye’yi ilham kaynağı yapan Başbakan Erdoğan’ın sessizlerin sesi, ezilen ve kendi topraklarında yurtsuz bırakılanların hamisi, rejimleri ve siyasi liderleri tarafından bastırılanların samimi bir sözcüsü olmasıdır. Eğer Türkiye bundan on, on-beş yıl önce olduğu gibi yanı başında olup bitenlere kulağını tıkamış olsaydı, zulüm ve haksızlıkları görmezden gelseydi ne bölge ülkelerine ne de dünyaya söyleyecek bir sözü olmayacaktı. Türkiye bugün çok farklı ve etkin bir noktada. Suriye muhalefeti ve Lübnan Temas Gurubu çatışmaların çözümüne Türkiye’de çözüm arıyorsa, Tunus ve Mısır’dan siyasi partiler sık sık Türkiye’yi ziyaret edip ülkemizin yakaladığı siyasi istikrar ve ekonomik kalkınmanın sırrını öğrenmeye çalışıyorsa bunda birinci derecece rol oynayan kişi Başbakan Erdoğan’dır.

GÜNDEMİ BELİRLEYEN LİDERLİK
Yeni Türkiye’nin mimarı olarak Başbakan Erdoğan’ın bakanlarına geniş bir siyasi insiyatif kullanma alanı tanıması ve onları cesaretlendirmesi de altı çizilmesi gereken hususlardandır. Zira yeni Türk dış politikasının tasarımcısı Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun başarısının arkasında yatan en önemli unsur da Başbakan’dan aldığı bu destek olsa gerek. Stratejik derinlik, merkez ve düzen kurucu ülke olmak, komşularla sıfır sorun, proaktif dış politika gibi kavramları siyasete dönüştüren ve uygulamaya koyan Davutoğlu, Başbakanın da arkasında durduğu Kıbrıs çıkışı ile 2012’de çıkacak krizi şimdiden öngörmüştür ve AB üyelerini çözüm aramaları konusunda uyarmıştır. Başbakan Erdoğan KKTC ziyaretinde AB’nin dikkatlerini şimdiden çözüm arayışlarına çekerek gündemi takip eden değil önceden belirleyen bir liderlik sergilemiştir. Yeni Türkiye’ye yakışan ve milletimizin özlediği ve beklediği de budur.

Türkiye’nin yeni dış politikası yukarıda da işaret edildiği gibi iç siyasetten tümüyle bağımsız değildir. Bunun son örneğini bağlayıcı bir özelliği olmasa da, ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komisyonu’nda Dışişleri Bakanlığı Yetki Yasası görüşmelerinde alınan karar Türkiye’nin bölgesel ve küresel imajına zarar verecek nitelikte. Bu kararı duyanlar gayri müslim vatandaşlarımızın din ve vicdan özgürlüklerinin kısıtlandığını fikrine kapılacaktır. Türk diplomasinin, özgürlük alanlarını genişleten ve demokrasisini güçlendiren bir ülke olarak ülkemizin dışarıdaki imajını haksız yere zedeleyecek bu girişimlere karşı ikna edici bir söylem geliştirmesi ve muhatapları ile paylaşması yerinde olacaktır.







27 Mayıs 2011 Cuma

Civil Religion and Secular Nationalism in Turkey

I have published an article in the special issue of The George Washington International Law Review. This special issue has articles on Europe, US and Turkey.

If you would like to read the whole article, you follow the link below.

“Sacralization of the State and Secular Nationalism: Foundations of Civil Religion in Turkey”, The George Washington International Law Review, 2010, Vol. 41, No.4, 2010, pp. 963-983

http://docs.law.gwu.edu/stdg/gwilr/PDFs/41-4/JLE413.pdf
 
The article deals with the following issues:
This Article illustrates how secular nationalism has been introduced as a source of collective identity and as a founding ideology of the Turkish state vis-`a-vis the Islamic legacy of the Ottoman Empire. This Article locates religion in the process of laying the foundations of civil religion and examine how religion has been sidelined, marginalized, and reconfigured by the state ideology. Finally, in the context of Turkey-EU relations, this Article will analyze how the Turkish state has repositiones itself with regard to Islam, non-Muslims, and freedom of religion.

ABD’nin İslam dünyasındaki imajı niçin kötü?


Ortadoğu ve Kuzey Afrika İslam coğrafyasında köklü ve kalıcı siyasi değişimlerin habercisi olan gelişmeler, ABD yönetiminin bölgeye yönelik politikalarını gözden geçirmesine yol açıyor. Bölgedeki otoriter rejimler ile yakın ilişkiler geliştirerek onlara meşruiyet kazandıran ve hamilik yapan ABD’nin, artık statükonun sürdürülemeyeceğini gördüğü ve Müslüman halklarla ilişkileri tamir etmeye yönelik girişimlerde bulunduğuna tanıklık ediyoruz. Bu girişimler olumlu olmakla birlikte ne kadarı yapısal ve kalıcı ne kadarı söylemsel ve geçici olacak bunu ABD iç siyasetindeki dengelerin mücadelesi belirleyecek.

Kamuoyu araştırmaları İslam dünyasında ABD ve Obama yönetiminin imajının hala olumsuz olduğunu gösteriyor. Pew Araştırma Merkez’inin Nisan ayında yedi İslam ülkesinde yaptığı araştırma sonuçları Başkan Obama’nın hala yeterli güveni veremediğini, Türkiye, Mısır ve Pakistan gibi nüfusu büyük ülkelerde olumsuz imajların daha yüksek olduğuna işaret ediyor. ABD’li uzmanlar başta olmak üzere Batılılar ve bu bloğun dış politikasını destekleyenler söz konusu sonuçları şaşırtıcı bulmakta ve ABD yönetiminin iyi anlaşılmadığını düşünmemektedir. Böyle düşünenlerin iki konuyu doğru okuyamadıklarını söylemek mümkün. Birincisi, İslam dünyasındaki siyasi ve sosyolojik gerçekliği doğru okuyamıyorlar, ikincisi ABD yönetimi ve Başkan Obama’nın çelişkili ve zikzaklı çizgisini görmezden geliyorlar.

ABD Yönetiminin Güven Tazeleme Çabaları

Obama, 2009 yılında başkanlık yemininin ardından yaptığı ilk konuşmada şunları söylemişti: “Babamın doğduğu küçük köyden en büyük başkentlere kadar, dünyanın her yerinden bizi izleyen insanlara ve hükümetlere bildirmek isterim ki, Amerika, barış ve saygınlıktan yana duruş sergileyen her ulusun; kadın, erkek, çocuk herkesin dostudur. Yeniden öncülük etmeye hazırız.” Bu konuşma, George W. Bush döneminde yürütülen çatışmacı ABD dış politikasının sona erdirileceği, Obama’nın kriz bölgelerinde adil ve tarafsız bir pozisyon alarak ülkesinin dibe vuran olumsuz imajını düzelteceği umudunu yaratmıştı.

11 Eylül saldırıları sonrasında terörle mücadele adı altında yürütülen güvenlik eksenli politikalar özellikle İslam dünyasında ABD’ne yönelik tepkileri artırmış, kurgu olduğu sonradan apaçık anlaşılan nedenlerle 2003 yılında Irak’ın işgali, Türkiye de dâhil İslam ülkelerinde ABD’ne beslenen güveni iyice sarsmıştı. Obama, ABD’nin terör değil İslam’la savaştığı algısının derinleşmeye başladığı bir siyasi atmosferde ılımlı mesajları ile Bush dönemi şahin çizginin geride kalacağını ilan ederek yeni bir dış politika izleyeceği izlenimi yaratmıştı. 7 Nisan 2009’da Ankara’da TBMM’de yaptığı konuşmada söz konusu yeni politikanın ipuçlarını da vermişti. ABD’nin İslam ile değil terör ve aşırılık ile mücadele ettiğini, İsrail-Filistin çatışmasının adil bir çözüme kavuşturulması için Türkiye ile birlikte çalışacağının altını çizmişti. 4 Haziran 2009’da Kahire’de merakla izlenen konuşmasında “ABD ile İslam dünyası arasında karşılıklı çıkar ve saygıya dayanan yeni bir başlangıç aramağa geldim” demiş ve Filistinlilerin yasal isteği olan onur ve kendi devletlerine sahip olma hakkına sırt çevirmeyeceğini de sözlerine eklemişti. İslam dünyasında kimilerinin mesafeli durduğu ve temkinli yaklaştığı bu ifadeler Müslüman kamuoyunda genelde olumlu yankı yapmış ve beklentileri artıran bir rol oynamıştı.


