31 Ocak 2007 Çarşamba

Türkiye’nin küresel rolü

İstanbul iki önemli toplantıya ev sahipliği yapıyor. Biri perşembe diğer ise cuma günü yapılacak olan iki uluslar arası toplantı var önümüzde. Her ikisi de birbirinden önemli ve çok etkin kurumların deneyimli kişiler tarafından temsil edildiği toplantılar. Bu toplantılar hem bölgesel hem de küresel barış, hoşgörü ve diyalog arayışlarına katkıda bulunmayı amaçlıyor. Tabi ki Türkiye her iki toplantıda da başlıca aktörlerden biri olarak rol alıyor. Zaten toplantıların İstanbul’da yapılması da bu mesajı vermeyi amaçlıyor. Toplantılara ilişkin bilgileri aşağıda detaylı olarak vereceğim.
Sizin de farkında olduğunuz gibi Türkiye son yıllarda aktif bir dış politika izliyor. Artık kenarda, köşede ve olayların arkasında değil, yeni proje ve girişimlerde rol alan, komşu ülkeleri ile iyi geçinerek bölgesel etki alanını genişleten ve ayrıca Güney Amerika ve Afrika gibi yeni açılımları ile küresel bir aktör olma yolunda emin adımlarla ilerliyor. Ülkemiz adına bundan gurur duymalı ve bu tür açılımlara desteklerimizi sürdürmeliyiz.
Türkiye’nin küresel boyutta önemini gösteren en son girişim bilindiği gibi “Medeniyetler İttifakı” projesi idi. İspanya ve Türkiye’nin eş başkanlığını yürüttüğü bu proje dünyanın en saygın düşünür, lider ve bilim adamlarını bir araya getirdi. “Medeniyetler İttifakı” projesinin final toplantısına İstanbul ev sahipliği yaptı. BM Genel Sekreteri de dahil olmaz üzere çok sayıda önemli figür İstanbul’a, yani farklı medeniyet birikimlerinin kentin her yanında görülebileceği bu müthiş şehre geldi. “Medeniyetler İttifakı” projesi, Türkiye’nin sadece bölgesel değil aynı zamanda küresel bir saygınlık ve etki gücü taşıdığına işaret ediyor. Benzer girişimlerin başarıyla sonuçlanması, sadece bölgede değil dünyanın çeşitli yerlerinde yaşayan Türk ve Müslüman toplulukları da etkiyecek bir içeriğe sahip.
Türkiye artık korku ve kuşkulara göre değil, ulusal ve bölgesel çıkarlara bakarak ve bunların küresel yansımalarını görerek politikalar üretmeye çalışıyor. İşte bunun bir neticesi olarak ta aşağıda kısaca bahsedeceğim girişimlere ev sahipliği yapıyor.
Bu girişimlerden ilki “Strategic Vision Group “Russia-Islamic World” adını taşıyor. Bilindiği gibi soğuk savaşın bitiminden ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Rusya sınırları içinde kalan yirmi milyondan fazla Müslüman var. Ayrıca Rusya sahip olduğu askeri, ekonomik ve enerji kaynaklarından dolayı bölgenin en güçlü aktörelerinden biri. Hem Rusya hem de İslam dünyasının, çok karmaşık bir dönemden geçtiğimiz şu günlerde yeni müttefiklere ihtiyacı var. Küresel gelişmeler de zaten bunu gösteriyor.
İşte bu nedenle Türkiye’nin de aktif olarak rol aldığı bir girişim var: Rusya-İslam dünyası yakınlaşması. İstanbul’da iki gün sürecek Stratejik Vizyon Grubu toplantısına İslam Konferansı Örgütü de (İKÖ) destek veriyor. Toplantıya, Tataristan cumhurbaşkanı da dahil olmak üzere çok sayıda etkin devlet adamı ve düşünür katılıyor. Bu toplantıya ben de katılarak Rusya-İslam dünyası yakınlaşmasının entelektüel ve pratik temelleri neler olabilir ve hangi somut projeler gerçekleştirilebilir konularında katkıda bulunacağım.
Türkiye’nin ev sahipliği yaptığı diğer önemli toplantı İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) öncülünde yapılacak. Toplantının konusu İslam fobisi ile mücadele. Toplantı özellikle Batı ülkelerinde gittikçe yükselen İslam ve Müslüman korkusu ile nasıl baş edilebilir sorusu üzerine yoğunlaşacak. Benim de davetli olduğum bu toplantıya hem Türkiye, hem İslam ülkeleri hem de Avrupalı Müslümanlardan temsilciler katılacak. Çok az sayıda ancak kendi alanlarında uzmanların katılacağı bu toplantıda İslam korkusunun kökenleri, Batı’daki Müslüman imajı ve medyada yer alan söylemler tartışılacak. Bunun da ötesinde İslam korkusunu yenmeye yönelik somut projeler gündeme gelecek. Yani her iki toplantıda da uygulanabilir projeler gündeme gelecek. Sadece olup bitenler tartışılmayacak. Acaba mevcut durumu daha da iyileştirmek, Müslümanlara sürülen kara lekeyi silmek, Türkler de dahil olmak üzere Avrupa ve ABD’de yaşayan Müslümanların imajını hak ettikleri olumlu yöne çevirmek için ne yapabiliriz ve bunları hangi ortaklarla gerçekleştirebiliriz soruları üzerinde durulacak.
Her iki toplantıyı da içerden izleme ve katkıda bulunma fırsatım olacak. Toplantılardaki tartışma ve gözlemlerimi bu köşede okurlarla paylaşacağım.

