29 Ağustos 2014 Cuma

İslam dünyasının aşırılıkla imtihanı


Pew Araştırma Merkezi’nin Müslüman nüfusun yoğun olduğu 14 ülkede Nisan ve Mayıs aylarında 14.244 katılımcı üzerinde yaptığı araştırma, İslam dünyasındaki siyasal gelişmelerin sosyolojik yapı üzerindeki etkilerini ortaya koymaktadır. Araştırma özellikle Batı kamuoyunda yaygın olan bazı kalıpyargıları sarsacak bulgular da içermektedir.
1997 yılında yayınlanan "Islamophobia: A Challenge for Us All başlıklı Runnymede Trust" raporunun da ortaya koyduğu gibi Batı kamuoyunda İslam ile ilgili yaygın kanaatler olumsuz imgeler ve önyargılar içeriyordu. Bu raporun bulgularına göre İslamiyetin diğer kültürler ile ortak yönlerinin bulunmadığı, Batı kültürünün daha üstün olduğu, İslamiyetin şiddet içeren bir ideoloji olduğu kamuoyunda yaygın önkabuller arasında yer alıyordu.
11 Eylül 2011 saldırıları, Taliban ve El-Kaide gibi dini inanç ve söylemleri araçsallatırarak meşruiyet dayanağı olarak gösteren şiddet yanlısı örgütler İslam ve aşırılık arasında kurulan özdeşleşmeye malzeme taşımıştır. Afganistan ve Irak’ın işgali, Arap Baharı’nın öncelik ettiği siyasal değişim taleplerinin bastırılmasına karşı gelişen ve pozisyonlarını tahkim eden Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) gibi örgütler ise kökenleri geçmişe uzanan kalıpyargıları daha da pekiştirmiştir.


Ancak Pew araştırması bulgularının da açıkça işaret ettiği gibi radikal ve aşırı örgütlerin İslam coğrafyasında geniş bir toplumsal karşılığı ve desteği bulunmamaktadır. Buna rağmen istisnaları olmakla birlikte Batı medyası, siyaseti ve akademyasındaki hâkim bakış açısı ve kullanılan dil, Müslüman toplulukların aşırılıklara ve şiddet içeren İslam yorumlarına yatkın olduğunu ima etmektedir.






İslam dünyasına bakıldığında özcü yaklaşımlardan kaçınılmasını gerektiren geniş bir siyasal ve sosyolojik çeşitlilik olduğu göze çarpar. Pew araştırmasının da gösterdiği gibi Müslümanların çoğu aşırı örgütlerin varlığı ve yükselişini kaygı ile karşılamaktadır. İslam siyaset tarihinde şiddet eğilimi gösteren gruplar ve örgütler her zaman var olmuştur. Ancak bu tür İslam yorumları geniş kitleleri peşinden sürükleyememiştir. Her ne kadar temsil krizleri ve meşruiyet sorunlarının yaşandığı, merkezi otoritenin zayıfladığı dönemlerde göreceli bir yükseliş gösterseler de aşırı örgütler geniş bir destek tabanı bulamamıştır. Pew araştırması da bu gözlemi teyit eden bulgular içermektedir, zira Lübnan, Tunus, Mısır, Filistin, Ürdün, Bangladeş ve Pakistan gibi ülkelerde halkın büyük çoğunluğu aşırı örgütlerin varlığından duydukları endişeleri dile getirmektedir. Geçen yıllara oranla endişelilerin oranında belirgin bir artış olduğu da gözlenmektedir.
İslam dünyasında aşırı örgütlerin varlığından duyulan kaygıların artmasında yol açan pek çok neden sayılabilir. Bunlar arasında siyasal gelişmelerin nereye doğru evrildiğine ilişkin belirsizliklerin giderilememiş olması, etnik ve mezhepsel aidiyetlere dayalı toplumsal kırılmaların yarattığı risklerin gün geçtikçe artması, merkezi hükümetlerin siyasal istikrar ve güvenliği sağlayamaması ve otorite boşluğunu doldurmaya başlayan aşırı örgütlerin siyasal alana yayılmaları sayılabilir.
İslam ülkelerinde aşırı örgütlere tepkilerin artmasında belki de en önemli etken refah, istikrar, güvenlik, demokratikleşme ve sivilleşme taleplerinin bu örgütler yüzünden zemin kaybetmesi ve sorgulanmaya başlaması olmuştur.

Radikal örgütlere karşı endişelerin artmasında kuşkusuz bu örgütlerin eylemlerinin önemli bir payı vardır. Radikal örgütlerin Ortadoğu, Kuzey Afrika, Afganistan ve Pakistan’da meşruiyet arayışına dayalı sivil ve geniş toplumsal tabanlı siyasi hareketleri devre dışına bırakmaya çalıştığı ve bu amaçlarına artan oranda yaklaştığı görülmektedir. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki müesses nizamı değiştirmeyi amaçlayan Arap Baharı yeni umutlar doğurmuş, meşru ve katılımcı rejimlerin kurulması için yeni imkânlar yaratmıştır. Ancak bu süreçte farklı İslam yorumlarını benimseyen grup ve örgütler arasında da bir iktidar mücadelesi başlamıştır. Bu değişm sürecinde Libya, Suriye ve Irak’ta da görüldüğü demokratikleşme ve normalleşme talebinde bulunan geniş halk kitlelerinin temsili sorunu başgöstermiş, muhalefetin dağınıklığından yararlanan aşırı örgütler silahtan güç alarak rol çalmaya başlamıştır.


İslam ülkelerinde aşırı örgütlere tepkilerin artmasında belki de en önemli etken refah, istikrar, güvenlik, demokratikleşme ve sivilleşme taleplerinin bu örgütler yüzünden zemin kaybetmesi ve sorgulanmaya başlaması olmuştur. Bir başka ifade ile meşru temsil iddiasının aşırı örgütler tarafından çalınması, şiddet örgütlerine karşı tepki ve endişeleri de artırmıştır. Bunda Batı dünyasının bölge politikalarının da etkisi olmuştur. Toplumsal tabanı ve meşruiyeti kamuoyunda genel kabul gören hareketlere otoriter rejimler ile mücadelelerinde yeterli destek verilmeyişi radikal örgütlere alan açmıştır. Bugün aşırı İslami örgütler Ortadoğu, Afrika ve Asya’da sahada etkin bir konuma gelmiş ise bu Pew araştırmasının da işaret ettiği söz konusu örgütlerin görüş ve eylemlerinin yerel halk tarafından benimsenmesi veya desteklenmesinin sonucu değildir. Zira çoğu ülkede Müslüman toplulukların aşırı örgütlere bakışlarında görülen kaygı giderek artmaktadır.
Irak ve Suriye deneyimleri aşırı İslami örgütlerin istikrarsızlık, kutuplaşma, mezhepsel çatışma ve bölünmeye ne kadar katkıda bulunduğunu göstermesi bakımından anlamlıdır. Her ne kadar her iki ülkede de etnik ve mezhepsel gerilimlerin tarihsel kökenleri olsa da radikal örgütler devreye girene kadar bu farklılıklar ve gerilimler en az maliyetle yönetilebilir durumdaydı. Bugün gelinen noktada aşırı örgütlerin eylemleri halkın talep ettiği siyasal değişim ve dönüşümün önündeki en büyük engele dönüşmüş durumda. İşte bu yüzden pek çok ülkede Müslüman kamuoyu aşırı örgütleri ve şiddet eylemlerini endişe ile izlemeye devam etmektedir.
İslam dünyasında özellikle kriz ve çatışmaların uzun süreli olduğu ve bir türlü çözülemediği yerlerde İslami hareketler çözümün adresi olarak görülmekte, bu hareketlerden beklentiler de doğal olarak artmaktadır. Siyasal İslami hareketlerin yükselişe geçtiği her yerde meşruiyet sorunu yaşayan rejimlerin çözemediği temsil meselesi başta olmak üzere ekonomi ve dış politikaya ilişkin sorunların çözümlenmesi beklenmektedir.






Yüzyıllık sorunların mucizevi biçimde çözülememesi ise iktidara gelen yeni İslami siyasal aktörlerin sorgulanmasına yol açmaktadır. Hamas bu hareketlerden biri olarak zikredilebilir zira seçimle iş başına gelmiş, Gazze’de toplumsal ve siyasal meşruiyeti kabul edilmiş bir örgüttür. Ancak gerek Gazze’ye yönelik ablukanın kaldırılması gerekse Batı Şeria ile olan ilişkilerde normalleşme ve güven inşasının gecikmesi, dolayısıyle Filistin sorununun çözümünde beklentileri tam olarak karşılayamaması, ayrıca İsrail ve müttefiklerinin uluslararası kamuoyunda yalnızlaştırma girişimleri nedeniyle Hamas’a destek azalmıştır.
Siyasal alanın katılıma açık olup olmaması önemli bir sorun olarak kendisini göstermektedir. Örneğin Mısır’da ilk sivil ve saydam seçimle Cumhurbaşkanı seçilen Mursi’nin bir darbe ile görevden uzaklaştırılması, Müslüman Kardeşler’in önce yasaklanması ve sonra terör örgütü ilan edilerek liderlerinin hapsedilmesi, üyelerinin bir kısmının idama mahkûm edilmesi siyasete olan güvenin zedelenmesine yol açabilir. Siyasetten umudunu kesenlerin artması ise aşırı örgütlerin rol çalması ve destek bulması için verimli zemin oluşturmaktadır.


http://www.aljazeera.com.tr/gorus/islam-dunyasinin-asirilikla-imtihani

İran nükleer anlaşması yeni bir dönemin başlangıcı mı?

BM Güvenlik Konseyi üyeleri ABD, Rusya, Çin, İngiltere, Fransa (P5) ve Almanya'nın (+1) İran ile yürüttüğü müzakereler anlaşmayla sonuçlandı. Siyasi çevreler ve uzmanların tarihi olarak niteledikleri anlaşma diplomasinin hala sonuç alabileceğini, sert güç kullanımının doğurabileceği risklerin dikkatlice hesaplanması gerektiğini bir kez daha dünya kamuoyu gündemine taşımış oldu. İran ile yapılan anlaşmaya kim kazandı kim kaybetti mantığı ile bakanlar olduğu kadar söz konusu anlaşmanın hem ilgili tarafların bundan sonraki davranışlarına hem de bölge politikalarına nasıl yansıyacağı sorusu çerçevesinde bakanlar da bulunmaktadır ki özgün olan da böyle bir yaklaşımdır.
Anlaşma tarihi başarı mı?