Obama Çelişkilerini Aşamıyor

Her ne kadar Başkan Obama’nın konuşmaları ilk anda bir iyimserlik havası yaratmış olsa da, bunun söylemsel düzeyde kaldığı, sorunların çözümüne yönelik politikalar geliştirilmediği kısa zamanda anlaşıldı. Obama yönetimi cesur adımlar atamadı. Irak’tan çekilme sözü vermesi olumlu karşılandı ancak sürecin uzaması ve Irak işgalinin yarattığı insani kayıplar ve ekonomik çöküntünün tamirine yönelik bir girişim görülmedi. Dahası Irak siyasi bir kaosa doğru sürüklenirken ABD, pratikte işgal olarak görülen Afganistan’daki askeri varlığını artırma kararı aldı. İsrail’in işgal altındaki Filistin topraklarında yeni yerleşimler kurmasına göz yumdu, İsrail’i kınayan BM kararlarını veto etmeyi sürdürdü. Aynı İsrail’in Gazze saldırılarına sessiz kaldı ve dokuz Türk vatandaşının öldürülmesi ile sonuçlanan Mavi Marmara olayında da müttefiki Türkiye’nin beklediği tepkiyi göstermedi. Tunus ve Mısır’daki demokratikleşme ve sivilleşme hareketinin ilk günlerinde ürkek ve çekingen bir politika izledi. Demokrasi ve insan hakları söylemi ile dünya sahnesine “yeniden öncülük etmek” için çıkacaklarını ilan eden Obama yönetiminin İslam dünyasındaki gelişmelere ilişkin ikircikli yaklaşımı ve İsrail-Filistin sorununun çözümünde inisiyatifi yitirmesi ABD’den beklentileri büyük oranda zayıflatmıştır.

Obama’nın geçen hafta yaptığı iki konuşma ABD yönetiminin Ortadoğu’ya ilişkin politikalarının gel-gitler ve lobilerin esiri olduğunu bir kez daha teyit etti. Obama, büyük değişimlerin yaşandığı Ortadoğu’daki gelişmelere seyirci kalmadıklarını göstermek için yaptığı ilk konuşmada otoriter rejimlerin meşruiyetlerini kaybettiklerini kabul etmeleri gerektiğini vurgularken, halk hareketlerini ve Filistinlilerin kendi devletlerini kurma isteklerini desteklediklerini belirtti. İsrail’in 1967 öncesi sınırlara çekilmesi gerektiğinin de altını çizdi ki bu Arap dünyasının İsrail’i meşru bir devlet olarak tanımalarının yolunu da açacak bir seçenekti. Obama, ABD’deki en etkili Yahudi lobilerinden Amerikan-İsrail Halkla İlişkiler Komitesi'nde yaptığı konuşmada ise, aradan geçen yıllar içinde meydana gelen demografik değişimler nedeniyle 1967 sınırlarına dönüşün mümkün olmadığını belirterek bir anlamda işgal altındaki yerleşimlerin meşruiyetini kabul etmiş ve İsrail’in hala sürdürdüğü benzer politikalarına dolaylı da olsa yeşil ışık yakmıştır.

Başkan Obama’nın bir adım ileri, iki adım geri biçiminde özetlenebilecek çelişkilerle dolu Ortadoğu söylemi, İslam dünyasına yönelik yaptığı konuşmaların inanırlığına ve güvenirliğine gölge düşürmektedir. Dahası yeni açılımlara açık olduğu izlenimi verme konusunda mahir olan Başkan Obama’nın son konuşmasında Afganistan’dan ABD askeri gücünü çekip çekmeyeceğine ilişkin tek söz etmemsi, El-Fetih ile de el sıkışan Gazze’deki Filistin halkının seçimle iş başına gelen meşru temsilcisi Hamas’ın muhatap alınıp alınmaması konusunda sessiz kalması İslam dünyasında sorgulayıcı bakışın dikkatinden kaçmamıştır. ABD yönetimi İslam dünyasındaki imajının niçin olumsuz olduğunu anlamak istiyorsa hem söylem hem de politikaları açısından kendi çelişkilerini, ikircikli yaklaşımlarını ve lobilerin etkisini gözden geçirmelidir.

Prof. Dr. Talip Küçükcan
M.Ü. Ortadoğu Araştırmaları Enstitüsü Müdürü









8 Nisan 2011 Cuma

Fransız laikliği müslümanları ötekileştiriyor

Fransa Anayasa Konseyi’nin Eylül 2010’da anayasaya uygun gördüğü kamuya açık yerlerde peçe takılmasını yasaklayan ve burka veya nikap tarzı örtüyle yüzünü tamamen kapatarak sokağa çıkanlara cezayı öngören yasa 11 Nisan Pazartesi günü uygulanmaya başlıyor. 2004 yılında türbanlı, başörtülü veya dini inancı gösteren herhangi bir sembolü taşıyan öğrencilerin devlet okullarına devamına yasak getiren de Fransa idi.

‘Eşitlik, özgürlük ve kardeşlik’ sloganı ile uygarlık tarihinde yeni bir dönemi başlatan ve Osmanlı da dahil birçok ülkede hürriyet ve reform hareketlerine ilham kaynağı olan Fransız Devrimi yasakçı anlayış ve siyasetin gölgesinde kalma riskiyle karşı karşıya. Kendi geçmişine yabancılaşan Fransa bir kimlik krizinin eşiğinde ve bu krizden kurtulma arayışında laiklik ve cumhuriyet değerlerini yaşatma bahanesiyle yasakçılığa sığınıyor.

Fransa’da yasa uygulanmaya başladığında peçe yasağına uymayan müslüman kadınlara ve onları peçe takmaya zorladıkları düşünülenlere ceza yağacak. Otobüs, metro, okul ve hastane gibi kamuya açık yerlerde peçe takan ve çıkarmayı reddeden kadınlara 300 TL civarında para cezası kesilecek veya vatandaşlık kursuna gönderilecek. Kadını peçe takmaya zorlayan kişiye ise yaklaşık 60 bin TL para cezası ve bir yıla kadar hapis cezası verilecek. Eğer peçe takmaya zorlanan kişi onsekiz yaşından küşük ise söz konusu ceza ikiye katlanacak. Müslümanları hedef haline getirme potansiyeli taşıyan yasa, cezalandırılmaktan endişe duyan kadınları eve hapsedecek. Laiklik ve cumhuriyet değerlerinin korunması, güvenlik kaygılarının giderilmesi bahanesi ile çıkarılan söz konusu yasa Fransız polisini kendi vatandaşı ile karşı karşıya getirecek.

Fransa uluslararası sözleşmeleri çiğniyor

Fransa, çoğu Kuzey Afrika ve Türkiye kökenli, Avrupa’da en kalabalık (beş milyon) müslümanın yaşadığı bir ülke. Önce devlet okullarında (ilk ve ortaöğretim düzeyinde) türban ve başörtüsü yasağı başlatan, şimdi ise peçeyle kamuya açık yerlerde dolaşmayı engelleyen yasağı uygulamaya sokacak olan Fransa’nın, 1789 Devrimi’nin temellerinden ‘özgürlük ve eşitlik’ ilkelerine sırt çevirdiği görülüyor. Zira beş milyon müslümanın büyük çoğunluğu Fransız vatandaşı olmasına karşın müslümanların diğer vatandaşlara tanınan temel hak ve özgürlüklerinden aynı ölçüde yararlandırılmadığı görülüyor.

Fransa’da müslüman nüfusa yönelik yasakçı uygulama İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Din ya da İnanca Dayalı Her Türlü Hoşgörüsüzlük ve Ayrımcılığın Kaldırılması Bildirgesi’nin güvence altına aldığı din ve vicdan hürriyetli ile bireylerin dini inançlarının gerektirdiği pratikleri yerine getirme özgürlükleri ile taban tabana zıt. Fransa, taraf olduğu ve imza koyduğu uluslararası sözleşmeleri görmezden geliyor. Ulusal Birlik Hareketi’nden Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, Başkakan François Fillon ve Ulusal Cephe lideri Marine Le Pen’in başını çektiği göçmen karşıtı ve İslam aleyhtarı anlayışın kökenlerini, bu ülkede gelişen katı laiklik anlayışında bulmak mümkün. Başta ABD olmak üzere diğer Batılı ülkeler ile karşılaştırılığında en katı, dışlayıcı ve yasakçı laiklik anlayış ve uygulamasının Fransa’da olduğu görülür.

Fransız siyasi tarihi ve toplumsal hafızasında, 1905 yılına kadar ülkede tarihsel hegemonyasını tekrar kurmaya çalışan Katolik Kilisesine karşı verilen uzun mücadelelerin derin izler bıraktığı anlaşılıyor. Hegemonik dini yapıların olmadığı ülkelerde ise daha özgürlükçü, çoğulcu ve kapsayıcı bir laiklik ve din-devlet ilişkisi modelinin ortaya çıktığı gözlenmektedir. Dünya’daki yaygın eğilimin, din ve vicdan hürriyetinin korunması ve güçlendirilmesine yönelik politikalar geliştirilmesi yönünde olmasına karşın, Fransa’da bunun tam tersi yönde gelişmeler olduğu görülüyor.