İngiltere Türkleri ve yerel medya

Son yıllarda İngiltere Türk toplumunda medya alanında bir hareketlilik gözlendi. Yeni gazeteler çıkarıldı. Bir kısmı uzun bir kısmı kısa ömürlü olan gazeteler bir taraftan istihdam yaratırken bir taraftan da farklı kesimlerin seslerini duyurmalarına aracılık etti.
Medya, sivil toplumun en önemli ifade araçlarından birisidir.
Demokratik, çoğulcu ve katılımcı bir toplumsal düzenin kurumsallaşmasında medya önemli rol oynar.
Yerel medya diye adlandırabileceğimiz bölgesel radyo, televizyon ve dergi gibi araçlar da yerel demokrasilerin güçlenmesine katkıda ulunur.
İletişim devrimi ve küreselleşmenin hızıyla dünya küçüldü. Birçok ulusal medya organı global bir karakter taşıyor. Global olan medya türü yapısal olarak yerel sorunlara mesafeli duruyor.
İşte bu noktada yerel medyanın önemi ortaya çıkıyor. Yerel medya daha dar ve sınırlı bir alanda ama daha özgün haber ve yorum peşindedir.
Global medyalar aşağı yukarı aynı haberlerle doludur. Kendinizle ilgili pek fazla şey bulamazsınız onlarda. Size özgü sorunlara uzaktır onlar.
Kısaca söylemek gerekirse global medya sizin sesiniz olmaya çalışmaz.
Buna karşılık yerel medya sizin sesiniz olmaya özen gösterir. Varlığını sizin sorunlarınıza adar. Her sayfasında kendi toplumunuzun öncelikli konularıyla ilgili haberler ve yorumlar bulursunuz.
Global medyaların tersine, yerel medya organları sizin sesinizdir, sizi dış dünyaya taşıyan etkin organlardır ve toplumsal uzlaşmaya katkıda bulunan tartışmaların ev sahibidir.
Yerel medyalarda kendi sesinizi duyarsınız. Size ait görüşlerin, yorumların ve haberlerin yansımasını bulursunuz yerel medya organlarında.
Yerel medyalar her anlamda sizin sesiniz, sizin soluğunuzdur.
Yerel medya çok daha özgün ve orijinaldir. BBC, CNN ve SkY gibi global medya organlarında aşağı yukarı aynı haberleri izleyebilirsiniz.
Ama Londra'nın güneyinde çıkan yerel bir gazete ile aynı kentin kuzeyinde çıkan yerel gazete arasında pek ortak yön bulamazsınız. Aynı şey yerel radyo istasyonları için de geçerlidir.
İşte yerel medyanın güzelliği de buradadır. Kendi okulunuz, işyeriniz, kültürel faaliyetleriniz, iş dünyanız ve mahalleniz hakkındaki haberleri ancak yerel medyada görebilirsiniz.
Son yıllarda sevindirici bir gelişme göze çarpıyor. Londra'da yeni yeni Türkçe ve İngilizce yerel gazeteler çıkıyor. Yerel gazetelerin Türk toplumuna dinamizm kattığına kuşku yok. Zaman zaman anavatanla ilgili haber ve yorumlara yer verilse de yerel medyanın ana odak noktası İngiltere Türkleri. Türklerin kültür, sanat, ekonomi, siyaset ve eğitim gibi önemli alanlardaki faaliyetlerini, sorunlarını ve tartışmalarını yerel medya dışında nerede okuyabilirsiniz, nerede takip edebilirsiniz. Londra’da genç gazetecilerin yetiştiği bir ocak ve okul da sayılır yerel medya organları.
Londra’ki basılı yerel medya organlarına ilaveten bir de yerel radyomuz var. Kuşkusuz gazeteler gibi radyonun da yayın politikası, yayın akışı ve programları tartışılabilir ve eleşritilebilir. Hatta bu tartışma ve eleştiriler düzenli olarak yapılmalıdır. Çünkü amaç radyoyu ortadan kaldırmak değil daha geniş temsilin sağlanması ve daha doyurucu yayınların yapılmasına katkıda bulunmaktır. Zaman zaman radyo lisansı ile bazı sürtüşmeler olsa da bunları toplumun iç dinamizminin derinliğinden kaynaklanıyor şeklinde yorumlamak daha uygun olacaktır. Ayrıca yasal düzenlemelerin izin vermesi durumunda katılımcılığı genişletmek, çoğulculuğu sağlamak ve rekabeti teşvik için yeni yeni Türkçe radyolar yayına başlamalıdır.
Radyonun kurulduğu yılları hatırlayanlar bilir. Radyoyla birlikte topluma bir canlılık ve dinamizm geldi. Yerel sorunlar artık herkesin tartıştığı konular haline geldi.
Bu radyo sayesinde millet Türkçe müziğe doydu. Umarız radyo gelişerek bu canlı ve neşeli yayınlarını sürdürmeye devam eder.
Londra'daki Türkçe yerel gazeteler de ilk acemiliklerini çoktan geride bıraktı. Bu alanda yeni atılımların yapılması toplum için büyük bir kazanç olacaktır.
Çok seslilik ancak bu gazeteler sayesinde mümkün. O nedenle yerel gazetelerin, haber kapılarını belirli kesimlerle sınırlı tutmaları yanlıştır. Her kesime hitap etmenin yolu her görüşün gazete yer bulmasından, toplumun her kesiminin sorunlarının gazete sayfalarına yansımasından geçer.
Yerel Türk medyası gelişme döneminde. Umarız sağlıklı bir şekilde kök salar.
Kuşkusuz radyo ve gazeteler yanında bir de yerel Türkçe/İngilizce bir TV kanalına ihtiyaç var. Çoğu kişinin evinde Türkiye’den yayın yapan TV kanallarını izleme imkanı var. Bu nedenle yerel TV kanalına pek ihtiyaç duyulmuyor gibi. Halbuki yerel TV gazete ve radyo gibi son derece önemli bir medya türü. Bu nedenle ihmal edilmeden bu konuya da el atılmalıdır.

Din farkı AB üyeliğine engel mi?

Nikolas Sarkozy, cumhurbaşkanlığı adaylığı açıklandıktan sonraki ilk demecinde “Türkiye’nin Avrupa Birliği’nde yeri yoktur” diyerek son yıllarda yükselen kültürcü söylemi ne kadar içselleştirdiğini bir kez daha göstermiş oldu. Avrupa’da, Türkiye’nin üyeliğine kuşku ile bakanlar veya tamamen karşı çıkanların öne sürdüğü itiraz nedenlerine bakıldığında karşımıza bazı korkular, önyargılar ve tehdit algılarının çıktığını görüyoruz. Türkiye’nin AB üyeliğine karşı kamuoyu oluşturmaya çalışanların her platformda dile getirdiği noktalar arasında Türkiye'nin nüfus büyüklüğü, hızlı nüfus artışı, genç nüfusun oransal yüksekliği, işsizlik, geleneksel ve kültürel kimlik farklılıkları ve Müslümanlık faktörü, Türkiye’nin Batı uygarlığının bir üyesi olmadığı ve karar alma mekanizmalarında sivil olmayan çevrelerin etkinlikleri gibi konuları saymak mümkün. Özellikle Fransa ve Hollanda AB Anayasası’na hayır dedikten sonra Türkiye aleyhtarı olanların sesi daha da yükseldi.
Kültürcü yaklaşımın popüler anlamda da etkili olduğuna ilişkin bazı bulgular var. Hatırlanacağı üzere IPSOS araştırma şirketi tarafından Le Figaro gazetesi için yapılan bir kamuoyu araştırmasında Fransız halkının yüzde 56’sı bir İslam ülkesi olarak gördükleri Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesine karşı olduklarını belirtmişti. Türkiye’nin üyeliğine hayır diyenlerin yüzde 40’ı Türkiye’den bir göç dalgası geleceğini, bunun da istihdam olanaklarını olumsuz etkileyeceği kaygısını taşıdıklarını belirtirken yüzde 26’sı Türkiye’nin bir Asya ülkesi olduğunu ve yüzde 25’i de halkının Müslüman olduğunu belirtmişti. Yaklaşık yüzde 30’luk bir kesim ise dini ve kültürel nedenlerden dolayı Türkiye’nin “asla” üye olmaması görüşünde olduklarını ifade etmiştir. Fransa Başbakan’ı Jean-Pierre Raffarin Türkiye’nin kültürel kimliğine karşı açık bir duruş sergilemiş ve “İslam ırmağının laikliğin nehir yatağına akmasını mı istiyoruz?” sorusuyla din farkından dolayı Türkiye’nin üyeliğine karşı olduğunu ima etmişti. Diğer yandan AB'nin Hollandalı müzakerecisi Fritez Bulkashtian 'AB'nin Türkiye'nin katılımına izin vermesinin, Avrupa'nın Viyana Savaşı'na boşuna girdiği anlamına geleceği' yollu benzer bir açıklamada bulunmuştur. Öyle görünüyor ki Katolikliğin dogmalarına karşı verilen rasyonel mücadele unutulmuş, din ve kültür merkezli kültürcü söylem tekrar yeşermiş Avrupa’da.
Türkiye’nin AB üyeliğine karşı duruşun temel nedenleri arasında Türkiye ile ilgili bilinmezlerin de rol oynadığını belirtmek gerek. Türkiye’nin belki ekonomik yapısı ve siyasi dengeleri gibi konular biliniyor. Ne var ki Türkiye’de din, Avrupalıların yeterince bilmediği hatta birçok yönden kalıp yargılara neden olan bilinmezlerin başında geliyor. İşte bu nedenle Kopenhag Üniversitesi ve Danimarka Uluslararası Araştırmalar Enstitüsü Türkiye-AB ilişkilerinin din boyutunu tartışmak üzere uluslar arası bir konferans düzenledi. “Turkey in Europe:Role of Religion in the current debate. Should Turkey become a member of EU?” (Avrupa’daki Türkiye: Güncel tartışmalarda dinin rolü. Türkiye AB üyesi olmalı mıdır?) başlıklı konferansın odağındaki konu “din” idi. Yani Türkiye-AB ilişkilerinde dinin rolü nedir? Türkiye nereye aittir? Avrupa’ya mı yoksa başka bir uygarlık alanına mı? Müslüman bir nüfusa sahip olan Türkiye AB’ye üye olmalı mıdır? Konuşmacılar işte bu çerçevedeki sorulara cevap vermeye çalıştı.
Konferans sırasında Türkiye nereye ait sorusu, yani kimlikle ilgili tartışmalar ister istemez Avrupa kimliğinin de tartışılmasına neden oldu. Mesela Avrupa nerde başlar nerde biter, Avrupa değerleri nelerdir, Avrupa’yı farklı kılan özellikler hangi alanlarda görülmektedir gibi sorular da tartışıldı. Bu tartışmalar sonunda görüldü ki kültürel anlamda içeriği ve sınırları belirgin hatlarla çizilmiş bir Avrupa yok Aynı pencereden bakıldığında İslam dünyasının da tek olmadığı, kendi içinde çeşitlilik barındırdığı ve işte Türkiye’nin de bu çeşitliğe bir katkı olduğu anlaşıldı. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılından itibaren modernleşme projelerinin başladığı, bu nedenle de imparatorluk mirasını devir alan Türkiye’nin aslında Avrupa’ya çok yakın olduğu ve onun bir parçası olması gerektiği üzerinde duruldu.
“Avrupa’daki Türkiye” konulu konferansın en çarpıcı konuşmalarından birini Almanya Trier Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Gerhard Robbers yaptı. Robbers, tam üyelik durumunda Avrupa Birliği ve Türkiye’nin birbirinden çok şey öğreneceğini ve Türkiye’nin Avrupa kültürünü zenginleştireceğini belirttiği konuşmasında yapay korkulara kapılmamak gerektiğini söyledi. Prof. Dr. Robbers büyük ilgi çeken konuşmasında Avrupa’daki mevcut din-devlet ilişkisi ve laiklik modelleri üzerinde durarak Türkiye’nin tam üyeliğe kabulü durumunda AB kimliğine yeni bir kültürel ve dini kimlik daha katılacağını, ayrıca Avrupa’daki mevcut din-devlet ilişkileri modellerine yeni bir modelin daha ekleneceğini söyledi. Robbers, Türkiye’nin sahip olduğu birikim ve Türk halkının benimsediği İslam kültürü ile Avrupa’ya farklı bir geleneği de taşıyacağını ve böylece AB’nin dini demografisini değiştireceğini açıkladı. AB’ye üyeliğin Türkiye için de kazanımlar getireceğini belirten Robbers, zaten Almanya başta olmak üzere yaklaşık dört milyon Türkün Avrupa’da yaşadığını ve bunların artık toplumun bir parçası olduğunun kabul edilmesi gerektiğinin altını çizdi. Robbers artık Avrupalıların kendi içindeki Türkleri kültürleri ile kabul etmek zorunda olduklarını çünkü bu insanların yaşadıkları ülkelere yerleştiklerini ve artan oranda vatandaş olduklarını anlattı ve bu noktada yapılması gereken şeyin ülkelerin kendi vatandaşlarını farklılıkları ile beraber kucaklamak olduğunu söyledi.
Türklerin Avrupa ülkelerinde zaten Avrupalılarla uzun yıllardır komşu olduklarını bu nedenle Türkiye’nin üyeliğinin AB için bir test olduğunu ifade eden Prof. Dr. Lykke Friis ise artık Türkiye’yi Avrupa’nın “ötekisi” olarak görmekten vazgeçmek gerektiğini söyledi. Konferansta konuşan Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Kemal Kirişçi ise sunduğu bildiride mevcut hükümetin çok sayıda reform gerçekleştirerek Türkiye’yi AB’ye yakınlaştırdığını, buna karşın AB’de bazı grupların Türkiye karşıtlığını giderek katılaştırdığının belirtti. Türkiye’de halkın çoğunluğunun Müslüman oluşunun yani din farkının zaman zaman bir araç olarak kullanıldığına işaret eden Kirişçi, yapılan bilimsel araştırmalarda halkın büyük bir çoğunluğunun modern değerleri benimsediğini ve bunun bir engel olarak görülmemesi gerektiğini söyledi. Türkiye’den konferansa katılan Prof. Dr. Elizabeth Özdalga, Prof. Dr. İştar Gözaydın ve Doç. Dr. Pınar Bilgin de yaptıkları konuşmalarda Türkiye’nin sahip olduğu kültürel birikimlerin AB’ye girmeye engel olmadığını vurguladı. Sonuç olarak konferans, Türkiye ile ilgili bir çok soruya cevap verdi. Bazı kuşkuları ortadan kaldırdı. Konferans sırasında bir daha görüldü ki Avrupalılar Türkiye ve Türk kültürü hakkında yüzeysel bilgilere sahip. Türkiye karşı çıkmaları da bu yüzden. Türkiye’nin kapsamlı ev uzun vadeli bir tanıtım atağına geçmesi gerekiyor.