1979 devriminden bu yana İran'ın bazı ülkeler dışında uluslararası sistemin başat aktör ve kurumları ile ilişkilerinde bir kopuş yaşandığı biliniyor. Zaman zaman yakınlaşma gereğinden söz edilse de özellikle ABD ve Batı ülkeleri ile İran arasında diplomatik ilişkilerin yeniden kurulamadığı, İran'ın takip ettiği bölge politikaları yüzünden uluslararası sistemin dışında tutulduğu, İsrail, Irak, Suriye ve Lübnan siyasetinden dolayı sert biçimde eleştirildiği herkesin malumu. Bu sürtüşmelerden dolayı İran'ın nükleer teknoloji geliştirmesi, geliştirmeyi sürdürdüğü teknolojiyi sivil mi yoksa askeri amaçla mı kullanacağı hep tartışılageldi. İsrail'in de katkısıyla İran üzerinde ciddi bir kuşku bulutu oluşturuldu.
P5+1 ve İran arasında varılan anlaşma kuşkusuz tarihi bir öneme sahip çünkü şimdiye kadar muhatap alınmayan ve ikna edilemeyen İran masaya oturdu, müzakerenin yani sorunun değil de çözümün bir parçası olarak uluslararası sisteme geri dönüş yaptı. Bu açıdan bakıldığında anlaşmaya tarihi denilebilir. Ancak bu anlaşmadaki şartların neredeyse hepsini taşıyan bir anlaşma, Türkiye-Brezilya ve İran arasında 2010'da imzalanmıştı. Yani Türkiye ve Brezilya, bölgesel ve küresel güçlerin Uluslararası Atom Enerjisi kanalıyla talep ettikleri şartları İran'a kabul ettirmişti. 2010'daki anlaşmaya soğuk bakan hatta o gün Türkiye'yi hoyratça suçlayanların benzer bir anlaşmaya bugün tarihi demeleri manidardır.

İran nükleer anlaşmasının yansımaları
Diplomasinin zaferi olarak lanse edilen P5+1 ve İran nükleer anlaşmasının yansımalarını üç açıdan yorumlamak mümkündür.
Birincisi, İran açısından bakıldığında anlamlı kazanımların olduğu görülebilir. Bazı ülkeler hariç uluslararası toplum İran'ın nükleer projesini bir takım sınırlamalar ile meşru bir girişim olarak kabul etti. Ayrıca İran müzakere masasına oturarak uluslararası sistemin yeniden bir parçası olmuş, muhatap alınmış ve böylece izolasyondan kurtulmanın kapısını aralamıştır. İran'ın meşru bir muhatap olarak görülmesine yol açan müzakere ve anlaşmanın en somut kazanımı ise İran'a uygulanan yaptırımların gevşetilecek oluşudur.
İkincisi, P5+1'ın temsil ettiği uluslararası toplum ve bilhassa ABD açısından bakıldığında, savaş ve şiddete başvurmadan İran ikna edilmiş, bileği bükülmüş ve nükleer silah üretimi riski en azından şimdilik önlenmiştir. Irak ve Afganistan'dan askeri varlığını çeken, Suriye'deki krize müdahaleye isteksiz olan ABD ve Batı ittifakı bölgede kendileri açısından daha az maliyetli ama daha etkin bir yöntem ve siyasetle yönlendirici olmanın yolunu açmıştır.
Bu anlaşma, ABD ve diğer büyük güçlerin bölgeden çekildiği görüşünü çürütmekte, tam tersi yeniden ama farklı yöntem ve enstrümanla bölgeye müdahil olduğuna işaret etmektedir. İsrail ve Suudi Arabistan ise ABD müttefiki olmalarına karşın bölgedeki en büyük hasımları olarak gördükleri İran'ı rahatlatan anlaşmaya karşı çıktıklarını açıkça beyan etmeyi sürdürmektedir. Anlaşma ile birlikte ortaya çıkan sorulardan biri de İran'dan sonra sıranın hangi ülkeye geleceğidir. Örneğin nükleer projeleri olan diğer ülkelere ilişkin nasıl bir siyasal tutum ve uygulama olacak sorusu şimdiden sorulmaya başlanmıştır. İsrail'in nükleer ve biyolojik silahları olduğu ve NPT'ye de imza koymadığı biliniyor. Eğer bölgesel bir silahsızlanma olacaksa, İsrail'in de sorgulanması talep edilebilir.
Üçüncüsü, İran ile müzakerelerin anlaşma ile sonuçlanması Türkiye'yi de yakından ilgilendiren bir gelişmedir. Bir yönü ile Türkiye açısından olumlu bir gelişmedir zira nükleer silah tehdidinden arındırılmış bir bölge Türkiye'nin risk ve tehdit algılarını azaltacaktır. Ayrıca yaptırımların gevşemesi ve kalkması ile sınır komşusu olması nedeniyle İran'la dış ticaret hacminde genişleme olacak; Türkiye'nin ihracatı artacak ve daha güvenli ve ekonomik enerji temini mümkün olacaktır. Son tahlilde 2010'da zaten Türkiye de Brezilya ile birlikte İran'ı çözüme ikna etmişti.
2010'da çözümün liderliğini Türkiye ve Brezilya yaptığı için soğuk karşılanmıştı. Bugün gerçekleşen anlaşma aslında Türkiye'nin olayları çok önceden gördüğünün bir işaretidir. İran'ın merkezi bir konuma oturtulması yönünde bir gelişmenin yaşanması ve psikolojik olarak güçlendirilmesi ise bölgesel rekabet açısından bakıldığında Türkiye'nin çıkarları ile uyuşmamaktadır.



https://www.blogger.com/blogger.g?blogID=12960178#editor/target=post;postID=7458797749807546244

Suriye krizinde çözüm seçenekleri

ABD'nin Rusya'nın başlattığı diplomatik girişimlere teslim olmasıyla, Obama sahneden inerken Putin oyun kurucu lider görüntüsü ile sahneye çıktı
Rusya'nın başlattığı diplomatik girişimlere teslim olan ABD küresel rekabet yarışında bir adım attı; Obama sahneden inerken Putin oyun kurucu lider görüntüsü ile sahneye çıktı.
Gerek Obama'nın ertelediği Suriye'ye müdahale planı gerekse Putin'in arabuluculuk girişimi ile kimyasal silahların imha edilmesi planı Suriye krizine nihai bir çözüm getirmeyi amaçlamıyor.
ABD ve Rusya perde gerisinde kontrollü bir krizin devam etmesinin kendi çıkarlarına aykırı olmadığı konusunda anlaşmış görünüyor, zira masa üzerindeki seçenekler sahadaki dengeleri değiştirecek cinsten değil.


Suriye krizinin mucizevi bir çözümü yok

Suriye'de iki yılı aşkın bir süredir devam eden kriz ve iç çatışma, İran ve Rusya gibi güçlerin dışarıdan rejime; bazı ülkelerin de muhalefete verdiği destekten dolayı oldukça karmaşık bir yapıya bürünmüş durumda. Suriye, bir taraftan iç savaşın devam ettiği, diğer taraftan bölgesel ve küresel güçlerin çıkar ve nüfuz mücadelesinin devam ettiği açık bir rekabet alanına dönüştü. Bölgesel ve küresel aktörlerin kendi güçlerini de sınadığı bir ülke Suriye.
Bu nedenle krize kolay bir çözüm yolu görünmüyor ufukta. Afganistan ve Irak örnekleri de göstermektedir ki bölgeye dışardan müdahaleler, her zaman beklenen sonuçları doğurmayabilir.
Suriye krizinde aşağı yukarı şu seçenekler ile karşı karşıyayız. Bunları anlama ve yorumlama biçimleri Suriye'nin geleceğini tayin edecek adımların atılmasını gerekli kılacaktır.
Suriye'de 120 bin insan öldü ve mevcut durum ve güç dengeleri olduğu gibi devam ederse ölmeye devam edecek. Ülkenin toplumsal dokusu mezhepsel hatlarda tamir edilemez biçimde yara alacaktır. Mültecilerin sayısında dramatik artışlar yaşanacaktır. Türkiye'nin sınır güvenliği riskleri de daha artacaktır.
Bu gelişmelere seyirci kalınabilir mi? Nereye kadar seyirci kalınabilir?


Dış müdahalenin riskleri

Diğer yandan bir dış müdahale pek çok riski içinde barındırmasına karşın, gerçekleştirildiğinde iki ihtimal doğacaktır. İktidar değişikliği ile son bulacak bir müdahalede rejim giderse ve bunun yerine yeni ve geniş tabanlı bir hükümet kurulabilirse (kolay olmayacaktır kuşkusuz) krizin çözümü için bir imkân doğabilir. Ki Suriye'de bugünkü krizin başlangıç noktası da demokratik talepler çerçevesinde siyasal alanın açılması idi. Rejim değişikliği ile sonuçlanmayan bir müdahale durumunda ise tekrar başa dönülme, şiddet sarmalının genişleyerek sürme ihtimali oldukça büyük görünüyor. Diplomatik girişimlere bir şans daha verilmesi durumunda sonuç alınabilir mi sorusu da bu bağlamda sorulmalıdır. Krizin başlangıcından hemen sonra başlayan Arap Birliği gözlemcilerinin girişimleri; Kofi Annan arabuluculuğu; birinci Cenevre zirvelerinin sonuç vermediği göz önüne alınırsa diplomatik yolların da büyük oranda tıkandığı söylenebilir.
Suriye'de hangi yöntem tercih edilirse edilsin krize mucize bir çözüm beklenmesi rasyonel ve gerçekçi değildir.

27 Aralık 2012 Perşembe

Üniversiteler ve Demokrasi Kültürü



Londra Üniversitesi’nde yüksek lisans, Warwick Üniversitesi’nde doktora yaptım, aynı üniversitede iki yıl çalıştım ama bir kez bile olsun bu üniversite kampuslerinde şiddet olaylarına rastlamadım. İngiliz üniversite kültürü ve geleneği ile Türkiye’dekiler arasında hayli farklılıklar var diyebilirim. Türkiye’de kutuplaşma son zamanlarda şiddetin tırmanmasına neden oluyor.
Türkiye’nin en zeki, yetenekli ve başarılı öğrencilerinin okuduğu, üniversiteye hazırlanan binlerce öğrencinin ilk sıralarda tercih ettiği ve saygın bilim insanlarının çalıştığı ODTÜ kampusünde yaşanan olaylar, Başbakan ve rektörlerin açıklamaları, sayıları az olmakla beraber bazı öğrencilerin şiddet içeren davranışları, ünivesitelere ve demokrasi kültürüne ilişkin yeniden bir düşünme süreci başlattı.

Üniversite, Devlet ve İdeoloji

Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren  yükseköğretim kurumları Türkiye’de önemli işlevler görmüş, devlet ideolojisinin, yukarıdan aşağıya empoze edilen modernleşme ve sekülerleşme projesinin etkin bir taşıyıcısı ve savunucusu olmuştur. Üniversite sayıları uzun yıllar yükseköğretim talebini karşılayamadığı için bu kurumlardan sınırlı sayıda vatandaş yararlanabilmiş, üniversiteler kritik konularda suskun kalmış ve kronik sorunların çözümünde öneriler getirmekten çekinmiştir. Bir başka ifade ile üniversiteler, yükseköğretim geleneğinin köklü biçimde geliştiği ülkelerdeki gibi bilim, eleştirel düşünce,  araştırma ve sorgulama kültürünü geliştirmek suretiyle topluma yol gösterme konusunda kendilerinden beklenen performansı sergileyemedi. 