Müslümanlar kamusal alandan dışlanıyor

Fransa’da yasağın uygulanması, Türkiye açısından da önemli bir konuyu tartışmaya açıyor. O da kimi zaman kamuya açık yer, kimi zaman kamusal alan, kimi zaman da devletin yetki sınırları içindeki yer gibi anlaşılan veya yorumlanan ‘alan’ın ne olduğudur. Fransa’da kamusal alan çok geniş bir yorumlama ile otobüs, metro, banka, lokanta, banka, tiyatro, çarşı ve sokak gibi herkese açık yer veya okul, hastane, müze ve bakanlıklar gibi devlete ait bir yer olarak yorumlanıyor. Yani kamusal alan bir fiziki bir mekana indirgeniyor. Hal böyle olunca devlet, baskın ideolojisini ve tektipleştirici politikalarını söz konusu kamusal alanın belirleyici dayanağı yapıyor. Fransa’da kamusal alan halkın tümüne ve toplumun çeşitli kesimlerine açık bir özgürlük alanı olmaktan çıkıyor. Dünyanın diğer pekçok ülkesinde ise kamusal alan farklı toplum kesimlerinin taleplerini dile getirebildiği, temsil edilebildiği özgür bir müzakere alanı olarak işlev görüyor.

Fransa, dini sembol ve taleplere olumsuz bakan katı bir laiklik anlayışının etkisinden kurtulamıyor. Gelecek yıl yapılacak olan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ırkçı, göçmen ve yabancı karşıtlarının oylarının şimdiden peşine düşen Sarkozy’nin teşviki ile Jean-François Copé’nin salı günü düzenlediği ‘Fransa’da laiklik ve İslam’ tartışması iktidardaki Fransız siyasi elitinin dini hoşgörüsüzlüğüne işaret etmekle kalmıyor. Laikliği korumak için 26 önlemin tartışıldığı bu toplantı aynı zamanda İslamofobinin toplumsal taban bulmasına zımnen meşruiyet kazandırıyor. Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Sarkozy ülkesindeki işsizlik, ayrımcılık ve yabancı düşmanlığı gibi toplumsal sorunları görmezden geliyor, Fransız Devrimi’nin ruhuna ihanet etme pahasına müslümanları ötekileştiriyor.

Dünyanın neresinde olursa olsun, çoğulculuk, dini hoşgörü, din ve vicdan özgürlüğü ile dini azınlık haklarının korunmasını önemseyen ve savunan aydınların Fransa’nın yasakçı politikalarına itirazı ahlaki ve vicdani bir sorumluluktur. Küresel vicdanın sesi olmaya özen gösteren Türkiye’nin, uluslararası kamuoyunu da yanına alarak Avrupalı müslümanların selameti için Fransa’nın ayrımcı politikalarına karşı mücadelede öncülük yapması bekleniyor. Çünkü, kendi içinde özgürleşen Yeni Türkiye eşitlik, özgürlük ve dinle barışık laiklik konularında sadece İslam dünyasına değil Batıya da örnek oluşturacak ilerlemelere ev sahipliği yapıyor.

6 Nisan 2011 Çarşamba

Demokratik bir üniversite için YÖK reformu şart

Demokratik bir üniversite için YÖK reformu şart
Türkiye gerek ekonomide, gerek dış politikada hızla büyüyor ve gelişiyor. Ancak ülkemize mahsus kemikleşmiş bazı meseleler Türkiye’deki demokratikleşme ve dünyaya entegre olma sürecinin önünde büyük bir engel olarak duruyor. Üniversite meselesi bu sorunlardan biri ve belki de en büyüğü. Türkiye’deki yükseköğretim sistemiyle ilgili önemli çalışmaları olan, Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi ve YÖK Başkan Danışmanı Prof. Dr. Talip Küçükcan’la öğrenci affını ve Türkiye’deki üniversitelerin durumunu değerlendirdik.
Prof. Dr. Talip Küçükcan:
Mostar: Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde “torba yasa” olarak nitelendirilen yasa tasarısı görüşüldü ve kabul edildi. “Torba yasa”nın içerisinde üniversite affına ilişkin maddeler de bulunuyor. Bu maddelerin kapsamı ile ilgili ne düşünüyorsunuz?
Talip Küçükcan: Öncelikle bu değişiklikle beraber hangi sebeple atılmış olursa olsun üniversitelerden atılan öğrencilere af geliyor. Bu afla birlikte üniversitelerle ilişiği kesilmiş öğrenciler geri gelecek. Aslında af yeni bir mesele değil. Türkiye’de tıpkı zaman zaman vergiye ilişkin meselelerde af çıktığı gibi üniversiteden herhangi bir nedenle uzaklaştırılmış öğrencilere ilişkin de af çıkabiliyor. Ancak mevcut proje şimdiye kadar yapılan çalışmaların en kapsamlısı olacak. Affın hem pozitif hem de negatif tarafları var. Üniversitelerden uzaklaştırılan öğrencilere yönelik yapılan herhangi bir ön çalışma olmadığı için afla geri dönecek kaç kişinin olduğunu bilmiyoruz. Zannedildiğinden çok daha fazla sayıda insan üniversitelere geri dönebilir. Son dönemde üniversitelerin kontenjanları artırıldı ve şu an üniversitelerimiz fizikî alan kullanımı olarak neredeyse doyum noktasına geldi. Artık hangi bölüme giderseniz gidin sınıflar tam kapasite çalışmaya başladı. Daha önce kontenjan artırımına kadar üniversitelerimizin birçoğu fiziksel olarak yeterli imkânları olmasına rağmen kapasitelerinin altında çalışıyordu ve yeteri kadar öğrenci alınmıyordu. YÖK şimdiye kadar yapılmayan bir iş yaptı ve kontenjanları artırdı. Af meselesi de bu kontenjan artırımı ile ilintili bir şey aslında. Ne kadar öğrencinin geri geleceği de bilinmediği için tam kapasite çalışan üniversitelerde yeni durumla ortaya çıkacak öğrenci sayısı eğitimi biraz zorlaştırabilir.
Mostar: Türkiye’de yeni açılan çok üniversite var. Onlar böyle bir sorun yaşamayacaklar herhalde?
Talip Küçükcan: Bahsettiğim sorun zaten büyük üniversitelerle ilgili. Yeni üniversitelerde böyle bir sorun elbette yaşanmaz. Afla ilgili olumsuz yönlerden biri bu. Özellikle yüksek lisans ve doktora öğrencileri için daha da farklı bir durum söz konusu. Bu öğrencilerin danışmanlara ihtiyaçları var. Yüksek lisansta ve doktorada iyi bir danışmanlık sistemi gerekiyor. Danışman hocalarla öğrenciler düzgün bir diyalog geliştiremezlerse ortaya çıkan çalışmalar çok kapsamlı olmuyor. Bununla ilgili de bir sıkıntı ortaya çıkabilir. Zaten mevcut sistemde ciddi bir danışmanlık sistemi problemi var. Afla birlikte bu problemin de artabileceğini düşünüyorum. Affın olumlu yönleri de var. Türkiye OECD ülkeleri içerisinde 20-25 yaş grubu arasında yüksek öğretime erişimi en düşük düzeyde olan ülkelerin başında geliyor. Bu durum bizim için ciddi bir problem aslında. Çünkü üniversite eğitimi ile gelişmişlik düzeyi arasında paralellikler var. Bir ülkede üniversite mezunu insan sayısı ne kadar fazlaysa, gelişmişlik de o oranda fazla oluyor. Bu ülkenin siyasetine, ekonomisine, üretimine, yönetimine yansıyor. Uzun vadede de ülkenin kalkınmışlığını olumlu yönde etkiliyor. Bu açıdan baktığımızda üniversitelerle herhangi bir şekilde ilişiği kesilmiş kişilerin yeniden kazanılmasının olumlu bir gelişme olduğunu söylememiz gerekir. Çünkü bunlar aslında yarıda bıraktıkları bir projeyi sürdürme imkânına kavuşmuş olacaklar. Sonra üniversiteden başörtüsü nedeniyle ya da farklı mülahazalardan dolayı uzaklaştırılan bayanlar vardı. Onlara tekrar şans verilmesi çok anlamlı. Kanaatime göre en anlamlı yönü de bu. Şimdiye kadar haksız yere üniversiteden uzaklaştırılan ya da anayasal hak olduğu halde üniversiteye girmesi engellenen insanlar tekrar bu hakkı elde edecekler. Türkiye’ye yakışan da bu.

