30 Mayıs 2007 Çarşamba

Dinlerarası İlişkilerin Entelektüel, Etik ve Pratik Temelleri

Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı “Dinlerarası İlişkiler” konulu bir proje yürütüyor. Seçkin bilim insanları ve uzmanlar bu projeye katkıda bulunuyor. Bu projenin kuşkusuz tarihsel bir yönü var ama acaba günümüzde nasıl bir pratik izlenebilir konusu biraz daha ilgi çekici olmalı. Dinlerarası ilişkilerin pratik, uygulamalı ve işlevsel yönleri söz konusu olduğunda, bu konunun tarihsel seyrinin sadece teolojik parametrelerle ilinti olmadığı, siyaset bilimi, siyaset-hukuk-din sosyolojisi bilimlerinin de araştırma konuları arasında yer alan uluslar arası ilişkiler ve ittifaklar, toplumsal hareketler ve sosyal ağlar, transnasyonal oluşum ve akımlar, kültürler ve medeniyetler arası ilişkiler ve medya, imajlar ve iletişim gibi çok boyutlu ve katmanlı perspektiflerden de ele alınması gerektiği söylenebilir. Bu nedenle “Dinlerarası İlişkilerin İslevsel Boyutları” tartışmalarının, ilahiyat uzmanlarına ilaveten yukarıda sayılan alanlarda temayüz etmiş uzmanların da katkılarıyla zenginleştirilmesi yararlı olacaktır.

“Dinlerarası İlişkilerin İslevsel Boyutları” tarihsel pratiğin gözden geçirilmesi, değerlendirilmesi, yeni gelişmeler karşısındaki değişimi analiz etmek ve alınacak yeni pozisyonların belirlenmesi açısından gerekli bir adım olmakla birlikte, bilgi çağının beraberinde getirdiği söylem, enstrüman ve yöntemleri kavramak, kullanmak ve şekillendirmek tarihsel analizlerin ötesine geçmeyi gerektirir. Dinlerarası ilişkilerin tarihsel ve teolojik boyutları kuşkusuz normatif kuralların temellerinin oluşturmuş, etkileri günümüze kadar yansıyan ve bugünkü ilişkileri de derinden etkileyen imajlar, tutumlar, kalıp yargılar, korku, endişe ve tehdit algılarının doğmasına ve kökleşmesine neden olmuştur. Söz konusu tarihsel deneyimler ve teolojik kabuller siyaset, uluslar arası ilişkiler ve toplumsal oluşumlara yansıyarak devam etmiştir.

Genel olarak günümüzdeki din algısı, özel olarak İslam ve dinlerarası ilişkilere yaklaşımın tarihsel arka plandan soyutlanarak anlaşılması mümkün değildir. Modern toplumların dinle ilişkisi orta çağda Avrupa’da baskın olan ruhban sınıfı tekelindeki din anlayışına karşıt hareketlerin ortaya çıkması ve zaferi ile ciddi bir kırılmaya uğramıştır. Aydınlanma ve modernleşme süreci ile başladığını söyleyebileceğimiz Avrupa’ya özgü bir deneyim olan bu kırılma dalga dalga yayılmış, ancak din algısı ve din-toplum ilişkisi söz konusu olduğunda her coğrafyada aynı etkiyi yapmamıştır. Fakat aydınlar arasındaki genel kanaat modernleşme ve Avrupa’da bu süreçle başlayıp gelişen sekülerleşme sürecinin evrensel bir duruma işaret ettiği yönünde olmuştur. Bu algı biçimi modern toplumlarda din, dinler ve medeniyetler arası ilişkiler sorunlarına yaklaşımları da etkilemektedir. Hatta genel olarak dinler özel olarak İslam ile ilgili olumsuz görüşlerin temelinde bu tarihsel kırılmanın ve İslam dünyasında yürütülen projelerin büyük etkisi olduğu söylenebilir. Modernleşme ve sekülerleşme arasında pozitif bir ilişki kuran yaklaşım, Avrupa deneyiminin evrensel bir açılım olduğundan hareketle İslam dinini ve toplumlarını anlamaya ve açıklamaya çalışmıştır. Ancak İslam dini ve toplumlarının kendine özgü yapısı, tarihsel deneyimi ve şartları göz önünde alınmadığı için bazı düşünürler İslamın özü gereği, bu dinin ve mensuplarının batı örneğinde olduğu gibi sekülerleşemeyeceği sonucuna ulaşmıştır. Bu düzeydeki analiz monolitik, tek, değişime direnen ve yeniliklere kapalı bir İslam algısının güçlenmesine neden olmuştur. Özellikle son yıllarda yaşanan şiddet olayları ve bu olayların küresel medyada yansıtılış biçiminin doğal bir sonucu olarak bu imajların gittikçe yaygınlaştığı ve bazı ülkelerde Islamofobiye dönüştüğü gözlenmiştir.

Entelektüel Temel

“Dinlerarası İlişkilerin İşlevsel Boyutları” söz konusu olduğunda bu türden ilişkilere sağlam bir temel teşkil etmesi açısından ortak entelektüel, etik ve pratik temellerin bulunması ve inşa edilmesi gerekmektedir. Bu amaçla yapılması yararlı olacak ilk girişim, din, din-toplum, İslam ve Müslüman toplumlar ve dinlerin birbirine bakışını derinden etkileyen moderleşme ve sekülerleşme süreçlerinin varsayımlarının gözden geçirilmesi, özellikle Avrupalı ve Türk aydınlar arasında yaygın kabul gören sekülerleşme paradigmasının bugünkü toplumsal gerçekliği analiz etme gücünün ne kadar yeterli olduğunun belirlenmesi ve buradan hareketle var olan sosyal gerçekliği anlamaya yönelik yeni bir yaklaşımın üzerinde durulması gerekir. Bu bağlamda din-toplum ilişkileri söz konusu olduğunda sosyal bilimlerde sorgulanmadan kabul gören modernleşme/sekülerleşme kuramının başlıca argümanlarını ve günümüzde bunlara yöneltilen itirazları gözden geçirmek gerekecektir. Böyle bir eksersiz, tartışma ve eleştiri farklı din mensupları arasında ortak bir entelektüel zeminin inşasına katkıda bulunacaktır, çünkü söz konusu edilen modernleşme/sekülerleşme kuramı sadece bir dini değil bütün dinleri toplumsal etkilerinden soyutlama eğilimindedir. Bu yaklaşımın eleştirisi modern toplumlarda dinin yerinin anlaşılması, yani arkaik bir değerler ve inançlar bütünü olmayıp, modern insanın varoluşsal sorunlarına cevap veren bir kaynak olduğunun anlaşılması açısından önemlidir ve farklı din mensupları ile kurulacak ilişkiler açısından önemli bir ortak entelektüel platform niteliğine dönüştürülebilecek bir potansiyel taşımaktadır.


Etik Temel

Dinlerarası ilişkiler söz konusu olduğunda ele alınması gereken önemli konulardan biri, bu ilişkilerin zemininde var olması beklenen bir etik temele ihtiyacıdır. Ayrıca söz konusu etik temelin başlıca parametrelerinin ne olduğu veya olması gerektiği de önemli tartışma konusu sayılmalıdır. Dinlerarası ilişkilerin, bu süreçlere dahil olan aktör ve taraflarca kabul edilen ve onaylanan etik temellere dayanması gerekmektedir. Ortak etik temellere dayalı olmayan iletişim ve ilişki bir taraftan görecelilik ve tarafların kendi çıkarları doğrultusunda hareket ettikleri algısının ortaya çıkmasına, diğer taraftan da söz konusu ilişkileri çıkmaza sokacak güvensizlik duygusunun oluşmasına neden olacaktır. Özelikle dinlerin, diğer dinlerle ilişkileri söz konusu olduğunda, hakikat iddiasından vazgeçmeleri beklenemez. Her din kendi hakikatinin evrensel olduğu iddiasını sürdüreceğinden, bu alanda teolojik temele dayalı bir ortak zemin oluşturulması mümkün görünmemektedir. Tek tanrılı dinler bile teolojik ortak noktalarına rağmen hakikat iddiası söz konusu olduğunda, evrensel hakikati sahiplenme konusunda herhangi bir taviz vermiyor, kaldı ki din mensupları tarafından böyle bir tutumun benimsenmesi de beklenmemelidir. Bu nedenle karşılıklı güveni sağlayacak ve tarafların birbirine kuşku duymasını engelleyecek ortak etik temelinin belirlenmesi ve paylaşılan etik kodlar çerçevesinde ilişkilerin kurulup sürdürülmesi gerekmektedir. Söz konusu ortak etik zeminin vazgeçilemeyecek ilkeleri arasında şunları saymak mümkündür:
Taraflar/aktörler arasında karşılıklı saygı.
Hakikat iddiasından vazgeçilmesi beklentisinde olmamak.
Taraflar/aktörler arasında ortak iyinin inşasına yönelik niyet paylaşımı.
Diyalog ve hoşgörünün ötesinde bir anlayış ve muhatabını olduğu gibi kabullenme.
Güven

Pratik Temeller
Dinlerarası ilişkilerin sağlıklı bir şekilde yürütülebilmesi için yukarıda ana parametreleri açıklanan entelektüel ve etik temeller çerçevesinde ortak pratik temellerinin ve uygulama alanlarının da bulunması gerekmektedir. Aksi takdirde söz konusu ilişkiler teorik söylemlerden öte geçmeyen projeler olarak kalacaktır. Dinlerarası ilişkilerin pratik temelleri insanlığın karşılaştığı sorunların çözümüne, ortak yaşam alanlarının artırılması ve ortak bir gelecek inşa etmeye yönelik çalışmalar şeklinde dizayn edilebilir.

Entelektüel ve etik temeller ile de doğrudan ilintili ortak pratik temellerin biri, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi (1948), Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (1950), Din ya da Kanaate Dayalı Her Türlü Hoşgörüsüzlük ve Ayrımcılığın Kaldırılmasına İlişkin Bildirge (1981) gibi belgelerde yer alan temel insan hak ve özgürlüklerinin vazgeçilmez unsurlarından olan vicdan ve din hürriyetlerinin tesisi ve korunması olabilir. Din özgürlüğünün tanımı ve kapsamı hakkında farklı görüşler olmakla birlikte din özgürlüğü, temel olarak bireyin kendisine dini veya kutsal görünen, bireyin dini veya kutsal olarak algıladığı, yorumladığı ve kabullendiği öğretileri seçme ve benimseme hürriyetini, bu dini inanç sistemi ve öğretisinin kendisinden talep ettiği ödevleri, ibadetleri, pratikleri ve ritüelleri herhangi bir engelle karşılaşmadan yerine getirebilmesi özgürlüklerini kapsamalıdır. Din özgürlükleri kapsamına ayrıca bireylerin kendi dinlerini öğrenme, çocuklarına öğretme, bu amaçla kurum oluşturma, yayın yapma ve yasalar çerçevesinde etkinlikler düzenleme özgürlükleri de girmelidir. Bu temel özgürlüklerin kamusal düzenle uyumlu bir şekilde anayasal güvenceyle sağlanması ve küresel korunmaya alınması bütün inananları ve inanmayanları yakından ilgilendirmektedir. İnsan haklarına saygı duyulan demokratik, özgür, çoğulcu ve katılımcı bir toplumun inşası ve hayatiyetini sürdürmesinde din özgürlüklerinin sağlanması ve korunmasının büyük payı vardır. Din ve vicdan özgürlüklerinin kurumsallaştırılması gerçek anlamda çoğulcu bir toplum yapısının ön şartlarından biridir. Bu mülahazalar din ve vicdan hürriyetinin temini ve korunmasının pratik ve uygulamalı bir ortak alan olarak kabul edilebileceğine işaret etmektedir.

Dinlerarası ilişkiler açısından bir başka ortak pratik temel, dünyanın birçok yerinde toplumsal kırılmalara ve zaman zaman da kıyımlara neden olan “sürtüşme ve çatışmaların” önlenmesi, bu süreçleri ortaya çıkaran sorunların çözümüne katkıda bulunabilecek girişimler temelinde inşa edilebilir. Dinlerin ortak temel mesajlarından birinin barış olduğu göz önüne alınırsa, bu ortak temel daha anlamlı bir çerçeveye kavuşmuş olur. Dinlerin yükselişe geçtiği bir dünyanda bahsediyorsak, ortak bir gelecek inşası için din mensuplarının ve önderlerinin sürtüşme ve çatışmaların önlenmesi konusunda daha aktif rol almaları gerektiği düşünülebilir. Bu bağlamdaki ortak çalışmanın bir yönünü de “ders kitapları, edebiyat ve filmlerde” öteki dinlere ve mensuplara ilişkin anlatımların analiz edilmesi, gerçeği yansıtmayan söylemlerin düzeltilmesi ve böylece önyargılı imajların ortadan kaldırılmasına yönelik çabalar oluşturabilir.

Dinlerarası ilişkiler açısından bir başka ortak pratik temel “sosyal projeler” ekseninde kurulabilir. Günümüzde birçok sorunun kaynağı olan gelir dağılımındaki eşitsizlik ve kaynakların adil paylaşılmamasının neden olduğu yoksulluk, yoksulluğun beslediği yabancılaşma ve dışlanmışlık duygusudur. Dinler ve din mensupları sahip oldukları kaynakların bir kısmını dünyanın dört bir yanına yayılan sosyal ağları ise bu sorunların giderilmesine ayırabilir. Yoksulluğun giderilmesi, sağlık ve eğitim hizmetlerinin her kesime ulaştırılması, çevre tahribinin önlenmesi gibi meydan okumalara karşı çözüm üretme ve bunu dünya ile paylaşma gibi “sosyal projeler”, dinlerarası ilişkiler açısından bu yüzyılın en geniş tabanlı pratik temellerinden birini oluşturmaktadır.

Dünyadaki gelişmeler ve sosyo-politik gerçeklik dinlerarası ilişkiler konusunun sadece “dini ve teolojik” alanla sınırlanamayacağını göstermektedir. Bu konuda sadece din temsilcilerinin değil aynı zamanda, en azından pratik ve uygulamalı temeller söz konusu olduğunda, sivil toplum ve düşünce kuruluşları, iş dünyası örgütleri ve medyanın da görüş ve destekleri sağlanmalıdır. Çeşitli projelerin toplumun geniş kesimlerince benimsenmesi ve desteklenmesi için, dinlerarası ilişkiler sürecine söz konusu aktörlerin katılımına özen gösterilmelidir. Ayrıca dinlerarası ilişkilerin entelektüel, etik ve pratik temelleri kadar, bütün bu süreçlerin yönetiminde izlenecek bir “iletişim stratejisine” de ihtiyaç olduğu unutulmamalıdır.

24 Mayıs 2007 Perşembe

Türkiye’nin özlediği lider

22 Temmuz seçimlerinden sonra Türkiye’de yeni bir Cumhurbaşkanı seçilecek. Yeni Cumhurbaşkanı nasıl biri olmalıdır? Hangi özellikleri taşımalıdır? Gündeminde neler olmalıdır? Bu sorulara cevap aramayalım herp birlikte.

DIŞA DÖNÜK BİR LİDER

Geniş bir toplumsal tabanı temsil edecek olan Cumhurbaşkanı, farklı siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik sınıflara mensup grupların tümüyle iletişim kurabilmeli ve Köşk’ten çıkarak halkın sesini, sorularını, kaygılarını ve taleplerini doğrudan dinleyebilmelidir. Onuncu Cumhurbaşkanı alışveriş filesi taşıma, kırmızı trafik ışığında durma ve hastanede muayene sırasında sıra beklemek gibi sembolik davranışların ötesine geçemediği için toplumun bütün katmanları ile iletişim kuramamış, Köşk’ün resmi ve bürokratik havasının halk ile Cumhurbaşkanı arasında duvar örmesine engel olamamıştır. Bu nedenle yeni Cumhurbaşkanı devlet ile toplum arasında örülen duvarı yıkacak ve toplumun tümümü kucaklayacak bir profile sahip olmalıdır. Çıkar çatışmaları ve iktidar mücadelelerinin ideolojik kamplaşmalar, toplumsal ayrışmalar ve etnik çözülmeler gibi korku ve tehdit algılarından yararlanmaya çalıştığı günümüzde, ülkenin en çok ihtiyaç duyduğu açılımlardan biri, korku duvarlarının arkasına sığınmayan bir Cumhurbaşkanının topluma liderlik yapmasıdır. Bu nedenle halkla ilişkileri güçlü bir Cumhurbaşkanı korku ve tehdit algılamalarını aşan bütünleştirici bir fonksiyon edecektir.