Statüko ve vesayete karşı koyması ve direnmesi gereken kurumlar olması beklenen üniversiteler, ideolojik kaygılarla hareket eden, çoğulculuk yerine tektipçiliğe sırtını dayayan ötekileştirici uygulamaların mekanı oldu.  Vesayetin güçlü olduğu dönemlerde yasakları uygulayan ve savunan kurumlar olmakla kalmadılar, yeni siyasi aktörleri ortaya çıkaran toplumsal değişimlere asker, bürokrasi ve yargı ile ittifak halinde direnç gösterdiler. Bu yönleriyle üniversitelerden beklenen üç temel alanda; eğitim-öğretim ve nitelikli insan gücü yetiştirme, özgün araştırmalarla teknolojik  yeniliklere liderlik yapma, hoşgörü ve çoğulculuk kültürünün gelişimine ve demokratikleşmeye katkıda bulunmada çağın gerisinde kaldılar. Buna rağmen üniversiteleri kurtarılmış kaleler olarak gören bazı aydınlar, topluma hesap vermek yerine, medya ve eski Türkiye eliteleri ile kurdukları ideolojik ittifaklar sayesinde söylemsel üstünlüklerini sürdürdüler. Bugün ODTÜ olaylarından sonra yaşananlar ve alınan pozisyonlar bir kez daha gösteriyor ki az sayıda öğrencinin katılımı ile başlayan ve farklı üniversitelere yayınlan şiddet olayları araçsallaştırılabilmektedir.

Kutuplaşma ve Şiddet Kime Yarar?

Türkiye, izleri bügün dahi hissedilen, üniversite öğrencilerinin şiddet sarmalına kapıldığı, idelojik kamplaşma ve kutuplaşmanın çok sayıda gencin hayatına mal olduğu talihsiz dönemler yaşadı. Kimi devrim, kimi vatanperverlik uğruna karşıt ideolojik uçlara savrulan üniversite gençliği birbirine kırdırıldı. Pekçok öğrenci eğitimini yarıda bırakmak zorunda kaldı. Bu kirli çekişmenin kaybedeni öğrenciler ve üniversiteler oldu. Türkiye’nin kayıp yılları şiddetin aklı ve sağduyuyu tutsak ederek müzakere kültürünü tutsak ettiği yıllar olmuştur.

Yeni Türkiye eski alışkanlıkların terkedilmeye başlandığı, vesayet rejiminin etkisini yitirdiği, siyasi ve ekonomik istikrarın yüksekğöretimde de yeni fırsat alanları açtığı bir Türkiye’dir. 2023 hedeflerine ulaşılmasında müzakere kültürünü benimseyen nitelikli kuşakların yetişmesi için her şehirde üniversite açılmış, yükseköğretimde tektipçilğin son bulması için yetmiş vakıf üniversitesinin kuruluşu onaylanmıştır. Üniversite eğitimini kolaylaştırmak amacıyla yeni üniversiteler açılırken kontenjanlar da artırılmış, dünya paralı eğitime geçerken harçlar kaldırılmış, burs miktarları yükseltilmiş, ücretsiz internet bağlantılı yurtlar açılmıştır. Bütün bunlar fırsat eşitliğini tabana yayarak üniversitelerde daha fazla öğrencinin daha iyi imkanlarla okuması, kendi geleceklerine daha güvenle bakabilmeleri için yapılmıştır. Türkiye’yi uluslarlarası sistemde temsil etmesi ve büyük güçler ile rekabet edebilen bir ülke konumuna getirmeleri beklenen de bu öğrencilerdir.

Üniversiteler, birbirine karşıt dahi olsa farklı görüşlere açık olan, muhalif ve alternatif görüşlerin bir arada yeşerebileceği kurumlardır. Bu yönüyle protesto ve itiraz haklarının serbestçe kullanılabileceği yerlerdir. Öte yandan yükseköğretime yapılan yatırımlar Yeni Türkiye’nin geleceğine yapılan yatırımlardır. Bu yatırımların protesto adı altında şiddete başvurularak sabote edilmesine, itibarsızlaştırılmasına ve saygınlığının zedelenmesine toplumun mazur beklenemez. Üniversiteler şiddetin korunduğu ve kutsandığı mekanlar olamayacağı gibi şiddete başvurulmadığı sürece öğrenci ve akademisyenlerin protesto haklarının kısıtlanamayağı kamusal alanlardır.

7 Aralık 2012 Cuma

Türk-Rus İlişkilerinde Yeni Perde


Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Türkiye ziyareti, Soğuk Savaş dönemi dış politika parametreleri ve ana bakış açılarının köklü bir değişime uğradığını bir kez daha teyit etti. İki kutuplu Soğuk Savaş yıllarında dış politikayı belirleyen iki ana unsur vardı. Bu unsurlar Rus ve Türk dış politikasını etkilemiş ve şekillendirmişti. Dönemin dış politikasında öne çıkan parametreler ideoloji ve güvenlik olarak tanımlamış ve bu yaklaşım Türkiye ve Sovyetler Birliği ilişkilerini uzun yıllar tutsak etmişti.

İkili İlişkilerde İdeoloji ve Güvenlik Kıskacı

İdeolojik olarak kendisini Batı demokrasisi ve liberalizmi eksenine yerleştiren Türkiye, içinde yer aldığı ittifakın da etkisi ile Sovyetler Birliği’nin komünist yayılmacılığını tehdit ve tehlike olarak algılamış ve bu ülke ile mesafeli ilişkiler geliştirmiştir. Benzer şekilde Sovyetler Birliği ve etkisindeki ülkeler de liberal pazar ekonomisi ve temsili demokrasi gibi değerleri yabancı ideolojik değerler olarak kodlamıştır. Söz konusu ideolojik farklılaşma yanında güvenlik riski algısı da ilişkileri etkilemiştir. Türkiye NATO içinde, Sovyetler Birliği ise Varşova Paktı içinde biri birine karşıt iki ayrı güvenlik alanına savrulmuş, sınır komşusu ülkeler olmalarına karşın siyasi ve ekonomik ilişkiler minimum düzeyde tutulmuştur. Türkiye bu dönemde kendi çıkarlarını önceleyen dış politika vizyonu geliştiremediği ve Sovyet yönetimi de Türkiye’yi karşı kampta gördüğü için ikili ilişkiler ideoloji ve güvenlik riskinin kıskacına girmiştir.

Soğuk Savaşın bitimi ile Türkiye ve Rusya için yeni bir dönem başlamıştır. Bir başka deyişle Sovyetler Birliğinin dağılması Türkiye ve Rusya için yeni imkan ve fırsatlar doğurmuştur. 1990’lı yıllar her iki ülke için de ideoloji ve güvenlik tehdidi algısı duvarlarının yıkıldığı, dış politikada ise çok boyutluluk ve bölgesel yakınlaşmanın ortaya çıktığı bir dönem olmuştur. Türkiye komşularla sıfır sorun ilkesini pratiğe dönüştürürken, Rusya ideoloji ihraç eden bir ülke olmaktan uzaklaşmış, bölgedeki ekonomik potansiyeli görerek rasyonel bir politika izlemeye başlamıştır.

Türk-Rus İlişkilerinin Normalleşmesi

Türk-Rus ilişkileri ekonomik çıkarlar temelinde yeniden tanımlanmış, üçüncü ülkelerin etkisinden kurtulmuş, karşılıklı yatırımlar ve sürekli derinleşen ticari ortaklık ülke arasında güven duygusu oluşturmuştur. Rusya özellikle Putin’in Devlet Başkanı seçildiği 2000’lerden itibaren dünya sisteminde ağırlık kazanma girişimlerinde bulunmuş, Putin, 1997 yılında yazdığı “Yerel Doğal Kaynakların Stratejik Açıdan Yeniden Yapılandırılması” konulu doktora tezindeki görüşlerini hayata geçirmeye başlamıştır. Türkiye ise bir taraftan AB ile ilişkilerini geliştirmiş, diğer yandan Ortadoğu, Balkanlar, Kafkasya/Orta Asya bölgesinde etki sahasını genişletmiştir. Her iki ülke de ikili ilişkilerdeki normalleşmeyi fırsata dönüştürmüştür.

Putin’in Türkiye ziyareti ve imzalanan 11 kritik anlaşma, 30 milyar dolara ulaşan yıllık ticaret hacmi, Rusya’nın Türkiye’deki 10 milyara dolara yaklaşan doğrudan yatırımı ile Türkiye’nin Rusya’daki 6 milyarı doları aşan yatırımı, Suriye krizinin çözümündeki görüş ayrılıklarının ikili ilişkileri derinden etkilemediğini göstermektedir.

Suriye krizi ile ilgili iki ülkenin farklı görüşleri ve çözüm önerileri olduğu biliniyor. Türkiye uluslararası toplumun daha etkin ve duyarlı davranması gerektiğini ifade ederken, Rusya, özellikle BM çatısı altında veto yetkisini kullanarak Suriye rejimini koruma yolunu seçti. Rusya’nın bu adımımın arkasında yatan temel neden Irak, Afganistan ve Libya olaylarında devre bırakılmış olmasıydı. Türkiye bu süreçte Rusya’nın kritik ve anahtar rolünü görmezlikten gelerek enerjisinin büyük kısmını, İran’ın da dahil olduğu bölge ülkeleri ile konuşmaya ayırarak; BM, AB ve ABD ile müzakereler yürüterek krize çözüm aramaya harcadı.

Putin’in ziyareti sırasında yapılan görüşmelerin ana gündem maddelerinden birinin Suriye oluşu gösterdi ki Türkiye, Suriye krizinin çözümünde Rusya’nın ciddi bir muhatap olarak görülmesini kabul etmeye başladı çünkü AB ve ABD beklenen ölçüde ağırlıklarını Türkiye’den yana şimdiye kadar koymadı. Diğer yandan Putin’in Suriye rejimi ile ilgili açıklamaları, Rusya’nın katı tutumunda gevşemeler olduğunu da gösterdi. Suriye krizinin bölgesel istikrarı tehdit ettiği, çözümlenmemesi durumunda yaratacağı riskler konusunda Türkiye ve Rusya’nın benzer görüşler taşıdığı, çözüm şartları ve yöntemi konusundaki farklılıkların da müzakere edildiği göz önüne alındığında Putin’in Türkiye ziyareti her ülke için de olumlu sonuçlar doğurmuştur. Bugün gelinen noktada, Türk-Rus ilişkilerinde ideoloji ve güvenlik tehdidi algılarına dayalı görüş yerini rasyonel yaklaşımların aldığını ve yeni bir perdenin açıldığını söylemek mümkündür.



27 Ekim 2012 Cumartesi

Ortadoğu'da Yeni Vizyon Arayışı ve Suriye Testi



Türk dış politikasına ilişkin eleştiri ve tartışmalar, bölgesel ve küresel değişkenler yeterince dikkate alınmadan, iç politikanın günübirlik polemiklerinin malzemesi olarak sürdürülüyor. Tartışmalarda hakim dil, Türkiye’nin sınırlarının ötesindeki gelişmeleri merkeze alan bir yaklaşım ve içerikten öte iktidar-muhalefet çekişmesi ve rekabetinin birbirini sürekli iğneleyen, suçlayan ve karşı tarafı dize getirmeyi önceleyen renklerini taşıyor. Ancak Türkiye’nin dış politika tercihlerini ve sürdürülegelen siyaseti iç politikanın kısır döngüsüne hapsederek tartışmak yeni gelişmeleri ve köklü değişimleri kapsamlı biçimde okumaya engel olmaktadır. Bu nedenle Türk dış politikasının temel parametrelerini, sabit ve değişken yönlerini polemik dilini aşarak tartışmak bir ihtiyaç olarak karşımıza çıkmaktadır. Zira mevcut siyasetin nereye doğru evrilebileceğini ve yeni stratejik tercihlerin neler olabileceğini görmek öncelikle dış aktör ve değişkenlerin de analiz edilmesini zorunlu kılmaktadır. Dış politika tercihleri ve kararları bir sürece işaret eder. Bu süreç uygulama aşamasında karmaşıklaşır, hızı ve yönü dış faktörlerin etkisiyle değişebilir, ilk planda vazgeçilmez görülen kararlar yeniden gözden geçirilebilir, belirli sınırlar içinde kabullenilen esneklik ile dış politika tercihlerinde değişiklik yapılabilir. Bu nedenle dış politika kararlarının her zaman ve şartta sonuç vermesini beklemek gerçekçi olmayan bir beklentiye tekabül eder. Bir ülkenin bölgesel ve küresel ilişkileri, yani dış politika karar ve tercihlerine dayalı hareketleri bir sürece işaret eder.