BAŞÖRTÜSÜ MESELESİ SÜREÇ İÇERİSİNDE ÇÖZÜLECEK
Mostar: Başörtüsü meselesine ilişkin yaşananlarla tekrar karşı karşıya kalabiliriz. Çünkü hâlâ bazı üniversitelere başörtüsü ile girmek yasak.
Talip Küçükcan: Bu bir süreç olarak algılanmalı. Türkiye’de üniversitelerimizde bu çağdışı uygulama devam ediyor. Ancak altını çizerek söylemek istiyorum dünyanın hiçbir ülkesinde insanların okuma hakları kılık kıyafetinden dolayı elinden alınamaz. Tam tersi üniversitelerde insanların inançlarını yaşayışa yani pratiğe dönüştürebilecekleri ortamlar sağlanır. Oxford’da, Cambridge’te, Harward’da, Princeton’ta, Sorbonne’da da benzer uygulamalar görürsünüz. Ne bireysel olarak hiçbir hoca, ne de kurumsal olarak hiçbir üniversite bir öğrencinin okuma hakkını elinden almaz. Tam tersine teşvik eder. Ancak maalesef Türkiye’de bugüne kadar tam tersi bir politika güdüldü ve üniversiteye giden öğrencilerin bu hakları ellerinden alındı. Şimdi geri veriliyor ve öğrenciler geç de olsa haklarına kavuşmuş olacaklar. Bu yasağın doğurduğu bir travma vardı. Ve insanlar üzülerek söylüyorum ki bu travmayı atlatamadı. Afla ve yeni uygulamalarla birlikte yeni sorunların doğacağını düşünmüyorum. Çünkü problem tamamen uygulamadan kaynaklanıyordu. Aslına bakılırsa başörtüsü yasağı uygulamaya bakıldığında ortadan kalktı. Türkiye’de başörtüsünü yasaklayan hiçbir yasa yok zaten. Bu bir uygulama meselesiydi. YÖK’ün zamanında çıkardığı, 28 Şubat sürecinin de arkasında durduğu desteklediği hayali bir yasaktı. Altında herhangi bir yasal zemin yoktu. Yasağa karşı daha sonra çıkarılmaya çalışılan önlemler Danıştay’a, Anayasa Mahkemesi’ne götürüldü malumunuz. Orada hukuki bir zemin bulunmaya çalışıldı. Hiç kimse bugüne kadar TBMM’nin başörtüsüne ilişkin bir yasağının olduğunu göremez. Tam tersine TBMM iki kere mevcut yasaların değişmesine ilişkin girişimde bulundu. Anayasa’daki değişikliklerle eğitimin devam ettirilmesinin altı çizildi. Ancak buna rağmen Anayasa Mahkemesi bunun Türkiye’deki mevcut düzene aykırı olduğunu ve birer tehdit unsuru olduğunu iddia ederek bu değişiklikleri reddetti. Demokrasisi ister gelişmiş olsun, ister gelişmemiş olsun, isterse totaliter olsun dünyanın hiçbir ülkesinde böyle yasaklar görülmemiştir. Bunlar yalnızca Türkiye’ye özgü, utanç verici yasaklardı. Mevcut YÖK bir takım değişikliklerle bu anti-demokratik durumu ortadan kaldırmaya çalıştı. Görüldü ki aslında problem kurumsal uygulamalardan kaynaklanıyor. Üniversite yetkilileri bu uygulamadan vazgeçerse Türkiye’de başörtüsü meselesi gibi bir meselenin olacağını düşünmüyorum. Bireysel olarak kimi hocaların konuya ilişkin yorumları da olabilir. Ancak bunlar bireysel çabalardan öteye geçmez, üniversitenin kendisini bağlamaz. Yeni uygulamalar ve yasalarla başörtüsü meselesi çözülecektir.
ÜNİVERSİTEDEN ATILMA TÜRKİYE’YE HAS BİR UYGULAMA
Diğer ülkelerde durum nasıl peki? Türkiye’deki gibi üniversitelerden atılma diye bir uygulama var mı?
Mostar: Talip Küçükcan: Hem AB’de, hem ABD’de hem de dünyanın diğer pek çok yerinde “hayat boyu öğrenme” diye bir kavram var. Yani herhangi bir yaş ya da kıyafet sınırlaması olmaksızın insanlar istedikleri zaman üniversitelere geri dönebiliyorlar. Mesleklerini değiştirmek veya farklı entelektüel ilgilerini tatmin etmek istediklerinde üniversiteye dönebiliyorlar. Hatta bunlar için belirli kolaylıklar sağlanıyor. İnsanların belirli yaşlarda daha çalışkan olduğu, zihinlerinin daha açık ve imkânlarının daha müsait olduğu düşünülüyor. Ve okula dönmeleri için çeşitli kolaylıklar sağlanıyor. Türkiye’de de “hayat boyu öğrenme” meselesinin sahiplenilmesi gerekiyor.
Mostar: Af yasasıyla birlikte üniversitelerden ilişiği kesilme de kaldırılacak değil mi?
Talip Küçükcan: Evet, af yasası Cumhurbaşkanı tarafından onaylandıktan sonra artık üniversitelerden atılma diye bir durum söz konusu olmayacak. “O zaman insanlar üniversite eğitimini çok ciddiye almazlar” gibi bir eleştiri getiriliyor. Böyle bir durumun ortaya çıkma ihtimali çok düşük. Çünkü biliyorsunuz dünyanın çeşitli ülkelerinde üniversite eğitimi kredi usulüne göre yapılıyor. Öğrenciler almak zorunda oldukları krediden başarılı olurlarsa mezun oluyorlar. Kimisi 3 yılda bitiriyor, kimisi 5 yılda bitiriyor. Hayatın gerçekleri öğrencileri üniversiteyi zamanında hatta bir yıl önce bitirmeye zorluyor.
Mostar: Hiçbir öğrenci okulunu bilerek uzatmak istemez herhalde.
Talip Küçükcan: Evet, kimse bunu göze almak istemez. Üniversiteden atılmak da hiçbir şeyi çözmüyor. Üçüncü sınıfta iki dersten kaldı diye öğrencinin üniversite ile ilişiği kesiliyor. Öğrencilerin devlete olan maliyetlerini de düşündüğümüzde aslında ilişiği kesme devlete ciddi bir ekonomik külfet de getiriyor. Türkiye’nin böyle bir lüksü yok, dünyanın diğer ülkeleri de böyle bir lüksü uzunca bir süre önce kaldırmış ve demiş ki; “4 yılda bitirilmesi gereken üniversiteyi 8-9 yılda bitirirsen harç bedeli olarak biraz daha fazla ödemek durumundasın”. Bu da istisnai bir durum dediğiniz gibi. Öğrencinin okulu bitirememesinin çeşitli nedenleri olabilir. Hastalanmıştır, hem çalışıp hem okumak durumunda kalmıştır, konsantrasyon eksikliği yaşamıştır. Böyle bir durumda öğrenciyi üniversiteden uzaklaştırarak geleceğini karartmamak lazım. Rekabetin olduğu bir dünyada rasyonel insanlar üniversite eğitimini ekstra bir durum söz konusu olmadıkça 4 yıldan 8 yıla çıkarmaz. Bir de yeni uygulamayla gerçekleşecek olan harç bedelinin yükselmesiyle öğrenciler, uzattıkları her yıl için biraz daha fazla harç bedeli ödemek durumunda kalacaklar. Bu da öğrencileri tembellik yapmaktan alıkoyacak bir yaptırım bence. Türkiye’yi dünyanın diğer ülkeleriyle karşılaştırdığınızda üniversite sisteminde Türkiye’de bir gelişme olduğunu görürsünüz. En son 8 üniversitenin daha kurulması karalaştırıldı. Devlet ve vakıf üniversiteleri toplam 164 üniversiteye ulaştı. Bunların bir kısmı henüz eğitime başlamadı ama kurulma kararı alındı. İstanbul’da yaklaşık 40 üniversite var. Kimileri bu kadar üniversite fazla diyor. Hâlbuki ABD’de Boston’ın nüfusu 5-6 milyon ama 100’e yakın üniversite var. İstanbul’un nüfusu 20 milyona yakın ama 35-40 civarı üniversite var. Buna rağmen biz bu üniversitelerin çok olduğunu düşünüyoruz. İstanbul’un da dâhil olduğu Marmara Bölgesi Türkiye nüfusunun yüzde 60’ını oluşturuyor neredeyse, dolayısıyla bu bölgedeki üniversite sayısının çok olması gerekir. Tüm bunları düşündüğümüzde 164 üniversitenin sayıları az. Sayılarının artırılması lazım.
ASIL SORUN NİTELİKTE