2007projelerinden bazıları

İyisi ve kötüsüyle, sevinci ve hüznüyle, savaşı ve barışıyla 2006 geride kaldı artık. Geride bıraktığımız yılı nasıl geçirdiğimiz üzerine düşünmemiz lazım. Hatalardan ders almak, yanlışları düzeltmek ve eksik kalan projelerin tamamlanması için çabalamak gerek. Geçmişe bakıp ahlamak vahlamak ve pişmanlık krizlerine girmenin artık anlamı yok. Anlamlı olan bir şey varsa, o da, geçmişten ders alıp daha dinamik ve enerjik biçimde hayallerimizin peşine düşmek olmalı. Bu nedenle elimize kalemi kağıdı alıp hem bir muhasebe hem de planlama yapmalıyız. Biliyorum, biz Türkler plandan ve programdan pek hazzetmeyiz ama dünyanın gerçekleri bize artık günübirlik ve rasgele yaşamayı zorlaştırıyor. İşte bu nedenle hem bireysel hem de kurumsal olarak 2007’de neler yapmak istiyoruz ve hangi projelerimizi gerçekleştirmeye çalışacağız sorularını cevaplamalıyız.
Kuşkusuz hepimizin bir şekilde işi, ailesi ve ülkesi ile bağı var. O halde kendimiz, ailemiz, dostlarımız, komşularımız, mahallemiz, ülkemiz ve işimiz için neler yapabiliriz? Bütün bu soruları tek tek cevaplamalıyız ki ne istediğimizi, neler başarabileceğimizi görelim. Ben kendi hesabıma 2006 yılını verimli geçirdiğimi düşünüyorum. Hem bu köşedeki yazılarımı aksatmadan yazmaya çalıştım hem de akademisyenlik mesleğimin gerektirdiği çalışmaları yaptım. Bunlar arasında İstanbul Ticaret Üniversitesinde ders vermek, SETA Vakfının kuruluşuna katkıda bulunmak, konferanslar düzenlemek ve kitap/makale yayınlamak gibi en azından manevi olarak son derece doyurucu projelere katıldım. Yapamadığım tek şey var o da tatil. Artık 2007’de bunu ihmal etmemeye çalışacağım.
2007 planlarımı sizinle paylaşmak istiyorum. Bu belki de hem kendime hem de size vereceğim bir söz anlamına geleceği için hepsini tek tek yerine getirmeye daha fazla özen göstereceğim demektir. Hemen belirteyim ki bu köşedeki yazılarımı sürdürmeye devam edeceğim. Her hafta sizinle buluşma keyfi yaşamak gerçekten güzel. Bu nedenle eleştiri ve önerilerinizi paylaşmanız beni çok sevindirecektir.
Yeni yılda tıpkı geçen yıl olduğu gibi üniversitede ders vermeye devam edeceğim. Bu yıl Fatih Üniversitesi sosyoloji bölümündeki öğrencilerle beraber olacağız. Toplumsal değişmeleri ve gelişmeleri anlamaya, göç ve kimlik konularını tartışmaya çalışacağız. Yeni yılın ilk dış gezisini Danimarka’ya yapacağım. Ocak ayının son haftasında Kopenhag Üniversitesi’nin düzenlediği “Türkiye-AB İlişkilerinde Dini Kimlik Boyutu” konulu bir konferansta “Avrupalı Türklerin AB’ye Bakışı”nı ele alan bir bildiri sunacağım.
Yeni yılda ikinci yurt dışı etkinliği 23-24 Şubat tarihlerinde Amsterdam’da düzenlenecek olan “6. Avrupa Türkçe Yayınlar Sempozyumu”na katılmak olacak. Sempozyum on beş-yirmi yayın temsilcisini bir araya getirip özellikle Avrupa’da Türkçe yayın yapan radyo, TV, gazete ve dergilerin sorunlarını tartışacak ve ortak projelerin oluşmasına katkıca bulunacak. Bu etkinliğe kıymetli dostumuz Mustafa Köker gazetemizi temsil etmek üzere davet edilecek.
Bu toplantının hemen ardından üç haftalık bir inceleme gezisi için ABD’ye gideceğim. Burada sivil toplum kuruluşları, düşünce kuruluşları, medya mensupları, kongre ve temsilciler meclisi üyeleri ve akademisyenler ile görüşmeler yapacağım. Bir Türk kurumu olarak sadece gazetenizin temsil edileceği bu inceleme gezisine diğer ülkelerden de on beş kişilik bir katılım olacak. Değişik eyaletleri kapsayan geziyle ilgili izlenimlerimi bu köşeden sizinle paylaşmaya çalışacağım.
Araştırma ve yayın konusunda da iki projemiz var. Yayın olarak “Turks in Europe” başlıklı İngilizce bir kitap çıkaracağız. Değişik Avrupa ülkelerindeki Türkleri konu alan kitapta uzmanların makaleleri olacak. Araştırma projesi olarak ta “Karma Evliliklerin Kültürel Kimlik Üzerine Etkisi”ni ala alan bir çalışma başlatacağız. Bu araştırma Hollanda’dan başlayacak ve finansal destek bulunursa İngiltere’yi de içine alacak.
Bu plan ve projelerle ilgili gelişmeleri mümkün olduğunca bu köşeden size aktaracağım. Bu vesileyle sağlıklı, huzurlu ve başarılı bir yeni diliyorum.

24 Ocak 2007 Çarşamba

“Avrupa’daki Türkiye” Konferansı

Talip Küçükcan

Geçen hafta Danimarka’nın Kopenhag şehrinde çok yoğun üç gün geçirdim. Kopenhag ziyaretinin amacı, bu kentin adını taşıyan üniversite ile Dışişleri Bakanlığı destekli Danimarka Uluslararası Araştırmalar Enstitüsü isimli kuruluşun beraber düzenledikleri bir konferansa katılmak ve bildiri sunmaktı. Kopenhag’a yağmurlu bir havada indim. Üç gün süresincede hem yağmur hem de rüzgarın eşlik ettiği şiddetli soğuktan dolayı bütün zamanı toplantıdaki tartışmalarla geçirdik. Bir anlamda toplantı salonuna kapandık ve yaklaşık yüz kişinin katıldığı çeşitli oturumlarda enine boyuna Türkiye-AB ilişkilerini tartıştık.
Hemen belirtelim ki konferans çok iyi organize edilmişti. Seçkin bilim adamları ve dinleyicilerin bulunması hem kaliteyi artırdı hem de tartışmalara bir derinlik kattı. Konferansa bilim çevreleri, medya mensupları diplomatlar ile sivil toplum kuruluşları yakın ilgi gösterdi. Ayrıca Türkiye’nin Danimarka Büyükelçiliği’nden çok sayıda görevli de takip etti. Konferansın ikinci günü akşamı da büyükelçilik konutunda konferansa katılanlar onuruna bir yemek verildi. Şimdi bu konferanstan bazı notları sizlerle paylaşmak istiyorum.
İsterseniz öncelikle konferansın isminden başlayalım çünkü tartışmalar başlıkta belirtilen konular üzerine yoğunlaştı. Konferansın tam başlığı şu idi: “Turkey in Europe:Role of Religion in the current debate. Should Turkey become a member of EU?” Başlıktan da anlaşıldığı gibi tartışmanın odağında olan konu “din” idi. Yani Türkiye-AB ilişkilerinde dinin rolü nedir? Türkiye nereye aittir? Avrupa’ya mı yoksa başka bir uygarlık alanına mı? Müslüman bir nüfusa sahip olan Türkiye AB’ye üye olmalı mıdır? Konuşmacılar işte bu çerçevedeki sorulara cevap vermeye çalıştılar.
Türkiye nereye ait sorusu, yani kimlikle ilgili tartışmalar ister istemez Avrupa kimliğinin de tartışılmasına neden oldu? Mesela Avrupa nerde başlar nerde biter, Avrupa değerleri nelerdir, Avrupa’yı farklı kılan özellikler hangi alanlarda görülmektedir gibi sorular da tartışıldı. Bu tartışmalar sonunda görüldü ki kültürel anlamda içeriği ve sınırları belirgin hatlarla çizilmiş bir Avrupa yok Aynı pencereden bakıldığında İslam dünyasının da tek olmadığı, kendi içinde çeşitlilik barındırdığı ve işte Türkiye’nin de bu çeşitliğe bir katkı olduğu anlaşıldı. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılından itibaren modernleşme projelerinin başladığı, bu nedenle de imparatorluk mirasını devir alan Türkiye’nin aslında Avrupa’ya çok yakın olduğu ve onun bir parçası olması gerektiği üzerinde duruldu.
Şimdi biraz daha spesifik olarak bazı katılımcıların gözlemlerini paylaşayım sizinle.
Kopenhag Üniversitesi ve Danimarka Uluslararası Araştırmalar Enstitüsü tarafından düzenlenen “Avrupa’daki Türkiye” konulu konferansın en çarpıcı konuşmalarından birini Almanya Trier Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Gerhard Robbers yaptı. Robbers, tam üyelik durumunda Avrupa Birliği ve Türkiye’nin birbirinden çok şey öğreneceğini ve Türkiye’nin Avrupa kültürünü zenginleştireceğini belirttiği konuşmasında yapay korkulara kapılmamak gerektiğini söyledi. Prof. Dr. Robbers büyük ilgi çeken konuşmasında Avrupa’daki mevcut din-devlet ilişkisi ve laiklik modelleri üzerinde durarak Türkiye’nin tam üyeliğe kabulü durumunda AB kimliğine yeni bir kültürel ve dini kimlik daha katılacağını, ayrıca Avrupa’daki mevcut din-devlet ilişkileri modellerine yeni bir modelin daha ekleneceğini söyledi. Robbers, Türkiye’nin sahip olduğu birikim ve Türk halkının benimsediği İslam kültürü ile Avrupa’ya farklı bir geleneği de taşıyacağını ve böylece AB’nin dini demografisini değiştireceğini açıkladı. AB’ye üyeliğin Türkiye için de kazanımlar getireceğini belirten Robbers, zaten Almanya başta olmak üzere yaklaşık dört milyon Türkün Avrupa’da yaşadığını ve bunların artık toplumun bir parçası olduğunun kabul edilmesi gerektiğinin altını çizdi. Robbers artık Avrupalıların kendi içindeki Türkleri kültürleri ile kabul etmek zorunda olduklarını çünkü bu insanların yaşadıkları ülkelere yerleştiklerini ve artan oranda vatandaş olduklarını anlattı ve bu noktada yapılması gereken şeyin ülkelerin kendi vatandaşlarını farklılıkları ile beraber kucaklamak olduğunu söyledi.
Türklerin Avrupa ülkelerinde zaten Avrupalılarla uzun yıllardır komşu olduklarını bu nedenle Türkiye’nin üyeliğinin AB için bir test olduğunu ifade eden Prof. Dr. Lykke Friis ise artık Türkiye’yi Avrupa’nın “ötekisi” olarak görmekten vazgeçmek gerektiğini söyledi. Konferansta konuşan Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Kemal Kirişçi ise sunduğu bildiride mevcut hükümetin çok sayıda reform gerçekleştirerek Türkiye’yi AB’ye yakınlaştırdığını, buna karşın AB’de bazı grupların Türkiye karşıtlığını giderek katılaştırdığının belirtti. Türkiye’de halkın çoğunluğunun Müslüman oluşunun yani din farkının zaman zaman bir araç olarak kullanıldığına işaret eden Kirişçi, yapılan bilimsel araştırmalarda halkın büyük bir çoğunluğunun modern değerleri benimsediğini ve bunun bir engel olarak görülmemesi gerektiğini söyledi. Türkiye’den konferansa katılan Prof. Dr. Elizabeth Özdalga, Prof. Dr. İştar Gözaydın ve Doç. Dr. Pınar Bilgin de yaptıkları konuşmalarda Türkiye’nin sahip olduğu kültürel birikimlerin AB’ye girmeye engel olmadığını vurguladı.
Sonuç olarak konferans, Türkiye ile ilgili bir çok soruya cevap verdi. Bazı kuşkuları ortadan kaldırdı. Konferans sırasında bir daha görüldü ki Avrupalılar Türkiye ve Türk kültürü hakkında yüzeysel bilgilere sahip. Türkiye karşı çıkmaları da bu yüzden. O nedenle İngiltereli Türkler de dahil olmak üzere Avrupa’daki Türklere şunu tekrar hatırlatmak gerekiyor: “Siz, Türkiye’nin Avrupa’daki gönüllü elçileri, temsilcileri ve tanıtıcılarınız. Türkiye’nin Avrupa’daki gözü ve kulağısınız”

16 Ocak 2007 Salı

Turkiye-AB İlişkilerinde Din Tartışmaları Konferansı

Uluslararası gündemin önemli ülkelerinden birinin Türkiye olduğunu kuşkusuz hepimiz biliyoruz. Acaba Türkiye niçin sürekli gündemde olan bir ülke? Ülkeleri gündeme taşıyan bir dizi etken var. Bu etkenleri şöyle sınıflandırmak mümkün: 1) Ekonomi, sanat, siyaset, eğitim-bilim ve spor vb. sahalarda uluslararası başarılar başta gelir. 2) Söz konusu ülkenin coğrafi ve stratejik konumu, turizm, tarih ve kültür birikimleri de o ülkeyi önemli kılan unsurlar arasında yer alır. 3) Tabi ki bir de olumsuz yönleri ile yani savaş, çatışma, yoksulluk, yolsuzluk ve işsizlik gibi olumsuzlukları ile gündeme gelen ülkeler var.
Türkiye kuşkusuz ilk iki sınıfa giren özellikleri ile dünya gündeminde. Tabi ki her alanda çok başarılı değil ama yükselen bir trend yakalanmış durumda son yıllarda. Örneğin sık sık insan hakları derneklerinin hedef gösterdiği bir ülke değil artık Türkiye. Enflasyon oranlarının yüzde yüzlerin üzerinde olduğu bir ülke de değil. Bunun yanında AB ülkeleri kadar gelişmiş de değil. Ama her halükarda dünya gündeminde olan bir ülke.
Türkiye’nin AB üyeliği ile tartışmalar Türkiye’yi Avrupa’da sürekli gündemde tutuyor. Kimi üyeliğini destekliyor kimi desteklemiyor. Ama her ülkede tartışılıyor. Türkiye’nin tartışılmasına eşlik eden bir başka unsur ise Avrupa’daki Türkler. Hatta üyelik müzakereleri başlaman bile söz konusu değilken Avrupa’daki Türkler üzerinde çok sayıda araştırmalar yapılıyordu. Çoğu Avrupalı zaten Avrupalı Türkler üzerinden Türkiye, Türk kültürü ve Türk insanı ile tanıştı. Bu tanışıklık hala sürüyor. Bunun anlamı şu: Avrupalıların Türkiye’ye bakış açıslarının oluşmasında Avrupa’da yaşayan dört milyondan fazla Türkün doğrudan etkisi olmuştur. Hem olumlu hem de olumsuz imajların oluşmasına katkıda bulunmuştur.
Türkiye’yi tartışmayı önemli gören ülkelerden biri de Danimarka. Karikatür krizinin yaşandığı bu ülke, Türkiye-AB ilişkilerini masaya yatırıyor. Danimarka’da, Türkiye-AB ilişkileri söz konusu olduğunda şimdiye kadar derinlikli olarak tartışılmayan ancak son günlerde daha geniş çevreler tarafından üzerinde durulan konular ele alınacak. Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinde “din” boyutu tartışılacak. Siyaset, sosyoloji, hukuk ve kültür araştırmaları açısından “din”, “dini aidiyet”, “dini kimlik”, “din özgürlükleri”, “din, güvenlik ve şiddet” gibi konular uzmanlar tarafından ele alınacak. Bu konuların üyelik açısından ne anlama geldiği üzerinde durulacak ve Türkiye’nin çoğunluk nüfusunun Müslüman olmasının nasıl algılandığı, bu algının kaynaklarının ne olduğu ve değişip değişmeyeceği üzerinde durulacak.
Kopenhag Üniversitesi ve Danish Institute for International Studies tarafından düzenlenen konferansın başlığı: “Turkey in Europe – Religion, Politics and the Politics of Religion”. Türkiye-AB ilişkileri tartışılırken kuşkusuz Avrupa’daki Türkler de tartışmanın içine yer alıyor. İşte bu nedenle konferans düzenleyicileri özellikle Avrupa’daki Türk sivil kuruluşların üyelik ve AB kimliği konusunda neler düşündüklerini merak ediyor. Bu konuyla ilgili benden de bir bildiri istediler. Diğer bilim adamları ile birlikte ben de “Turkish Migrants, Social Capital and Culturalist Discourse in Turkey-EU- Relations” başlıklı bir bildiri sunmak üzere Kopenhaga davet edildim.
Konferansta Avrupalı Türklerin, Türkiye-AB arasında bir köprü oluşturup oluşturamayacağını, sivil örgütlenmelerinin yapısını, AB kimliğine bakış açılarını, yeni kimlikler geliştirme konusundaki eğilimlerini, sahip oldukları geniş sosyal ağlar ile AB ülkelerini etkileme kapasitelerini ele alacağım. Bu köşede zaman zaman yazdığım için Avrupalı Türkler büyük bir insan potansiyeline sahip ancak bu potansiyel hala etkin bir şekilde mobilize edilmiş değil.
17-20 Ocak 2007’ yapılacak konferansa aralarında Prof. Kemal Kirişçi, Prof. İştar Gözaydin, Prof. Lisbet Christoffersen, Prof. Gerhard Robbers, Prof. Elizabeth Özdalga, Prof. Ann-Kristin Jonasson, Prof. Pınar Bilgin ve Prof. Ole Wæver gibi uzmanlar katılıyor. Toplantıda bir taraftan bildiri sunarken diğer taraftan gazetemiz adına gözlem yapacağım ve tartışılanları sizinle paylaşacağım.

12 Ocak 2007 Cuma

Modernlik adına ahlaktan vazgeçilebilir mi?

İngiltere beş kadının öldürülmesi olayı ile çalkalanıyor. Beş kadını da aynı kişinin öldürdüğünden kuşkulanan polis bu yazı kaleme alınana kadar iki zanlıyı gözaltına aldı. İngiltere yasalarına göre polis bu zanlıları doksan saat gözaltında tutabilecek ve tutuklama kararı verilmezse serbest bırakacak. Yaptıkları iş ne olursa olsun beş kadının cinayete kurban gitmesi toplumda sapkın eğilimlerini olduğunu, hiç tahmin edilmeyen yer ve zamanda benzer tehlikeler ile hepimizin karşı karşıya gelebileceğini gösteriyor.
Doğrusunu söylemek gerekirse dışardan bakıldığında normal görünen, hatta bazen iyi eğitimli ve saygın olarak görülen insanların bile gerçek yüzlerini göremediğimiz oluyor. Tabiî ki bu dostlarımızdan ve arkadaşlarımızdan kuşku duyalım, herkesten şüphelenelim ve araya mesafe koyalım anlamına gelmiyor. Ancak hemen altını çizerek belirtelim ki, artık kendimizi, eşimizi, dostumuzu ve çocuklarımızı korumak için daha dikkatli olmak zorundayız. Bu konu ihmale gelecek bir konu değil. Niçin mi?
Bu sorunun cevabı aslında günlük olaylar zincirine bakıldığında kendiliğinden ortaya çıkıyor. İngiliz medyasını dikkatle takip edenler şimdi sıralayacağımız konuları hemen hemen her gün haber olarak okuyor. Şimdi bu haberleri okuyup kaygılanmamak elde mi? İsterseniz son günlerde basına yansıya olaylara bir bakalım.
İngiliz basınında en sık haber olan konulardan biri, gençler arasında uyuşturucu madde kullanımı oranlarının hızla yükseliyor olmasıdır. Normalde uyuşturucudan uzak olanlar bile denetimden uzak eğlence mekânlarında biraz alkolün etkisi, biraz da arkadaşlarının baskısı ise bu tür zararlı maddeleri kullanıyorlar. Bir kısmı bunları bir kez deneyip bırakıyor ama bir kısmı da bağımlı hale geliyor. Tabi aralarında doz aşımından dolayı hayatını kaybedenler de var. Bağımlı hale gelenler ise pahalı olan bu alışkanlıklarını devam ettirebilmek için hırsızlık, sahtekârlık ve fuhuş da dâhil her işi yapmaya eğilimli oluyor. Görüldüğü gibi bir yanlış seçim beraberinde bir yıkımı da getiriyor.
Gazetelere konu olan bir başka konu da ergenlik dönemi gebeliklerinde görülen artış. Anne-babaların korkulu rüyalarından biri de günün birinde ergenliğe yeni adım atmış çocuk yaştaki kızlarının eve hamile gelmesi. İngiltere’de de diğer birçok Avrupa ülkesinde olduğu gibi cinsel özgürlük adına moral değer ve ilkelerin feda edilmesinin faturası bir hayli ağır. Hatta İngilizler bu konuda diğer Avrupa ülkeleri ile karşılaştırıldığında daha büyük sorunlarla karşı karşıya. Avrupa ülkelerinde ergenlik dönemi kızlar arasında en yüksek gebelik oranı İngiltere’de. Kuşkusuz bu durum İngiliz toplumundaki ahlak ve etik anlayışının bir sonucu. Gençlere, cinsel dürtü ve arzularını serbestçe tatmin etme ruhsatı veren bir ahlak anlayışı yaygın bu ülkede. Hatta gençlere bu kadar küçük yaşta cinsel ilişkiye girmeyin diye öğüt vermek yerine bu işi daha güvenli nasıl yaparsınız diye dersler bile veriyorlar. Yani, hamile kalmadan ya da cinsel ilişki ile bulaşan hastalıklardan korunarak cinsellik yaşayın deniyor.
Cinsel ilişki yolu ile bulaşan hastalıkların da giderek yaygınlaşmasına neden olan bu anlayışın neden olduğu sorunları azaltmak için okullarda “cinsel eğitim” (sex education) verilmeye başlandı. Umarız okurlar arasında anne-baba olanların ve okul çağında çocukları olanların bu derslerden haberi vardır. Ne yazık ki bu dersleri çok küçük yaşlarda çocuklara verme eğilimi var. Normal gelişim sürecinde cinsellik konusunda aklına bir şey gelmeyecek çocuklar adı geçen dersler nedeniyle belki de normalden daha genç yaşta cinselliklerini keşfedecekler.
Eğer çocuklar ve gençler ailede bu konularda moral değerleri almayacak olurlarsa onları ciddi bir tehlike bekliyor demektir. Çünkü toplum on dört - on beş yaşlarından itibaren gençlerin cinselliklerini yaşamalarına pek karşı çıkmıyor. İşte böyle bir ahlak anlayışının yaygın olduğu bir toplumda her aile kendi çocuklarını cinsel yoldan bulaşan hastalıklardan ve evlilik dışı erken gebeliklerden korumanın yolları aramalıdır. Bunun en sağlam yolu sağlam bir ahlak eğitimidir. Yoksa günün birinde kızlarımızın eve hamile dönmesi ve çocukların sağdan soldan hastalık kapması çok şaşırtıcı olmayacaktır.

