Kuzey Afrika ve Ortadoğu'daki yapısal değişim talepleri Türkiye'yi yeni bir çerçevede gündeme getirdi. İslam ülkelerindeki gelişmelerin yönü ve özellikle Ortadoğu coğrafyasının nereye doğru evrileceği uluslararası gündemin en önemli konusu. İç ve dış basında, siyasi ve akademik çevrelerde bu konu tartışılırken Türkiye'ye de sık sık atıflarda bulunuluyor. 'Türkiye model olabilir mi, siyasi ve toplumsal dönüşümde ilham kaynağı olabilir mi?' soruları soruluyor. 'Türkiye'nin birikimleri neler, potansiyel etki alanları olabilir mi, bir değişim ve dönüşüm için katkı sağlayabilir mi?', Batı'da ve İslam dünyasında 'Türkiye'nin bölgesel rolüne nasıl bakılıyor?' soruları ülkemize de ayna tutan ve Türkiye'nin de cevaplaması gereken sorular.
İslam dünyası homojen değil
İslam dünyası geniş bir coğrafya. İslam Konferansı Teşkilatı'na üye 57 İslam ülkesi var. Bir milyarı aşan nüfusu ile, dünyanın hemen her yerine dağılmış ve yerleşmiş bir din İslam. Kendi içinde geniş bir çoğulculuğu olan ama dışarıdan bakıldığında daha çok homojen algılanan bir topluluk Müslümanlar. Halbuki tarihî tecrübeler ve günümüzdeki gerçekler ışığında bakıldığında Balkanlardan Uzak Asya'ya, Kafkasya'dan Afrika'ya kadar geniş bir coğrafyaya yayılmış farklı İslam ülkelerinden ve farklı İslam tecrübelerinden söz etmek mümkün. Dolayısıyla İslam dünyasının değişim talep ve arayışları hakkında bir değerlendirme yaparken bu çeşitliliği mutlaka göz önünde bulundurmak, indirgemecilik yanlışına düşmemek, yeni bir oryantalist söylem üretmemek gerekiyor.
İslam coğrafyasını genel olarak ikiye ayırmak mümkün: Sömürge deneyimi yaşamış ve bunun etkilerini hâlâ hisseden ülkeler ile işgal ve sömürge deneyimi yaşamadan kendi geleceklerini kendileri inşa eden ülkeler. Sömürgecilik deneyimi yaşayan İslam ülkeleri, ulus devlet kurma süreçlerinde büyük sıkıntılar yaşamış, bağımsızlıklarını ilan ettiklerinde ise toplumsal destek ve milli iradeye dayalı yönetimler kurmada krizleri aşamamışlardır. Tunus ve Mısır'daki olayları bu tarihsel deneyimler ışığında okumak daha sağlıklı olacaktır. Bu tür deneyimi yaşamayan Türkiye ise sancılı bir demokrasi deneyimi olmasına karşın özellikle son yıllarda sivil iktidarı pekiştirme, askerî vesayeti kaldırma, din özgürlükleri alanını genişletme, ekonomik kalkınma ve dış politikadaki başarıları ile merkez ülke konumuna yükselmiştir.
Osmanlı Devleti'nin yıkılmasından sonra Ortadoğu'da çok sayıda devlet kuruldu. Bunlar sömürgecilerden bağımsızlıklarını kazanıp ulus devlet kurma aşamasına geçerken farklı modeller uyguladı. Sosyalizm modelinden tartışmalı da olsa İslam devleti modeline kadar farklı modeller denendi ancak meşruiyet sorunu çözülemedi. Türkiye'yi bu noktada gündeme taşıyan, özellikle çok partili hayata geçişle birlikte kurumsallaştırmaya başladığı siyasal katılım, halkın iradesinin yasama ve yürütmeye yansıtılması, yani egemenliğin millete verilmesi tecrübesidir.
Türkiye, dünyadaki gelişmeleri İslam coğrafyasındaki pek çok ülkeden daha iyi okuyan bir ülke. Türkiye'nin, Menderes ve Özal dönemlerinde başlatılan ve Erdoğan döneminde ivme kazandırılan hamlelerini (eğitim, düşünce ve ifade hürriyeti, medyada çoğulculuk, devletin küçülmesi, yeni ekonomik sınıfların yükselişi, sosyal devlet, demokrasi ve güvenlik dengesinin kurulması yolunda açtığı yeni fırsatlar) diğer ülkeler çok geriden takip etti. Türkiye'nin bu deneyimleri dolaylı da olsa Ortadoğu'da değişim talebinde bulunanları teşvik etti, cesaretlendirdi ve risk almaya itti. İnsanlar kendi geleceklerine sahip çıkmak amacıyla, uzun yıllar süren tek adam iktidarı yerine halkın iradesine dayalı sivil yönetimleri istemeye başladı. Türkiye bizatihi varlığı ile değişim sürecini cesaretlendiren bir rol oynadı.