Mostar: Üniversite mezunu bir sürü işsiz de var. Yeni üniversiteler açmak bunların sayısını da artırmayacak mı?
Talip Küçükcan: Olabilir ama bu gerekçe yeni üniversite açmamayı gerektirmez. İstihdam alanı açtığımızda işsizlere iş imkânı sağlayabiliriz. Bu iki durumu birbirinin zıddı gibi görmemek lazım.
Mostar: Bu kadar üniversite açmak eğitimin kalitesini ve bununla paralel olarak yetişmiş insan sayısını düşürmez mi? Herkesin kolay bir şekilde üniversiteye girebildiği ve mezun olduğu bir ortamda üniversite okumuş olmanın ayrıcalığı da ortadan kalkıyor sanki.
Talip Küçükcan: Asıl sorulması gereken de bu. Niceliği artırırken niteliği de artırmak durumundayız. Sayıyı artırırken kaliteyi de artırmak için ne yapmak gerekiyor? Böylesine kritik bir kararı alırken bu problemi hesaba katmalıyız. Türkiye’de yükseköğretimin geleceği ve sizin de belirttiğiniz gibi üniversite mezunu insanların kalifiye olup olmaması bu sorunun cevabında gizli. Bugüne kadar nicelik konusuna çok yoğunlaşılmadığı için nitelik konusuna da ciddi çalışmalar yapılmadı. Türkiye’deki yükseköğretim sistemini bekleyen en büyük risklerden biri kalite meselesi. Eğer Türkiye’deki üniversiteler kaliteyi sağlamadan ya da kaliteli eğitim, öğretim için neler yapmak gerektiğini gündemine almadan yola devam edecek olurlarsa çeşitli problemlerle karşılaşabilirler. O nedenle şu an YÖK bünyesinde bazı çalışmalar yapıldı. Türkiye’de üniversitelerin kalite güvence sisteminin kurulması çalışmaları devam ediyor. Dikkat edilmesi gereken konu şu: Kalite meselesi merkezî bir sistemle çözülecek bir problem değil. Kaliteli eğitimi sağlamak için üniversitelerin kendi bünyelerinde çalışmalar yapmaları gerekiyor. Kalite kültürü, üniversitelerin kendi bünyelerinde derinleştirmeleri, kökleştirmeleri gereken bir kültür.
Mostar: Batı Avrupa ve ABD’de kalite güvence ajansları gibi bazı merkezi kurumlar var.
Talip Küçükcan: Evet, ama orada yükü asıl taşıyan yine üniversitelerin kendi bünyelerinde kurdukları sistemler. Üniversiteler, hoca ya da öğrenci nasıl çalışmalı, nasıl üretmeli, buna ilişkin çalışmalar yapıyor. Kalite meselesini YÖK bir ajans kurarak ya da bir büro kurarak çözemez. Bu sorunu temel olarak çözecek en önemli girişimlerden biri bazı yetkilerin üniversitelere verilmesi. Mevcut YÖK 12 Eylül’ün mirası. Mesela 28 Şubat gibi dönemlerde YÖK yetkilerini çok aşarak demokratik yapıyı zedeleyecek, bu yapıya aykırı birçok işe imza attı. İşte bu gibi temel bazı sorunları çözmek için YÖK’ün bir kısım yetkilerini üniversite rektörlerine devretmesi, üniversite rektörlerinin de kendi yetkilerini üniversite bünyesinde bulunan bazı kurullara devretmesi gerekiyor.
Mostar: Türkiye’de üniversitelerin eğitim kalitesinin düşük olmasını neye bağlıyorsunuz?
Talip Küçükcan: Büyük üniversitelerimizde eğitimin seviyesi yükseldi. Türkiye’deki büyük üniversiteler eğitim kalitesine yönelik zaman içerisinde çeşitli çalışmalar yaptılar. Yeni kurulan ya da gelişmekte olan üniversitelerin kalite hususuna dikkat etmeleri gerekiyor. Geçmiş dönemlerde üniversiteler kendi alanlarına yoğunlaşmadıkları, aktif siyasette daha fazla söz sahibi olmaya çalıştıkları için kalite düştü. Üniversiteler siyasetle ilgilenmez diye bir şey söyleyemeyiz. İnsanların fikir ürettiği yerler olan üniversitelerin ülkenin meselelerine bigâne kalması mümkün değil. Üniversitelerin temel sorumluluklarından biri de bilgi üretmenin yanında toplumun temel sorunlarına ilişkin de fikir üretmeleri. Buradan baktığımızda üniversite-siyaset ilişkisi ister istemez kuruluyor. Fakat bu ilişki günübirlik politikalar üzerinden olmamalı. Parti politikalarının üzerinde, partiler üstü siyasetle üniversitenin münasebetinin olması gerekiyor. Buna siyasa dememiz daha doğru olur. Siyasa-üniversite ilişkisi mutlaka olmalı. Üniversite hocaları bu ülkenin aydınları. Aydınlara düşen ise vatandaşların dikkatini çekmeyen konularla ilgili halkın, kamuoyunun dikkatini çekmek, bu meseleleri onların gündemine taşımak.
Mostar: İfade ettiğiniz gibi üniversitelere ilişkin problemler bugüne kadar YÖK ve onun destekçisi kimi kişi ya da gruplar yüzünden çıktı. YÖK’e kendi konumunu da sorgulayan bir başkanın gelmesiyle yükseköğretime ilişkin ciddi işler yapılıyor. Mevcut durum üzerinden konuşacak olursak Türkiye’deki üniversitelerin geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Talip Küçükcan: Mevcut YÖK sistemiyle Türkiye’de üniversitelerin geleceğinin çok parlak olacağını söyleyemeyiz. Bu kişilerle ilgili bir durum değil. Bizzat YÖK’ün yapısına ilişkin bir mesele. YÖK’ün kuruluş amaçlarına ve yapılarına bakacak olursak üniversitelere ilişkin genel standartların oluşturulması bakımından merkezi bir sistem muhakkak gerekiyor. Ancak burada temel problem YÖK’ün yetkileri hususunda ortaya çıkıyor. Dünyanın hiçbir yerinde YÖK’ün sahip olduğu yetkilere sahip olan bir kurum yok. Bu kurumlar daha çok bölgesel ya da üniversitelerdeki çalışmaların desteklenmesi hususlarında ya da kalitenin artırılmasına yönelik çalışmalarda ortaya çıkıyorlar. Bugün Türkiye’de hem iktidar hem de muhalefet YÖK’ün çok ciddi şekilde reforme edilmesi gerektiğini düşünüyor. Ancak yalnızca YÖK’ün değil üniversitelerin de kendilerini reforme etmesi gerekiyor. Üniversiteler Türkiye’de polemik siyasetinden uzak durarak siyaset üstü çalışmalara destek vermeli. Üniversiteye verilen bütçeler kalem kalem olmaktan ziyade külli olarak verilmeli ve bütçeyi kullanma inisiyatifi rektörlere bırakılmalı. Sonra üniversite-sanayi işbirliği muhakkak geliştirilmeli. Bugün birçok sanayi kuruluşu kendi Ar-Ge’sini kuruyor. Bunun yerine sanayi kuruluşları üniversitelerin ürettiği bilimden istifade etmeli. Ancak bu yapılırken üniversiteler piyasa aracı haline getirilmemeli. Tüm bunlar gerçekleştiği zaman üniversitelerin Türkiye’nin her türlü ihtiyacına cevap veren, bilim üreten demokrasinin beşiği kurumlar olacağına inanıyorum.
Kimdir
Prof. Dr. Talip Küçükcan, Marmara Üniversitesi öğretim üyesi. Yüksek lisansını Londra Üniversitesi’nde, doktorasını Warwick Üniversitesi’nde sosyoloji ve etnik ilişkiler alanında yaptı. Aynı üniversitede iki yıl süre ile doktora sonrası araştırmalar yürüttü. İSAM’da araştırmacı olarak çalıştı. Küçükcan halen SETA'da Dış Politika Koordinatörlüğü görevini sürdürüyor. Prof. Küçükcan’ın Yükseköğretim’de Kalite Güvencesi, Türkiye’de Yükseköğretim: Karşılaştırmalı Bir Analiz, Deprem ve Din, Avrupa Birliği Ülkelerinde Din-Devlet İlişkisi gibi eserleri bulunuyor.
MOSTAR, 2011, Sayı 73