Türkiye-AB Arasında Sivil Köprü Kurmak

Türkiye-AB ilişkilerinde bazı müzakere maddelerinin askıya alınması bu konuya yeni bir boyut kazandırdı. Türkiye AB’ye girmeye çalışıyor, bunun için yüzlerce reform gerçekleştirdi ve bunları uygulamaya koymaya başladı. Zaman zaman aksamalar olsa da bu reformların Türk halkının geleceği için olumlu sonuçlar vermeye başladığını görüyoruz. Türkiye, ülke olarak AB’ye henüz girmemiş olmakla birlikte aslında yıllardır burada temsil ediliyor. Bugün sayıları dört milyona dayanmış olan Avrupalı Türkler iş, eğitim, sanat ve medya sektörlerinde Türkleri Avrupa’nın birçok kentinde temsil ediyor.
Avrupalı Türklerin temsil gücü yavaş yavaş siyaset alanına da yansıyor. Bir çok ülkede yerel ve ulusal düzeyde Türk kökenli politikacıların seçimle iş başına geldikleri, hem kendi toplumlarını hem de daha geniş anlamda yaşadıkları ülke toplumlarını siyaset sahnesinde temsil ettiklerini görüyoruz. Bunlar son derece anlamlı ve önemli gelişmeler. Çünkü siyaset ya da politika farkında olalım ya da olmayalım hayatımızı düzenleyen bir mekanizma. Sosyal ve ekonomik haklar, eğitim ve sağlık hizmetlerinden yararlanma, eşitlik ve adalet gibi uygulamaların hepsi siyasi kararlar ile doğrudan ilintilidir. İşte bu nedenle Avrupalı Türkler siyasetin merkezinde yer almalıdır. Yoksa kendilerini temsil etme görevini başkalarına bırakmak gibi biz zayıflık ve pısırıklık içine gömülmeleri kaçınılmaz olur.
Bu noktada Türkiye-AB ilişkilerinde gittikçe önem kazanan sivil boyuta değinmekte yarar var çünkü resmi kanalların dışındaki kanallar da bu süreçte çok önemli bir rol oynuyor. Sivil boyutun kuşkusuz en önemli aktörleri dernekler, vakıflar, sendikalar, federasyonlar ve benzeri şekillerde örgütlenmiş sivil kuruluşlardır. Bu sivil kuruluşlar zaman zaman politikacıların yapmakta güçlük çektiği etkinlikleri gerçekleştirir. Örneğin politikacıların ulaşmakta zorluk çektiği kitlelere daha çabuk ulaşabilirler. Daha esnek ve dinamik yapılarından dolayı değişime çabucak ayak uydurabilir, hızlı kararlar verebilir ve geniş kitlelerde yeni fikirlerin oluşmasına katkıda bulanabilirler. İşte bu nedenledir ki AB, ilişkilerinde sivil boyutu destekleme kararı aldı. Türkiye ve AB arasında siyasi olduğu kadar hatta ondan daha güçlü ve derin bir sivil köprü kurulması gerekiyor. Halkların birbirini daha iyi tanıması ve kaynaşması için bu köprünün bir an önce atılması gerekiyor. Bu köprünün kurulması için İngiltere’deki Türk sivil kuruluşlarına da önemli görevler düşüyor.
Bu konuyla ilgili önemli bir proje gerçekleştiriliyor. Şimdi bununla ilgili bilgi sunmak istiyorum. Hollanda’da faaliyet sürdüren Türkevi Araştırmalar Merkezi, Türkiye-AB arasında sivil köprü kurulması için büyük bir projeye imza attı. Konya’dan başlayan bu sivil girişim, geçen hafta Avrupa Komisyonu Türkiye Temsilciliği Sivil Sektör Bölümü sorumlusu Alexander Fricke’nin de katıldığı bir toplantı ile tanıtıldı. Toplantının açılış konuşmasını yapan Türkevi Araştırmalar Merkezi Müdürü Veyis Güngör, Konya’da gerçekleştirilen demokrasi okulu hakkında bilgi vererek, iki ay süreyle üniversite öğrencilerine sivil katılım, sivil örgütler, sivil toplum, insan hakları, Türkiye-AB ilişkilerinde sivil boyut gibi konularda uzmanlar tarafından dersler verildiğini söyledi.
Konya’daki çok sayıda sivil toplum kuruluşu temsilcisinin takip ettiği toplantıda konuşan Alexander Fricke, Türkiye-AB ilişkilerinde sivil toplum kuruluşlarının önemli roller üstlenebileceğini, AB’nin iki tarafı temsil edecek kuruluşlara destek vermeye hazır olduğunu ve Türkiye’den başvuru beklediklerini belirtti. Kısaca sivil toplum diyaloğu diyebileceğimiz bu girişimin amacı Türkiye ve AB’deki sivil toplum kuruluşlarını aynı platformlarda buluşturmak, aralarında yakınlık kurulmasını sağlamak ve daha yakın ilişkiler kurulmasını sağlayacak ortak projelerin gerçekleştirilmesine katkıda bulunmak.
Sivil köprü kuruluşu çalışmalarına katkıda bulunmak amacıyla ben de Konya’daki toplantıya katıldım. Toplantıda somut olarak hangi konularda, hangi alanlarda ve hangi sivil toplum kuruluşları ile işbirliği yapılabileceği üzerinde durdum. Ayrıca ilgili birimlere fon almak için yapılan başvurularda sonuç alınabilmesinin uzmanlık ve deneyim gerektirdiğini, sivil toplum kuruluşlarının daha profesyonelce yönetilmesi gerektiğini, bunun için eğitim ve insana yatırım yapılmasını gerektiğini vurguladım.
İngiltere’de yaşayan Türklerin kafası da diğer AB ülkelerinde yaşayan Türkler gibi kısmen de olsa Türkiye’de. Türkiye’yi düşünmeden ve konuşmadan geçen günümüz yok gibi. Sanırım artık sadece konuşmakla yetinmek yerine somut adımlar atma zamanı geldi. İşte bu noktada İngiltere’de bulunan Türk kökenli sivil toplum kuruluşları için yeni bir kapı aralanıyor. Bu kapı iyi açılabilirse çok başarılı sonuçlar alınabilir. Türkevi Araştırmalar Merkezi’nin Konya’dan başlattığı girişim örneğinde olduğu, İngiltere’deki Türk kuruluşlar Türkiye’de kendilerine kardeş kuruluşlar bulabilir ve Türkiye-AB arasında sivil bir köprünün kuruluşuna katkıda bulunabilirler.
İyi bayramlar ve iyi yıllar dileğiyle...