Türkiye örneğinden hareket ederek somutlaştırmak gerekirse, dış politikası belirli ölçüde devamlılık gösterse de bir ülkenin aldığı tüm kararların kendi istediği ve planladığı gibi bir sonuç üretmesi kolay değildir. Çünkü Türkiye’nin Suriye politikasında da görüldüğü gibi sürece dahil olan ve Türkiye’nin kontrol etmesi mümkün olmayan pek çok aktörün, içinde bulunduğumuz bölgede yaşananlara müdahale ettiği, olaylara taraf olduğu ve farklı çıkarlar peşinde koştuğu ortadadır. Aslında ilkeler temelinde yaklaşım farklılıkları ve çıkar çatışmalarını da barındıran bölgesel ve küresel rekabet, diğer ülkeler gibi Türk dış politikasını da etkilemekte, dış politikayı bir süreç değil de hemen sonuç alınacak kısa vadeli bir girişim olarak görenler beklentileriyle karşılaşmayınca hemen başarı notu verme kolaycılığını tercih etmektedir. Dış politikayı çok faktörlü bir süreç olarak görenler ise daha gerçekçi bir bakış açısı ile, izlenen politikaların sonuçlarının ancak uzun vadede görülebileceğini, kontrol edilemeyen aktör ve değişkenlerin etkisiyle söz konusu tercih ve hedeflerin revize edilebileceğini değerlendirmekte, yani dış politikanın doğası gereği bir süreç olarak görülmesi gerektiği üzerinden bir tartışma yürütmenin daha sağlıklı olacağını düşünmektedir. Türk dış politikasındaki geçmişten bugüne görülen değişimler ve beklenmedik olayların etkisiyle günümüzdeki yeniden gözden geçirme ihtiyaçları da dış politikanın bir süreç olarak görülmesi gerektiğini, tercihlerin mutlak olmayıp revize edilebileceğini göstermektedir. Cumhuriyetin kuruluşunun 89. yılını idrak ettiğimiz bugünlerde Türk dış politikasının nereden nereye doğru evrildiğinin kısa bir muhasebesini yapmak bugünü daha iyi anlama ve analiz etmeye yarayacağı gibi Türkiye’nin Ortadoğu vizyonundaki yenilikleri de idrak etmeye katkıda bulunacaktır. Osmanlı Devleti’nin dağılmasından sonra imparatorluk toprakları üzerinde 25’ten fazla ulus devlet kuruldu.
Türkiye’nin bu ülkeler ile ilişkileri daha çok o dönemin travmaları ve algılarının etkisi ile şekillendi. Türkiye’nin modernleşme ve Batılılaşma ideolojisi de ortak tarihi ve kültürü paylaşmasına rağmen Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da kurulan devletler ile minimum düzeyde ilişki geliştirmesine yol açtı. Çünkü Türkiye tercihini Batı’dan yana kullanmış ve dış politika öncelikleri arasında bugün eksen kayması tartışmalarına neden olan coğrafya ile ilişkilerini uzun süre sembolik düzeyde tutmuştur. Soğuk Savaş dönemi ideolojisi ve Türkiye’nin de konjonktürel ve stratejik nedenler ile içinde yer aldığı blok siyasi elitin, özellikle dış politikada karar alıcıların bağımsız bir siyasi çizgi geliştirmelerine büyük ölçüde engel olmuştur. Türkiye müttefikleri ile hareket etmiş, kendi ulusal çıkarlarının gerektirdiği ilişkileri geliştirecek siyasi ve idelojik imkan ve seçenekleri karar mekanizmasının itici gücü yapamamıştır. NATO üyeliği ile perçinlenen bu görüntü Özallı yıllara kadar büyük oranda dış politika tercihlerinde hakim renk olmuştur. Özal bir taraftan AB üyeliğinin altını çizerken diğer yandan Ortadoğu ile de köprüler kurmaya çalışmıştır. 1989-1990 Soğuk Savaşın sonu Türk dış politikasında yeni bir dönemin başlangıcı olmuş, Özal seleflerinden farklı olarak daha dışa dönük bir siyaset için kolları sıvamış ve Türk Cumhuriyetleri ile ekonomik ve siyasi ilişkileri geliştirmenin yollarını aramıştır. Diğer yandan ABD liderleri ile de yakın ilişkiler geliştirerek Türk dış politikasında AK Parti döneminde belirginleşen ve gittikçe kurumsallaşan dış politikada çok yönlülük siyasetinin temelllerini atmıştır. Türk dış politikasında bir süreklilikten bahsedilecekse Özallı yıllarda tohumları atılan ancak 2000’lere kadar parçalı siyaset ve koalisyon dönemleri içe kapanmalarından dolayı üzeri tozlanan bu dış politika tercihinin yeni boyut ve araçlar ile güçlü biçimde AK Parti döneminde pratiğe aktarılan siyasete işaret edilebilir.
AK Parti iktidarının dış politika öncelikleri belirlerken Soğuk Savaş retoriğinin çoktan geride kaldığı, Sovyetler Birliği’nin dağılmasını müteakip iki kutuplu dünya sisteminden tek kutuplu bir dünya sistemine doğru geçildiği, ancak bu süreçte Çin, Hindistan, Brezilya ve Güney Afrika gibi yeni aktörlerin de uluslararası sisteme güçlü bir şekilde girdikleri görülmüştür. Bu sayılan ülkelerin iki veya tek kutuplu dünya sistemindeki bağımlı dış politikalar yerine daha bağımsız siyasi tercihlerde bulundukları gözlenmiştir. İşte Türkiye de gelişen ekonomisi, büyüme hızı ve siyasi istikrarı ile yükselen aktörler arasına girmeyi başarmış, kendi dış politika önceliklerini belirlemede daha serbest bir tavır izleme imkanına kavuşmuştur. Ancak Özallı yıllarda olduğu gibi AK Parti yönetimi de bir taraftan AB üyelik hedefini canlı tutmuş, tam üyelik müzakereleri için irade beyanında bulunmuş, NATO ittifakı içindeki etkinliğini artırmış ve eksen kayması tartışmaları arasında Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleri ile siyasi ve ekonomik ilişkilerini ciddi biçimde geliştirme siyasetini hayata geçirmiştir. Türkiye’nin sahip olduğu ince güç, yani yakın coğrafya ülkeleri ve halkları ile ortak tarih, coğrafya, benzeşen kültür ve inanç değerleri güvenlik ve tehdit algılarının daha kolay aşılmasını sağlamış, komşularla sıfır sorun politikası hayata geçirilmiştir. Bu çerçevede Suriye, Irak, Lübnan ve Ürdün ile vizelerin kolaylaştırılması ve kaldırılmasından tutun da ortak bakanlar toplantısına kadar bir dizi dış politika reformuna imza atılmıştır. Benzer şekilde Körfez ülkeleri ve Kuzey Afrika ile yakın ilişkiler kurulmuş, Afrika’nın pek çok ülkesinde yeni büyükelçilikler kurulmuş, TİKA ve Yunus Emre Vakfı marifetiyle de mevcut ilişkiler desteklenmiştir. AB ve Arap dünyası perspektifinden bakıldığında Türk dış politikasındaki bu hareketlilik genelde başarı hanesine yazılmış, yukarıda sayılan ülkeler ile artan ticaret hacmi gelişen ilişkilerin halklara da yansımasına yol açmıştır.
Türkiye’nin Suriye testi
Türk dış politikası bir taraftan farklı ülke ve müttefiklerle ilişkileri dengeli biçimde yürütürken bir taraftan da bazı ilkeleri ön plana çıkarmaya başlamıştır ki işte bu ilkelerden ödün verilmemesi neticesinde Türkiye-İsrail ilişkilerinde bir kopuş yaşanmış, İran nükleer programının müzakereler ile çözümlenmesi girişimi de Türkiye ile ABD başta olmak üzere Batılı müttefikleri arasında soğuk rüzgarlar esmesine neden olmuştur. Arap uyanışının başlaması ile tıpkı Soğuk Savaşın bitiminde olduğu gibi Türk dış politikası açısından yeni bir dönem başlamıştır. Yeni dönemde Arap devrimlerinin önceden tahmin edilemeyişi ve devrim sonrası sürecin taşıdığı belirsizliklerin dış politika kararlarını ve tercihlerini önemli ölçüde etkilediğini ve bundan sonra da etkileyeceğini söylemek mümkündür.
Tunus’ta başlayan Arap uyanışına destek veren Türkiye, aynı talepler Suriye’de de gündeme geldiğinde kan dökülmesini önlemek için büyük çaba sarfetmiştir. Büyük oranda Beşar Esed ile müzakereler yürüten Türkiye’nin iyimserliği Baas rejiminin halka silah doğrultması ile bitmiş, buna rağmen uluslararası müdahale yerine bölgesel inisiyatifler ile krizin çözümlenmesi için girişimler sürdürülmüştür. Arap Ligi ve BM destekli Annan Planı sonuç vermemiş, Rusya-İran-Çin blokunun Suriye rejimine desteği krizi tırmandırmış ve bugün gelinen noktada 30 bin kişi hayatını kaybetmiş, 250 bin kişi ülkeyi terketmek zorunda kalmış, iç çatışmalar mezhep savaşına kayma riski yaratmıştır. Türkiye’de muhalefet ise Suriye’de Baas rejiminin halk üzerindeki baskısının yarattığı çatışmanın faturasını dış politikaya çıkarmıştır. Ana Muhalefet Partisi, Dışişleri Bakanı Davutoğlu hakkında gensoru verirken bile komşularla sıfır sorun politikasından daha iyi bir projenin gündemde olmadığını görmezden gelmiştir. Hatta Suriye sınırından Türkiye’ye düşen top mermilerinden bile iktidarın sorumlu tutulması, büyük resmin görülmediğini yani asıl krizin Türkiye-Suriye arasında değil, büyük çatışmanın Suriye’deki Baas rejimi ile halk arasında olduğunun görmezden gelinmesi manidardır. Nitekim muhalefetin bu bakışı dış dünyada da bir karşılık bulmakta, iktidarın Suriye rejimi karşıtı söylemi de ile birleşince sanki mücadelenin ana merkezinin Türkiye-Suriye olduğu izlenimi ortaya çıkmaktadır.
Suriye’nin Türk jetini düşürmesi, sınırlarımıza havan topu mermisi düşmesi ve Suriye uçağının Esenboğa’ya indirilmesi gibi olaylar, Batı’da, Türkiye Suriye ile savaşa mı giriyor türünden soruların sorulmasına yol açmıştır. Dış politika dilinin bu algıyı ortadan kaldırarak Suriye halkının mücadelesini ön plana çıkaracak biçimde yeniden kurgulanması gerek. Aksi takdirde Türkiye’nin temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alındığı, tehdit yerine karşılıklı güvenlik duygusunun tesis edildiği, dini, mezhebi ve kültürel çoğulculuğun korunduğu, ekonomik karşılıklı bağımlılığın geliştiği, bölgesel sorunların dışardan değil bölge içinden çözüme kavuşturulduğu bir Ortadoğu vizyonunu ikna edici biçimde anlatması ve hayata geçirmek için ittifaklar kurması zorlaşacaktır.
http://haber.stargazete.com/acikgorus/ortadoguda-yeni-vizyon-arayisi/haber-699920

25 Eylül 2012 Salı

Ortadoğu’ya İçeriden Bakış: Dini Liderler ve Kanaat Önderlerinin Bölge Vizyonu


İstanbul son yıllarda çok sayıda önemli toplantıya ev sahipliği yapıyor. Bunda Türkiye’nin büyüyen ekonomisi, siyasi istikrarı, izlediği aktif dış politika gibi nedenlerin etkili olduğu ve söz konusu etkenlerin İstanbul’u bir çekim merkezine dönüştürdüğü söylenebilir.
İstanbul’daki son toplantılardan biri de 7-8 Eylül 2012 tarihlerinde gerçekleştirilen ‘Arap Uyanışı ve Yeni Ortadoğu’da Barış: Müslüman ve Hıristiyan Perspektifler’ başlıklı uluslararası çalıştay oldu. Toplantıyı Ortadoğu ile ilgili eğitim ve araştırma faaliyetleri ile iki saygın kurum, Marmara Üniversitesi Orta Doğu Araştırmaları Enstitüsü  ile Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM) ortaklaşa düzenledi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın açılış konuşmasını yaptığı çalıştaya Mısır, Irak, Lübnan, Ürdün, Katar, Filistin, İran, Yemen, Türkiye ve diğer bölge ülkelerinden çok sayıda tanınmış Hristiyan ve Müslüman dini lider ve kanaat önderi katıldı.
‘Arap Uyanışı ve Yeni Ortadoğu’da Barış’ konferansını benzerlerinden ayıran iki temel unsur var. Birincisi Ortadoğu’nun problemleri ve geleceği ilk kez bölgede, bölgenin önemli aktörleri tarafından tartışıldı. Yani eskiden Vaşington, Londra, Paris ve Berlin’de yapılmasına alışık olduğumuz, hep dışarıdaki aktörlerin Ortadoğu’yu konuştuğu, hakkında planlar yaptığı toplantılara bir alternatif oluşmuş oldu. Yani bölge insanları kendi sorunlarını tartışmak ve ortak bir gelecek inşa edebilmek için aynı masa etrafında, ama Batı merkezlerinde değil, kendi merkezlerinde bir araya gelebileceklerini göstermiş oldu.
Toplantıyı farklı ve özgün kılan ikinci özellik ise ilk kez çok sayıda Müslüman ve Hristiyan dini ve ruhani liderin bir araya gelerek Ortadoğu’yu tartışmasıydı. Şimdiye kadar Ortadoğu’yu politikacılar, gazeteciler, akademisyenler ve düşünce kuruluşu uzmanları tartıştı. Son yıllardaki gelişmelerden en çok umutlanan, kaygı duyan ve bir arada yaşama konusunda önemli deneyimlerden geçmiş olan ancak etkin platformlarda sözlerine kulak verilmeyen dini liderler, düşünürler, kanaat önderleri seslerini ilk kez duyurma imkanı buldu.
Konferans vesilesiyle Ortadoğu ülkelerinden 80 Hıristiyan, 80 Müslüman ile Arap dünyası kökenli yurt dışındaki diyaspora temsilcileri İstanbul’da bir araya geldi. Kendi ülkelerinde aynı masa etrafında oturmaları zor, hatta imkansz olan farklı mezhep ve meşrep mensupları Türkiye’nin daveti ile İstanbul’a geldi ve kritik olayları tartıştı, geleceğin inşasında dinlerin ve inançların ne kadar önemli ve yapıcı katkıları olabileceğini ortaya koydu. Din, inanç ve mezheplerin Ortadoğu’da yaşanan sürtüşme ve çatışmaların gerçek nedeni olmadığı, ancak bunların otoriter rejimler tarafından meşrulaştırma aracı olarak kullanılabildiğine işaret eden katılımcılar eşitlik, adalet ve refah talebinin meşru olduğunu Hıristiyan ve Müslümanların yaşanan sorunların çözümünde önemli roller üstlenebilecekleri bir kez daha bölge aktörleri tarafından teyid edildi.
‘Arap Uyanışı ve Yeni Ortadoğu’da Barış: Müslüman ve Hıristiyan Perspektifler’ konferansı başlıca şu sorulara cevap aramak amacıyla organize edildi: ‘Ortadoğu’da yeni bir dönem başlarken, bölgenin kadim dini gelenekleri bu süreçte nerede durmaktadır? Ortadoğu’nun yüzlerce yıllık bir arada yaşama kültürü ve dini çoğulculuk tecrübesi, bölgede adil ve barışçıl bir düzenin inşasına nasıl katkılar sunabilir? Müslüman ve Hıristiyan topluluklar ve onların ruhani liderleri, tehditlere fırsata çevirmek için nasıl bir liderlik rolü üstlenebilir? Yeni Ortadoğu’da dini ve sosyal barışın tesisi için üzerimize düşen görevler nelerdir?’
“Arap Baharı ve Yeni Ortadoğu’da Barış” uluslar arası konferansı, bu sorulara cevap aramak amacıyla Türkiye’den ve Ortadoğu’dan dini liderleri ve uzmanları bir araya getirdi. Konferansta Arap Uyanışında Müslüman-Hıristiyan ilişkileri ele alındı ve ortak bir gelecek tasavvuru üzerinde duruldu. Müslüman ve Hıristiyan toplulukların ve liderlerin bu süreçte sahip olduğu sorumluluklar bir arada yaşama kültürü açısından etraflıca değerlendirildi. Dini kimliklerin bir çatışma unsuru olmadığı gerçeğinden hareketle, dini liderlerin toplumsal değişim süreçlerindeki ve kritik tarihi kırılma noktalarındaki öncü rolü müzakere edildi.
“Arap Baharı ve Yeni Ortadoğu’da Barış”  toplantısı son derece yapıcı ve olumlu bir havada geçti. Ortadoğu’da Müslüman, Hıristiyan, Sünni, Şii, Ortadoks, Katolik, Süryani, Keldani gibi grup ve kimliklerin bölgenin kadim unsurları olduğu, hiçbirinin azınlık olmadığı, birinin diğerine tahakküm etmemesi, baskı uygulamaması gerektiği bilhassa vurgulandı. Arap uyanışının doğurduğu olumlu beklentinlerin korunması, diğer taraftan süregiden belirsizlikten kaygı duyanların hak ve özgürlüklerinin teminat altına alınması için gereken önlemlerin alınması bütün dini liderlerin vurguladığı konular arasında yer aldı.
Sonuç olarak ‘Arap Uyanışı ve Yeni Ortadoğu’da Barış: Müslüman ve Hıristiyan Perspektifler’ konferansı ilk kez Ortadoğu bölgesinden gelen aktörlerin geniş katılımı ile ‘içeriden, mahalli ve yerel’ bakış açısı ile bugünü ve geleceği tartışma imkanı oluşturdu. Diğer yandan uluslararası platformlarda Ortadoğu’ya ilişkin beklenti, umut, kaygı ve önerileri şimdiye kadar duyulmamış olan dini lider ve kanaat önderlerini bir araya getirdi ve seslerini geniş bir kitleye ulaştırdı.

http://ortadogudabaris2012.com/
http://peaceinthemiddleeast2012.com/home-page

15 Haziran 2012 Cuma

Avrupa Birliği’nin geleceği tehlikede mi?


Küresel ekonomik krizin başladığı 2008 yılından bu yana bütün ülkeler diken üzerinde duruyor. Kimi ülkeler bu krizi nispeten küçük yaralar ile atlatırken, Avrupa Birliği üyesi ülkelerin bir kısmında olduğu gibi kimi ülkeler sarsıcı bir sürece girmiş bulunuyor. İrlanda, Yunanistan ve Portekiz’in ardından İspanya’nın da ekonomik krizlerin pençesine düştüğü ve kurtuluş reçetesi olarak AB fonlarına başvurmak aşamasına geldiği şu günlerde Avrupa Birliği’nin geleceği tartışılıyor. İkinci Dünya Savaşı’nın yıkıntı ve mirasından kurtulmak, benzer deneyimleri bir daha yaşamamak adına siyasi ve ekonomik işbirliği projesi olarak başlatılan Avrupa Birliği kurulduğundan bugüne sürekli genişledi. Bu başarı hikayesinin sonu nasıl olacak sorusu soruluyor artık.
Her ne kadar bugün İtalya ve Yunanistan örneklerinde olduğu gibi hükümetlerin istifalarına yol açan ekonomik krizleri konuşuyor olsak ta aslında gittikçe derinleşen bunalımın asıl kaynağı Avrupa Birliği yükselişteyken göz ardı edilen yapısal sorunlardır. Adını koymak gerekirse Avrupa’nın bunalımı Birliğin geleceğinin uzun süre teknokratlara teslim edilmiş olması, özellikle genişleme sürecinde siyasi katılım ve ortak akla dayalı kararlar yerine elit kadroların son sözü söylediği bir mekanizmanın hakim olmasıdır.

 AB’de krizin kökenleri
Bugün içine düştükleri krizler ile başa çıkmaya çalışan ülkeler Avrupa Birliği’ne girmek için büyük bir yarış içine girdiklerinde Birliğin karar verme mekanizmalarına ilişkin köklü sorular sormuyordu. Üyelik müzakerelerine başlamak, AB fonlarından yararlanmak, Avrupa’nın “medenileştirici” misyonu ve kimliği şemsiyesi altında yer almak öncelikli amaçlardı. Nitekim bugün iflasın eşiğinde olan İrlanda, Yunanistan,  Portekiz ve İspanya siyasal anlamda Avrupa’nın çeperinde yer almalarına rağmen üyelik süreci ve sonrasında aldıkları fonlar ile bir taraftan alt yapılarını yeniledi bir taraftan da eğitim, sağlık ve güvenlik gibi alanlarda standartlarını yükseltmeyi başardı.

 Avrupa Birliği genişleme sürecinde aday ve yeni üyeler sürekli kazançlı çıkan bir görüntü veriyordu. Ancak bu süreçte etkileri şimdilere daha net hissedilen iki önemli gelişme yaşanıyordu. Bunlardan biri kuşkusuz ekonomi ile ilgili. Birliğe yeni katılan ülkeler, ekonomileri güçlü Almanya, Fransa ve İngiltere gibi üretim ve ihracata dayalı yapıdan ziyade, AB fonlarına bel bağlayan ve üretimden çok tüketimi önceleyen politikaları benimsemişti. Özellikle üretimi güçlü ülkeler için yeni pazarlara dönüşen bu ülkelerin, üretim ve büyüme odaklı ekonomi politikaları yürütmeden statükoyu uzun süre devam ettiremeyeceği ötenden beri biliniyordu. Ancak yavaş yavaş belirtileri ortaya çıkan ve geliyorum diyen krizlerin görülmesine engel olan ikinci bir etken daha vardı: AB’nin siyasi karar mekanizması.