7 Mart 2011 Pazartesi

Turkey a Model for Islamic World insofar as It Changes

Public demands for structural change in North Africa and the Middle East has brought Turkey to the global stage within a new context. The course of developments in Muslim countries and the direction the Middle East in particular will pursue is the most important item on the international agenda.

Politicians and academics who discuss the topic in local and foreign media frequently mention Turkey as well. Questions like whether Turkey can serve as a model and be a source of inspiration for political and social change are asked. What experience does Turkey have? Which fields does it have the potential to impact? Can it contribute to change and transformation? How do the West and the Muslim world feel about Turkey’s role in the region? These are enlightening questions that Turkey should answer.


The Muslim world is not homogenous

The Muslim world encompasses a wide region. There are 57 Muslim countries that are members of the Organization of the Islamic Conference (OIC). Islam is a religion that has spread to almost every part of the world and has more than 1 billion followers. “Muslim society” is a broadly pluralistic one, but from the outside Muslims are perceived as homogenous. In light of historical experience and current facts, we can say there are different Islamic countries and different Islamic experiences spread across a broad region, from the Balkans to the Far East, from the Caucasus to Africa. When making an assessment about the Muslim world’s demand and quest for change, it is vital to keep this diversity in mind to avoid the mistake of undermining the demands, and to not produce a new Orientalist discourse.

The Muslim world can be divided into two general sections: countries that have experienced colonization and still suffer from its effects and countries that have not experienced colonization and can build their own futures. Islamic countries that suffered from colonialism faced big challenges during the establishment of their nation-state and when they declared their independence many failed to overcome crises in establishing an administration based on public support and the national will. It would be better to evaluate the events in Tunisia and Egypt in light of these historical experiences. Meanwhile, Turkey, which has not gone through such an experience, has managed to become a pivotal country in terms of consolidating civilian power, abolishing military tutelage, expanding religious freedoms, improving the economy and adopting a successful foreign policy despite a grueling journey towards democracy.

Several states were founded in the Middle East after the fall of the Ottoman Empire. When declaring their independence from colonialists and setting up their nation-states, they applied different models. Different models ranging from socialism to an Islamic state model, which aroused controversy, were tested, but the legitimacy problem lingered. Turkey stands out at this point because of its experience in institutionalizing political participation by adopting a multi-party system and in representing the public will in the legislative and executive branches, in other words in giving sovereignty to the people.

Turkey is a country that is able to understand the developments in the world better than most countries in the Muslim world. Other countries lagged behind in taking the initiatives that were taken in Turkey during the period of late Prime Minister Adnan Menderes and late President Turgut Özal, and accelerated during the term of Prime Minister Recep Tayyip Erdoğan. (Such initiatives include improvements in education and freedom of thought and expression, diversity of the media, the downsizing of government, the rise of new economic classes, the construction of a social state and the establishment of a balance between democracy and security.) These experiences in Turkey encouraged and empowered those demanding change in the Middle East, albeit implicitly. With the end of taking control of their futures, people have started demanding civilian administrations that rely on public will instead of one-man rules that last for many years. The very existence of Turkey played an empowering role in the change process underway in the region.


New Turkey breaking stereotypes of Orientalism

The Western perception of the Islamic world has always been problematic. It has been dominated by a very homogeneous essentialist approach and Orientalism has conceptualized and reinforced this point of view. The West started to reproduce biases and rigid views about Islam particularly after the 9/11 attacks. By constantly mentioning Islam and security issues together, the perception of Islam as a threat was created. The relationship that was established between Islam and radicalism made Islam seem like a threat and ultimately resulted in the occupation of some Islamic countries such as Afghanistan and Iraq. It was due to these security concerns that the demands of the Islamic world for change were ignored.

Their demands for political participation and wealth were suppressed on the grounds that they would bring radicals to the power. It is for this reason that concerns about radical and extremist groups coming to power in place of the current authoritarian regimes were highlighted during the developments in Tunisia and Egypt. Of course it is important to keep the masses separate from government administrations when speaking about Muslim countries. The people that are responsible for the negative views and stereotypes about the Muslim world today are not necessarily the general public in these Muslim countries but rather the political administration and movements that claim to be representing them. For example, in countries where there are human rights violations, religion, in other words Islam, is instantly blamed for them. In this respect, Turkey’s experience breaks these stereotypes; it affirms that a conservative party and its political cadre, which came to power in 2002, believes in democracy, and it shows the efforts of a predominantly Muslim country to integrate with the world and especially the EU. In other words, it shows that the basis of the political structure is not shaped according to religious beliefs and values but rather according to concepts like democracy, human rights, expansion of civilian control, transparency, and accountability. It is natural for this success story to serve as inspiration for the Muslim world. However, Turkey needs to accelerate efforts to make further progress -- in other words to improve the rule of law and democracy. It will be a new Turkey that will serve as inspiration for the Muslim world and set an example.


An example-setting New Turkey

Turkey has not been able to fully resolve its problems and confront its history. For example it has yet to resolve problems that disrupt the status quo such as religious freedom and the Kurdish issue. But with the transition to multi-party system, a process of normalization began. This process was occasionally stopped due to military interventions. Important steps were taken to address these problems. The political institution sometimes undertook serious endeavors to address them and other times turned a blind eye. We can say that it is relatively easier for Turkey, compared to other Muslim countries, to confront its problems. That is because in Turkey social demands are represented in politics. In countries where public participation in political affairs is limited and where the public will is not sufficiently represented in parliament, it becomes more painstaking and quite difficult to face and settle problems regarding issues like religion and democracy, religion and secularism and religious freedoms.

In Turkey, there is still a struggle going on between those who support the status quo and those who support change. On the one hand, there is a political attitude that is inclined to rely on military interventions, and even criticizes the army for not intervening in politics, and on the other hand a political mentality that, in contrast to the single-party period’s aim of creating a static political system, wants to establish a pluralistic legal and democratic system that is void of tutelage. The experience that holds meaning for both the Muslim world and the West is not the single-party period and the period in which coups and tutelage were defended, but the New Turkey experience that began during Özal’s administration and became more pronounced after 2002.

It isn’t a state-centric Turkey that is interested in maintaining the single-party era ideology that influences the Muslim world; rather, it is the New Turkey, which can bravely confront its problems, tackle long-standing problems, listen to the public will, respect beliefs and values and does not see demands for democracy as a threat.

Today's Zaman, February 28, 2011

www.setavakfi.org.tr/public/HaberDetay.aspx?Dil=tr&hid=68545

28 Şubat 2011 Pazartesi

Türkiye Değiştiği Ölçüde Model Olabilir


Kuzey Afrika ve Ortadoğu'daki yapısal değişim talepleri Türkiye'yi yeni bir çerçevede gündeme getirdi. İslam ülkelerindeki gelişmelerin yönü ve özellikle Ortadoğu coğrafyasının nereye doğru evrileceği uluslararası gündemin en önemli konusu. İç ve dış basında, siyasi ve akademik çevrelerde bu konu tartışılırken Türkiye'ye de sık sık atıflarda bulunuluyor. 'Türkiye model olabilir mi, siyasi ve toplumsal dönüşümde ilham kaynağı olabilir mi?' soruları soruluyor. 'Türkiye'nin birikimleri neler, potansiyel etki alanları olabilir mi, bir değişim ve dönüşüm için katkı sağlayabilir mi?', Batı'da ve İslam dünyasında 'Türkiye'nin bölgesel rolüne nasıl bakılıyor?' soruları ülkemize de ayna tutan ve Türkiye'nin de cevaplaması gereken sorular.