Farklı formlarda ulusalcılıkların yükseldiği, etnik köken ve dini kimlik siyasetinin toplumsal mutabakat ve ortak zemini zayıflatmaya çalıştığı Türkiye “ortak payda” ve “ortak miras” ve “ortak gelecek” vurgusunu yapabilecek, kimlik siyasetinin çözümleyici ve ayrıştırıcı etkilerini ortadan kaldırabilecek bir anlayışın Cumhurbaşkanlığı makamına geçmesi halkın beklentileri arasındadır. Bu manada bütün toplumsal kesimlerin sahip çıkabileceği bir ortak zeminin yeniden inşası veya var olanın demokratik, özgürlükçü ve katılımcı bir anlayışla tarih, kültür ve sanat derinliği ile güçlendirilmesi elzem görünmektedir. Bu noktada bahsi geçen değerleri özümseyen bir Cumhurbaşkanı ortak gelecek vurgusunu daha ikna edici bir söylem ve pratikle toplumla paylaşabilir.

SOSYAL SERMAYEYİ MOBİLİZE ETMEK
Çağdaş dünya “gönüllü” sektörün yükselişine tanıklık etmektedir. Dünyanın gelişmiş birçok ülkesinde Cumhurbaşkanı gibi liderler “toplumsal sermaye” denilebilecek potansiyelleri mobilize edecek bir aktivitelerde bulunmaktadır. Bu tür etkinlikler, hem geniş halk kitleleriyle devlet arasındaki bağın güçlenmesi, hem de toplumsal kaynaşmanın sağlanması açısından önemlidir. Bu nedenle Cumhurbaşkanının ulusal çapta “gönüllülük” ve “beşeri/sosyal sermayeyi” mobilize edecek ikna ve liderlik gücüne haiz olması beklenmektedir.

Türkiye uzun yıllardır özlemle beklediği siyasal ve ekonomik istikrara kavuşmuştur. Bu istikrarı sürdürülmesi ve güçlenmesine büyük katkıda bulunacağına inanılan en önemli beklenti halkın yetki verdiği parlamento ve hükümet ile çatışmayan ve gerilim yaratmayan Cumhurbaşkanının Köşk’e çıkmasıdır. Türkiye’de iktidarlar uzun yıllar boyunca böyle bir çatışma ve sürtüşmenin etkisini hissetmiş, planladıkları reformları gerçekleştirememiş ve halkın kendilerine verdiği yetkiyi etkin bir şekilde kullanamamıştır. Bu noktada Türkiye’nin tarihi bir fırsat yakaladığına inanılmaktadır. Cumhurbaşkanının, hükümetle “iktidar mücadelesi” içinde olmayan, hükümetin yenilikçi politikalarını destekleyen ve ülkenin dönüşümüne destek veren müzakereci bir anlayışı benimsemesi beklenmektedir. Böyle bir ilişki biçiminin her açından sinerji yaratacağına inanılmaktadır.

Türkiye’de muhalefet niçin etkisiz?

AK Parti’nin siyaset sahnesinde yükselişi ile birlikte, Türkiye’de sol muhalefet, uzun yıllar tekelinde bulundurduğu bürokratik iktidar ve imtiyazını kaybetme noktasına gelmiştir. AK Parti iktidarı, devlet bürokrasisinin merkezine yerleşmiş olan sınıfın hegemonyasına son verdiği ve toplumun geniş kesimleri ile sosyolojik bağlantısı olmayan elit iktidarını sonlandırdığı için CHP ve bürokratik iktidardan yanlıları tarafından hedef olarak seçilmiştir. Ana muhalefet partisi kurumsallaşmış demokrasilerde olduğu gibi hükümete yönelik eleştirilerini izlenen politikalar üzerinden yürütmek yerine kişiler üzerinden yürütmeyi tercih etmiştir.

Muhalefetin hükümete yönelik eleştirilerinin ekonomi, dış politika, sağlık, eğitim, ulaşım, enerji, demokratikleşme gibi “hükümet etmeye” ilişkin konulara değinmediği görülmektedir. Aslında bu muhalefetin en zayıf noktalarından birini oluşturmaktadır. Çünkü muhalefetin söyleminin ana çatısını hiçbir farklı çözüm önerisi veya alternatif proje ortaya koymayan ama her şeye ve herkese “hayır” deme yaklaşımı oluşturuyor.

Muhalefet, ekonomi, istihdam, sağlık, eğitim, ulaşım, enerji, demokratikleşme gibi halkın günlük hayatını doğrudan etkileyen konularda kendi projesini sunamamıştır. Daha somut olarak söylemek gerekirse tüm enerjisini ve birikimini geniş görüşlülük, yaratıcılık ve uygulama gücü gerektiren bu konuların dışında harcamıştır. Örneğin Kıbrıs, Irak ve AB konularında hükümetin izlediği politikaları ağır şekilde eleştirmiş ancak bu konularda kendi politikalarının ne olduğunu veya olacağını hiçbir zaman açık ne net olarak kamu ile paylaşmamıştır. Benzer şekilde YÖK, eğitim, ulaşım, yoksulluk, işsizlik ve benzeri birçok konuda millete ne sunacağını göstermemiştir.

Muhalefet, hükümete karşı söylemlerini büyük oranda Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana canlı tutulan ve sürdürülen ideolojik bir eksende yürütmeyi tercih etmiştir. Muhalefet laiklik, cumhuriyet, yaşam biçimine müdahale ve kadrolaşma konularını bu bağlamda ön plana çıkarmıştır. Çünkü bu konularla ilgili suçlamaları dile getirmek hem çok daha kolay hem de böyle kaygan zeminde siyaset yapmak muhalefetin geleneksel söyleminin en belirgin malzemesidir.

Muhalefet rasyonel tartışmalar yerine romantik, duygusal ve ideolojik suçlamaları ardı arkası kesilmeden piyasaya sürmüştür. Türk siyasetinin derinlik kaybına uğradığı bu süreçte “zinde güçler” kendilerini gösterip sivil siyasete çeki düzen verme girişiminde bulunmuştur. Muhalefet, kanıtlanması mümkün olmayan konularda “niyet okuma” ve “gizli gündem” tartışmaları yaratarak “gerilim” politikalarından yaralanmaya çalışıyor. Muhalefet kendisini, 4,5 yıllık AK Parti iktidarı süresince edilgin ve tepkisel bir konuma mahkum etmiş sadece “kriz”, “gerilim” ve “korku” eksenlerinde hareket etmiştir. Bu durum aslında iktidara ciddi bir psikolojik üstünlük vermektedir çünkü muhalefet iktidarın söylem ve icraatlarına tepki göstermek dışında başka bir şey yapmamış, kendilerinin ne tür projeleri olduğunu anlatma girişiminde bulunamamıştır.

Muhalefetin ideolojik ve irrasyonel çerçevede sürdürdüğü kampanyada, yukarıda çerçevesi çizilen korku ve kaygı uyandırma girişimlerinin bir parçası olarak hükümetin genel politikaları ve icraatları yerine temayüz etmiş bürokratlar zaman zaman hedef seçilmiştir. Muhalefet bir anlamda hükümetin önem verdiği bürokratlar üzerinden dövülmeye ve yıpratılmaya çalışılmıştır. Bu yapılırken dahi söz konusu bürokratların kararları, icraatları ve yaptıkları değil, “laiklik” ve “cumhuriyet” karşıtlığı veya söz konusu bürokratların aile yapısı veya hayat biçimi tercihleri gibi konular eksen alınmıştır.

Ana muhalefet sürekli “negatif propaganda” yapmayı yeğliyor, sürekli felaket senaryoları çiziyor. Halbuki eksik ve gediklerine rağmen Türkiye dünyanın en büyük yirminci ekonomisine sahip. Pakistan ve Afganistan devlet başkanlarını aralarındaki anlaşmazlıkları gidermek için bir araya getirecek kadar bölgesel ağırlığı olan bir ülke. Gelişmiş demokrasilerde iktidar dışındaki partiler zaman zaman “pozitif muhalefet” yaparlar. Türkiye’de muhalefetin beğendiği hiçbir şey yok. Bu totalci yaklaşım devam ettiği sürece muhalefetin Türkiye sosyolojisini ve gerçeklerini doğru okumasını beklemek hayalden başka bir şey olmayacaktır.

16 Mayıs 2007 Çarşamba

Rasyonel zeminde siyaset

Türkiye hareketli günler geçiriyor. Bir taraftan cumhurbaşkanlığı seçimi ve çeşitli kentlerde yapılan mitingler, diğer taraftan asker muhtırası ve genel seçimler gündemin ilk maddelerini oluşturuyor. Bu hengame içinde tartışmalar genelde laiklik, cumhuriyet ve hayat biçimine müdahale endişesi gibi konulara takılıp kalıyor. Siyaset, medya ve sivil toplum bu türden tartışmalara kilitlenmiş durumda. Aslında genç bir nüfusu olan Türkiye için bu ciddi bir enerji kaybı demek.
Niçin mi? Çünkü laiklik ve cumhuriyet elden gidiyor, hayat biçimimizi değiştirecekler endişesi ve korkusu sınırları içinde sıkışan tartışmalar hep sonuçsuz kalıyor. Nerdeyse seksen yıldır bu türden tartışmalar yapılıyor ve bir netice de alınamıyor. Bunun başlıca nedeni söz konusu tartışmaların objektif, nesnel ve ölçülebilir düzlemde yapılmaması.
Birilerini, laiklik yanlısısın, değilsin veya din yanlısısın, değilsin gibi suçlamak çok kolay. Bu kadar muğlak suçlamalara maruz kalanların kendilerini savunmaları da mümkün değil çünkü ne derlerse desinler sürekli “niyet okuma” yapılıyor. Sizin düşünceniz ne kadar belirgin olursa olsun birileri isterse hemen “niyet okuma” işlemi başlatır ve sizi fikri planda mahkum ediverir. Geçmiş bunun örnekleri ile dolu ve ne yazık ki bu eğilim Türkiye’de hala varlığını sürdürüyor.
Rasyonel tartışmalar yerine romantik, duygusal ve ideolojik suçlamalar ardı arkası kesilmeden piyasaya sürülüyor. Bu da Türk siyasetinin ve medyasının derinlik kaybına uğramasına neden oluyor. Türkiye’nin böyle bir derinlik kaybına tahammülü yok zira “zinde güçler” bu durumlarda kendilerini gösterip ortalığa çeki düzen verme sevdasına kapılıyor. İşte bu nedenle siyaset, medya ve sivil toplum bu tür kısır döngülerden kurtulmak zorundadır. Peki bu nasıl gerçekleşebilir, yani bahsedilen kısır çekişmelerden kurtulmak nasıl mümkün olabilir?
Bunun en kısa cevabı “rasyonel” davranmaktır. Yani ülke sorunlarını ve gündemini tartışırken duygusal heyecanlardan ve romantik beklentilerden sıyrılarak, akıl ve mantık çerçevesinde bir tartışma yürütmek gerekir.
Tabir yerindeyse kavga ve çekişmeler yerine “müzakere” yöntemi seçilmeli, sağcısı, solcusu, muhafazakarı ve liberali ile ortak bir zemin üzerinde söz konusu tartışmalar yürütülmelidir. Aksi takdirde Türk siyasi hayatında sloganların egemenliği sürecektir. Bu egemenlik sürdükçe de ekonomi, sağlık, enerji, hukuk, istihdam ve eğitim gibi temel konularda rasyonel tartışmalar, müzakereler ve girişimler yapılmayacaktır. Onun için siyasi hayatı yönlendiren aktörlerin “niyet okuma”ya dayalı kuşku, korku ve fobilere değil somut göstergelere dayalı siyaset söylemi geliştirmeleri gerekir. Aksi halde Türkiye, gelişmiş ülkeleri çok geriden takip edecek ve bunun faturasını da halk ödeyecektir.
Bölgesel güç olmaktan küresel ölçekte bir güç olmaya başlayan Türkiye’de korkuya dayalı siyasi tartışmaların ülkeye kazandıracağı bir şey yok. Kuşkusuz laiklik konusunda kaygıları olanlara kulak verilmeli ve kaygı nedenleri ortadan kaldırılmalıdır. Ama Türkiye’nin geleceği söz konusu olduğunda sorulması gereken asıl sorular günlük hayatımızı doğrudan ilgilendiren eğitim, sağlık, enerji, istihdam, konut, ulaşım, hukukun üstünlüğü, hesap verilebilirlik ve saydamlık gibi konularda neler yapılıyor, bundan on yıl, yirmi yıl sonra Türkiye bu konularda nerde olacak türünden sorular olmalıdır. Geçmişten ders almak doğrudur ama oraya kilitlenmek karanlık bir çıkmazdan başka bir şey değildir. İşte bu bağlamda Türkiye nereye koşuyor sorusu hem anlamlı hem de önemlidir.
Türkiye aydınlık yarınlara koşuyor. Bundan kimsenin kuşkusu olmasın. Ve bu koşu, her türlü engellemelere rağmen, bütün milletin katılımıyla bir coşku seline dönüşüyor.

Seçim sosyolojisi

Türkiye’de genel seçimlerin 22 Temmuz’da yapılması kararlaştırıldı. Olağandışı bir gelişme olmadığı takdirde yaklaşık kırk milyon seçmen bu tarihte oy kullanacak. Eğer okurlarımız aynı tarihe rastlayan günlerde yaz tatillerine çıkmış olurlarsa Türkiye’deki seçim şenliğine tanıklık edebilecekler. Türkiye’de seçimler İngiltere, Almanya ve Fransa’daki gibi sessiz, sakin ve sönük geçmez. Seçimler bir karnaval havasında geçer. Toplumun dinamizmini seçimin en başından itibaren görmek mümkündür. Aday belirleme sürecinden tutun da miting meydanlarından seçim sandıklarına gidiş aşamasına kadar hemen her aşamada bu dinamizmi görmek mümkündür.
Türkiye’de seçimlerin bu kadar renkli, hareketli ve festivali andırır bir hava içinde geçmesinin bazı nedenleri var. Bunlardan birincisi toplumun siyasetten beklentisinin yüksek oluşu ve değişim arayışına duyulan ilgidir. Bir diğer nedeni ise Türkiye’deki siyasal eğilimlerin çok saha çeşitli ve zengin bir yelpazeye sahip olmasıdır. Örneğin İngiltere’de, siyaset anlamında bütün taşlar yerine oturmuş sayılır. İki partili bir sistem görüntüsü var. Her ne kadar Liberal Parti de mecliste temsil ediliyor olsa da aslında yıllardır İşçi Partisi ve Muhafazakar Parti arasında geleneksel bir çekişme ve mücadele var. Hangi parti iktidara gelirse gelsin eğitim, sağlık, ulaşım ve uluslar arası ilişkiler alanlarında birbirine benzer politikalar izliyor. Temel konularda ciddi bir politika ayrışması veya kırılması yok. Toplumun da bu yönde ne bir beklentisi ne de bir kaygısı var. O nedenle İngiltere’deki seçimlere katılım oranı düşük oluyor. Çünkü seçimlerin bir heyecanı yok ve beklenti de oluşturmuyor. Herkes şunu iyi biliyor. Hangi parti iktidara gelirse gelsin benzer politikalar izleyecek. Hayat akışında belirgin bir değişim olmayacak. Bu nedenle bazıları oy versem de aynı vermesem de aynı diyor ve sandığa gitme gereği duymuyor.
Sosyolojik bir analiz yapıldığında Türkiye’deki durumun çok farklı olduğu görülür. Seçmen davranışlarına bakıldığında siyasetten beklentinin çok yüksek olduğu, siyasetin hayatın bir çok alanında değişim yaratabilecek bir süreç olduğu, siyasi partilerin kısmen de olsa birer sığınak olarak görüldüğü söylenebilir. İşte bu nedenle seçmenlerin nerdeyse yüzde doksanı gider oyunu kullanır. Her oyun beklenen değişime bir katkı sağlayacağı düşünülür.
Türkiye’yi diğer ülkelerden farklı kılan bir başka özelliği de, ülkedeki siyasal tercihlerin ve ideolojik ayrışmaların daha belirgin bir şekilde dışa vurulmasıdır. İngiltere, Almanya ve Fransa gibi ülkelerde genel sağ-sol ve liberal-muhafazakar gibi ayrımlar var. Bu ayrımlar sosyolojik açıdan bakıldığında toplumsal ayrışmalara neden olmuyor. Bu nedenle politikacılar söylemlerinde ideolojik bir dil kulansa da bu fazla heyecan uyandıran, toplumu geren ve siyaseti bir hesaplaşma arenasına dönüştüren bir sürecin ortaya çıkmasına neden olmuyor. Halbuki Türkiye’de ideolojik sembol ve dil kendi karşıtlarını ve muhaliflerini üretiyor.
İşte bu nedenledir ki, siyaset zaman zaman toplum mühendisliğine dönüşme riski taşıyor. Türkiye’de tek parti dönemi politikaları yukardan empoze edilen ve topluma rağmen sürdürülen bu türden mühendisliğin izlerini taşır. Buna karşı çıkan irade işte bu nedenle 1950 seçimlerinde Demokrat Parti’yi iktidara taşımıştır. Bu tarihten itibaren de siyaset bir tür hesaplaşma alanına dönüşmüş ve Türkiye’deki iktidar mücadeleleri eğitim, sağlık, ulaşım ve toplumsal refah gibi projelerden çok bazı sanal kaygı ve korkular ekseninde yürütülmüştür.
Bunun en son örneğini yaklaşan seçimlere ilişkin tartışmalarda görmek mümkündür. Mevcut partiler hangi toplumsal projeleri olduğundan hiç bahsetmiyor. Ne kadar laik, demokrat ve hukuk yanlısı olduklarını göstermeye ve rakiplerinin bu alanlardaki eksikliklerini göstermeye çalışıyorlar. Kuşkusuz bütün bunlar Türkiye’ye her zaman ki vakit kaybettiriyor.