AB siyasi karar mekanizması ne kadar katılım cı?           
Bugün AB’nin yüz yüze olduğu krizlere ilişkin tartışmalarda Birliğin siyasi karar mekanizması ve bunun rolü nedense üzerinde durulmayan bir konu. Halbuki , AB’nin hem mali konularda hem de dış politika, sosyal politikalar, güvenlik politikası ve rafa kaldırılmak zorunda kalınan AB Anayasası gibi Birliğin bugünü ve geleceğini doğrudan etkileyen kritik meselelerde karar alma süreçlerinden geniş kitleler hep uzak kaldı veya uzak tutuldu.

Yeni ülkelerin üyeliğe kabulü ile gittikçe genişleyen, büyümeye paralel olarak ta katılım zeminini genişletmesi gereken Avrupa’nın “medenileştirici” misyonu ve katılımcı ruhunu hayati kararlar aşamasında etkin biçimde devreye soktuğunu iddia etmek zor. İşte AB’nin temel sorunu tamda burada, yani karar alma süreçlerindeki sınırlamalarda, uzlaşma yerine güçlü devletlerin baskı ve tercihlerinin tüm üye ülkelere dayatılmasında yatmaktadır.

Avrupa Birliği ekonomik olduğu kadar siyasi kan kaybı da yaşamaktadır. Sömürgecilik döneminde dünyaya şekil verme gücüne sahip olan, sanayileşme ve modernleşme ile birlikte askeri, ekonomik ve siyasi söylem üstünlüğü kuran Avrupa bugün ayakta kalma mücadelesi veriyor. Kuşkusuz her ülkenin etki gücü farklı ama bugün gelinen noktada dünya yeniden kurulurken bir koalisyon olarak AB belirleyici ve şekillendirici bir aktör olmaktan bir hayli uzak. AB kendi içindeki çoğulculuğu ve karar süreçlerine geniş katılımı sağlayamadığı sürece gelecek endişesi yaşama devam edecektir.


27 Mart 2012 Salı

Türkiye'nin yeni Ortadoğu vizyonu

Ortadoğu'daki köklü siyasal ve toplumsal değişimler bölgesel ve küresel dengeleri yeniden şekillendirmekte, sömürge döneminin kalıntılarını ve tortularını kademeli biçimde siyaset sahnesinden uzaklaştırmaktadır. Ortadoğu'da geriye dönüşü olmayan halk hareketleri en çok Batı'nın koruma şemsiyesi altında vesayet, baskı, sindirme, güvenlik ve ulufe dağıtma politikaları ile günümüze kadar gelmiş yönetimleri hedef almaktadır. Çünkü bu yönetimlerin toplumsal tabana dayalı meşruiyetinin bulunmadığı genel kabul gören bir gerçekliğe tekabül etmektedir.
Ortadoğu'da sömürge sonrası kurulan ve soğuk savaş döneminde pekiştirilen eski düzenin artık sürdürülemez olduğu aşikâr. Siyasal meşruiyet sorunlarına bir de ekonomik krizler, fırsat eşitsizliği ve halkın kendi kaderine yön verme iradesinin kuvveden fiile geçmesi faktörleri eklenince, önümüzdeki on yıllar boyu sürecek büyük değişimin ateşi yakılmış oldu.
Ortadoğu tarihinin artık yerli ve yabancı hâkim güçler tarafından değil, bu kez bölge hakları tarafından yazıldığı bir dönemden geçiyoruz. Fransa, İngiltere ve İtalya gibi sömürge ülkeleri, Ortadoğu ve Kuzey Afrika'dan çekilmek zorunda kaldıklarında yerlerine diktatörleri bırakmışlardı. Bugün bölge haklarının yapmaya çalıştığı şey, sömürge mirasından kurtulmaktır.

Türkiye Ortadoğu'daki değişimin neresinde?

Özallı yıllara kadar Türkiye, Ortadoğu'ya soğuk bakan, sıcak ilişkiler kurmayan, bölge ülkeleri ile arasına mesafe koymaya özen gösteren bir ülke görünümündeydi. Türk dış politika eliti de kurucu ideolojinin tercihleri doğrultusunda, batı ile ilişki kurmayı daha fazla önemsiyor, modernleşmenin adresi olarak gördüğü bu kampta yer almayı tercih ediyordu.
Ekonomik gelişme ve ülke güvenliğinin sağlanması açısından Türkiye'nin çıkarı, bölge ülkeleri ile yakın ilişkiler kurmasını gerektirmesine rağmen, Türk dış politikasının ana kaygısı bu rasyonel gerçeklerden ziyade ideolojik bir çerçeve de gelişti. Bu yaklaşımın baskın olduğu dönemlerde Türkiye, özgün bir Ortadoğu vizyonu geliştiremedi çünkü kendisini bu bölgenin bir parçası ve öznesi olarak değil, Batı ittifakının bir üyesi olarak gördü. Böylece Türkiye, yüzyıllarca aynı coğrafyayı paylaştığı halklar ve ülkeler ile olan bağını güçlendiremedi, tarihi ve kültürel bağlarından doğan ince gücünün farkına bile varamadı.
Türkiye bölge ülkeleri ile arasına mesafe koyarken, ABD başta olmak üzere batılı ülkeler, Ortadoğu'yu şekillendiren etki gücüne ulaştılar. Türkiye de ister istemez içinde yer altığı ittifakın seçenekleri doğrultusunda, bir anlamda kendisine dayatılan bölge politikalarının tutsağı oldu. Kendine özgü bir bölge vizyonu ortaya koyamadığı için Türkiye, en yakın komşuları ile dostane ilişkiler bir yana normal ilişkiler dahi kuramadı. Soğuk Savaş döneminde NATO şemsiyesi altında yer alan Türkiye (Kıbrıs'a müdahale istisna tutulursa) bağımsız bir dış politika izlemekten çok içinde yer aldığı blok içinde belirlenen öncelikleri takip etti.

Yeni siyasal elit, yeni Ortadoğu vizyonu
Son yıllarda, Türk dış politikası, içe kapanık ve güvenlik tehdidi temelli bir dış politikadan bölgesel ve küresel aktörler ile yakın ilişkiler kurmaya uzanan köklü değişimler geçiriyor. Özal döneminde kısmen başlatılan ancak iç siyasi çekişmeler ve istikrarsızlıklar yüzünden kesintiye uğrayan ve ideolojik temelli yaklaşımların da etkisi ile ihmal edilen Ortadoğu'yu Türkiye yeniden keşfediyor.
Özellikle son on yılda Türkiye siyasi, kültürel ve ekonomik enstrümanları devreye sokarak Ortadoğu'ya yakınlaştı, kendisine yer açtı ve değişim taleplerinin ilham kaynağı oldu. AK Parti iktidarı, bölge ülkeleri ile ideolojik önyargılardan arınmış, gerçekçi ve rasyonel ilişkiler kurulmasını sağlarken, Türkiye'nin hem doğuda hem de batıda sözüne saygı duyulan bir ülke konumuna gelmesine katkıda bulundu. Zira Ortadoğu ülkeleri ile yakın ilişkiler kurulması, tarihi ve kültürel ortaklıkların olduğu kadar, stratejik gerekliliklerin de zaruri kıldığı bir durumdur ve Batı ile ilişkilerin kopması anlamına gelmemektedir.
Bu çerçevede, Türkiye'nin son on yıldır uygulamaya başladığı ve zaman içinde bir doktrine dönüşen yeni Ortadoğu vizyonunun altı temel boyutu olduğu söylenebilir:
1) Bölge ülkelerinin liderleri arasında doğrudan ve etkin iletişim ve ilişkilerin kurulması, sorun ve fırsatların doğrudan müzakere edilmesi;
2) Toplumsal taleplerin iktidara yansıması, katılımcı siyasi mekanizmaların tesisi, baskıların kaldırılması, hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması ve kurumsallaştırılması;
3) Ortadoğu'nun köklü sorunlarına, bölgesel aktör ve güçlerin oluşturacağı ittifak ve oluşumların girişimleri ile çözümler bulunması, dış aktörlerin bölgeye müdahalesine imkan ve fırsat verilmemesi;
4) Ortadoğu'da devletlerin, liderlerin ve halkların birbirlerine karşı güvenlerinin tesis edilmesi, kuşku ve tehdit algılamalarının ortadan kaldırılması;
5) Ekonomik ilişki ve yatırımların artırılması ve karşılıklı bağımlılık ile kalkınmanın sürdürülmesi;
6) Dini, kültürel ve mezhepsel çeşitliliğin korunması, tek tipleşme ve homojenleşmeye engel olunması.
Bu vizyon hayata ne kadar geçirilebilirse, Ortadoğu'nun geleceği de o ölçüde istikrarlı olacaktır.               

8 Mart 2012 Perşembe

SETA Ortadoğu'ya açılıyor

SETA Vakfı, Kahire'de bir ofis açmaya karar verdi. Stratejik olarak isabetli bir karar çünkü Mısır bu bölgenin en önemli ve belirleyici aktörlerinden biri. Ayrıca Türkiye ile ortak ortak tarihi geçmişi paylaşıyor. Kültürel yakınlıklar da ayrıca zikredilmeli. SETA'nın Ortadoğu'da da var olmasının kuşkusuz bazı gerekçeleri mevcut. SETA ofis açmadan önce Arap dünyasına hitap eden, yani 300 milyonluk bir nüfusu muhatap alan bir dergi çıkarmaya başladı.