Yeni Türkiye, oryantalizmin ezberini bozuyor
Batı'nın İslam dünyasına bakışı öteden beri sorunlu olmuştur. Daha çok homojen ve özcü bir yaklaşım hakim olmuş, oryantalizm de bunu kavramsallaştırarak pekiştirmiştir. Batı, özellikle 11 Eylül'den sonra İslam'a ilişkin önyargıları, kalıp düşünceleri tekrar üretmeye başladı. İslam ve güvenlik kavramları sürekli beraber anılarak İslam'ın tehdit olarak algılanmasına yol açtı. İslam ve radikalizm arasında kurulan bu ilişki İslam'ın tehdit olarak görülmesine ve nihayet bazı İslam ülkelerinin (Afganistan ve Irak) işgal edilmesine yol açtı. İslam dünyasındaki değişim talepleri tam da bu güvenlik anlayışı nedeniyle görmezden gelindi.
Siyasal katılım ve refahtan pay alma talepleri, radikal çevreleri iktidara taşır gerekçesiyle sürekli bastırıldı. Tunus ve Mısır'daki gelişmelerde otoriter rejimlerin alternatifinin radikal ve aşırı gruplar olabileceği endişesinin gündeme getirilmesi de bu noktada manidardır. Kuşkusuz İslam ülkeleri ile ilgili algılar söz konusu olduğunda geniş halk kitleleri ile yönetimlerini birbirinden ayırmak gerekir. Eğer bugün İslam dünyasına ilişkin bazı olumsuz düşünceler ve önyargılar var ise bunun sorumlusu aslında Müslüman halklar değil, onları temsil ettiklerini iddia eden siyasi yönetimler ve hareketlerdir. Örneğin insan hakları açısından sorunlu görülen bazı ülkelerde bu durum hemen dine mal edilmiş ve sorumlu İslam dini gibi gösterilmiştir. Türkiye deneyimi işte bütün bu ezberleri bozmakta, özellikle 2002'de başlayan yeni dönem, muhafazakâr bir parti ve onun siyasi kadrolarının demokrasiye olan inancını teyit etmekte, nüfusunun çoğunluğu Müslüman bir ülkenin AB başta olmak üzere dünya ile bütünleşme çabasını göstermektedir. Yani siyasi yapının temelinin dinî inanç ve değerlere göre şekillenmediği, demokrasi, insan hakları, sivilleşme, saydamlık ve hesap verebilirlik gibi kavramlar üzerine inşa edildiği görülmektedir. Bu başarı hikayesinin İslam dünyasındaki arayışlara ilham kaynağı olması doğaldır. Ancak Türkiye'nin bulunduğu yerden daha ileri bir noktaya ulaşması yani yeni Türkiye'yi hukuk ve demokrasi temelleri üzerine inşa etme sürecini hızlandırması gerekmektedir. İslam dünyasına ilham kaynağı olacak, örnek deneyim teşkil edecek olan işte bu yeni Türkiye olacaktır.
İlham kaynağı olan Yeni Türkiye'dir
Türkiye yakın tarihinin bütün yükünden kurtulabilmiş, geçmişi ile tümüyle yüzleşebilmiş değildir. Örneğin din özgürlükleri ve Kürt sorunu gibi statükoyu rahatsız edici sorunlarını halledebilmiş değil henüz. Ancak çok partili hayata geçişle birlikte bir normalleşme süreci başlamış, bu süreç zaman zaman müdahalelerle kesintiye uğramıştır. Sorunların çözümünde önemli adımlar atılmış, siyaset kurumu zaman zaman öncülük etmiş, zaman zaman ise isteksiz davranmıştır. Diğer İslam ülkeleri ile karşılaştırıldığında Türkiye'nin kendi sorunları ile daha kolay yüzleşmekte olduğunu söylemek mümkün. Zira toplumsal talepler siyasi mecraya taşınabiliyor. Siyasi katılım kapısının, yani halkın iradesinin yönetime yansımadığı veya sınırlı yansıdığı ülkelerde ise din-demokrasi, din-laiklik ve din hürriyetleri gibi alanlardaki sorunlar ile yüzleşmek daha zor oluyor ve daha sancılı oluyor.
Türkiye'de hâlâ statüko ve değişim yanlıları arasındaki mücadelenin sancıları hissediliyor. Bir tarafta askerî vesayete yaslanmaya hevesli, hatta siyasete müdahale etmediği için orduyu eleştiren siyasi bir tavır, diğer yanda tek parti döneminin tektipleştirici projesine karşı çoğulcu, vesayetsiz bir hukuk ve demokrasi sistemi kurmaya çalışan bir siyasi anlayış var. İslam dünyası ve Batı'dan bakıldığında anlamlı olan deneyim tek parti dönemi, darbeler ve vesayetin savunulduğu dönemler değil, Özal'lı yıllarda başlayan ve 2002'den itibaren belirginleşen yeni Türkiye deneyimidir. İslam dünyasını etkileyen tek parti döneminin ideolojisini sürdürmeye hevesli ve devleti merkeze alan Türkiye değil, kendi sorunları ile cesurca yüzleşebilen, dondurulmuş sorunların üzerine gidebilen, milletin iradesine kulak veren, inanç ve değerlerine saygılı, demokrasi taleplerini tehdit olarak görmeyen yeni Türkiye'dir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder