27 Aralık 2012 Perşembe

Üniversiteler ve Demokrasi Kültürü



Londra Üniversitesi’nde yüksek lisans, Warwick Üniversitesi’nde doktora yaptım, aynı üniversitede iki yıl çalıştım ama bir kez bile olsun bu üniversite kampuslerinde şiddet olaylarına rastlamadım. İngiliz üniversite kültürü ve geleneği ile Türkiye’dekiler arasında hayli farklılıklar var diyebilirim. Türkiye’de kutuplaşma son zamanlarda şiddetin tırmanmasına neden oluyor.
Türkiye’nin en zeki, yetenekli ve başarılı öğrencilerinin okuduğu, üniversiteye hazırlanan binlerce öğrencinin ilk sıralarda tercih ettiği ve saygın bilim insanlarının çalıştığı ODTÜ kampusünde yaşanan olaylar, Başbakan ve rektörlerin açıklamaları, sayıları az olmakla beraber bazı öğrencilerin şiddet içeren davranışları, ünivesitelere ve demokrasi kültürüne ilişkin yeniden bir düşünme süreci başlattı.

Üniversite, Devlet ve İdeoloji

Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren  yükseköğretim kurumları Türkiye’de önemli işlevler görmüş, devlet ideolojisinin, yukarıdan aşağıya empoze edilen modernleşme ve sekülerleşme projesinin etkin bir taşıyıcısı ve savunucusu olmuştur. Üniversite sayıları uzun yıllar yükseköğretim talebini karşılayamadığı için bu kurumlardan sınırlı sayıda vatandaş yararlanabilmiş, üniversiteler kritik konularda suskun kalmış ve kronik sorunların çözümünde öneriler getirmekten çekinmiştir. Bir başka ifade ile üniversiteler, yükseköğretim geleneğinin köklü biçimde geliştiği ülkelerdeki gibi bilim, eleştirel düşünce,  araştırma ve sorgulama kültürünü geliştirmek suretiyle topluma yol gösterme konusunda kendilerinden beklenen performansı sergileyemedi. 

Statüko ve vesayete karşı koyması ve direnmesi gereken kurumlar olması beklenen üniversiteler, ideolojik kaygılarla hareket eden, çoğulculuk yerine tektipçiliğe sırtını dayayan ötekileştirici uygulamaların mekanı oldu.  Vesayetin güçlü olduğu dönemlerde yasakları uygulayan ve savunan kurumlar olmakla kalmadılar, yeni siyasi aktörleri ortaya çıkaran toplumsal değişimlere asker, bürokrasi ve yargı ile ittifak halinde direnç gösterdiler. Bu yönleriyle üniversitelerden beklenen üç temel alanda; eğitim-öğretim ve nitelikli insan gücü yetiştirme, özgün araştırmalarla teknolojik  yeniliklere liderlik yapma, hoşgörü ve çoğulculuk kültürünün gelişimine ve demokratikleşmeye katkıda bulunmada çağın gerisinde kaldılar. Buna rağmen üniversiteleri kurtarılmış kaleler olarak gören bazı aydınlar, topluma hesap vermek yerine, medya ve eski Türkiye eliteleri ile kurdukları ideolojik ittifaklar sayesinde söylemsel üstünlüklerini sürdürdüler. Bugün ODTÜ olaylarından sonra yaşananlar ve alınan pozisyonlar bir kez daha gösteriyor ki az sayıda öğrencinin katılımı ile başlayan ve farklı üniversitelere yayınlan şiddet olayları araçsallaştırılabilmektedir.

Kutuplaşma ve Şiddet Kime Yarar?

Türkiye, izleri bügün dahi hissedilen, üniversite öğrencilerinin şiddet sarmalına kapıldığı, idelojik kamplaşma ve kutuplaşmanın çok sayıda gencin hayatına mal olduğu talihsiz dönemler yaşadı. Kimi devrim, kimi vatanperverlik uğruna karşıt ideolojik uçlara savrulan üniversite gençliği birbirine kırdırıldı. Pekçok öğrenci eğitimini yarıda bırakmak zorunda kaldı. Bu kirli çekişmenin kaybedeni öğrenciler ve üniversiteler oldu. Türkiye’nin kayıp yılları şiddetin aklı ve sağduyuyu tutsak ederek müzakere kültürünü tutsak ettiği yıllar olmuştur.