2 Mayıs 2007 Çarşamba

Türkiye korkularından kurtulmalıdır

Türkiye’de siyasi gündem o kadar hızlı değişiyor ki, hem kamuoyu hem de analistler şaşkına uğramış durumda. Bu hızlı değişimin gerisinde ne yatıyor sorusunu her kesim farklı şekilde cevaplıyor. Ancak Türkiye’nin sosyal dokusunu, siyasi kültürünü ve ülke içinde yaşanan iktidar mücadelelerini biraz bilenler aslında bütün bu olayların gerisinde derin bir hesaplaşmanın olduğunu görebilir. Cumhurbaşkanlığı seçimine odaklanmış gibi görünen gelişmelerin arkasında yatan şey aslında milli iradenin belirgin gücüne, talebine ve tercihine gösterilen direniştir. Yani mesele sadece belirli bir partinin adayını cumhurbaşkanı seçmekten ibaret değildir. İşin özü aslında bunu bahane edip laik-anti laik, çağdaş-gerici, cumhuriyetçi-cumhuriyet karşıtlı söylemlerini canlı tutarak halkın iktidarına ve seçilmişlerin ülke yönetimine karşı durmaktır. Kuşkusuz toplumun bazı kesimlerinin kendileri açısından kaygı teşkil eden konuları sivil ve demokratik platformlarda gündeme getirmek istemesinden daha doğal bir şey olamaz. Ancak bunu yaparken kullanılan yöntem, dil ve yapılan ittifakların son derece dikkatle ve özenle seçilmesi gerekir.
Türkiye’de olup bitenler bize bir daha gösterdi ki, Türk demokrasisi ve hukuku hala bazı korku ve kaygıların gölgesinde. Özellikle “rejim tehlikede”, “hayat biçimine müdahale olacak”, “irtica yükseliyor” gibi tehdit algılarının beslediği siyasal duruş demokrasi ve hukuku zedeleyecek söylem ve faaliyetlerde bulunabiliyor. Peki bundan kim zarar görüyor? Tabi ki bütün Türkiye ve Türk halkı. Unutmayalım ki yirminci yüzyıl, çok sayıda dikta rejiminin söndüğü ve demokrasinin geniş kitlelerce benimsendiği bir yüzyıl oldu. Yirmi birinci yüzyılda da bu hareket devam edecek, demokrasi gittikçe yükselen bir değer olarak varlığını pekiştirecektir. Ne var ki, zaman zaman sivil siyasal yönetime yapılan müdahaleler Türkiye gibi nispeten genç ve olgunlaşma yolunda olan demokrasileri olumsuz etkiliyor. Yukarıda bahsettiğimiz korku ve kaygıların da bunda ciddi etkisi olduğunda şüphe yok.
Türkiye’de halk, medya, sivil toplum örgütleri, siyasal partiler ve etkin kurumlar Türkiye’nin sosyolojisini, yani toplumsal yapısını, toplumun geniş kesimlerce paylaşılan değerlerini, dinamiklerini, dile getirilen talep ve beklentilerini daha derinden araştırmalıdır. Yukarıda bahsedilen korkuyu yenmenin tek yolu da budur. Yoksa siyaseti, demokrasiyi ve hukuku korkulara feda etme riski doğar. Zaten son zamanlarda Türkiye’de olanlar da bununla yakından ilintilidir.
Türkiye’nin kuruluşundan beri iki konuda sürekli korku ve endişe üreten tehlikeden bahsediliyor. Bunlardan biri etnik bölünme, diğeri de irtica. Bu iki tehlike temcit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp halkın önüne konuluyor. Aslında asıl tehdit ve tehlike bu değil. Asıl tehlike elitist bir yönetim anlayışında sahip küçük bir azınlığın yıllardır sürdüre geldiği iktidarın elden gitmesi. Asıl korku işte bu. Ne Türkiye’de insanların inançları ne de etnik aidiyetleri ülke bütünlüğü için tehlike oluşturuyor. Ama tehlikeden bahsetmek korkuları beslediği ve canlı tuttuğu için bazı çevrelerin bıkıp usanmadan gündeme taşıdığı konular bunlar.
Şunun altını çizelim. Türkiye tehdit ve korku algılarıyla yönetilemeyecek kadar büyük ve önü açık bir ülke. Ancak korkular ve tehdit algıları Türkiye’nin önünü tıkıyor. Son günlerde bunun örneklerini açık seçik gördük. Hükümete hitaben kaleme alınan “muhtırada” bahsedilen olayların hepsi çeşitli gazetelerde yer alan sıradan haberlere dayandırılıyor. Bu muhtıra “irtica” yükseliyor korkusunu beslemekle kalmıyor, milli irade, meclis ve demokrasi kavramlarına soğuk bakanları da cesaretlendiriyor. Daha da kötüsü silahlı kuvvetlerin imajını da zedeliyor. Silahlı kuvvetler sadece ülke ve laikliğin değil aynı zamanda demokrasinin de savunucusu olmalıdır. Ancak 27 Nisan 2007 gece yarısı muhtırası ordunun bir müdahalesi olarak okunduğunda silahlı kuvvetlerin imajını zedeleyebilir. Böyle bir zedelenmiş imajın oluşmasına engel olmak için siyaset alanının sivillere bırakılması demokrasinin ve çağdaşlığın en önemli göstergesidir.

17 Nisan 2007 Salı

İngiltere’de yerel gazete çıkarmak

Londra'da HABER isimli bir yerel gazete iki yıldır ara vermeden büyük fedakarlıklar sayesinde çıkıyor ve okura ulaşıyor. Yenilikçi, düzeyli, dürüst ve ilkeli gazete çıkarmak bir gönül ve ideal işidir. Yorulmak bilmeyen bir ekibin enerji ve çabasıyla sürdürülen zor bir iştir. Bir gazete elimize ulaştığında belki yarım saatte okur bir tarafa koyarız. Ama onun nasıl hazırlandığını, hazırlık aşamasında kaç kişinin koşturduğunu ve uykusuz geceler geçirdiğini pek bilmeyiz. Bireyler olarak hepimizin bazı lüksleri vardır. Yorgun olunca dinlenmek, hasta olunca dışarı çıkmamak, yağışlı ve soğuk havada içerde zaman geçirmek gibi lüksler gazeteciler için yoktur. Herkes gece evinde çayını ve kahvesini yudumlarken gazetecilerin bir kısmı sokakta haber peşindedir. Amaçları toplumu ilgilendiren konuları izlemek, resimlemek ve okuyucu ile paylaşmaktır. Yağmur, soğuk, sıcak ve hastalık demeden bir koşturmaca içindedir gazeteciler.
Haftalık dahi olsa her nüsha üzerinde çalışmak bir maceradır. Yüzlerce haber ve fotoğraf arasından seçimler yapmak, okurun ilgisine sunmak ve beğenilerini kazanmak sanatsal bir iş olduğu kadar hem kaygı verici hem de tatlı bir beklentiyle iç içe olmak demektir. Her sayının hazırlığı bittiğinde kısa bir rahatlama olur. Ama son nokta hiç konmaz çünkü bir sonraki haftanın sayısı hazırlanmak durumundadır. Bu nedenle gazetecikte tatil ve dinlenme de olmaz. Eğer söz konusu yerel bir gazete ise ve sınırlı sayıda insanın katkısı ile çıkıyorsa o zaman herkes sürekli seferlik halinde olmak zorundadır.
FARK YARATAN GAZETE
Şimdi gelelim HABER gazetesine. İngiltere Türk toplumu yerel medya girişimleri konusunda hayli aktif bir profile sahip. Küçümsenmeyecek başarılara imza atılıyor. Diğer Avrupa ülkelerinde böylesine yoğun bir medya faaliyeti yok. Bu bakımdan Londra merkezli yerel medya ve gazetecilik kültürü ciddi bir örnek olarak görülüuor. Kuşkusuz yerel medya organlarının en büyük sorunu devamlılık ve süreklilik. Ya sermaye ya da insan kaynakları sıkıntısından dolayı çoğu yerel medya girişimi ya ölü doğuyor ya da kısa ömürlü oluyor. HABER gazetesi şimdiye kadar gösterdiği performans ile bu sorunların üstesinden gelmiş görünüyor. Bu başarıda iki kesimin imzası var. Bunlardan birincisi gazeteyi omuzlayan insanlar, diğerler ise okuyucular ve reklam ile destek veren iş dünyası.
İsterseniz önce HABER çalışanlarına ilişkin gözlemlerimi paylaşayım sizinle. HABER çalışanlarının tümü amatör ruhlu ama profesyonel gazeteciler. Mesleğe uzun yıllarını vermiş, gazete ve TV haber mutfaklarında yetişmiş, büro şefliği ve köşe yazarlığı yapmış kişiler. Bu kişilerin en büyük özelliği yaptıkları işe hem sadakat hem de büyük bir aşk ile bağlı olmaları. Bunların elinden malını, mülkünü ve makamını alsanız pek üzülmezler. Ama ellerinden mesleklerini ve gazetelerini alırsanız hayatlarını bitirmiş olursunuz. HABER gazetesi yöneticilerini uzun zamandan beri tanıyorum. Gözleri ne şöhrette, ne makam ve mevkide ne de köşe dönmede. Bu insanlar etik ilkeleri benimseyen temiz, saydam, hesap verebilir, sorumlu ve bağımsız bir gazete çıkarmaya sevdalı sadece.
GAZETENİN GERÇEK SAHİBİ KİMDİR?
HABER gazetesini var eden diğer kesim ise okuyucu ve iş dünyasıdır. Bu kesim aslında gazeteyi var eden kesimdir. Okuyucu olmazsa zaten gazetenin bir anlamı olmaz. HABER gazetesi okuyucusu, bize gelen mesajlardan anlaşıldığı üzere, son derece duyarlı, belirli bir etik duruşu olan, kendine güvenen, kimliği ile barışık ve dış dünyaya açık bir kitle. Her gazete böyle bir okuyucu kitlesine sahip olmak ister. Bu bakımdan HABER gazetesi çok şanslı çünkü “tepki” veren bir okuyucu kitlesi var. Sessiz, sakin, suskun ve tepkisiz değil. Bu köşede çıkan yazıları bile dikkatle edip görüşlerini aktaran okurlarımız var. Bu bizim için gerçekten şans çünkü yazarı geliştiren ve olgunlaştıran aslında okurların ta kendisidir.
Tabiî ki gazetenin süreklilik kazanmasını sağlayan bir başka önemli kesim iş dünyasıdır. İlan ve reklam olmadan gazetelerin yaşaması mümkün değil. Buna mukabil iş dünyasının ürünlerini tanıtmasının en etkin yolu da güvenilir, marka yaratan ve halk ile bütünleşmiş yayın organlarına reklam verilmesidir. Bu manada HABER gazetesi çok doğru bir adrestir çünkü iki yıllık zaman diliminde toplumla saygın, seviyeli, düzeyli, saydam ve ilkeli bir ilişki kurmayı başarmış bir gazetedir. Bu nedenle hem okurlarımız, hem iş dünyası bu gazeteye daha yakından sahip çıkmalıdır.
Unutmayalım, bu gazete ne yazarlara ne de muhabirlere aittir. Gazetenin asıl sizsiniz.

Avrupa Türkleri araştırmalarına destek

Avrupa’daki Türklerin sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasi durumlarına ilişkin araştırmaların sayısı gittikçe artıyor. Araştırma merkezleri ve üniversitelerde çalışan siyaset bilimci, sosyolog, eğitimci ve antropologlar Avrupa’da yaşayan yaklaşık dört milyon Türkün dilini, dinini, kültürünü, sosyal yaşantısını ve siyasal tercihlerini daha yakından anlamaya çalışıyor. Özellikle Türkiye’nin AB’ye tam üyelik sürecince önemli adımlar atmasının ardından bu tür araştırmaların sayısında artışlar olduğu gözleniyor.
Araştırmalara paralel olarak, yukarıda saydığımız konular çerçevesinde çok sayıda bilimsel toplantılar da düzenleniyor. Bu toplantılara ilişkin bilgileri zaman zaman bu köşede sizlere duyuruyoruz. Örneğin geçtiğimiz aylarda Danimarka’da “Turkey in Europe” (Avrupa’daki Türkiye) konulu bir konferanstan bahsetmiştim. Bize ulaşan haberlere göre bu konferansta sunulan bildiriler önümüzdeki aylarda İngilizce kitap olarak basılacak ve önemli kütüphanelerde başvuru kaynağı olarak yerini alacak. Avrupalılar bilgiye önem verdikleri için sürekli araştırma, yeni bilgiler üretme, genç bilim adamlarını destekleme, bilgiye dayalı politikalar oluşturma ve karar verme süreçlerinde bilgiden yararlanma yöntemlerini tercih ediyorlar.
Peki, Avrupa’daki araştırma merkezleri ve üniversitelerde Türklere ilişkin yürütülen araştırmaları kim destekliyor? Bu araştırmaları hükümetler, vakıflar, sivil kuruluşlar ve tabiî ki üniversitelerin kendileri destekliyor. Bu noktada şöyle bir soru akla gelebilir: Avrupa’daki Türklerin sorunlarını içeren araştırmaları destekleyen ve bu konudaki yayın ve toplantılara kaynak sağlayan Türk kuruluşu var mı? Yani Türkiye’nin Avrupa’daki resmi kurumları/temsilcilikleri, Türk sivil kuruluş ve vakıfları bu tür araştırmalara kaynak ayırabiliyor mu? Doğrusunu söylemek gerekirse bu sorunun cevabını ben tam olarak bilmiyorum. Türkiye’nin bazı araştırma merkezlerini desteklediğini biliyorum ve bunu çok doğru bir politika olarak görüyorum. Lakin Avrupalı Türklerin sorunları söz konusu olduğunda ne kadar destek veriliyor bunu bilmiyorum.
Biz, Türkler olarak ne zaman bir araya gelsek sorunlarımızın ne kadar büyük olduğunu dile getiririz. Çocuklarımızın eğitim ve dil sorunlarından bahsederiz. Büyük ve yaşlıların bakım sorunlarından söz açarız. Yerel basın, siyaset, sağlık ve din gibi ne kadar netameli alan varsa konuşuruz. Ama bütün bunları araştırma veya bilimsel kaynaklara göre yapmayız. O nedenle de sadece konuşur dururuz. Böyle olunca da sorunlarımızı kimseye anlatamayız çünkü elimizde ne bir araştırma raporu, ne bir kitap ne de geçerli yöntemlerle toplanmış veriler vardır.
Bu eksikliğin farkına varan genç Türk girişimcilerden bir kısmı artık bilim ve araştırmaya da kaynak ayırma gereği duyuyorlar. Henüz İngiltere’de bir örneğine rastlanmasa da böyle bir gelişme var. Örneğin merkezi Amsterdam’da bulunan Türkevi Araştırmalar Merkezi kurulalı daha iki yıl olmasına karşın Türkçe ve İngilizce kitaplar yayınlamaya, araştırmalar desteklemeye ve konferanslar düzenlemeye devam ediyor. Türkevi Araştırmalar Merkezi, hem Türk bilim adamlarının desteklenmesi hem de Avrupalı Türkler hakkında bilimsel araştırmalar yapılabilmesi üç bilim insanına Hollanda’da kullanılmak şartıyla birer aylık araştırma bursu veriyor önümüzdeki yaz döneminde.
Araştırma bursundan, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı, Türkiye’deki üniversitelerde doktora öğrenimi tez aşamasındaki araştırmacılar, veya araştırma kurumlarında çalışan doktoralı akademisyen ve araştırmacılar yararlanacak. Tabiî ki adayların araştırma yürütecek kadar İngilizce veya Hollandaca dillerinden birini iyi derecede bilmeleri bekleniyor.
Türkevi Araştırmalar Merkezi öncelikli araştırma konuları belirlemiş. Bunlar, siyasal, sosyal ve kültürel açıdan Hollandalı Türkler, Hollanda’da Türkiye İmajı ve Türk Medyası, Türkiye-Hollanda İlişkileri, Avrupalı Türkler, Türkiye-AB İlişkileri, Çifte Aidiyet. Araştırmacıya, Hollanda-Türkiye arası uçakla ekonomi sınıf gidiş geliş bileti ücreti ve 750 Euro burs ödenecek. Ayrıca, araştırmacıya vize alması ve kalacak yer bulması için yardım edilecektir.
Benzer girişimleri İngiltere’deki Türk kuruluşlarından bekliyoruz.

5 Nisan 2007 Perşembe

Türkiye’nin özlediği lider

Bu köşede Türkiye’nin iç politikasına dair yazı yazmıyorum normalde. Bunun başlıca nedeni şu. Okuduğunuz gazete İngiltereli Türklere hitap eden yerel bir gazete. Her ne kadar ulusal ve uluslar arası haberlere yer verse de ağırlıklı olarak yerel haberleri sayfalarına taşıyor. Köşe yazılarının da benzer bir özellik taşıması gerekiyor. Yani Londralı Türklere hitap eden bir gazetenin önceliği “yerel” haber ve yorumlar olmalı.Gazeteyi özgün kılan da bu zaten. Türkiye ve dünyada olup bitenler hakkında yazı ve yorum olmaz anlamında söylemiyorum bunu. Ama bu konularda haber okumak isteyenler özellikle internet üzerinden çok satıda gazete ve dergiye ulaşabilirler. O nedenle aynı haberleri yerel gazetenin sayfalarına sürekli olarak taşımanın bir anlamı yok.
Bu yazıda, Avrupa’da yaşayan Türkleri en azından dolaylı biçimde ilgilendiren bir konudan bahsetmek istiyorum: Türkiye’de yaklaşan Cumhurbaşkanı seçimi. Yeni Cumhurbaşkanı nasıl biri olmalıdır? Hangi özellikleri taşımalıdır? Gündeminden neler olmalıdır? Bu sorulara cevap aramaya çalışacağım.

DIŞA DÖNÜK BİR LİDER

Geniş bir toplumsal tabanı temsil edecek olan Cumhurbaşkanı, farklı siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik sınıflara mensup grupların tümüyle iletişim kurabilmeli ve Köşk’ten çıkarak halkın sesini, sorularını, kaygılarını ve taleplerini doğrudan dinleyebilmelidir. Onuncu Cumhurbaşkanı alışveriş filesi taşıma, kırmızı trafik ışığında durma ve hastanede muayene sırasında sıra beklemek gibi sembolik davranışların ötesine geçemediği için toplumun bütün katmanları ile iletişim kuramamış, Köşk’ün resmi ve bürokratik havasının halk ile Cumhurbaşkanı arasında duvar örmesine engel olamamıştır. Bu nedenle yeni Cumhurbaşkanı devlet ile toplum arasında örülen duvarı yıkacak ve toplumun tümümü kucaklayacak bir profile sahip olmalıdır. Çıkar çatışmaları ve iktidar mücadelelerinin ideolojik kamplaşmalar, toplumsal ayrışmalar ve etnik çözülmeler gibi korku ve tehdit algılarından yararlanmaya çalıştığı günümüzde, ülkenin en çok ihtiyaç duyduğu açılımlardan biri, korku duvarlarının arkasına sığınmayan bir Cumhurbaşkanının topluma liderlik yapmasıdır. Bu nedenle halkla ilişkileri güçlü bir Cumhurbaşkanı korku ve tehdit algılamalarını aşan bütünleştirici bir fonksiyon edecektir.

Farklı formlarda ulusalcılıkların yükseldiği, etnik köken ve dini kimlik siyasetinin toplumsal mutabakat ve ortak zemini zayıflatmaya çalıştığı Türkiye “ortak payda” ve “ortak miras” ve “ortak gelecek” vurgusunu yapabilecek, kimlik siyasetinin çözümleyici ve ayrıştırıcı etkilerini ortadan kaldırabilecek bir anlayışın Cumhurbaşkanlığı makamına geçmesi halkın beklentileri arasındadır. Bu manada bütün toplumsal kesimlerin sahip çıkabileceği bir ortak zeminin yeniden inşası veya var olanın demokratik, özgürlükçü ve katılımcı bir anlayışla tarih, kültür ve sanat derinliği ile güçlendirilmesi elzem görünmektedir. Bu noktada bahsi geçen değerleri özümseyen bir Cumhurbaşkanı ortak gelecek vurgusunu daha ikna edici bir söylem ve pratikle toplumla paylaşabilir.

SOSYAL SERMAYEYİ MOBİLİZE ETMEK
Çağdaş dünya “gönüllü” sektörün yükselişine tanıklık etmektedir. Dünyanın gelişmiş birçok ülkesinde Cumhurbaşkanı gibi liderler “toplumsal sermaye” denilebilecek potansiyelleri mobilize edecek bir aktivitelerde bulunmaktadır. Bu tür etkinlikler, hem geniş halk kitleleriyle devlet arasındaki bağın güçlenmesi, hem de toplumsal kaynaşmanın sağlanması açısından önemlidir. Bu nedenle Cumhurbaşkanının ulusal çapta “gönüllülük” ve “beşeri/sosyal sermayeyi” mobilize edecek ikna ve liderlik gücüne haiz olması beklenmektedir.

Türkiye uzun yıllardır özlemle beklediği siyasal ve ekonomik istikrara kavuşmuştur. Bu istikrarı sürdürülmesi ve güçlenmesine büyük katkıda bulunacağına inanılan en önemli beklenti halkın yetki verdiği parlamento ve hükümet ile çatışmayan ve gerilim yaratmayan Cumhurbaşkanının Köşk’e çıkmasıdır. Türkiye’de iktidarlar uzun yıllar boyunca böyle bir çatışma ve sürtüşmenin etkisini hissetmiş, planladıkları reformları gerçekleştirememiş ve halkın kendilerine verdiği yetkiyi etkin bir şekilde kullanamamıştır. Bu noktada Türkiye’nin tarihi bir fırsat yakaladığına inanılmaktadır. Cumhurbaşkanının, hükümetle “iktidar mücadelesi” içinde olmayan, hükümetin yenilikçi politikalarını destekleyen ve ülkenin dönüşümüne destek veren müzakereci bir anlayışı benimsemesi beklenmektedir. Böyle bir ilişki biçiminin her açından sinerji yaratacağına inanılmaktadır.

3 Nisan 2007 Salı

Dernek başkanı olmanın sorumlulukları

İngiltere'deki Türk sivil toplum kuruluşlarının (STK) çalışmalarına daha önce değinmiştik. Son yıllarda çok sayıda dernek ve benzeri kuruluş ortaya çıkmasına rağmen, bu derneklerin (ki bunların hepsine sivil toplum kuruluşu demek mümkündür) seslerinin pek çıkmadığını, ya da cılız çıktığını yazmıştım. Kuşkusuz bütün STK’ları aynı kefeye koymak haksızlık olur ama genel resme baktığımızda karşımızda duran manzara pek iç açıcı sayılmaz. Bunun istisnasının eğitim işleri ile uğraşan dernekler olduğunu da söylemiştim.
Şimdi eğri oturup doğru konuşalım ve şu soruları herkese soralım: İngiltere’deki Türk STK’ları yeterince etkin mi? Kendilerinden beklenenleri veya yapmayı iddia ettikleri işleri yapabiliyorlar mı? Örneğin Türk toplumunu hangi platformlarda temsil ediyorlar? Türk toplumunun sosyal, ekonomik ve siyasi çıkarlarını korumak için hangi somut projelere imza atıyorlar? Kaç üyeleri var? Etkinliklerini sürdürecek kaynağı yaratma potansiyelleri var mı? Dernek başkanları gençlere örnek oluyor mu, onları cesaretlendirip geleceğe hazırlıyor mu, yoksa koltuk elden gider diye gençleri kapıda mı tutuyorlar?
Bu soruları çoğaltmak mümkün. Burada amacımız kuşkusuz derneklerimizi yıpratmak, kusurları ortaya dökmek ve insanları incitmek değil. Yapmak istediğimiz şu: Uzun yıllardır dernekçiliği meslek haline getiren, dernek başkanlığı koltuğuna sımsıkı sarılan, gençleri soğutan ve balolarda boy göstermekten başka numaraları olmayan kişilerin milletin yakasından düşmesini sağlamak.
Şimdi tekrar soruyorum. Somut olarak hangi projeler yapılıyor? Bu gazete sürekli olarak halkın nabzını tutuyor. Derneklerimizin güzel ve başarılı çalışmalarını hiçbir ayrım gözetmeksizin duyuruyor. Bunu yaparken de aslında hepimizi gurur duyuyoruz. Lakin bu tür haberlere konu olan derneklerimizin sayısı bir elin parmakları kadar az. Hep aynı dernekler, başkanlar ve üyeler karşımıza çıkıyor. Peki adı olup ta kendisi piyasada olmayan diğer onlarca dernek nerde, başkanları ve üyeleri ne yapıyor bunların, hangi projeleri geliştiriyor ve uyguluyor?
Bu sorunun cevabı hiçte iç açıcı değil ne yazık ki. Bazı dernek başkanları sadece balo, parti ve yemeklerde boy gösteriyor. Proje nedir, nasıl hazırlanır ve uygulanır diye sorsanız dili tutulur. Ama iş siyasete, eleştiriye, onu bunu çekiştirmeye gelince dilleri çözülüverir. Herkese üzerinde parlak harflerle yazılı kartlarını dağıtırlar. Bu tür başkanların başında olduğu dernekler tek kelimeyle “tabela dernekleridir” bunlardan bir hayır gelmez. Tam tersi bu derneklere üye olan ve güvenen insanları hayal kırıklığına uğratırlar. Öyleyse artık bu dernekleri ve başkanlarını sorgulamak gerek. Yoksa meydanı boş bulan herkes dernek kurar ve ortalık dernek ve dernek başkanı çöplüğüne döner.
Yıllardır çeşitli derneklerle iletişim halindeyiz. Bunların ciddi olanlarını hemen fark edersiniz. Doğru dürüst bir ofisleri ve tanıtım broşürleri vardır. Yıllık faaliyetlerini rapor halinde hemen size sunarlar. Hesapları kitaplar çok saydamdır. Mesela ben Londra’da doktora yaptığım sıralarda zaman zaman bazı derneklere uğruyordum. Bunlardan bir kısmı gerçekten profesyonelce işler yapıyordu. Ama bir kısmında sadece laf ve dedikodu üretiliyordu. İşte bir derneğin ciddi mi yoksa gayri ciddi mi olduğunu anlamanın yolarlıdan biri budur. Yani yapılan işlerin bir listesini ve dökümünü görmek.
Bir başka ölçüt, başkanların bu işe ne kadar zaman ve kaynak ayırdığı, üyeleri ne kadar mobilize ettiği ve gençleri dernek yönetimine alıp almadığıdır. Gençleri dışarıda tutanlar koltuklarından korkanlar veya derneği, bir aile derneğine dönüştürenlerdir. Biz bunlara dernek demiyoruz. Bunlar olsa olda tek adamlı gösteridir (one man show). İngiltere Türk toplumunun, dernekleri işte bu gözle görmesi ve değerlendirmesi lazım. Orda burada şık kartlar dağıtan, devlet yetkilileri ve politikacılarla aynı karede görünmek için can atan dernek başkanlarını uyarmak lazım. Arkasına dernek adı ve üyelerin desteğini alarak bir tek projeyi bile hayata geçirmeden yıllardır başkanlık yapanlara artık “dur” demenin zamanı geldi.
Tekrar edelim. Bu yazıda amaç dernekleri yıpratmak değil. STK’lara çok önem veren bir düşünceye sahip biri olarak yapmak istediğim şey, yıllardır milleti temsil ediyorum diyenlerin aslında topluma zarar verdiğini hatırlatmak. STK’lar modern toplumların önemli temsil, baskı, talep ve bilgilendirme aygıtlarıdır. Bu enstrümanları yerli yerinde kullanmasak ıskalamış oluruz. İşte bunun önüne geçmek için “gerçek” ve “tabela” dernekleri birbirinden ayırmalıyız.