İngiltereli Türkler el uzatmalı

Yeni yıla gireli daha iki-üç hafta oldu. Hepimizin yeni dilekleri, düşleri ve planları vardır eminim yeni yıl için. İngiltereli Türkler olarak bireysel olduğu kadar kolektif hayallerimiz ve projelerimizin de olması gerektiğini düşünüyorum. Sayımız kesin olarak bilinmese de iki yüz bini çoktan aşmış bir Türk nüfusu yaşıyor İngiltere’de. İster Türkiye ister KKTC kökenli olsun, İngiltere’deki Türkler, hem Türkiye hem de KKTC için son derece önemli ve değerli beşeri sermaye anlamına geliyor. Kuşkusuz bu beşeri sermaye eğitim, ekonomi ve sivil güçleri ile kimsenin göz ardı edemeyeceği kadar ciddi bir birikime sahip. Bu birikim zaman zaman kendini gösteriyor ama bana kalırsa yeterince mobilize olmuş durumda değil.
İngiltereli Türkler niçin yeterince mobilize değil sorusunun cevabını başka bir yazıda tartışmaya çalışacağım. Bu yazıda Türklerin potansiyel güçlerinin Türkiye ve KKTC açısından hangi alanlarda acilen harekete geçmesi gerektiği üzerinde duracağım. Unutmayalım ki hem Türkiye hem de KKTC sınırlı ekonomik güçlere sahip. Batının kalkınmışlık standartlarına sahip değil. Eğitim seviyesi Avrupa ülkelerine göre düşük. Halbuki, İngiltereli Türkler, yıllardır bu gelişmiş ülkede yaşamanın getirdiği imkanları kullanarak kendilerini geliştirmiş, belirli bir ekonomik birikime ve bunlardan da önemlisi örgütlenme ve çeşitli fonları kullanma açısından ciddi bir birikime ulaşmıtır. Şimdi bu birikimin Türkiye ve KKTC için harekete geçmesi gerekiyor. Bunun için mükemmel bir zaman dilimi içindeyiz. Bir taraftan Türkiye AB’ye girmek istiyor, diğer taraftan KKTC’ye uygulanan ambargoların kaldırılması için çalışılıyor. İşte böyle bir politik ortamda İngiltereli Türkler aşağıdaki konularda Türkiye-KKTC ve Avrupa arasında köprüler kurabilir.
İlk köprü sivil kuruluşlar arasında kurulabilir. Zaman zaman bu köşede AB’nin sivil kuruluşlara kapsamlı finansal destekler verdiğini yazıyorum. Yine öyle bir dönemdeyiz. Milyonlarca Euro’luk hibe şeklindeki yardım sivil kuruluşlarını bekliyor. Şimdi yapılacak iş İngiltere’de kurulu sivil kuruluşların ortak projeler için Türkiye ve KKTC’den ortaklar bularak eğitim, sağlık, kalkınma ve imaj çalışmaları alanlarında yeni girişimlerde bulunmak üzere ilgili kurumlara başvurmaları.
Hemen belirtelim ki, Türkiye ve KKTC’de sivil toplum kuruluşları İngiltere Türklerine kıyasla daha az, zayıf ve yetersiz bir görüntü içinde. Yapılacak her türlü ortak girişim bu kuruluşların deneyimlerini ve kapasiteleri artıracak. Hem know-how (uzmanlık, bilgi ve deneyim) aktarım ve paylaşımı hem de son derece kıt imkanlarla faaliyet yürüten dernek ve vakıflara destek sağlanmış olacaktır. Türkiye ve KKTC’de sivil girişimlerin güçlenmesi gerektiğinde hemfikir olduğumuzu düşünüyorum.
Bilindiği gibi ne KKTC, ne de Türkiye’de sivil toplum henüz istenilen düzeyde güce ve imkana sahip değil. Bu nedenle İngiltereli Türklerin hem insan kaynaklarını, bilgi, beceri ve deneyimlerini hem de finansal kaynaklarını paylaşmaları devrim niteliğinde sonuçlar doğuracaktır. Gerek Türkiye gerekse KKTC’de, iç ve dış politikadaki açılımların sivil ayağının olması böyle girişimlerin yapılmasına bağlı. Halen bazı düşünce kuruluşları ve sivil örgütler politika belirleme süreçlerine dahil olmaya çalışsalar da, yeterli donanımları olmadığından etkileri çok sınırlı kalmaktadır.
Bana kalırsa ilk projeler sivil kuruluşların kapasite artırımlarına ve insan kaynaklarını geliştirmelerine yönelik olmalı. Çünkü sağlam bir bilgi ve insan altyapısı olmadan hiçbir kurum sürekli olamaz. Yapılan işler amatörce ve yarım yamalak olur ki bu da yeni kuşakların cesaretlerini kırıcı bir etki yapar. İşte bu nedenle İngiltereli Türkler ellerindeki bütün imkanları seferber ederek Türkiye ve KKTC’de dernek, vakıf ve sendika gibi kuruluşların kapasitelerini artırmaya yönelik faaliyetler içine girmelidir. Bunun için gerekli olan insan ve finansal kaynak var. Eğitim ve deneyim de var. Şimdilerde eksik gibi görünen veya potansiyel olarak var olup ta henüz gün yüzüne çıkmayan şey ise ortaklaşa iş yapma, projeler başlatma ve yürütme niyeti ve arzusu sadece.
Unutmayanız ki Türkiye ve KKTC’nin geleceğinde bugün küçük ve sıradan gördüğümüz katkılarınız büyük etkileri olacaktır. İngiltere’de ne kadar zamandır yaşıyor olursanız olun, yıllar geçmesine rağmen ne Türkiye ne de KKTC aklınızdan ve gönlümüzden çıkmadı ve çıkmayacak. Hatta ölene kadar bu sevgi ve bağlılık ilişkisi devam edecek. O halde ne bekliyoruz? Türkiye ve KKTC’ye el uzatma zamanı değil mi şimdi?

“Avrupa Birliği Ülkelerinde Din-Devlet İlişkisi” Sempozyumu İSAM’da Yapıldı

TDV İslam Araştırmaları Merkezi’nin desteklediği araştırma projesi sonuçlarının tartışıldığı “Avrupa Birliği Ülkelerinde Din-Devlet İlişkisi: Hukuki Yapı, Din Hizmetleri ev Din Eğitimi” konulu uluslar arası sempozyum, 9-10 Aralık 2006 tarihinde İSAM konferans salonunda yapıldı. Açılışını Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu ve İSAM Başkanı Mehmet Akif Aydın’ın sempozyumda Grace Davie, Silvio Ferrari ve Cole Durham birer çerçeve konuşması yaptı. Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Mehmet Görmez’in Türkiye’yi konu alan bildirisinden sonra İngiltere, Fransa, Almanya, İsveç, Hollanda, Danimarka, Yunanistan, İspanya, Belçika, Polonya, İtalya ve Avustur’yada din-devlet ilişkilerinin farklı boyutlarını içeren bildiriler sunuldu. Gerhard Robbers, Rik Torfs, Francis Messner, Sophie van Bijsterveld, Rebecca Catto, Alessandro Ferrari, Javier Martinz-Torron, Lars Friedner, Prof. Michal Rynkowski, Charalambos Papasthatis ve Lisbet Christoffersen katıldığı sempozyumun kapanış konuşmasını Devlet Bakanı Mehmet S. Aydın Yaptı.
Geniş bir izleyici kitlesinin hazır bulunduğu sempozyuma bilim çevreleri, sivil toplum kuruluşu temsilcileri, düşünce kuruluşu temsilcileri, üniversite mensupları, YÖK temsilcisi ve medya mensupları katıldı. Konuyla ilgili Türkiye’deki en kapsamlı sempozyum olan bu etkinlikte on iki Avrupa ülkesi hakkında karşılaştırmalı veriler ele alındı. Sempozyumdaki sunumlar, Diyanet İşleri Başkanlığı, bu kurumdan sorumlu Devlet Bakanlığı, AB üyelik müzakerelerinden sorumlu kurumlar, Avrupa Birliği Genel Sekreterliği, Milli Eğitim Bakanlığı ve Din Öğretimi Genel Müdürlüğü, Yurt Dışında Yaşayan Türk Vatandaşlarının Sorunlarından Sorumlu Devlet Bakanlığı, İlahiyat Fakülteleri ve AB konularında çalışan uzmanlar, eğitimciler, araştırma merkezleri ve sivil toplum kuruluşlarının çalışmaları katkıda bulunacak bilgiler sağladı. Sempozyum, Türk ve Avrupalı bilim insanlarını aynı platformda buluşturmuş, ortak ilgi alanları olanların fikir-alış verişinde bulunmasına imkan sağlayarak yeni araştırma ağları oluşmasına ve Türk bilim insanlarının mevcut ağlara katılmasına fırsat yaratmıştır.