Ortadoğu’daki köklü siyasal ve toplumsal değişimleri merakla izliyoruz. Ortadoğu tarihinin yeniden inşa edildiği ve yeniden yazılacağı bir dönemden geçiyoruz. Fransa, İngiltere ve İtalya gibi sömürge ülkeleri, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’dan çekilmek zorunda kaldıklarında yerlerine diktatörler bıraktı. Ne yazık ki bıraktıkları bu kötü mirasın izleri hala duruyor.
Ortadoğu toplumları bu izleri silmek için uğraşıyor. Kendi geleceklerini kendileri tayin etmek istiyor ve bunun için canlarını da feda etmeye hazır olduklarını gösteriyor. Türkiye Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da halkların taleplerine kulak verilmesini istiyor ve değişim sürecini destekliyor. Türkiye değişimi takip ederken, değişim yaşandığı ülkeler de Türkiye’ye bir ilham kaynağı olarak bakıyor. Türkiye bulunduğu konuma nasıl geldi, başarılarının altında neler var sorularının cevaplarını bulmaya çalışıyor.
Ankara merkezli SETA Vakfı, 29-31 Ocak 2012 tarihlerinde bu soruların da tartışıldığı bir konferans düzenledi Kahire’de. Insigth Turkey dergisi ile aynı derginin Arapça yayınlanan “Ruy’e Türkiyye” dergisinin de tanıtıldığı toplantıda önemli tartışmalar yapıldı.
Çok sayıda Mısırlı politikacı, uzman ve akademsiyenin katıldığı, Taha Özhan, Hatem Ete, Yılmaz Ensaroğlu, Selin Bölme, Ufuk Ulutaş,Muhittin Ataman, Burhanettin Duran, İhsan Dağı, Cengiz Çandar, Akif Beki, İsmet Berkan, Levent Köker ve Ceyda Karan’ın da katkıda bulunduğu toplantıda SETA DışPolitika Direktörü olarak ben de Türk dış politikasındaki gelişmeleri anlattım.
Konuşmada ana hatları ile şu konulara değindim: Türk dış politikası içine kapanık ve güvenlik tehdidi temelli bir dış politikadan çevre ve küresel aktörler ile yakın ilişkiler kurmaya uzanana köklü değişimler geçirdi. Bu bağlamda Soğuk Savaş döneminde NATO şemsiyesi altında yer alan Türkiye (Kıbrıs’a müdahale istisna tutulursa) bağımsız bir dış politika izlemekten çok içinde yer aldığı blok içinde belirlenen öncelikleri takip etti.
1980 ortalarında göreceli bir değişikliğin başladığını, Özallı yıllarda izlenen pazar ekonomisi ve liberalleşme süreçlerinin doğurduğu yeni imkan alanlarının dış politikaya da yansıdığını görmek mümkün. Soğuk Savaş sonunda şekillenmeye başlayan yeni dünya düzeninde Türk dış politikasında da yeni arayışlar başladı. Türkiye bir taraftan AB üyelik sürecine ilişkin politikalar izlerken diğer yandan komşu ülkelerle genelde güvenlik tehdidi üzerine inşa edilmiş mesafeli ve soğuk ilişkiler yerine daha yakın ilişkiler kurma yolunda adımlar attı.
Özellikle 2003 Irak savaşı sırasında aldığı pozisyon ile Türk dış politikasında önceki dönemlere oranla belirgin bir değişim yaşandı.Bu dönemde yeni politikalar ve kurulan bölgesel ilişkiler ile Türkiye’nin etkin bir aktör olarak kendini gösterdiğini söylemek mümkün. Özellikle ABD ve AB’de Türk dış politikasında ideolojik temelli bir eksen kayması yaşandığına ilişkin bazı tartışmaların da bu döneme denk düştüğünü görüyoruz. Aslında bu tartışmalar bile Türk dış politikasının ülke ve bölge önceliklerine göre yeniden şekillendiğinin bir göstergesi yani, dış politikada bağımsızlaşma olarak okunabilir.
Türk dış politikasında bir eksen kayması yaşanmadığını, bir başka ifade ile ideolojik ve romantik nedenler ile dış politika belirlenmediğini, dış politikadaki yeni adım ve tercihlerin rasyonel gerekçelere dayandığını belirtmekte yarar var. Bu noktada özellikle Türkiye’nin komşularla sorunları en az düzeye çekerek, büyüyen ve gelişen Türk ekonomisine yeni pazarlar arandığını ve Türkiye’nin son dönem Ortadoğu politikasının gerçekçi temellere dayandığını ifade edebiliriz. Türkiye’nin kendine mahsus, önceki dönemlerden farklı bir Ortadoğu vizyonuna sahip olduğunu görmek mümkün
SETA Kahire ve Ru'ye Turkiyye Türkiye vizyonunu bölgeye taşımaya çalışacak.


10 Şubat 2012 Cuma

Devlet, Laiklik ve Dindarlık


Türkiye’de din-devlet ve din-toplum ilişkileri tartışmaları ideolojik refleskler ve köklü önyargılardan dolayı sağduyulu bir yaklaşımla yapılamıyor. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın dindar gençlik yetiştirmeyle ilgili açıklaması bir kez daha gösterdi ki, Türkiye’de bazı kesimler dini hala bir tehdit olarak algılıyor, dini ilerlemenin önünde engel olarak görüyor ve dindarlık ile modern hayatın uyuşmayacağı inancını koruyorlar. Ünlü Alman düşünür Jürgen Habermas’ın da belirttiği gibi dünya post-seküler bir siyasal-toplumsal yapıya evrilirken Türkiye’de laikliği bir hukuki ilke ve düzenleme olarak değil de bir ideoloji ve hayat biçimi olarak yorumlayanalar içinde düştükleri fasit daireden çıkamıyor.

            Başbakan Erdoğan’ın dindarlıkla ilgili açıklamaları bağlamından koparılmadan, siyasi polemik malzemesi yapılmadan, ideolojik tarafgirlikten uzak rasyonel bir dille tartışılmayı hak ediyor. Başbakan Erdoğan’ın açıklamaları Türkiye’de devlet eliyle yukarıdan aşağıya empoze edilen laiklik anlayışı ve uygulamalarının, dini çoğulculuk ve din özgürlükleri açısından yeniden değerlendirilmesi, laiklik kavramının dünyada nasıl yorumlandığı ve tatbik edildiğinin tartışılması açısından önemli bir fırsattır.

            Dünya’da tek bir laiklik anlayışı olmadığı gibi tek bir din-devlet ilişkisi modeli de mevcut değildir. Her ülke kendi siyasi tarih ve kültürel yapısına bağlı olarak farklı anlayış ve modeller geliştirmiştir. Bu modellerin hepsinde laiklik, yasamanın kaynağının dini ilkelere dayalı olmaması; din ve vicdan özgürlüğünün temin edilmesi, din eğitimi ve örgütlenme serbestisinin sağlanması gibi ilkeler temelinde gelişmiştir.

 Türkiye, Fransız tipi laikliği benimsedi

Türkiye’de laiklik, kamusal alanda dine meşru bir yer ve temsil hakkı tanımayan veya katı biçimde sınırlayan bir uygulamaya dönüşmüştür. Türkiye’nin Fransız laiklik modelinden ilham almasının bunda etkili olduğunu ifade etmek mümkündür zira Fransız laikliği hegemonik bir dini yapıya yani Katolik Kilisesinin devlet ve toplum üzerindeki baskın etkisine karşı gelişmiştir.

Fransa’da Devlet, Katolik Kilisesine karşı sürdürdüğü mücadelesini kazanmış, Kilisenin direncini kırmak için binlerce papazı sınır etmiş, kilise mülklerine el koymuş, okullarını kapatmış, yani yasakçı ve baskıcı politikalar izlemiştir. Diğer Batı ülkelerinde ise Fransa’dakine benzer bir hegemonik kilise bulunmadığı için, dini bir tehdit ve tehlike olarak değil toplumsal yapının önemli bir parçası gören özgürlük ve çoğulculuk ilkelerine dayalı laiklik anlayışı gelişmiştir. Örneğin İngiltere, Danimarka ve Yunanistan gibi ülkeler devlet kilisesini korumuş, İspanya, İtalya ve Almanya gibi ülkeler ise kiliselerin tüzel kişiliklerini tanıyarak din ve devlet ilişkilerini karşılıklı saygı ve özgürlük temelinde sürdürmeye devam etmiştir.

Türkiye’de hegemonik bir dini kurum veya Hristiyanlıktaki gibi bir ruhban sınıfı olmamasına karşın Fransız tipi jakoben bir laiklik anlayışı ve uygulaması gelişmiştir. Laiklik ilkesi hukuki bir ilke olmaktan öte ideolojik bir tercih olarak benimsenmiş, kamusal alanda dinin temsiline izin verilmemiş, 28 Şubat gibi dönemlerde ise laiklik toplumun büyük kesiminin kimliğinin paydalarından olan dini hassasiyetleri örselemiş, başörtüsü yasakları gibi uygulamalar ile Türkiye’yi modern dünyadan büyük ölçüde koparmıştır. Ancak devlet eliyle yürütülen toplum mühendisliği bütün çabalara rağmen toplumun geniş kesimlerini sekülerleştirememiş, dinin kamusal görünürlüğünü ortadan kaldıramamıştır.

 Yeni Türkiye’nin yeni laiklik anlayışı

Başbakan Erdoğan’ın dindar nesiller yetiştirmek istiyoruz açıklaması din-devlet ilişkilerinin bugün geldiği nokta çerçevesinde tartışılmaktan ziyade devlet gücü kullanılarak tek tip insan yetiştirme ve homojen bir toplum inşa etme niyeti olarak sunuluyor. AK Parti döneminde başlatılan girişimlere bakıldığında iktidarın devlet gücünü toplumu homojenleştirme istikametinde kullandığını iddia etmek haksızlık olur. Örneğin Alevilerin Cumhuriyet dönemi boyunca kulak verilmeyen taleplerine ilk kez olumlu tepki vererek arama çalıştayları düzenleyen yaklaşımı laiklik karşıtı olarak göstermek mümkün değildir.

Laikliği yerli yerine oturtan yani çoğulculuk, özgürlük ve toplumun inançlarına saygılı bir ilke olarak uygulamanın yollarını açan Yeni Türkiye, azınlık inançlarına da hak ettiği itibarı kazandırmaya başlamıştır. Bu bağlamda dernekler ve vakıflar yasalarında yapılan değişiklikler, azınlık vakıflarına mal ve mülklerinin iade edilmesinin yolunu açmıştır. Türkiye, din-devlet ilişkileri ve laiklik uygulamasında yeni bir yola girmiştir. Bu doğru bir yoldur ve Başbakan Erdoğan çoğulculuk ve özgürlük temelinde ilerleyen bu yolda cesur adımlar atmaya devam etmelidir.


23 Aralık 2011 Cuma

Fransa, yitirdiği zemini kazanmaya çalışıyor



Fransa Ulusal Meclisi Genel Kurulu, 1879 Fransız Devrim’inin ruhunu sızlatan bir karar aldı. 2001, 2006 ve 2010 yılında da gündeme 1915 olaylarının Ermeni soykırımı olmadığını ifade etmeyi yasaklayan tasarı meclis üyelerinin sadece 40’nın oyu ile geçti. Ermeni soykırım iddialarının reddi, hafife alınması ve alay edilmesine yasak getiren ve bu fiilleri işleyenlere bir yıl hapis, 45 bin Euro para cezası öngören yasa meclisin üst kanadı Senatoda da kabul edildiği takdirde birçok açıdan Türkiye’yi etkileyebilecek sonuçlar doğuracaktır.
            Her ne kadar yasa Fransız Ulusal Meclis’inden geçmiş olsa da Fransız kamuoyunun bu yasanın arkasındaki yasakçı zihniyeti bütünüyle desteklediğini söylemek güç. Zira oylamaya 577 üyeden sadece 46’sı katılmış ve bunların da 40’u tasarının geçmesi için oy kullanmıştır. Bu oran belki meclisin çalışma tekniği açısından bu ülkede kabul edilen bir durum olabilir ancak Fransız kamuoyunun iradesini yansıttığını söylemek mümkün değil. Ayrıca yasa, bütün dünyada ilham kaynağı olan ve pek yerde özgürlük ateşini tetikleyen Fransız Devrimi ve bu devrimden büyük ölçüde etkilenen Avrupa değerleri ile de çelişiyor. “Eşitlik, özgürlük ve adalet” sloganı ile köklü değişimlere neden olan devrimin ruhu Fransa Ulusal Meclisi’ni esir alan 40 kişi tarafından heba edildi.