İslam dünyası homojen değil
İslam dünyası geniş bir coğrafya. İslam Konferansı Teşkilatı'na üye 57 İslam ülkesi var. Bir milyarı aşan nüfusu ile, dünyanın hemen her yerine dağılmış ve yerleşmiş bir din İslam. Kendi içinde geniş bir çoğulculuğu olan ama dışarıdan bakıldığında daha çok homojen algılanan bir topluluk Müslümanlar. Halbuki tarihî tecrübeler ve günümüzdeki gerçekler ışığında bakıldığında Balkanlardan Uzak Asya'ya, Kafkasya'dan Afrika'ya kadar geniş bir coğrafyaya yayılmış farklı İslam ülkelerinden ve farklı İslam tecrübelerinden söz etmek mümkün. Dolayısıyla İslam dünyasının değişim talep ve arayışları hakkında bir değerlendirme yaparken bu çeşitliliği mutlaka göz önünde bulundurmak, indirgemecilik yanlışına düşmemek, yeni bir oryantalist söylem üretmemek gerekiyor.
İslam coğrafyasını genel olarak ikiye ayırmak mümkün: Sömürge deneyimi yaşamış ve bunun etkilerini hâlâ hisseden ülkeler ile işgal ve sömürge deneyimi yaşamadan kendi geleceklerini kendileri inşa eden ülkeler. Sömürgecilik deneyimi yaşayan İslam ülkeleri, ulus devlet kurma süreçlerinde büyük sıkıntılar yaşamış, bağımsızlıklarını ilan ettiklerinde ise toplumsal destek ve milli iradeye dayalı yönetimler kurmada krizleri aşamamışlardır. Tunus ve Mısır'daki olayları bu tarihsel deneyimler ışığında okumak daha sağlıklı olacaktır. Bu tür deneyimi yaşamayan Türkiye ise sancılı bir demokrasi deneyimi olmasına karşın özellikle son yıllarda sivil iktidarı pekiştirme, askerî vesayeti kaldırma, din özgürlükleri alanını genişletme, ekonomik kalkınma ve dış politikadaki başarıları ile merkez ülke konumuna yükselmiştir. 
Osmanlı Devleti'nin yıkılmasından sonra Ortadoğu'da çok sayıda devlet kuruldu. Bunlar sömürgecilerden bağımsızlıklarını kazanıp ulus devlet kurma aşamasına geçerken farklı modeller uyguladı. Sosyalizm modelinden tartışmalı da olsa İslam devleti modeline kadar farklı modeller denendi ancak meşruiyet sorunu çözülemedi. Türkiye'yi bu noktada gündeme taşıyan, özellikle çok partili hayata geçişle birlikte kurumsallaştırmaya başladığı siyasal katılım, halkın iradesinin yasama ve yürütmeye yansıtılması, yani egemenliğin millete verilmesi tecrübesidir. 
Türkiye, dünyadaki gelişmeleri İslam coğrafyasındaki pek çok ülkeden daha iyi okuyan bir ülke. Türkiye'nin, Menderes ve Özal dönemlerinde başlatılan ve Erdoğan döneminde ivme kazandırılan hamlelerini (eğitim, düşünce ve ifade hürriyeti, medyada çoğulculuk, devletin küçülmesi, yeni ekonomik sınıfların yükselişi, sosyal devlet, demokrasi ve güvenlik dengesinin kurulması yolunda açtığı yeni fırsatlar) diğer ülkeler çok geriden takip etti. Türkiye'nin bu deneyimleri dolaylı da olsa Ortadoğu'da değişim talebinde bulunanları teşvik etti, cesaretlendirdi ve risk almaya itti. İnsanlar kendi geleceklerine sahip çıkmak amacıyla, uzun yıllar süren tek adam iktidarı yerine halkın iradesine dayalı sivil yönetimleri istemeye başladı. Türkiye bizatihi varlığı ile değişim sürecini cesaretlendiren bir rol oynadı. 
Yeni Türkiye, oryantalizmin ezberini bozuyor
Batı'nın İslam dünyasına bakışı öteden beri sorunlu olmuştur. Daha çok homojen ve özcü bir yaklaşım hakim olmuş, oryantalizm de bunu kavramsallaştırarak pekiştirmiştir. Batı, özellikle 11 Eylül'den sonra İslam'a ilişkin önyargıları, kalıp düşünceleri tekrar üretmeye başladı. İslam ve güvenlik kavramları sürekli beraber anılarak İslam'ın tehdit olarak algılanmasına yol açtı. İslam ve radikalizm arasında kurulan bu ilişki İslam'ın tehdit olarak görülmesine ve nihayet bazı İslam ülkelerinin (Afganistan ve Irak) işgal edilmesine yol açtı. İslam dünyasındaki değişim talepleri tam da bu güvenlik anlayışı nedeniyle görmezden gelindi.

Siyasal katılım ve refahtan pay alma talepleri, radikal çevreleri iktidara taşır gerekçesiyle sürekli bastırıldı. Tunus ve Mısır'daki gelişmelerde otoriter rejimlerin alternatifinin radikal ve aşırı gruplar olabileceği endişesinin gündeme getirilmesi de bu noktada manidardır. Kuşkusuz İslam ülkeleri ile ilgili algılar söz konusu olduğunda geniş halk kitleleri ile yönetimlerini birbirinden ayırmak gerekir. Eğer bugün İslam dünyasına ilişkin bazı olumsuz düşünceler ve önyargılar var ise bunun sorumlusu aslında Müslüman halklar değil, onları temsil ettiklerini iddia eden siyasi yönetimler ve hareketlerdir. Örneğin insan hakları açısından sorunlu görülen bazı ülkelerde bu durum hemen dine mal edilmiş ve sorumlu İslam dini gibi gösterilmiştir. Türkiye deneyimi işte bütün bu ezberleri bozmakta, özellikle 2002'de başlayan yeni dönem, muhafazakâr bir parti ve onun siyasi kadrolarının demokrasiye olan inancını teyit etmekte, nüfusunun çoğunluğu Müslüman bir ülkenin AB başta olmak üzere dünya ile bütünleşme çabasını göstermektedir. Yani siyasi yapının temelinin dinî inanç ve değerlere göre şekillenmediği, demokrasi, insan hakları, sivilleşme, saydamlık ve hesap verebilirlik gibi kavramlar üzerine inşa edildiği görülmektedir. Bu başarı hikayesinin İslam dünyasındaki arayışlara ilham kaynağı olması doğaldır. Ancak Türkiye'nin bulunduğu yerden daha ileri bir noktaya ulaşması yani yeni Türkiye'yi hukuk ve demokrasi temelleri üzerine inşa etme sürecini hızlandırması gerekmektedir. İslam dünyasına ilham kaynağı olacak, örnek deneyim teşkil edecek olan işte bu yeni Türkiye olacaktır.

İlham kaynağı olan Yeni Türkiye'dir
Türkiye yakın tarihinin bütün yükünden kurtulabilmiş, geçmişi ile tümüyle yüzleşebilmiş değildir. Örneğin din özgürlükleri ve Kürt sorunu gibi statükoyu rahatsız edici sorunlarını halledebilmiş değil henüz. Ancak çok partili hayata geçişle birlikte bir normalleşme süreci başlamış, bu süreç zaman zaman müdahalelerle kesintiye uğramıştır. Sorunların çözümünde önemli adımlar atılmış, siyaset kurumu zaman zaman öncülük etmiş, zaman zaman ise isteksiz davranmıştır. Diğer İslam ülkeleri ile karşılaştırıldığında Türkiye'nin kendi sorunları ile daha kolay yüzleşmekte olduğunu söylemek mümkün. Zira toplumsal talepler siyasi mecraya taşınabiliyor. Siyasi katılım kapısının, yani halkın iradesinin yönetime yansımadığı veya sınırlı yansıdığı ülkelerde ise din-demokrasi, din-laiklik ve din hürriyetleri gibi alanlardaki sorunlar ile yüzleşmek daha zor oluyor ve daha sancılı oluyor.

Türkiye'de hâlâ statüko ve değişim yanlıları arasındaki mücadelenin sancıları hissediliyor. Bir tarafta askerî vesayete yaslanmaya hevesli, hatta siyasete müdahale etmediği için orduyu eleştiren siyasi bir tavır, diğer yanda tek parti döneminin tektipleştirici projesine karşı çoğulcu, vesayetsiz bir hukuk ve demokrasi sistemi kurmaya çalışan bir siyasi anlayış var. İslam dünyası ve Batı'dan bakıldığında anlamlı olan deneyim tek parti dönemi, darbeler ve vesayetin savunulduğu dönemler değil, Özal'lı yıllarda başlayan ve 2002'den itibaren belirginleşen yeni Türkiye deneyimidir. İslam dünyasını etkileyen tek parti döneminin ideolojisini sürdürmeye hevesli ve devleti merkeze alan Türkiye değil, kendi sorunları ile cesurca yüzleşebilen, dondurulmuş sorunların üzerine gidebilen, milletin iradesine kulak veren, inanç ve değerlerine saygılı, demokrasi taleplerini tehdit olarak görmeyen yeni Türkiye'dir.

Türkiye Değiştiği Ölçüde Model Olabilir


Kuzey Afrika ve Ortadoğu'daki yapısal değişim talepleri Türkiye'yi yeni bir çerçevede gündeme getirdi. İslam ülkelerindeki gelişmelerin yönü ve özellikle Ortadoğu coğrafyasının nereye doğru evrileceği uluslararası gündemin en önemli konusu. İç ve dış basında, siyasi ve akademik çevrelerde bu konu tartışılırken Türkiye'ye de sık sık atıflarda bulunuluyor. 'Türkiye model olabilir mi, siyasi ve toplumsal dönüşümde ilham kaynağı olabilir mi?' soruları soruluyor. 'Türkiye'nin birikimleri neler, potansiyel etki alanları olabilir mi, bir değişim ve dönüşüm için katkı sağlayabilir mi?', Batı'da ve İslam dünyasında 'Türkiye'nin bölgesel rolüne nasıl bakılıyor?' soruları ülkemize de ayna tutan ve Türkiye'nin de cevaplaması gereken sorular.