Avrupalılar Türklerin İmajını Nasıl Görüyor?

Avrupalıların, Türkler hakkındaki fikirleri ve düşünceleri kuşkusuz farklılıklar içeriyor. Gerek kendi gözlemlerimize gerekse şimdiye kadar yapılan bilimsel araştırmalara dayanarak şunu söylemek mümkün: Batı Avrupalıların Türkler hakkındaki tutum ve düşünceleri yüzeysel bilgilere, yetersiz deneyimlere ve bazen de önyargılara dayalı oluşuyor. Zamanla bu düşüncelerin kalıp yargılara ve değişmesi zor imajlara dönüşme olasılığı taşıdığını da belirtmekte yarar var. Özellikle olumsuz düşünceleri ve önyargıları besleyen deneyimlerin yaşanması veya olayların gözlemlenmesi Türkler hakkında oluşan imajların kurumsallaşmasına katkıda bulunuyor.

“Öteki” olmak
Geldiğiniz farklı köken, kullandığınız başka dil, taşıdığınız farklı inanç ve kültürel kimlik sizi sadece yabancı ve “öteki” yapmakla kalmaz bu farklılıklarınızdan dolayı gördüğünüz işlemler veya karşılaştığınız davranışlar aynı zaman da sizin de kendinizi “farklı” olarak görme eğiliminizi pekiştirir. Genel olarak Avrupa’ya bakıldığında azınlıklar hakkında olumlu düşüncelerin pek yaygın olmadığı, bunun tam tersine yabancı olarak tanımlanan topluluklara ilişkin olumsuz, mesnetsiz ve yüzeysel önyargıların ve kalıplaşmış düşüncelerin yaygın olduğunu görüyoruz. Yani bizim dışımızdakilerin yani “öteki” veya “diğerleri” dediğimiz insanların bize bakışı, yani kendi açılarından “öteki”lere bakışının çok ta olumlu olmadığını görürüz.
Avrupalı Türkler hakkındaki fikir ve imajların oluşmasında başlıca iki aktör var. Biri “biz”, diğeri ise “öteki”ler. Bir ülkede göçmen ve yabancı olmak otomatikman sizi “öteki” yapar. Sayısal olarak azınlıkta iseniz, siyasi gücünüz yoksa, çoğunluğun dilinden farklı bir dil, çoğunluğun inancından faklı bir inancınız, renginiz veya etnik kökeniniz varsa bu da sizi kolayca “öteki”, “diğeri” veya “yabancı” yapar.

İmaj İnşasında Türklerin Rolü
Farklı milli, dini, kültürel ve etnik kökenden gelen ve Avrupa ülkelerine yerleşen, bu ülkelerin vatandaşı olan insanların ve hatta onların bu ülkede doğan çocuklarının bile “ötekiler” olarak görüldüğünü söylemek abartı olmaz. Ancak Avrupa’nın çeşitli ülkelerine ve kentlerine dağılmış bu yerleşik “yabancıların” bir kısmının olumsuz önyargıları besleyen, bir anlamda yabancı düşmanlarına koz veren davranışlar içinde bulunduklarını da belirtmekte yarar. Arada sırada çuvaldızı kendimize de batırmalı ve hakkımızdaki yalan-dolan ve yanlış imajların oluşmasında katkımız olup olmadığını sormalıyız.
Türklerin imajları hakkında Avrupa’da günümüzde genelde şöyle bir manzara var: Diğer yabancı kökenliler gibi Türkler de uyumsuz, başarısız, içine kapanık, suç işlemeye eğilimli, devletin sosyal yardımlarından geçinen, girişimcilik ruhu zayıf, eğitime önem vermeyen, değişime kapalı ve ortak yaşam kurulması kolay olmayan bir gurup olarak görülüyor.
Avrupa’da ırkçılığın, ayrımcılığın ve yabancı düşmanlığının arttığı siyasi ve sosyal bir ortamda yabancı kökenlilere hoş gözle bakılmıyor. Avrupa’da yabancılar arasındaki işsizlik oranları ve yoksulluk düzeyi gibi değişkenlere bakıldığında, bundan da daha vahimi yabancıları hedef alan siyasal, sosyal ve ekonomik açıdan dışlayıcı ve küçük düşürücü politikalara bir göz atıldığında dediğimiz ayrımcılık ve dışlama kendiliğinden görülecektir.

Önyargıların tarihsel kaynakları

Diğer yabancı kökenliler gibi Avrupa’daki Türkler de bazı önyargıların, kalıplaşmış düşüncelerin ve ayrımcı politikaların hem hedefi hem de kurbanı olabilecek bir çevrede yaşıyor. Türklerle ilgili önyargıları, kalıplaşmış fikirleri ve şablonlara dayalı düşünceleri besleyen iki şey var. Bunlardan birincisi Türkler ve Avrupalılar arasında yüzyıllar süren sürtüşmeler, çatışmalar, savaşlar ve kavgalardır. İkincisi ise bugün Avrupa’da yaşayan Türklerin temsil sorunlarının ciddi boyutlara ulaşmış olmasıdır ve Türklerin genelde olumsuz ve onaylanması mümkün olmayan davranışlarla kamuoyu gündemine gelmesi.
Kuşkusuz, Viyana kapılarına kadar dayanan Türklerin uzun yıllardır ders kitaplarında barbarlar olarak okutulması, Avrupalıların Türklere bakışını derinden etkilemiştir. Türkler şiddet yanlısı, savaşçı, kavgacı, işgalci, talancı ve kendi dinlerini empoze etmeye çalışan bir millet olarak lanse edilmiştir. Böylesi bir kampanya Avrupalıların zihinlerinde derin ve olumsuz izler bırakmıştır. Bugün bile Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesine karşı çıkanların bazıları, kafalarının arka planında, Türklerin farklı bir uygarlık dünyasına ait olduğunu, Avrupa ile uzlaşamayacağını düşünüyorsa, bu, tesadüfi değildir. Geçmişe ait izlenimleri değiştirmek, özellikle bunu yaşı ilerlemiş kuşakların zihninden silmek kolay değil. Çünkü bir anlamda burada kurumsallaşmış bir imaj söz konusu.

Türklerin imajı neden olumsuz?
Avrupalıların Türkler hakkında daha olumlu düşünceler edinmelerine ve Türklere bakışlarındaki önyargılarından kurtulmalarına katkıda bulunmak mümkün. Ya da tam tersi bazı yanlış davranışlarla yanlış imajların kökleşmesine ve bir daha silinmeyecek kadar derinlik kazanmasına neden olunabilir.
Türklerin imajını en çok zedeleyen şeylerden birisi, Türkiye kökenli olduğu söylenen bazı kendini bilmezlerin işledikleri suçlarla basında sık sık yer almalarıdır. Özellikle uyuşturucu kaçakçılığı, insan ticareti ve benzeri olaylara karışanlar arasında Türklerin de olması, yabancı düşmanlığı yanında, Türk düşmanlığını da körüklemektedir.
Eğitimde en başarısız öğrenciler arasında Türk çocuklarının da bulunması bir başka önyargı kaynağıdır. Sürekli başarısız olan ve doğru dürüst üniversitelere öğrenci gönderemeyen bir toplum hakkında olumlu yargıların oluşması bir hayli zor görünüyor. Ayrıca Türklerin kamuoyunda daha iyi temsil edilmesini sağlayacak siyasal katılımın az olması, bazı başarılı iş adamlarımız olmasına karşın ekonomik alanda kurumsallaşmanın hala ciddi boyutlarda olmayışı, Türklerin sanatsal ve kültürel birikimlerini aktaracak, tanıtacak ve yayacak kurumların yetersizliği, yukarıda bahsettiğimiz olumsuz yargıların sürmesine katkıda bulunuyor. Eğer bugün bir imaj sorunumuz varsa bunun nedenlerini iyi araştırmak ve ona göre kalıcı tedbirler almak zorundayız. Yoksa “bunlar bizi sevmiyor, istemiyor” edebiyatına devam eder dururuz. Uzun lafın kısası Avrupalı Türklerin imaj sorunu Türklerin kendilerine çeki düzen vermedikleri sürece çözülemez.

Yükseköğretimde uluslararasılaşma Türkiye için ne vadediyor?

Prof. Dr. Talip Küçükcan  Bu yazının başlığı "Türkiye 370 milyar dolarlık yükseköğretim ekonomisinden ne kadar pay alıyor?" olab...