Dünya gençleri Türkiye’de buluşuyor

Bu köşede sık sık dile getirdiğim bir konu var. Türkiye’nin bölgesel ve küresel öneminin gün geçtikçe daha iyi keşfedilmesine tanık oluyoruz. Her ne kadar AB’nin ellinci kuruluş yılı kutlamalarına Türkiye davet edilmese de, ülkemizde olup bitenler ve Türkiye’ye gelip gidenler Türkiye’nin gittikçe merkezi bir rol üstlendiğini gösteriyor. Öyleyse nedir bu merkezi rol? Acaba bizler kendi ülkemizin taşıdığı potansiyeli görebiliyor ve başkalarına anlatabiliyor muyuz? Yoksa kendine güveni olmayan bireyler olarak her olup bitene seyirci mi kalıyoruz? Daha açık şekilde sormak gerekirse sadece kendisine verilen rolü oynayan birer aktör müyüz, yoksa oyuncuları yöneten lider miyiz? Bunun cevabını son günlerde olup bitenlere bakarak görmek mümkün olabilir.
Bunlardan en belirgin olanlarından biri İran’ın Körfez bölgesinde tutukladığı İngiliz askerlerine ilişkin arabuluculuk girişimleridir. İngiltere Dışişleri Bakanının, Türkiye’ye gelir gelmez ayağının tozuyla Türkiye’nin arabuluculuğunun önemine işaret etmesi önemli bir göstergedir. İngiliz bakan, Türkiye’nin dışişleri bakanının odasından İranlı bakanı arayarak İngiliz askerlerinin durumuna ilgi ilişkin bilgi alıyor. Bu, aslında İngiltere’nin Türkiye’den üstü kapalı bir yardım talebini içinde barındırıyor. Niçin? Çünkü Türkiye son yıllarda “komşu ülkelerle sıfır sürtüşme” denklemini dış politika seçeneği olarak görme eğiliminde. Eğer komşularınızla iyi geçinir ve karşılıklı ortaklıklar kurabilirseniz onlar üzerinde bazı ikna edici gücünüz olabilir. Bu olay Batı’nın Türkiye’den beklentilerini yansıtan küçük bir deneyim.
Peki Doğu’da ve özelikle İslam dünyasında neler oluyor? İslam dünyasında da benzer bir rüzgar esiyor. Örneğin Başbakan Recep Tayyip Erdoğan “Arab Zirvesi”ne katılıyor. Türkiye başbakanlarının bu zirveye katılmaları pek fazla rastlanan bir olay değil. Ama Türkiye’nin bölgesel ve küresel gücü bu ülkeyi ihmal edilemez bir konuma getiriyor. Nedir bu konum? Türkiye hem Batı hem de Doğu’da saygınlık ve güvenirliğini artırıyor. Bu nedenle Türkiyesiz bir Avrupa ve Doğu düşünülemez. İşte hem Avrupalılar hem de İslam dünyası bu gerçekliği gördüğü için Türkiye’nin her platformda bulunmasını istiyorlar.
Gerçekten de Orta Doğu ve Avrupa coğrafyasına bakıldığında şöyle bir manzara çıkıyor karşımıza. Hem Avrupa, hem ABD, hem İslam ülkeleri ve İsrail hem de Balkan ülkeleri ve Türki cumhuriyetler ile ilişkileri sıcak olan, hem bölgesel hem de küresel aktörlerin tümü ile masaya oturabilen acaba kaç ülke var? Türkiye dışında böyle bir ülke nerdeyse yok sayılır. İşte bu nedenle Türkiye hem bölgede hem de bölge dışında önemli roller üstlenmek durumunda. Tarihi ve güncel geçekler bize bunu dikte ediyor.
Türkiye’nin artan önemi kuşkusuz İstanbul’u da birçok faaliyetin merkezi yapıyor. İşte bunlardan biri farklı din, dil, kültür, millet ve renkten gelen gençlerin İstanbul buluşması. 28 Martta başlayıp üç gün sürecek toplantının konusu 'Dinler ve Kültürlerarası Diyalog Zirvesi'. İslam Konferansı Örgütü’ne (İKÖ) bağlı İslam Konferansı Örgütü Gençlik Forumu ile Avrupa Birliği ve Avrupa Topluluğu bu hafta dünya gençlerini İstanbul'da buluşturuyor. Üç birliğin organize ettiği uluslararası katılım düzeyindeki ilk toplantı özelliği taşıyan 'Dinler ve Kültürlerarası Diyalog Zirvesi', yerli ve yabancı 250 konuğun katılımıyla yapılıyor. 2005 yılının başında oluşturulan İKÖ Gençlik Forumu'nun Genel Başkanı Ali Sarıkaya, toplantıda 150'si yabancı, 100'ü yerli 250 genç yazar, akademisyen, siyasetçi, aktivist ve STK temsilcisinin 4 gün boyunca diyalogun önündeki engelleri tartışacağını söylüyor. Açılış toplantısına Başbakan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin, zirvenin kapanışına ise Katar Kraliçesi Sheikha Mouzah gibi önemli kişiler katılıyor.
Peki İstanbul’da buluşacak dünya gençleri neleri tartışacak? Gençler, zirvede İslamofobyadan ırkçılığa, gençliğin günümüzdeki sorunlarından gelecek projeksiyonuna kadar pek çok konuyu masaya yatıracak. Uzmanlar ve bilim adamlarının katkısıyla kendi geleceklerini konuşacaklar.
Nerede? İstanbul’da. Farklı kültür ve medeniyetlerin beşiği Türkiye’de.

21 Mart 2007 Çarşamba

Gerçek Sivil Toplum Kuruluşlarını ayırt etmek

Geçen haftaki yazımımızda İngiltere Türk sivil toplum kuruluşlarının (STK) çalışmalarına değinmiştik. Son yıllarda çok sayıda dernek ve benzeri kuruluş ortaya çıkmasına rağmen, bu derneklerin (ki bunların hepsine sivil toplum kuruluşu demek mümkündür) seslerinin pek çıkmadığını, ya da cılız çıktığını yazmıştım. Kuşkusuz bütün STK’ları aynı kefeye koymak haksızlık olur ama genel resme baktığımızda karşımızda duran manzara pek iç açıcı sayılmaz. Bunun istisnasının eğitim işleri ile uğraşan dernekler olduğunu da söylemiştim.
Şimdi eğri oturup doğru konuşalım ve şu soruları herkese soralım: İngiltere’deki Türk STK’ları yeterince etkin mi? Kendilerinden beklenenleri veya yapmayı iddia ettikleri işleri yapabiliyorlar mı? Örneğin Türk toplumunu hangi platformlarda temsil ediyorlar? Türk toplumunun sosyal, ekonomik ve siyasi çıkarlarını korumak için hangi somut projelere imza atıyorlar? Kaç üyeleri var? Etkinliklerini sürdürecek kaynağı yaratma potansiyelleri var mı? Dernek başkanları gençlere örnek oluyor mu, onları cesaretlendirip geleceğe hazırlıyor mu, yoksa koltuk elden gider diye gençleri kapıda mı tutuyorlar?
Bu soruları çoğaltmak mümkün. Burada amacımız kuşkusuz derneklerimizi yıpratmak, kusurları ortaya dökmek ve insanları incitmek değil. Yapmak istediğimiz şu: Uzun yıllardır dernekçiliği meslek haline getiren, dernek başkanlığı koltuğuna sımsıkı sarılan, gençleri soğutan ve balolarda boy göstermekten başka numaraları olmayan kişilerin milletin yakasından düşmesini sağlamak.
Şimdi tekrar soruyorum. Somut olarak hangi projeler yapılıyor? Bu gazete sürekli olarak halkın nabzını tutuyor. Derneklerimizin güzel ve başarılı çalışmalarını hiçbir ayrım gözetmeksizin duyuruyor. Bunu yaparken de aslında hepimizi gurur duyuyoruz. Lakin bu tür haberlere konu olan derneklerimizin sayısı bir elin parmakları kadar az. Hep aynı dernekler, başkanlar ve üyeler karşımıza çıkıyor. Peki adı olup ta kendisi piyasada olmayan diğer onlarca dernek nerde, başkanları ve üyeleri ne yapıyor bunların, hangi projeleri geliştiriyor ve uyguluyor?
Bu sorunun cevabı hiçte iç açıcı değil ne yazık ki. Bazı dernek başkanları sadece balo, parti ve yemeklerde boy gösteriyor. Proje nedir, nasıl hazırlanır ve uygulanır diye sorsanız dili tutulur. Ama iş siyasete, eleştiriye, onu bunu çekiştirmeye gelince dilleri çözülüverir. Herkese üzerinde parlak harflerle yazılı kartlarını dağıtırlar. Bu tür başkanların başında olduğu dernekler tek kelimeyle “tabela dernekleridir” bunlardan bir hayır gelmez. Tam tersi bu derneklere üye olan ve güvenen insanları hayal kırıklığına uğratırlar. Öyleyse artık bu dernekleri ve başkanlarını sorgulamak gerek. Yoksa meydanı boş bulan herkes dernek kurar ve ortalık dernek ve dernek başkanı çöplüğüne döner.
Yıllardır çeşitli derneklerle iletişim halindeyiz. Bunların ciddi olanlarını hemen fark edersiniz. Doğru dürüst bir ofisleri ve tanıtım broşürleri vardır. Yıllık faaliyetlerini rapor halinde hemen size sunarlar. Hesapları kitaplar çok saydamdır. Mesela ben Londra’da doktora yaptığım sıralarda zaman zaman bazı derneklere uğruyordum. Bunlardan bir kısmı gerçekten profesyonelce işler yapıyordu. Ama bir kısmında sadece laf ve dedikodu üretiliyordu. İşte bir derneğin ciddi mi yoksa gayri ciddi mi olduğunu anlamanın yolarlıdan biri budur. Yani yapılan işlerin bir listesini ve dökümünü görmek.
Bir başka ölçüt, başkanların bu işe ne kadar zaman ve kaynak ayırdığı, üyeleri ne kadar mobilize ettiği ve gençleri dernek yönetimine alıp almadığıdır. Gençleri dışarıda tutanlar koltuklarından korkanlar veya derneği, bir aile derneğine dönüştürenlerdir. Biz bunlara dernek demiyoruz. Bunlar olsa olda tek adamlı gösteridir (one man show). İngiltere Türk toplumunun, dernekleri işte bu gözle görmesi ve değerlendirmesi lazım. Orda burada şık kartlar dağıtan, devlet yetkilileri ve politikacılarla aynı karede görünmek için can atan dernek başkanlarını uyarmak lazım. Arkasına dernek adı ve üyelerin desteğini alarak bir tek projeyi bile hayata geçirmeden yıllardır başkanlık yapanlara artık “dur” demenin zamanı geldi.
Tekrar edelim. Bu yazıda amaç dernekleri yıpratmak değil. STK’lara çok önem veren bir düşünceye sahip biri olarak yapmak istediğim şey, yıllardır milleti temsil ediyorum diyenlerin aslında topluma zarar verdiğini hatırlatmak. STK’lar modern toplumların önemli temsil, baskı, talep ve bilgilendirme aygıtlarıdır. Bu enstrümanları yerli yerinde kullanmasak ıskalamış oluruz. İşte bunun önüne geçmek için “gerçek” ve “tabela” dernekleri birbirinden ayırmalıyız.

İngiltere'de tabela dernekleri

Gazetemizin geçen haftaki nüshasında üzerinde mutlaka durulması gereken bir haber, bir de yorum vardı. Haber, T.C. Londra Konsolosluğu’nun yenilik ve hizmetlerini tanıtmak amacıyla yapılan toplantıya ilişkindi. Gerçekten de herkesin işini kolaylaştıracak bir yeniliğe imza atıyor Konsolosluk. Bundan sonra evinizden birçok işlemi yapabilecek, işinizi-gücünüzü bırakıp bir de dakikalarca sıra bekleme zahmetine katlanmadan işlerinizi yapabileceksiniz. Her ne kadar biraz gecikmeli de olsa e-Konsolosluk hizmetlerine başlanması gerçekten güzel bir haber. Bu projeye katkısı olan herkesi kutluyoruz.
Haber buydu. Ama habere ilişkin yorum yazısı daha dikkat çekiciydi. Mustafa Köker’in konuyla ilgili köşesinde yazdığına göre e-Konsolosluk ile ilgili toplantıya sadece yirmi kişi katılmıştı. Kuşkusuz böyle bir toplantıya binlerce kişinin katılması beklenmez. Buna gerekte yok zaten. Ancak toplumun geneli ile resmi kurumlar arasındaki alanı dolduran ara kurum temsilcilerinin mutlaka katılması gerekirdi. Çünkü sivil toplum kuruluşu dediğimiz bu ara kurumların başlıca görevi geniş halk kitlelerini bilgilendirmek, haklarını savunmak ve resmi platformlar da dahil olmak üzere onları temsil etmek.
SİVİL KURULUŞLARIMIZ
Peki İngiltere’deki Türk sivil toplum kuruluşları saydığımız bu sorumlulukları ne kadar yerine getirebiliyor? Türk toplumunu ne kadar temsil edebiliyor ve çıkarlarını ne kadar savunabiliyor? İngiltere’de onlarca, belki yüzlerce Türk sivil toplum kuruluşu var. Dernek, vakıf ve federasyon gibi adlar altında örgütlenen bu kuruluşlara ilişkin elimizde ciddi bir araştırma ve bilgi yok. Bu nedenle yukarıdaki sorulara vereceğimiz cevaplar, uzun yıllardır yaptığımız gözlemlere dayanıyor. Keşke bu konuda kapsamlı bir araştırma yapılsa da sivil gücümüzün ne kadar olduğunu, Türk sivil kuruluşların güçlü ve zayıf taraflarının, Türk toplumunun bu kuruluşlara ilişkin görüşlerinin ne olduğunu ve tabiî ki bu kuruluşların hangi alanlarda ne başarılar elde ettiklerini daha yakından görebilseydik.
Mustafa Köker, yorumunda haklı olarak Türk sivil kuruluşları eleştiriyordu. Gerçekten de yukarda bahsedilen toplantıya sadece yirmi kişi katıldıysa, bu Türk sivil toplum kuruluşları açısından vahim bir duruma işaret ediyor. Nedir bu vahim durum? İşin vahameti şu ki, bizdeki sivil toplum kuruluşlarının çoğu sadece “tabela kurum” olma izlenimi veriyor. Tabiî ki tümünü aynı kategoriye koymak haksızlık olur. Örneğin eğitim konusuna eğilen Türk sivil toplum kuruluşlarının çoğu bu işi başarıyla yürütüyor. Durup dinlenmeden çocuklarımıza yönelik etkinlikler ve hafta sonu okulları düzenliyorlar. Bu işe gönül veren çok sayıda insan başarılı bir şekilde koşturuyor.
NE KADAR ETKİLİLER?
Lakin, diğer konularda faaliyet gösterdiklerini iddia eden kuruluşların çoğu ilk bakışta etkisiz görünüyor. Sesleri cılız çıkıyor. Kuruluşların renkli ve güzel tabelaları var. Yöneticilerin taşıdıkları kartlar da güzel. Başkan ve başkan yardımcısı gibi sıfatları taşıyan kartlar da çok etkileyici. Bu kartları taşıyanların tutum ve davranışlarına bakıldığında arkalarında büyük bir sivil güç olduğunu sanırsınız. Ama yapılanlara bakılacak olursa durumun hiçte böyle olmadığını görürsünüz.
İş davetlere, yemeklere Büyükelçilik ve Konsolosluk’taki toplantılara gelince bir sürü başkan çıkar ortaya. Herkes yetkililerle aynı karede olmaya çalışır. Ama toplumu ilgilendiren konularda somut neler yaptınız, kaç kişiyi mobilize ettiniz, hangi sorunların çözümüne katkıda bulundunuz, toplumun hangi sorunlarını araştırıp çözüm önerileri getirdiniz diye sorarsanız durum birden değişir.
Evet, artık özeleştiri yapma zamanı geldi. Ve bu süreç sivil toplum kuruluşları ile başlatılmalı. Gerçek sivil kuruluşlarla tabela kuruluşlarını ayırt etmenin başka yolu yok. Bu konuda eleştirel bir tartışma yapılmasa her yer tabela derneği ile dolacak ve bu işi hakkıyla yapan derneklerimizin saygınlığı da zarar görecek.

8 Mart 2007 Perşembe

Kentleşmenin Doğurduğu Sorunlar ve Kentlilik Bilinci

Kentler insana daha iyi hayat standardı, daha yüksek gelir düzeyi sağlayan istihdam alanları, haberleşme, iletişim, ulaşım, sağlık ve eğitim gibi alanlarda daha iyi alt yapı ve hizmetler ile daha serbest ve özgür bir sosyal hayat imkanı sunar. Ancak kentleşmenin sağladığı imkanlar ve fırsatlar yanında bir de doğurduğu sorunlar vardır. Kent bilincinin yerleşmesi için kentin sağladığı nimet, imkan ve fırsatlardan yararlanmasını bilmek kadar, sorunlarını da bilmek, bunları göğüslemek ve çözümünü de katkıda bulunmak gerekir. Kente aidiyet duygusunun oluşmasında ona sahiplenmek, sorunlarını öğrenmek ve kalıcı çözümler üretmeye katılım önemli bir rol oynar. Bu nedenle ketleşmenin doğurduğu sorunların bilinmesi ve kentlilerle paylaşılması gerekir. Kentleşmenin doğurduğu sorunlara ilgisiz kalarak, bu sorunlardan soyutlanarak bireyin kendisini yaşadığı kente ait hissetmesi, o kente ait değerleri, yapıları ve ortak yaşam alanlarını koruması mümkün değildir. Bir kentlinin farkında olması ve duyarlılık göstermesi gereken kentleşmenin doğurduğu başlıca sorunları şöyle sıralayabiliriz.

Plansız büyüme, çarpık yapılanma ve gecekondulaşma sorunu, Çevre ve hava kirliliği, Trafik ve gürültü kirlenmesi, İstihdam sorunu; Suçların artışı sorunu;
Yabancılaşma (anomi) sorunu: Kentleşmenin yol açtığı yukarıda sayılan sorunlar kentlilik bilinci ve kente aidiyet açısından son derece ciddi bir problem sayılabilecek yabancılaşma sorunu doğurur. Çarpık yapılaşma, gecekondulaşma, çevre kirliliği, trafik yoğunluğu ve gürültü fazlalığı, aşırı göçler ve insan kalabalığı, istihdam ve konut sorunları, çeşitli suçların gittikçe artmasının doğurduğu güvensizlik duygusu, sağlık, eğitim ve ulaşım gibi alanlarda alt yapı yetersizliği yabancılaşmaya ve kentlilik kimliğinde kırılmalara neden olmaktadır. Yaşadığı mekanda her gün böylesine geniş kapsamlı sorunlarla boğuşmak zorunda kalan birey içinde bulunduğu kente yabancılaşır. Bireyin kent için geliştirdiği ve beslediği aidiyet duygusu zedelenir. Böyle bir yabancılaşma ve kent kimliğinde oluşacak bunalım kente ve kentin tüm değerlerine sırt çevrilmesi yani bir anlamda kentten kopuşların yaşanması anlamına gelir. Kente, kentin sosyal, kültürel ve mimari dokusuna yabancılaşma kentlilik, kente aidiyet, kent bilinci ve dayanışması açısından ciddi sorunlara yol açar ve sosyal dokunun ve dayanışmanın temeli olan ortak yaşam alanlarının zarar görmesine neden olur. Yabancılaşmanın kentlilik bilinci ve kentin değerlerini sahiplenmeyi olumsuz yönde etkileyen başlıca sonuçlarını şu şekilde sıralamak mümkündür.

Kente yabancılaşmanın doğuracağı sonuçlar
Bireyler içinde bulundukları sosyal ortamdan ve ortak kent yaşamından yabancılaştıkça içine kapanır, kendisini dış dünyadan ve toplumdan soyutlar. Artık ortak faaliyetlerde rol almayarak toplumsal hayattan kopar ve bunun sonunda da uyumsuz bir birey olur çıkar.
Kent yaşamına yabancılaşan, kent kültürüyle arasındaki bağları koparan ve kendisini yaşadığı kente ait hissetmeyen birey, ortak yaşam alanlarına ilişkin sorumluluk alma eğilimi göstermez. Kentleşme, akrabalık gibi ilksel ilişkiye dayalı ilişki ve yaşantıyı, toplumsal sözleşmeye dayalı ilişki ve yaşantıya dönüştürmüş, bu değişim sürecinde de ortak yeni yaşam alanları oluşmuştur. Bu ortak yaşam alanlarının ve değerlerinin korunması ve yaşatılması için bireylerin sorumluluk duygusu taşımaları gerekir. Aksi halde ortak bir kent bilinci ve aidiyetinin gelişmesini sağlayan ortak alanlar birer birer eskir, yıpranır ve günün birinde paylaşılan kentlilik ruhunu da tüketerek kaybolur gider.
Yabancılaşma ya da kente aidiyet duygusunu yitirme doğal yaşam alanlarının talan edilmesine yol açar. Kent kimliğini benimsemeyen ve kente yabancı duran bireyin ekolojik dengeye dikkat etme gibi bir duyarlılığı kalmayacağı için kent ve çevresindeki doğal yaşam alanlarına daha fazla zarar verme eğilimi artar. Kentin ormanlarının yağmalanması, park ve bahçelerine zarar verilmesi yukarda sayılan kentleşme sorunlarının yarattığı yabancılaşma duygusunun bir sonucu olarak görülebilir.
Yabancılaşmanın sosyal barışı tehdit eden bir başka sonucu da şudur: Kendini içinde yaşadığı kente, kent kültürüne ve bu değerler ile kentleşmiş topluma ait hissetmeyen ve kimlik krizi içerisindeki bireyler kentliye, kent kimliği ve kültürünü benimseyenlere karşı olumsuz duygular geliştiririr Yabancılaşma duygusu yaşayanlar kendilerini kent kültürünün ve kentsel yaşamın bir üyesi ve parçası olarak görmedikleri için sadece kentten değil kentliden de nefret etmeye başlar, kin ve düşmanlık duyguları geliştirir.
Yabancılaşmanın beslediği nefret, kin ve düşmanlık duyguları zaman zaman şiddete dönüşebilir. Yabancılık duygusuna kapılanlar öfkelerini şiddete dönüştürüp kentlileri hedef alabilir. Düşmanca tavırlar sadece bireylere yönelik olarak şiddete dönüşmekle sınırlı kalmaz zaman zaman kamu mallarına, kentin dokusunu oluşturan maddi yapılara da yönelebilir. Yabancılaşmanın doğurduğu kin ve nefret duygusu belediye otobüslerine, otobüs duraklarına, telefon kulübelerine, park ve bahçelere zarar vermeye kadar gidebilir.
Yabancılaşma masumiyet kaybına da neden olur. Kentin kimliğini benimseyen ve kentin değerlerine sahip çıkan bireyler yasalara saygı çerçevesinde yaşar, yasaları delmenin veya bypass etmenin yollarını aramaz. Ancak yabancılaşmayla birlikte yasalara uyma, toplumsal dayanışma ve bütünlüğe katkıda bulunan masumiyetin zedelendiği görülür. Masumiyet kaybı ve aşınması yasaların delinmesi için çabalayan kurnazlıklara baş vurulmsına yol açar. Hukuka saygı azalır, yolsuzluklar ve kanunsuzluklar artar. Kent yaşamına ve sosyal dokusuna yabancılaşanların mafya gibi suç örgütlerine katılmaları daha da kolaylaşır.

Kentlilik Bilinci Oluşturma ve Geliştirme Stratejisi

1. Bir kentte yaşayan bireylerde içinde nefes aldıkları, çalıştıkları, dolaştıkları ve yaşadıkları kente aidiyet duygusu oluşturmanın en etkin yolu kent sakinlerine, o kentin tarihini, kültürel ve mimari doku ve mirasını benimsetmekten, kentin maddi ve manevi değerlerini özümsetmekten geçer.
2. Kent bilincini geliştirmek, bireylerin ortak bir kent kimliği edinmesini sağlamak için yabancılaşmayı önlemek gerekir. Yukarıda da bahsedildiği gibi kente yabancılaşanlar kendilerini kent yaşamından soyutlayarak kent kimliği ve kültüründen koparlar. Buna engel olmanın en etkin yollarından birisi kentlinin içinde yaşadığı ortama karşı geliştirdiği ilgisizliği ortadan kaldırmak, kent yaşamında rol almaya teşvik etmek, bir başka ifade ile içinde bulunduğu kent yaşamının tüm alanlarında aktif katılımı sağlamaktır
3. Kentlilik bilinci ve kente sahiplenmeyi gerektiren bir aidiyet duygusu oluşturmada bireylerin kendilerini güvende hissetmeleri son derece önemlidir. Büyük kentlerde son yıllarda suç oranlarının artması kent sakinlerini tedirgin eden bir korkunun yayılmasına ve güven duygusunun azalmasına neden olmaktadır. İnsan doğal olarak kendini güvende hissetmediği yere aidiyet duygusu geliştiremez.
4. Kentler, köy ve kasaba gibi yerleşim birimlerine göre daha heterojen yerlerdir. Özellikle İstanbul gibi uzun bir tarihi olan kentler yüzyıllardır farklı milletlere ve kültürlere ev sahipliği yapmışlardır. Her millet ve dönemin geride bıraktığı kültürel miras kente farklı bir kimlik dokusu vermiştir. Bu nedenle ortak kent bilinci oluşturulurken kentin tevarüs ettiği bütün renklerin yaşatılmasına özel önem verilmelidir. İstanbul kurulduğundan bugüne farklı din, dil, millet ve kültürlere ev sahipliği yapmış, tevarüs ettiği bütün değerleri, mimari yapıları, dini mekanları korumuştur. İstanbul’u istisnai yapan özelliklerinden biri de işte bu çok kültürlü yapısıdır. İşte ortak bir İstanbulluluk bilinci ve aidiyeti oluştururken kent kültürünün farklı yüzlerini, renklerini ve tüm çeşitliliğini ortak kent bilinci ve kimliğinin odağı haline getirerek daha geniş kapsamlı ortak paydanın inşası yararlı olacaktır. İstanbul’a gelen ve burada yaşamaya başlayan herkes kendi kültürünün de kent paydasında yer aldığını görebilmeli, farklılıklar dışlanmamalı ve kültürel çeşitliliğin İstanbulluluk üst kimliği altında yer almasına izin verilmelidir.
5. Kent bilinci oluştururken, kentteki tüm farklı kültür renklere kucak açan ortak yaşam alanları her yaş, cinsiyet ve meslek gurubuna bu kentin içinde ve tam ortasında yaşadıkları duygusunu verebilmelidir. Kadın, erkek, çocuk, genç, yaşlı, öğrenci, öğretmen, sanayici, taksici, otobüs sürücüsü, simitçisi velhasıl toplumun her kesimine hitap edilmelidir. Kentin sahibinin sadece tek bir gurup olmadığı, kentin hepimizin olduğu anlatılmalıdır.
6. Kente aidiyet duygusu uyandırma ve bireyin kendisini bulunduğu yerin bir parçası olarak hissetmesi için yaşadığı kentte adalet, eşitlik ve hukukun üstünlüğünün kurumsallaşmış olduğuna inanması gerekir. Birey yaşadığı kentte adaleti, eşitliği ve hukukun üstünlüğünü göremiyorsa o kente yabancılaşır.
7. Kentlilik bilincinin yerleşmesi için atılması gereken bir başka adım ise katılımcı bir kentsel yönetim biçimin kurumsallaşmasını ve toplumun her kesiminden insanın kent için, kentteki yaşam standartlarını yükseltmek için örgütlenmelerine izin verilmesidir. Kent kültürünü canlı tutacak sivil toplum örgütlerinin kurulması desteklenmeli ve bireylerin aktif olarak sivil toplum kuruluşlarının yönetim ve faaliyetlerine demokratik katılımları sağlanmalıdır. Demokratik kitle örgütleri ve sivil toplum kuruluşları, hem ortak bir kimlik duygusunun oluşmasına hem de bireylerin kendilerini ifade edip kentten taleplerini dile getirebilecekleri ortamların yaratılmasını kolaylaştıracaktır. Unutulmamalıdır ki kent yaşamından soyutlanan, kentten talep ve beklentilerini ifade etme şansı bulamayanlar kentle olan bağlarını daha kısa sürede koparır. Bir taraftan kent kültürünü tanıtanların çalışmaları desteklenirken diğer yandan kentte ortak aidiyet ve paylaşım duygusu uyandıracak faaliyetlere öncelik verilmelidir. Festivaller, konserler, müzeler, sinema gösterileri, kitap ve müzik fuarları, sergiler ve mahalli spor takımları desteklenmelidir. Bütün bu faaliyetlere katılanların ortak bir aidiyet bilinci oluşmasında sözü edilen faaliyetlerin önemli bir katkısı olacağı unutulmamalıdır.
8. Kentte her kesimin kolayca ulaşabileceği ve kullanabileceği doğal yaşam alanları kurulmalı, var olanlar zenginleştirilerek genişletilmeli ve yaygınlaştırılmalıdır. Doğal yaşam alanlarının geniş kitlelerin kullanımına açılması birey-çevre arasındaki etkileşimi başlatacak, insan ve kent arasındaki bağı sağlamlaştıracak ve pekiştirecektir.
9. Kentliler arasında duygu ve heyecan bağı yaratmanın bir başka yolu da mevcut yakın iletişim ve ilişki ağlarını korumak, çevre-merkez arasındaki iletişim eksikliğini gidermekle mümkündür. Kentleşme sürecinde ilksel ilişki biçimleri değişime uğrar, akraba ve hemşehri ilişkileri yerine toplumsal sözleşmeye dayalı ilişki biçimleri ortaya çıkar. Bu yeni toplumsal ilişki biçimlerinin derinlik kazanması ve sürdürülmesinde sokak, cadde, mahalle ve semt kültürleri önemli rol oynar. Özellikle mahalle sakinlerinin buluştuğu, tanıştığı, iletişim kurduğu, sohbet ettiği ortak kullanım alanlarının korunması ve canlandırılması aidiyet duygusu kadar paylaşma ve dayanışmayı da artırır. Bu anlamda bakkal, fırın, pastane ve kahvehane gibi yerlerin canlı tutulması gerekir. Kentleşmeyle birlikte ortaya çıkan yeni tüketim alışkanlıklarının ve alışveriş biçimlerinin doğurduğu büyük süpermarket, hipermarket ve geniş alışveriş merkezleri mahalledeki bakkal, fırın, pazar yeri ve pastanelerin birer birer kapanmasına, yani sosyal dayanışma ve yaşanılan mekana aidiyet duygusu geliştirmede önemli rolü olan kurumların yavaş yavaş ortadan kalkmasına neden olmaktadır. Bu ortak alanların korunması veya tekrar üretilmesi durumunda, mahalle ve kent sakinlerinin ortak bilinçlerinden biri olarak kent kimliğindeki yerini koruyacaktır.
10. Yukarıda sayılanlara ilave olarak sosyal ilişkilerin gittikçe koptuğu ve gelir düzeyine dayalı mekansal ayrışmaların belirgin bir şekilde yaşandığı ve duvarlı mahallelerin oluştuğu kentte toplumun her kesimini buluşturacak ortak yaşam alanları kurulmalıdır. Son yıllarda yüksek gelir guruplarına mensup olanlar sadece kendi kullanımlarına açık siteler ve villalardan oluşan ayrıcalıklı yerleşim birimleri kuruyorlar. Diğer yandan alt gelir gurubuna mensup olanlar ise gecekondularda hayatlarını sürdürüyorlar. Sosyal, kültürel ve ekonomik farklar dışında altyapı imkanları olarak ta birbirine benzemeyen her iki mekan da aynı kentin sınırları içinde yer almaktadır. Özellikle gecekondu semtlerinde yaşayanlar kentin sunduğu imkanlardan yararlanamadıklarını düşünmekte ve kendilerini yaşadıkları kente ait hissetmemektedirler. Yukarıda belirtilen yaşam alanları arasında her anlamda bir uçurumun olduğu gözükmektedir. Bu uçurum kapanmadıkça, yani ayrıcalıklı semtlerde yaşayanlarla kentin gelişmemiş semtlerinde imkansızlıklar içinde yaşayanları arasındaki derin çukurlar kapanmadıkça ortak kentlilik bilincinin oluşması mümkün değildir. Ancak toplumun her kesiminin katıldığı, geniş kitlelerin yer aldığı ve paylaştığı bir yaşam alanı oluştuğunda, adalet ve paylaşım sağlandığında ortak kent aidiyeti ve kentlilik kimliği oluşabilir.

Avrupa' ev İslam İlişkileri Üzerine Sorular

1- Avrupa'nın Müslümanlarla ilk ciddi karşılaşması Endülüs İslam Devleti sayesinde oldu. Bugünkü İspanya, Portekiz ve Prenelere kadar Fransa'yı içine alan bir coğrafyaya yayılan Müslümanlar, tarihleri boyunca bir "öteki" icad etmekte mahir olan batılıların en dişli "ötekisi" haline geldi. 11 Eylül'ün ardından Avrupa'ya da sıçrayan ve son olarak Hollanda'daki Müslümanlara yönelik artan şiddet, bu tarihselliğin nüksetmesi olarak algılanabilir mi? Yani Batının bilinçaltındaki Haçlı Ruhu, bu vesilelerle yine hortluyor mu?

CEVAP:
Kolektif kimliklerin oluşmasında “öteki” olarak tanımlanan toplulukların belirgin bir etkisinin olduğu sosyolojik bir gerçek. Batı kimliğinin oluşmasında İslam kuşkusuz başlıca “öteki” rolünü oynamıştır. Özellikle kolektif Hıristiyan dini kimliğinin inşasında İslam dünyası ile yüz yüze gelmenin, uzun asırlar süren sürtüşme ve çatışmaların etkisi olmuştur. Batı kamuoyunda İslami tehdit olarak algılanmasının tarihsel kökenleri vardır. Örneğin Fransız yazar Maxime Rodinson, Batı Hıristiyanlığının İslamiyeti bir problem olarak görmeye başlamadan çok önce bir tehdit ve tehlike olarak algılamaya başladığını belirttir. Albert Hourani’ye göre de İslamiyet ortaya çıktığı ilk andan itibaren Batılı Hıristiyanlar için bir sorun olmuştur. İslam ve Batı arasındaki ilişkiler iki ayrı uygarlığın mücadelesi olarak devam etmiş ve her ne kadar zaman zaman birbirinden etkilenmiş olsalar da geriye sürtüşmelerle dolu bir miras bırakmıştır. Batı sömürgeciliğinin İslam coğrafyasında bıraktığı izler hala canlılığını koruyor.

Osmanlı ile Viyana kapılarına yani Avrupa’nın merkezine kadar ulaşan bir “tehdit” ve “tehlike” olarak görülen Müslümanlar 11 Eylül ile tekrar aynı konumda algılanmaya başlamıştır. Bu tarihten önce de var olan “İslamofobi” (İslam korkusu) ciddi bir yükseliş trendi kazanmıştır. Haçlı ruhu olarak tanımlamak mümkün olmasa da Batı bilinçaltına yerleştirilen İslam korkusu tekrar hissedilmeye başlanmıştır denilebilir. 11 Eylül ile birlikte zaten kurumsallaşmakta olan ve geniş bir tabana yayılmakta olan İslamofobi (İslam korkusu) dizginlerinden tamamen boşandı.


2- Avrupa'daki Müslümanların, Batılı yaşam tarzına entegre olmaması ya da çok yavaş bir seyirde asimile olmasında İslam'ın etkisi ne ölçüdedir?

CEVAP: Dini kimlikler yabancılaşma, kültürel sürtüşme ve savrulmalar karşısında en kuvvetli kalkan olarak karşımıza çıkmaktadır. Dini inanç ve semboller müminler için koruyucu kalkan olmanın yanında, toplumsal varoluş kimliklerini tanımlama ve sürdürmede de kaynaklık etmektedir. Batıda, farklı hayat biçimleri, siyasi kültürler ve toplumsal ilişkilerle karşı karşıya gelen Müslümanlar için İslami inançlar bir siper olmaktadır. Aslında çokkültürlü ve liberal toplumlarda bunun bir sakıncası yok. Herkes kendi inancını yaşatma hakkında sahip. Ancak söz konusu Müslümanlar olunca hemen dini inançların uzlaşma, toplumsal değerler ile barışma ve uyum içinde yaşamaya engel olduğu propagandası yapılıyor. Bu tür yaklaşımlar çokkültürlü ve eşitlikçi anlayışla bağdaşmıyor. Herkes gibi Batıdaki Müslümanların da dinlerine sahip çıkma ve onu günlük hayatlarında yaşama hakkı olmalıdır.


3- Haçlı Seferleri'nin yalınkat bir çapulcu saldırısı olmadığı tarihi bir gerçek. Bu bir "ortak değer etrafında" birleşemeyen Avrupa'nın bir "ortak düşmana karşı" birleştirilmesi projesi. Acaba, bu proje, paramparça olmuş İslam dünyasının yeniden toparlanmasına ve yeni güç odaklarının zuhuruna katkıda bulunmuş mudur?

CEVAP:
İslam dünyası geçmişte büyük bir medeniyet oluşturmuştur. Bir medeniyet inşası için gereken bütün alt yapı üretilmişti. Yani siyasi, askeri, ekonomik ve ilmi güç ve birikim evrensel bir medeniyetin inşası ve yayılmasında katalizör rol oynamıştı. İslam dünyası Osmanlı imparatorluğunun çöküşü ile bu medeniyeti temsil eden siyasi ve askeri güçten mahrum kaldı. Ulus devletlerin kurulması ile paramparça oldu. Saldırı, tehdit ve sürtüşmeler kuşkusuz siyasi ve kültürel ortaklıkları olan toplulukları ortak çatılar altında toplayabilir. Ancak İslam medeniyeti tehdit algısından değil fikri özgünlük ve bunu toplumsal-siyasal hayata yansıtabilme gücü ve isteğinden üretilmişti. Ayrıca aklı ve vahyi sentezleyen düşünce/inanç dengesine dayalı yapısıyla zirvedeki varlığını uzun süre devam ettirdi. Konuya bu açıdan bakıldığında karşımıza çıkan manzara parçalanmış İslam dünyasının ortak değerler/amaçlar etrafında birleşmesinden çok ulus devletler bazında yeni oluşumlar şeklinde kendisini göstermiştir denilebilir.


4- İslam'ın son "vurucu gücü" olan Osmanlı, İslam'ın Batıya doğru çok engelli koşusunu sürdürmüştü. Ancak en sonunda Batılılaşmada karar kılınmış olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Batı ile tekrar bir 'izdivaç' talebinde bulunmamızın sonucu sizce reye varır?

CEVAP:
Osmanlının son dönemlerinde Batılılaşma bir arayışın sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Geleneğin yeniden üretilememesi, ekonomik durgunluk, askeri ve teknolojik yeniliklerin gerçekleştirilememesi gibi nedenlerden dolayı imparatorluk ciddi sorunlarla karşı karşıya kalmıştır. Fransız devrimi ile Batıda başlayan gelişmeler Osmanlı aydın ve yönetim kadrosunu etkilemiştir. Batılılaşma karşıtı olanların imparatorluğun sorunlarının çözümü için önerdikleri etkili olmamıştır. Aslında Batılılaşma ilk dönemlerde imparatorluğu kurtarmak için bir çare olarak görülmüştür. Özellikle ekonomi, teknoloji ve askeri alandaki yenilikler eğitim vasıtasıyla aktarılmıştır. Ne var ki bu alandaki yeniliklerin tümü aslında bir fikri paket ile ülkeye gelmiştir. Batılı eğitim alanların seçkin bir sınıf oluşturması ve yönetim mekanizmalarında etkin konuma geçmesi ile birlikte bu devletin resmi politikası haline dönüşmüştür. Türkiye Cumhuriyeti de bu mirası devralmış ve hızlandırarak reformlar aracılığıyla sürdürmüştür.

Tarihsel ve sosyolojik olarak bakıldığında güçlü toplumların fikri bakımdan zayıf veya gerileme sürecinde olan toplulukları etkilediği bir gerçektir. Osmanlı da bunu yaşamıştır. Aslında uygarlıklar düzeyinde de benzer bir durum söz konusudur. İslam uygarlığının dinamik biçimde üretildiği ve askeri/ekonomik başarıların devam dönemlerde Osmanlı Batı düşüncesinden etkilenmemiştir. Tam tersine Osmanlı topraklarındaki bazı pratikler batılılar tarafından taklit edilmiştir. Tarihsel olarak biraz daha geriye gidildiğinde İslam uygarlığının zirve isimlerinden İbni Sina ve Farabi gibi düşünürlerin batılıların zihin ve eğitim dünyasın derin etkiler bıraktığını söylemek mümkündür. Modern dönemde de benzer bir durum söz konusudur. Türkiye siyasi çıkar çatışmalarının ve yozlaşmanın girdabında savrulan bir ülke görünümü vermektedir. Batı saydam, demokrat ve gelişmiş görüntüsü ile tekrar bir kurtuluş yolu olarak görülmektedir. Uygarlık birikimlerini kullanmak anlamında Batıyla partnerlik kurmanın bir sorun olacağını sanmıyorum. Ancak bu özellikle kendine güveni olan, kendi kültürel değerlerini modern dönemlerde de tekrar üretebilme derinliğine sahip topluluklar için geçerlidir. Toplumlar gittikçe küreselleşen dünyamızda kendi gettolarında yaşayamaz artık. Öteki ile iletişim kurmak, kendini yeniden tanımlamak ve konumlandırmak zorundadır. Bu açıdan bakıldığında Batı ile yüzleşmek yararlı olacaktır. Korkunun ecele faydası yok. Türkiye kendi kültürel değerlerini yeniden keşfetmek ve uygarlık birikimini dış dünyaya taşımak zorundadır. Gerek batı gerekse doğu ile iletişim kurmak ve yakınlıklar tesis etmek bu açıdan zararlı değil tam tersine yararlı olacaktır.


5- Özellikle 1990’larla birlikte “Avrupa İslamı” kavramı sıkça tartışılmaya başladı. Diasporadaki Müslüman aydınların ortaya attığı bu kavramın, negatif bir dönüştürücü etkisi ve bir Batı kompleksi barındırdığını düşünüyor musunuz?

CEVAP:
Avrupa-İslamı kavramını ilk ortaya atanlar Müslümanlar değil batılı aydınlar olmuştur. Avrupa-İslamı inşasının temel amacı Avrupa ülkelerinde yaşayan Müslümanların geldikleri ülkelerle olan bağlarını koparmak. Avrupa’daki Müslümanlar topluluklar ve kurumlar ile dini hareketler söz konusu Müslümanların geldikleri ülkelerden esinlenmiştir. Grup ve kuruluşların merkezleri aslında göçmenleri gönderen ülkelerde. Bugün Batı ülkelerindeki müslüman topluluklar arasındaki İslami hareketlere bakıldığında şöyle bir manzara ile karşılaşılır. Batıdaki yaygın İslami hareketler ve guruplar gelinen ülkelerdeki hareket ve gurupların damgasını taşımaktadır. Bu anlamda Avrupa’da ortaya çıkan ve buraya özgü hareketlerin varlığından değil, çeşitli İslam ülkelerinde ortaya çıkmış ve Avrupa’daki müslümanlar arasında yayılmış hareketlerden söz etmek mümkündür.
Bu durum Avrupalıları rahatsız ediyor. Bu nedenle Avrupa-İslamı inşası sürecini destekliyorlar. Öte yandan Avrupa’da yetişen Müslüman genç kuşaklar da tabiiki aldıkları eğitim ve maruz kaldıkları sosyalleşme süreçlerinin bir parçası olarak farklı din algısı geliştiriyor. Her ne kadar İslamın mesajı evrensel olsa da din anlayışı toplumdan topluma, coğrafyadan coğrafyaya değişiyor.

Avrupalı bazı gözlemcilere göre Avrupa’da doğup büyüyen müslümanlar arasında yeni bir İslam anlayışı gelişmektedir. Bunlar iddialarını çeşitli guruplardan bağımsız olarak açılmaya başlayan camiler ve bazı gençler arasındaki yayılmakta olan fikirlere ilişkin gözlemlerine dayandırmaktadır. İddiaya göre oluşum sürecindeki Avrupa İslamı daha liberal özellikler taşımaktadır. Ne var ki bunun dışında da Avrupa İslamını tanımlayacak ya da içeriğini anlatacak bir açıklama yapılmamaktadır. Kuşkusuz Avrupa’da doğup büyüyen, yaşadıkları ülke okullarında eğitim gören, bu ülke şartlarında sosyalleşen ve kimlik inşa eden müslüman topluluklara mensup gençlerin anne-babalarından daha farklı bir din anlayışı geliştirmeleri doğaldır. Ancak bu anlayış farklılığını Avrupa İslamı biçiminde tanımlamak ve bu tanıma sadece liberal bazı anlamlar yüklemek biraz abartılı bir anlatım gibi gözükmektedir. Yeni bir İslam anlayışı inşası için öncelikle sağlam bir eğitim temelinin bulunması, ana kaynaklara erişimin sorunsuz olması ve hepsinde de öte yeni bir anlayış geliştirecek derinlikte kültürel birikim ve entelektüel sermayenin kazanılmış olması gerekir. Batıdaki müslüman toplulukların ne eğitim ne de bilgi derinliği açısından böyle bir sermaye birikimine sahip olduğunu söylemek için henüz çok erken. Avrupalı müslümanların kendi entelektüellerini ve fikri geleneklerini oluşturmadan yeni bir İslam anlayışı geliştirmeleri mümkün değildir. Bugün bazılarının Avrupa İslamı olarak tanımladıkları ılımlı İslam anlayışı sadece Avrupa’da değil Türkiye de dahil zaten bir çok İslam ülkesinde kendisine yer bulmaktadır.
Avrupa İslamı diye farklı bir anlayışın oluşabilmesi için Avrupa ülkelerinde yaşayan müslümanların fikri açıdan özgürleşmesi ve geldikleri ülke geleneklerini eleştirel bir şekilde değerlendirebilecek felsefi yeterlilik ve bağımsızlık düzeyine ulaşmış olmaları gerekir. Böyle bir özgürleşme olmadan yeni fikirlerin üretilmesi mümkün olmayacaktır.

6- Genç Avrupalı Müslümanlar, bu projelerle modern hayata çabucak adapte olup "kimlik sorununu" gerçekten de aşabilir mi?

CEVAP:
Avrupa’da kimlik sorunu yaşayan sadece Müslüman gençler değil. Avrupalılar da ciddi kimlik kırılmaları ile karşı karşıya. Artık demografik, sosyal ve kültürel açından homojen bir Avrupa ve Avrupa kimliğinden bahsetmek mümkün değil. Avrupa’da 13 milyon Müslüman yaşıyor. Balkanlardaki Müslümanlarla bu rakam 30 milyonu, Türkiye’nin AB’ye üyeliği durumunda ise 100 milyonu bulacak. Bu Avrupa’da derin kimlik tartışmalarına neden olmuştur. Müslümanları da içinde barındıran bir Avrupa kimliği nasıl tanımlanmalıdır sorusunu saygın düşünürler tartışmaya başlamıştır. O nedenle hem Avrupalıların hem de Müslümanların kimlik krizleri veya sürtüşmeleri ile sorunlarının çözümü Avrupa-İslamı inşasından çok Avrupa kimliğinin yeniden ve daha kapsamlı tanımlanmasında yatmaktadır. Kuşkusuz genç Müslümanlar kimlik sürtüşmelerinden en çok etkilenen gruplar arasında yer almaktadır. Din özellikle diyasporada çok güçlü bir kimlik kaynağı olarak karşımıza çıkmaktadır. Dini ve kültürel değerlerin yeniden inşası ve kimlik kaynağı olarak gençler tarafından benimsenmesi karşılaştıkları sürtüşme ve bunalımlarla başa çıkma süreçlerini olumlu yönde etkileyecektir. Bilgi ve kültürle donanmış bir gençli kendi gettosundan çıkarak toplumun bütün kesimleri ile iletişim kurarak uyum sürecinin içinde yer alabilir. Kimlik sürekli değişen ve yeniden tanımlanan dinamik bir inşa ve algıdır. Statik ve donuk değildir. Avrupalı Müslümanlar da içinde yaşadıkları toplumla çatışmadan birlikte yaşamanın formülünü aramak ve kimliklerini yeniden tanımlamak durumundadır. Müslümanlar, geldikleri ülkelerin siyasi ve dini havasını sürekli olarak Avrupa’ya taşıma işine son vermelidir. Kendi düşünürlerini ve ilim adamlarını yetiştirerek kendi ayakları üzerinde durmanın yollarını aramalıdır.


7- 11 Eylül'ün ardından hem ABD'nin, hem de AB'nin Türkiye'ye bakışı, salt jeopolitik gerekçelerin ötesine geçti. Türkiye'nin AB üyeliği tartışması, müzakere tarihinin yakınlaşmasıyla din/kültür/medeniyet alanına kayıyor. Buradan hareketle şunu söyleyebilir miyiz; İslam'ın meydan okuyuşuna karşı Türkiye kalkan olarak kullanılmak isteniyor olabilir mi?

CEVAP:
Halkının büyük bir çoğunluğu Müslüman olan bir ülkenin diğer İslam ülkelerine karşı kalkan olarak kullanılması düşünülemez. İslamın meydan okuyuşu ne yazık ki entelektüel ve fikri olmaktan çok siyasi söylem olarak karşımıza çıkıyor. Bugün İslam dünyasına bakıldığında bir perişanlığın hüküm sürdüğünü görüyoruz. Bir çok İslam ülkesinde halk otoriter rejimlerin baskısıyla eziliyor. Siyasi yapılar katılımcı değil. Ekonomik göstergeler kötü. Dünyaya kapalı sistemler var yoksulluk diz boyu. Böyle bir manzarası olan İslam dünyası kime nasıl meydan okuyabilir? Müslümanlar dış dünyayı eleştirdikleri kadar kendi iç yapılarını da eleştirmek zorundadır. Kendi içindeki çıkmazları, çelişkileri ve duyarsızlıkları görmezden gelen ve bunların çözümü için adım atmayan bir İslam dünyası hangi kaynakları ve gücü ile meydan okuyacak? Ayrıca şunu da ilave etmek gerekir ki Avrupa’da Türkiye’nin üyeliğine kültürel ve dini gerekçelerle sert tepkiler gösteren ve direnen çevreler de var. Türkiye kalkan olarak görülse böyle bir manzara çıkmazdı.
Bu konuyu biraz daha açmak gerekirse şunlar söylenebilir. Türkiye’nin üyeliğini bir tehdit olarak algılayanların din farklılığını da tartışma konusu yaptığı görülmektedir. Örneğin IPSOS araştırma şirketi tarafından Le Figaro gazetesi için yapılan bir kamuoyu araştırmasında Fransız halkının yüzde 56’sı bir İslam ülkesi olarak gördükleri Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesine karşı olduklarını belirtmiştir. Öte yandan Fransa Başbakan’ı Jean-Pierre Raffarin Türkiye’nin kültürel kimliğine karşı açık bir duruş sergilemiş ve “İslam ırmağının laikliğin nehir yatağına akmasını mı istiyoruz?” sorusuyla din farkından dolayı Türkiye’nin üyeliğine karşı olduğunu ima etmiştir. Diğer yandan AB'nin Hollandalı müzakerecisi Fritez Bulkashtian 'AB'nin Türkiye'nin katılımına izin vermesinin, Avrupa'nın Viyana Savaşı'na boşuna girdiği anlamına geleceği' yollu benzer bir açıklamada bulunmuştur. Bütün bunlar bize Türkiye’nin İslam dünyasında karşı kullanılacağına ilişkin tezlerin temelsiz olduğunu göstermektedir.


8- Doğu'dan bakınca Batılı, Batı'dan bakınca doğulu görünen Türkiye, bu jeostratejik ve jeopolitik dinamizmini AB'ye eklemlenmek yerine hangi alternatiflerle güçlendirebilir sizce?

Uluslar arası ilişkilerde bağımsız ve tarafsız hareket edebilmek ve mevcut oluşumlara karşı eşit mesafeli politikalar üretebilmek için ülke birikimlerinin hem bölge hem de dünya ölçeğinde saygın ve etkin bir düzeyde olması gerekmektedir. Türkiye kuşkusuz zengin birikimlere sahip olan bir ülke. Doğu ile Batının hem içinde hem ortasında. Ancak uzun yıllar Türkiye kısır ve verimsiz iç çekişmelerle enerji kaybetti. Türkiye ne kadar birikimli olursa olsun uluslar arası ilişkilerde muhataplarının duruşu da belirgin etkiler doğurmaktadır. Türkiye birikimlerin kendi bölgesinde veya ortak tarihi/kültürel/coğrafi değerleri paylaşan ülkelerle paylaşma istese bile söz konusu ülkelerdeki siyasi yapılanmalar iş birliğine kapalı bir manzara içindedir. Türkiye saydam, açık ve katılımcı yönetim anlayışı ve demokratik siyasi yapısı olmayan ülkelerle verimli bir ortaklık kuramaz. Ancak yukarıda da işaret edildiği gibi derin bir iç/öz eleştiriden sonra yeni ve dinamik alternatiflerin ortaya çıkmaması için bir neden görünmüyor. Ne var ki bu sadece Türkiye’nin istek ve çabası ile gerçekleşemez.



9- İslam Dünyasında aydınlar ve halk kitleleri arasında, dünya genelinde şiddetin tetikleyici durumunda olan ABD ve İsrail politikalarına tepki istenilen seviyede mi? İlim ve irfandan uzak bir şekilde sadece sloganik çözümlerin tüketildiği bu coğrafya da alternatif mekanizmalar nasıl devreye sokulabilir? Yani, siz ümit ışığı görüyor musunuz?

Ne yazık ki İslam dünyasında öteden beri çarpıklıklara ve haksızlıklara karşı tepki vermek değil sessiz ve seyirci kalmak gelenek haline gelmiştir. Sivil toplumun ve ifade hürriyetinin olmadığı veya çok az geliştiği toplumlarda güçlü tepki sesleri çıkmaz. İslam dünyasında aydınların geniş bağımsızlıkları olduğu söylenemez. Doğrusunu söylemek gerekirse Müslüman aydınların ilk eleştirmesi ve tepki göstermesi gereken kendi ülkelerindeki yönetim anlayışı, siyasi kültür anlayışı ve idare biçimi olmalıdır. Bu özgürlüklere sahip olmayan aydınların ABD veya İsrail gibi ülkelerin politikalarını eleştirmesi ne kadar ciddiye alınabilir ki?

Kuşkusuz İslam dünyasını ateş çemberine alan sorunların çözümünde Müslüman aydınlara önemli görevler düşüyor. Ama bu görevin önce evde yani her aydının kendi ülke ve toplumunda başlatması gerekiyor. İlim ve irfana dayalı sosyal ağlar genişledikçe Müslümanların toplumsal sermayeleri büyüyecek ve sorunlarla etkin mücadele etme gerçekleşecektir. Sadece ötekileri suçlayarak bir yere varılmaz. Bir taraftan çuvaldızı kendimize de batırmalı öte yandan da boğazımı sıkan elden kurtulmaya çalışmalıyız.


Avrupa’daki Müslümanların tahmini sayısı ve ülkelere dağılımı

Ülke
Toplam nüfus
Müslüman nüfus
Avusturta
8,102,600
300,000
Belçika
10,192,240
370,000
Danimarka
5,330,020
150,000
Fransa
56,000,000
4,000,000 - 5,000,000
Almanya
82,000,000
3,040,000
Yunanistan
10,000,000
370,000
İtalya
56,778,031
700,000
Portekiz
9,853,000
30,000 - 38,000
İspanya
40,202,160
300,000 - 400,000
Britanya
55,000,000
1,406,000
İsveç
8,876,611
250,000 - 300,000
Hollanda
15,760,225
695,600
İsviçre
7,304,109
300,000

Toplumsal Kalkınmanın Temelleri: Denetim ve Güven

Modern toplumların karşılaştığı en ciddi sorunlar arasında denetimsizlik ve güvensizlik ilk sıralarda yer alıyor. Denetimsizlik ve güvensizlik bir yandan toplumun enerjisini tüketirken, bir yandan da kalkınmanın başlıca gereği olan “toplumsal sermaye”yi eritiyor ve üretimi olumsuz yönde etkiliyor. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde, iç ve dış denetimin devreye girmediği ve güvensizlik yaşanan toplumlarda gittikçe artan bir yolsuzluk, tembellik, sorumsuzluk ve kaynak israfı görülüyor. İç ve dış denetime önem verilmeyen toplumlarda saydamlık zamanla ortadan kalkıyor ve bireysel çıkarlar, toplumsal çıkarların önüne geçiyor. İşte bu noktada etik değerler, sorumluluk ve saydamlık duygusu yaratacak iç ve dış kontrol ve kalkınmanın başlıca unsurlarından olan “toplumsal sermaye” yani bireylerin ve grupların birbirlerine güvenmeleri tekrar gündeme gelmektedir.

Şimdi “denetim” ve “toplumsal sermaye” konularını daha detaylı ele alarak bu unsurların toplumsal yaşantımıza olan etkilerini tartışalım. Denetim genel hatlarıyla iç ve dış denetim olarak ikiye ayrılabilir. İç denetim bireysel bir süreçtir. Bireyin bizatihi kendi içindeki gözüdür. Bunu en genel anlamda “vicdan” olarak tanımlamak mümkündür. İç ya da deruni denetim, insanın kendi içindeki hak, dürüstlük, paylaşma, çalışma ve üretme, sorumluluk ve saydamlık duygularına hayat veren gözdür. İç denetim yani kişinin vicdanı ve bilincindeki göz, işte bu anlamda kalkınmanın temel unsurlarından biridir. İç denetim ve vicdan bir ölçektir. Bu ölçek etik değerler ve ahlaki inançlar etrafında oluşur. İnsanda sorumluluk, üretme, paylaşma ve güven duygusu yoksa iç denetimin devreye girmesi mümkün değildir. İç denetimin olmadığı yani hak, adalet, paylaşım ve saydamlık gibi unsurların devre dışı kaldığı toplumlarda üretim gerilerken, refahın adaletsiz bir dağılım gösterdiği, yolsuzlukların toplumsal dokuyu kemirdiği ve bireylerin en yakınlarına bile güvenmediği bir toplumsal süreç başlar. Böyle bir sürecin sonucu hem moral değerlerin daha da çözülmesi hem de çoğu insanda bezginlik ve adaletsizlik duygusunun artması sonucunu doğurur.

İnanç sistemleri bu noktada topluma önemli referanslar, modeller ve yapısal örnekler sunar. Örneğin İslam dinindeki çalışma etiği, dürüstlük ve paylaşma gibi konulardaki ilkeler ve tavsiyeler yukarıda sözünü ettiğimiz iç denetimin, yani vicdani sesin ne kadar önemli olduğunu gösterir. Bu nedenle İslam dini moral değerlere büyük bir önem verir ve insanın iç dünyasında bir ölçek kurmaya özen gösterir. İnancın kalkınmadaki rolünü sadece İslam dininde değil başka dinlerde de görmek mümkündür. Örneğin sosyolojinin kurucularından Max Weber, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu başlıklı eserinde dini inanç ve ilkelerin çalışma ahlakı ve iş motivasyonuna katkılarını anlatmaktadır. Weber bu çalışmasında dinin çalışma, üretme ve kalkınmaya verdiği önemi anlatmakta, mülk edinme ve girişimde bulunma gibi konularda inananları cesaretlendiğini ve teşvik ettiğini belirtmektedir. Özetle söylemek gerekirse, dini inanç ve ilkelerin iş ahlakı, çalışma, üretme, mülkiyet, girişimcilik ve dünyayı imar etme hususlarında motive edici gücü olduğunu ve bu anlamda kalkınmanın temel unsurları arasında yer aldığını söylemek mümkündür.

İç denetim kendi başına kalkınmanın katalizörü olabilir mi? İnsanın deruni gözü, iç ölçeği ve denetimi yani vicdanı en iyi şekilde bireyin davranışına yansısa bile hedeflenen üretim, paylaşım, girişim ruhu, güven ve saydamlık sağlanabilir mi? Toplumsal hayatın sadece bireylerin vicdani denetimine bağlı olmayacak kadar geniş kurumlar ve örgütlenmelerden oluştuğunu düşünecek olursak bu soruya “evet” cevabı vermenin zor olduğu anlaşılacaktır. Bu, hedeflenen kalkınmaya erişebilmek için, iç denetim yani vicdani öz ve etik ölçütler yanında bir de dış denetimin olması gerektiği anlamına gelmektedir. Dış denetimin temel unsuru hukuktur. Yani bireylerin davranışlarını belli ilkeler doğrultusunda denetime tutacak olan yasal düzenlemelerdir. İç denetimin bir sonuca ulaşamadığı veya zayıf olduğu durumlar da hukuk denetimine duyulan ihtiyaç daha belirgin olarak hissedilir. Hukukun olmadığı veya hukuk denetiminin yetersiz olduğu toplumlarda yolsuzluk, haksızlık ve güven kaybına daha sık ve daha yoğun olarak rastlanır. Dış denetimin önemli unsurlarından biri de sivil toplumdur. Sivil toplum örgütleri, meslek kuruluşları, vakıflar ve dernekler bireyler adına denetim yapma işlevi görürler. Demokrasinin geliştiği katılımcı toplumlarda sivil toplum etkin bir denetim ve motivasyon gücüne sahiptir. Ama sonuçta iç denetim ve dış denetim yani vicdan ve hukuk birbirinin tamamlayıcısıdır. Vicdani denetimin güçlü olduğu toplumlarda hukuk zayıf ise, veya hukuki denetim olsa da vicdani denetim zayıf ise sürekli olarak kalkınmayı engelleyici sorunların çıkması muhtemeldir. Çünkü tek başına ne vicdan en de hukuk ideal anlamda gereken denetimi sağlayamaz. Bu nedenle her iki denetim aktörünü aynı anda hayata geçirmek gerekir.

Toplumsal ve ekonomik kalkınma açısından önemli olan bir başka teşvik edici ve sürükleyici unsur “güven”dir. Yani potansiyel gücün harekete geçmesi ve toplumsal dayanışmanın sağlanması da iç ve dış denetim kadar gereklidir.. Aslında “güven” çok önemli bir sosyal sermayedir. O nedenle çalışanlar ve işverenler arasındaki güven duygusunu güçlendirmeye yönelik girişimlere öncelik verilmelidir. Güvene dayalı ortak güç hem dayanışmayı artıracak, hem de girişimcilik ve kalkınma açısından yeni kapılar açacaktır. Karşılıklı güvenin ekonomik dayanışma ve kalkınma açısından ne kadar önemli olduğunun en iyi örneği Uzak Doğu toplumlarında görüldü. Bu konuyla ilgili çalışmalar yapan Francis Fukuyama “Trust: The Social Virtues and the Creation of Prosperity” (Güven: Toplumsal Erdemler ve Refah Yaratımı) başlığını taşıyan araştırmasında, ekonomik gelişmenin ve refaha ulaşmanın temelinde yatan nedenleri keşfetmeye ve ekonomik sıçramanın toplumsal temellerini gün yüzüne çıkarmaya çalışır. Fukuyama bu konuyu karşılaştırmalı bir perspektifle ele alıyor ve “Asya mucizesi” olarak anılan ekonomik patlama ile Batı ülkelerindeki kapitalist ekonomik gelişmenin arka planlarındaki farklılıkları ve benzerlikleri anlamaya çalıyor.

Karşılık güven duygusu ekonomik gelişme ve büyümenin sağlam temellerinden biridir. Özellikle karşılıklı güven duygusunun yoksunluğu bireyler ve guruplar arasındaki dayanışmanın önündeki en büyük engeli teşkil ediyor. Uzak Doğu toplumlarında güven duygusunun ekonomik gücü artırmaya yarayan bir sermaye işlevi gördüğü biliniyor. Fukuyama’ya göre Japonya başta olmak üzere Asya’da bulunan “ekonomik devler” kısa sürede ulaştıkları gelişmişlik düzeylerini bazı "değerlere" borçlu. Fukuyama, batı kapitalizmi ile yarışa giren “Asya mucizesi”nin temelinde “toplumsal kapital” veya “toplumsal erdemler”in olduğu düşüncesinde. Fukuyama’nın Asya’daki iktisadi kalkınmayı açıklama tarzı, Max Weber’in bundan yaklaşık yüz yıl önce ortaya attığı teorileri çağrıştırıyor. Fukuyama, Weber’in kapitalizmin ortaya çıkışını Protestan ahlakı ile açıklama tarzına benzer bir yaklaşımla “Asya mucizesi”nin kökenlerini bulmaya çalışıyor ve dünyanın bu bölgesindeki ekonomik sıçramanın temelinde toplumsal kapital olarak adlandırdığı sosyal meziyetlerin ve toplumsal hasletlerin olduğunu savunuyor.

Fukuyama’ya göre ekonomik faaliyetlerin kişisel davranışla sınırlı değildir. Bu faaliyetler kurumsallaşmış şekilde çok sayıda insanın katılımıyla gerçekleşir. Ekonomik faaliyetler, gerek küçük gerekse hacimli kurumlarda çalışan insanlar ve gruplar arasındaki işbirliği ve ortak değerlerin varlığına bağlıdır. Yani insanlar ve gruplar arasında, ekonomik atılım için varlığı zorunlu olan bir işbirliği ve dayanışma zeminini hazırlayacak olan unsur, aynı kültürel değerlerin taraflarca paylaşılmasıdır. Fukuyama, herkesin paylaşması gerektiği bu ortak kültür veya değerler bütününe “toplumsal kapital” diyor.

Sonuç olarak toplumsal ve ekonomik kalkınmanın temelinde iç ve dış denetimin yani vicdani/ahlaki ölçütler ve hukuki/yasal/sivil denetim aktörleri yanında ortak değerlerden oluşan toplumsal bir sermaye vardır.

Yükseköğretimde uluslararasılaşma Türkiye için ne vadediyor?

Prof. Dr. Talip Küçükcan  Bu yazının başlığı "Türkiye 370 milyar dolarlık yükseköğretim ekonomisinden ne kadar pay alıyor?" olab...