İslam dünyası homojen değil
İslam dünyası geniş bir coğrafya. İslam Konferansı Teşkilatı'na üye 57 İslam ülkesi var. Bir milyarı aşan nüfusu ile, dünyanın hemen her yerine dağılmış ve yerleşmiş bir din İslam. Kendi içinde geniş bir çoğulculuğu olan ama dışarıdan bakıldığında daha çok homojen algılanan bir topluluk Müslümanlar. Halbuki tarihî tecrübeler ve günümüzdeki gerçekler ışığında bakıldığında Balkanlardan Uzak Asya'ya, Kafkasya'dan Afrika'ya kadar geniş bir coğrafyaya yayılmış farklı İslam ülkelerinden ve farklı İslam tecrübelerinden söz etmek mümkün. Dolayısıyla İslam dünyasının değişim talep ve arayışları hakkında bir değerlendirme yaparken bu çeşitliliği mutlaka göz önünde bulundurmak, indirgemecilik yanlışına düşmemek, yeni bir oryantalist söylem üretmemek gerekiyor.
İslam coğrafyasını genel olarak ikiye ayırmak mümkün: Sömürge deneyimi yaşamış ve bunun etkilerini hâlâ hisseden ülkeler ile işgal ve sömürge deneyimi yaşamadan kendi geleceklerini kendileri inşa eden ülkeler. Sömürgecilik deneyimi yaşayan İslam ülkeleri, ulus devlet kurma süreçlerinde büyük sıkıntılar yaşamış, bağımsızlıklarını ilan ettiklerinde ise toplumsal destek ve milli iradeye dayalı yönetimler kurmada krizleri aşamamışlardır. Tunus ve Mısır'daki olayları bu tarihsel deneyimler ışığında okumak daha sağlıklı olacaktır. Bu tür deneyimi yaşamayan Türkiye ise sancılı bir demokrasi deneyimi olmasına karşın özellikle son yıllarda sivil iktidarı pekiştirme, askerî vesayeti kaldırma, din özgürlükleri alanını genişletme, ekonomik kalkınma ve dış politikadaki başarıları ile merkez ülke konumuna yükselmiştir. 
Osmanlı Devleti'nin yıkılmasından sonra Ortadoğu'da çok sayıda devlet kuruldu. Bunlar sömürgecilerden bağımsızlıklarını kazanıp ulus devlet kurma aşamasına geçerken farklı modeller uyguladı. Sosyalizm modelinden tartışmalı da olsa İslam devleti modeline kadar farklı modeller denendi ancak meşruiyet sorunu çözülemedi. Türkiye'yi bu noktada gündeme taşıyan, özellikle çok partili hayata geçişle birlikte kurumsallaştırmaya başladığı siyasal katılım, halkın iradesinin yasama ve yürütmeye yansıtılması, yani egemenliğin millete verilmesi tecrübesidir. 
Türkiye, dünyadaki gelişmeleri İslam coğrafyasındaki pek çok ülkeden daha iyi okuyan bir ülke. Türkiye'nin, Menderes ve Özal dönemlerinde başlatılan ve Erdoğan döneminde ivme kazandırılan hamlelerini (eğitim, düşünce ve ifade hürriyeti, medyada çoğulculuk, devletin küçülmesi, yeni ekonomik sınıfların yükselişi, sosyal devlet, demokrasi ve güvenlik dengesinin kurulması yolunda açtığı yeni fırsatlar) diğer ülkeler çok geriden takip etti. Türkiye'nin bu deneyimleri dolaylı da olsa Ortadoğu'da değişim talebinde bulunanları teşvik etti, cesaretlendirdi ve risk almaya itti. İnsanlar kendi geleceklerine sahip çıkmak amacıyla, uzun yıllar süren tek adam iktidarı yerine halkın iradesine dayalı sivil yönetimleri istemeye başladı. Türkiye bizatihi varlığı ile değişim sürecini cesaretlendiren bir rol oynadı. 
Yeni Türkiye, oryantalizmin ezberini bozuyor
Batı'nın İslam dünyasına bakışı öteden beri sorunlu olmuştur. Daha çok homojen ve özcü bir yaklaşım hakim olmuş, oryantalizm de bunu kavramsallaştırarak pekiştirmiştir. Batı, özellikle 11 Eylül'den sonra İslam'a ilişkin önyargıları, kalıp düşünceleri tekrar üretmeye başladı. İslam ve güvenlik kavramları sürekli beraber anılarak İslam'ın tehdit olarak algılanmasına yol açtı. İslam ve radikalizm arasında kurulan bu ilişki İslam'ın tehdit olarak görülmesine ve nihayet bazı İslam ülkelerinin (Afganistan ve Irak) işgal edilmesine yol açtı. İslam dünyasındaki değişim talepleri tam da bu güvenlik anlayışı nedeniyle görmezden gelindi.

Siyasal katılım ve refahtan pay alma talepleri, radikal çevreleri iktidara taşır gerekçesiyle sürekli bastırıldı. Tunus ve Mısır'daki gelişmelerde otoriter rejimlerin alternatifinin radikal ve aşırı gruplar olabileceği endişesinin gündeme getirilmesi de bu noktada manidardır. Kuşkusuz İslam ülkeleri ile ilgili algılar söz konusu olduğunda geniş halk kitleleri ile yönetimlerini birbirinden ayırmak gerekir. Eğer bugün İslam dünyasına ilişkin bazı olumsuz düşünceler ve önyargılar var ise bunun sorumlusu aslında Müslüman halklar değil, onları temsil ettiklerini iddia eden siyasi yönetimler ve hareketlerdir. Örneğin insan hakları açısından sorunlu görülen bazı ülkelerde bu durum hemen dine mal edilmiş ve sorumlu İslam dini gibi gösterilmiştir. Türkiye deneyimi işte bütün bu ezberleri bozmakta, özellikle 2002'de başlayan yeni dönem, muhafazakâr bir parti ve onun siyasi kadrolarının demokrasiye olan inancını teyit etmekte, nüfusunun çoğunluğu Müslüman bir ülkenin AB başta olmak üzere dünya ile bütünleşme çabasını göstermektedir. Yani siyasi yapının temelinin dinî inanç ve değerlere göre şekillenmediği, demokrasi, insan hakları, sivilleşme, saydamlık ve hesap verebilirlik gibi kavramlar üzerine inşa edildiği görülmektedir. Bu başarı hikayesinin İslam dünyasındaki arayışlara ilham kaynağı olması doğaldır. Ancak Türkiye'nin bulunduğu yerden daha ileri bir noktaya ulaşması yani yeni Türkiye'yi hukuk ve demokrasi temelleri üzerine inşa etme sürecini hızlandırması gerekmektedir. İslam dünyasına ilham kaynağı olacak, örnek deneyim teşkil edecek olan işte bu yeni Türkiye olacaktır.

İlham kaynağı olan Yeni Türkiye'dir
Türkiye yakın tarihinin bütün yükünden kurtulabilmiş, geçmişi ile tümüyle yüzleşebilmiş değildir. Örneğin din özgürlükleri ve Kürt sorunu gibi statükoyu rahatsız edici sorunlarını halledebilmiş değil henüz. Ancak çok partili hayata geçişle birlikte bir normalleşme süreci başlamış, bu süreç zaman zaman müdahalelerle kesintiye uğramıştır. Sorunların çözümünde önemli adımlar atılmış, siyaset kurumu zaman zaman öncülük etmiş, zaman zaman ise isteksiz davranmıştır. Diğer İslam ülkeleri ile karşılaştırıldığında Türkiye'nin kendi sorunları ile daha kolay yüzleşmekte olduğunu söylemek mümkün. Zira toplumsal talepler siyasi mecraya taşınabiliyor. Siyasi katılım kapısının, yani halkın iradesinin yönetime yansımadığı veya sınırlı yansıdığı ülkelerde ise din-demokrasi, din-laiklik ve din hürriyetleri gibi alanlardaki sorunlar ile yüzleşmek daha zor oluyor ve daha sancılı oluyor.

Türkiye'de hâlâ statüko ve değişim yanlıları arasındaki mücadelenin sancıları hissediliyor. Bir tarafta askerî vesayete yaslanmaya hevesli, hatta siyasete müdahale etmediği için orduyu eleştiren siyasi bir tavır, diğer yanda tek parti döneminin tektipleştirici projesine karşı çoğulcu, vesayetsiz bir hukuk ve demokrasi sistemi kurmaya çalışan bir siyasi anlayış var. İslam dünyası ve Batı'dan bakıldığında anlamlı olan deneyim tek parti dönemi, darbeler ve vesayetin savunulduğu dönemler değil, Özal'lı yıllarda başlayan ve 2002'den itibaren belirginleşen yeni Türkiye deneyimidir. İslam dünyasını etkileyen tek parti döneminin ideolojisini sürdürmeye hevesli ve devleti merkeze alan Türkiye değil, kendi sorunları ile cesurca yüzleşebilen, dondurulmuş sorunların üzerine gidebilen, milletin iradesine kulak veren, inanç ve değerlerine saygılı, demokrasi taleplerini tehdit olarak görmeyen yeni Türkiye'dir.

Yükseköğretimde uluslararasılaşma Türkiye için ne vadediyor?

Prof. Dr. Talip Küçükcan  Bu yazının başlığı "Türkiye 370 milyar dolarlık yükseköğretim ekonomisinden ne kadar pay alıyor?" olab...