Fransa özgürlük ateşini söndürdü
            Refah devletinin gerilemeye başlaması, ekonomik krizler ve aşırı sağın yükselişi ile birlikte Fransa’da eşitlik ve adalet ilkelerinden zaten ciddi boyutlarda ödün verilmişti. Ülkede yaşayan göçmen kökenli topluluklar ile eski sömürgelerden gelerek Fransa’ya yerleşenlerin eğitim, istihdam ve siyaset alanlarından dışlanmışlıkları ve perişan halleri eşitlik ve adalet temini konusunda ciddi sorunların olduğunu gösteriyor. Şimdi buna bir de ifade hürriyetini engelleme eklenmiş oldu.
            Fransa Ulusal Meclisi’nin aldığı kararın başlıca üç boyutu var. Birincisi iç kamuoyuna yönelik bir tüketim. Yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Ermeni oyalarına bel bağlayan Sarkozy’nin popülist siyasi manevralar ile koltuğunu koruma gayretinde olduğu biliniyor. Meclisin, bir başka ülkenin tarihini yazarak, yorumlayarak ve Ermeni soykırım iddialarını ret suçu gibi yeni suç yaratarak Sarkozy liderliğinde itibar ve zemin yitiren Fransa’nın iç dinamikleri açısından kısa süreli de olsa tekabül ettiği bir karşılık var ki olayın bu boyutu Türkiye açısından kayada değer bir önem taşımamaktadır.
            Yasanın kabulünün ikinci önemli boyutu Fransa dış politikası ile ilgilidir. Fransa eski hinterlandı da dahil olmak üzere etkili olduğu pek ülkede ağırlığını kaybediyor. Özellikle Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da en büyük rakip olarak Türkiye’yi görüyor. Fransa’nın ayakları altından kayan zemin her yıl biraz daha genişliyor. Tunus, Mısır ve Libya başta olmak üzere bölge ülkeleri yeni siyasi yapılanma ve kendi geleceklerini planlama süreçlerinde Fransa’ya değil Türkiye’ye bakıyor. “Eşitlik, özgürlük ve adalet” inşası konusunda artık Fransa değil Türkiye ilham kaynağı pek çok ülke halkları için. Fransa bu yasayı geçirerek Ermenilerin acıları ve hatırları üzerinden politikalar inşa etmeye ve Türkiye’yi itibarsızlaştırmaya çalışıyor.
           
Kaybeden Fransa, kazanan Türkiye
Fransız Meclisi’nin aldığı karar bir dış politika enstrümanı olarak kullanılma potansiyeline sahip olmasına karşın Türkiye’de yorumcular işin bu yönünü görmezden geliyor. Fransa, Türkiye’nin sahip olduğu ince gücün, bölge ülkeleri ile başlattığı ekonomik entegrasyonun derinleştiğinin ve geçmişte Paris’e bakanların artık Ankara’ya baktıklarının farkında. Fransa kaybeden, Türkiye ise kazanan ülke konumunda olduğu için Fransa elindeki tüm kozları kullanarak mevziini korumaya, kaybettiği zemini de geri kazanmaya çalışıyor. Bunu da 1915 olayları üzerinden yapmaya çalışıyor. Türkiye bu noktada Fransa’nın manevrasını iyi okumak ve rasyonel tartışmalar başlatmak durumundadır. Fransa kendi tarih kitaplarında sömürge dönemi politikalarını görmezden geliyor, kirli tarihini unutturmaya çalışıyor türünden söylemler ile karşı pozisyon almak yerine bölgesel ve küresel dengelerin Fransa aleyhine geliştiğini, Fransa’nın bunu hazmedemediğini, ifade hürriyetini kısıtlayarak uluslar arası kayıplarını kapatmaya çalıştığını gündeme taşımak daha etkili ve ikna edici olacaktır.
            Türkiye’nin kınadığı ve ilk aşamada sekiz maddelik bir yaptırım ile tepki gösterdiği yasanın üçüncü ve en önemli boyutu ise 1915 olaylarının yüzüncü yılına tekabül eden 2015’e hazırlıktır. 1915 olaylarını Türkiye kendi içinde ortak bir acı ve adil bir hafıza çizgisinde konuşamadığı için, öte yandan resmi tarih bu topraklarda yaşananları homojenleştirici ulus devleti meşrulaştırmanın ideolojik aygıtı olarak işlev gördüğü için ve son tahlilde biz Türkler (Türkiyeliler) ve Ermeniler olarak kendi tarihimizi tartışamadığımız için üçüncü ülkelerin ve aktörlerin insafına kalmış görüntüsü içinceyiz. Fransa’da başlayan Türkiye’yi, Türk halkını ve Türkiyelileri itibarsızlaştırma, bölgesel ve küresel yükselişini engelleme ve kolektif suçluluk psikolojisi yaratma girişimleri artarak devam edecektir. Finali 1915 yılında yapmak isteyenlerin girişimleri öz eleştiri ve yüzleşme başta olmak üzere, geniş bir bakış açısıyla değerlendirilmeli, duygusal tepkiler yerine rasyonel argümanlar üretilmelidir.







7 Kasım 2011 Pazartesi

Türkler Avrupa’yı değiştiriyor


Türkler Avrupa’yı değiştiriyor

Türkiye’den Avrupa’ya işgücü göçünün 50’inci yılı vesilesiyle düzenlenen etkinlikler söz konusu göçlerin siyasi ve toplumsal sonuçlarını gündeme taşıdı. Diğer yandan dört milyonu aşan Türkiye kökenli nüfusun Avrupa’nın kimliği, geleceği ve Avrupa Birliği-Türkiye ve Doğu-Batı ilişkilerine etkileri tartışılmaya başlandı. Türkiyeli göçmenler artık pek çok Avrupa kentinde toplumsal dokunun köklü ve ayrılmaz bir parçası olarak kamusal alanda temsil ediliyor, talepte bulunuyor, siyaset ve ekonomiyi etkiliyor.
Sahip oldukları birikimler ve genç nüfusu ile Avrupalı Türkler, yaşadıkları ülkelerin geleceğini etkileyebilecek ciddi bir insan sermayesi oluşturuyor. Ancak göçün üzerinden yarım asırdan uzun geçmesine rağmen Türkiye’deki hükümetler şimdiye kadar Avrupa’daki vatandaşlarımızın sorunları ile uzaktan ilgilenmiş, çoğu kez bunları görmezden gelmişti. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın özel ilgisi ile Türkiye artık bir devlet olarak Avrupa’daki vatandaşlarının yanında olduğunu, onları yalnız bırakmayacağını ve bütün imkanları ile arkalarında duracaklarını ilan etti. Altmış yıllık göç tarihinde ilk kez bir Başbakan bu kadar açık bir dil ve güçlü bir irade ile Avrupalı Türkleri cesaretlendirici bir sahiplenme gösterdi. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de Ekim ayında yaptığı Almanya ziyaretinde benzer mesajlar vererek büyük bir ülke vizyonu ile Türkiye’nin kendi vatandaşlarının hak ve hukukunu her yerde savunacağını belirtmişti.

HAK, ÖZGÜRLÜK VE EŞİTLİK DİLİ
Başbakan Erdoğan Batı ülkelerinde yaptığı konuşmalarda yerel ve bölgesel bir devlet adamı olarak değil küresel bir lider olarak konuşuyor. BM Genel Kurulu’nda yaptığı gibi her konuşmasında hak, özgürlük ve eşitlik çıtasını biraz daha yükseltiyor. Hafta içinde Almanya’da yaptığı konuşmada da evrensel ilkelere yaslanan, temel hak ve hürriyetler üzerine inşa edilen bir dille yurtdışındaki Türkiye vatandaşlara sahipsiz olmadıklarını, muhataplarına ise vatandaşlarını ezdirmeyecekleri mesajını verdi.
Başbakan Erdoğan’ın mesajı ince ve adil dengeler üzerine kurulu yapıcı tespit ve öneriler içeriyordu. Bir taraftan Almanya başta olmak üzere Avrupa ülkelerinde yaşayan Türklere göçün başlangıcından itibaren yaşadıkları sorunların farkında olduklarını, diğer yandan da yurt dışındaki vatandaşlarımızın yaşadıkları ülke vatandaşlığına geçmeleri ve o toplumlara uyum sağlamaları gerektiğinin altını çizdi. Yurt dışındaki vatandaşlarımıza, yaşadıkları ülkelerin dilini iyi öğrenmelerini, siyasi, kültürel ve ekonomik hayatlarına mutlaka katılımlarını öğütleyen Erdoğan, bunların yanında Avrupa ülkelerine de hak ve özgürlükler dili ile hatırlatmalarda bulundu.
Asimilasyonun bir insanlık suçu olduğunu belirten Erdoğan, Türkiye kökenli göçmenler ve onların çocuklarından kendi inanç, dil ve kültürel değerlerinden vazgeçmelerinin beklenmemesi gerektiğine işaret ederek aslında onların karşı karşıya kaldıkları ciddi bir riski de göstermiş oldu. Ayrıştırıcı bir dil kullanmaktan özenle kaçınarak yapıcı bir dil benimseyen ancak siyasi ve toplumsal sorunları eleştirmekten de çekinmeyen Başbakan “50 yıl önce misafir işçi olarak gelen, bugün üçüncü ve dördüncü nesliyle Almanya'nın sosyal dokusunda tartışmasız yer edinen Türklerin, fırsat eşitliğinden, eşit katılımdan ve birlikte yaşama imkanından ne kadar istifade ettiğini sormak ve sorgulamak bizim hakkımızdır” diyerek Türklerin uzun yıllardır pek çok Avrupa ülkesinde yaşadıkları ve hala çözüm bekleyen sorun alanlarını muhataplarının gündemine taşıdı. Şimdiye kadar yapılan araştırmalar ve özellikle 11 Eylül 2001 sonrasındaki gelişmeler de Başbakan Erdoğan’ın işaret ettiği sorunların ivme kazandığını, güvenlikçi bir yaklaşımla Türkler de dahil müslümanların tehdit unsuru olarak görüldüğünü teyit ediyor.
UYUM VE ENTEGRASYON ZAMANI
            Göçün 50’ci yılında Başbakan’ın üzerinde durduğu konulardan biri de Avrupalı Türklerin hem çoğunluk toplum, hem de kendi içlerindeki farklı gruplar ile uyum içinde yaşamaları gerektiği, birlik ve beraberlik içinde güç birliği tesis etmeleri gerektiği konusuydu. Türkiyeli göçmenler, hem Türkiye ve Avrupa ülkelerinin kalkınmasına katkıda bulunabilecek, hem de Türkiye ve Avrupa Birliği ilişkilerinin geleceğini belirleyebilecek önemli bir potansiyele sahip. Türkiye ilk kez bu potansiyele sahip çıkıyor. Başbakanlık Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı da bu amaçla kurulmuş stratejik bir kurum. Bu kurum, yurt dışındaki Türkler açısından bir milattır. Zira dili, kültürü, inancı ve değerleri ile Avrupa’da yeni ve köprü kimlikler inşa eden vatandaşlarımız ilk kez bu kadar güçlü bir irade ile Türkiye’de hükümetin gündemine alınmıştır.
Göçün 50’nci yılı Türkiye’de yeni bir anlayışın, yani mevcut sınırlar içine sıkışmak yerine bölgesel ve küresel bir vizyonla aktif politikalar oluşturulması anlayışının doğuşuna denk düşmektedir. Yeni Türkiye işte bu anlayışla yurt dışındaki vatandaşlarımıza ilişkin kucaklayıcı bir vizyon geliştirmiş, etnisite, vatandaşlık, çok kültürlülük, siyasal katılım ve temsil, dini ve kültürel çoğulculuk gibi öteden beri tartışılan kavramlara yeni açılımlar getirerek göçün Avrupa ve Türkiye için yarattığı siyasi ve toplumsal imkanları keşfetmeye başlamıştır.

http://www.sabah.com.tr/Perspektif/Yazarlar/kucukcan/2011/11/05/turkler-avrupayi-degistiriyor

Endonezya’da yeni hükümetin öncelikleri hangi konular?

Nüfus bakımından dünyanın en büyük dördüncü ülkesi olan Endonezya, 280 milyonluk nüfusu ile en büyük İslam ülkesi. G20 üyesi olan Endonezya ...