Yeni Türkiye eski alışkanlıkların terkedilmeye başlandığı, vesayet rejiminin etkisini yitirdiği, siyasi ve ekonomik istikrarın yüksekğöretimde de yeni fırsat alanları açtığı bir Türkiye’dir. 2023 hedeflerine ulaşılmasında müzakere kültürünü benimseyen nitelikli kuşakların yetişmesi için her şehirde üniversite açılmış, yükseköğretimde tektipçilğin son bulması için yetmiş vakıf üniversitesinin kuruluşu onaylanmıştır. Üniversite eğitimini kolaylaştırmak amacıyla yeni üniversiteler açılırken kontenjanlar da artırılmış, dünya paralı eğitime geçerken harçlar kaldırılmış, burs miktarları yükseltilmiş, ücretsiz internet bağlantılı yurtlar açılmıştır. Bütün bunlar fırsat eşitliğini tabana yayarak üniversitelerde daha fazla öğrencinin daha iyi imkanlarla okuması, kendi geleceklerine daha güvenle bakabilmeleri için yapılmıştır. Türkiye’yi uluslarlarası sistemde temsil etmesi ve büyük güçler ile rekabet edebilen bir ülke konumuna getirmeleri beklenen de bu öğrencilerdir.

Üniversiteler, birbirine karşıt dahi olsa farklı görüşlere açık olan, muhalif ve alternatif görüşlerin bir arada yeşerebileceği kurumlardır. Bu yönüyle protesto ve itiraz haklarının serbestçe kullanılabileceği yerlerdir. Öte yandan yükseköğretime yapılan yatırımlar Yeni Türkiye’nin geleceğine yapılan yatırımlardır. Bu yatırımların protesto adı altında şiddete başvurularak sabote edilmesine, itibarsızlaştırılmasına ve saygınlığının zedelenmesine toplumun mazur beklenemez. Üniversiteler şiddetin korunduğu ve kutsandığı mekanlar olamayacağı gibi şiddete başvurulmadığı sürece öğrenci ve akademisyenlerin protesto haklarının kısıtlanamayağı kamusal alanlardır.

7 Aralık 2012 Cuma

Türk-Rus İlişkilerinde Yeni Perde


Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Türkiye ziyareti, Soğuk Savaş dönemi dış politika parametreleri ve ana bakış açılarının köklü bir değişime uğradığını bir kez daha teyit etti. İki kutuplu Soğuk Savaş yıllarında dış politikayı belirleyen iki ana unsur vardı. Bu unsurlar Rus ve Türk dış politikasını etkilemiş ve şekillendirmişti. Dönemin dış politikasında öne çıkan parametreler ideoloji ve güvenlik olarak tanımlamış ve bu yaklaşım Türkiye ve Sovyetler Birliği ilişkilerini uzun yıllar tutsak etmişti.

İkili İlişkilerde İdeoloji ve Güvenlik Kıskacı

İdeolojik olarak kendisini Batı demokrasisi ve liberalizmi eksenine yerleştiren Türkiye, içinde yer aldığı ittifakın da etkisi ile Sovyetler Birliği’nin komünist yayılmacılığını tehdit ve tehlike olarak algılamış ve bu ülke ile mesafeli ilişkiler geliştirmiştir. Benzer şekilde Sovyetler Birliği ve etkisindeki ülkeler de liberal pazar ekonomisi ve temsili demokrasi gibi değerleri yabancı ideolojik değerler olarak kodlamıştır. Söz konusu ideolojik farklılaşma yanında güvenlik riski algısı da ilişkileri etkilemiştir. Türkiye NATO içinde, Sovyetler Birliği ise Varşova Paktı içinde biri birine karşıt iki ayrı güvenlik alanına savrulmuş, sınır komşusu ülkeler olmalarına karşın siyasi ve ekonomik ilişkiler minimum düzeyde tutulmuştur. Türkiye bu dönemde kendi çıkarlarını önceleyen dış politika vizyonu geliştiremediği ve Sovyet yönetimi de Türkiye’yi karşı kampta gördüğü için ikili ilişkiler ideoloji ve güvenlik riskinin kıskacına girmiştir.

Soğuk Savaşın bitimi ile Türkiye ve Rusya için yeni bir dönem başlamıştır. Bir başka deyişle Sovyetler Birliğinin dağılması Türkiye ve Rusya için yeni imkan ve fırsatlar doğurmuştur. 1990’lı yıllar her iki ülke için de ideoloji ve güvenlik tehdidi algısı duvarlarının yıkıldığı, dış politikada ise çok boyutluluk ve bölgesel yakınlaşmanın ortaya çıktığı bir dönem olmuştur. Türkiye komşularla sıfır sorun ilkesini pratiğe dönüştürürken, Rusya ideoloji ihraç eden bir ülke olmaktan uzaklaşmış, bölgedeki ekonomik potansiyeli görerek rasyonel bir politika izlemeye başlamıştır.

Türk-Rus İlişkilerinin Normalleşmesi

Türk-Rus ilişkileri ekonomik çıkarlar temelinde yeniden tanımlanmış, üçüncü ülkelerin etkisinden kurtulmuş, karşılıklı yatırımlar ve sürekli derinleşen ticari ortaklık ülke arasında güven duygusu oluşturmuştur. Rusya özellikle Putin’in Devlet Başkanı seçildiği 2000’lerden itibaren dünya sisteminde ağırlık kazanma girişimlerinde bulunmuş, Putin, 1997 yılında yazdığı “Yerel Doğal Kaynakların Stratejik Açıdan Yeniden Yapılandırılması” konulu doktora tezindeki görüşlerini hayata geçirmeye başlamıştır. Türkiye ise bir taraftan AB ile ilişkilerini geliştirmiş, diğer yandan Ortadoğu, Balkanlar, Kafkasya/Orta Asya bölgesinde etki sahasını genişletmiştir. Her iki ülke de ikili ilişkilerdeki normalleşmeyi fırsata dönüştürmüştür.

Putin’in Türkiye ziyareti ve imzalanan 11 kritik anlaşma, 30 milyar dolara ulaşan yıllık ticaret hacmi, Rusya’nın Türkiye’deki 10 milyara dolara yaklaşan doğrudan yatırımı ile Türkiye’nin Rusya’daki 6 milyarı doları aşan yatırımı, Suriye krizinin çözümündeki görüş ayrılıklarının ikili ilişkileri derinden etkilemediğini göstermektedir.

Suriye krizi ile ilgili iki ülkenin farklı görüşleri ve çözüm önerileri olduğu biliniyor. Türkiye uluslararası toplumun daha etkin ve duyarlı davranması gerektiğini ifade ederken, Rusya, özellikle BM çatısı altında veto yetkisini kullanarak Suriye rejimini koruma yolunu seçti. Rusya’nın bu adımımın arkasında yatan temel neden Irak, Afganistan ve Libya olaylarında devre bırakılmış olmasıydı. Türkiye bu süreçte Rusya’nın kritik ve anahtar rolünü görmezlikten gelerek enerjisinin büyük kısmını, İran’ın da dahil olduğu bölge ülkeleri ile konuşmaya ayırarak; BM, AB ve ABD ile müzakereler yürüterek krize çözüm aramaya harcadı.

Putin’in ziyareti sırasında yapılan görüşmelerin ana gündem maddelerinden birinin Suriye oluşu gösterdi ki Türkiye, Suriye krizinin çözümünde Rusya’nın ciddi bir muhatap olarak görülmesini kabul etmeye başladı çünkü AB ve ABD beklenen ölçüde ağırlıklarını Türkiye’den yana şimdiye kadar koymadı. Diğer yandan Putin’in Suriye rejimi ile ilgili açıklamaları, Rusya’nın katı tutumunda gevşemeler olduğunu da gösterdi. Suriye krizinin bölgesel istikrarı tehdit ettiği, çözümlenmemesi durumunda yaratacağı riskler konusunda Türkiye ve Rusya’nın benzer görüşler taşıdığı, çözüm şartları ve yöntemi konusundaki farklılıkların da müzakere edildiği göz önüne alındığında Putin’in Türkiye ziyareti her ülke için de olumlu sonuçlar doğurmuştur. Bugün gelinen noktada, Türk-Rus ilişkilerinde ideoloji ve güvenlik tehdidi algılarına dayalı görüş yerini rasyonel yaklaşımların aldığını ve yeni bir perdenin açıldığını söylemek mümkündür.



Yükseköğretimde uluslararasılaşma Türkiye için ne vadediyor?

Prof. Dr. Talip Küçükcan  Bu yazının başlığı "Türkiye 370 milyar dolarlık yükseköğretim ekonomisinden ne kadar pay alıyor?" olab...