Star Gazetetesi'nden Fadime Özkan'ın sorularına verdiğimiz cevaplar. Hem sorumlar hem de cevaplar hala güncelliğini koruyor.
Dünya Paris’te Charlie Hebdo dergisine
düzenlenen ve 12 kişinin ölümüyle neticelenen saldırı Ortadoğu’da yeni bir isim
- cisim de kazanan “İslamcı terör”ün Avrupa’ya sıçraması olarak
değerlendirilebilir mi?
Avrupa’da 2004 yılında Madrid’de ve 2005
yılında Londra’da Paris’tekinden daha geniş çaplı terör saldırıları
gerçekleşmişti. Madrid saldırılarında 191, Londra saldırılarında ise 52
hayatını kaybetmişti. Her iki şehirdeki terör saldırıları da Müslüman kimliği
olanlarca gerçekleştirilmişti. Yani Batı medyası ve siyasi elitinin zihinlere
işlemeye çalıştığı “İslamcı terör” Avrupa’ya yıllar önce uğramıştı zaten.
Paris’te Charlie Hebdo dergisine yapılan saldırı 1950’lerden bu yana Fransa’nın
uğradığı en fazla can kaybına neden olan saldırı olduğu için geniş yankı yaptı.
KARİKATÜRLER ÖNCE DANİMARKA’DA YAYINLANDI
Charlie Hebdo’ya tekbir eşliğinde
saldırıldı ve akla gelen ilk şey derginin 2006-2011’de yayınladığı Müslümanları
rencide eden karikatürler oldu. Ama bunun üzerinden yıllar geçti. Henüz netlik
yok ama sizce sebep bu mudur ya da bahane mi edilmiştir?
Charlie Hebdo dergisi Müslümanların en
kutsal değerlerine saygısızlık yapan ve aşağılayan karikatürleri aslında Danimarka’da
yayınlanan Jyllands-Postengazetesinden alarak yayınladı. Jyllands-Posten genel
yayın yönetmeni tepkiler üzerine özür dilemesine ragmen Charlie Hebdo 2011
yılında yeniden yayınladı bu karikatürleri ve aynı yıl bir saldırının da hedefi
oldu. Ancak saldırganların tekbir getirmeleri olayın arkasında neyin ve kimin
olduğuna karar vermek için yeterli değil. Medyaya yansıdığı kadarıyla
saldırganlar kimliklerini kullandıkları araçta unutmuş, biri daha önce terör
suçuna bulaştığından hüküm giymiş, ellerinde de kolayca edinilmeyecek silahlar
var. Bu da söz konusu terör saldırının arkasında hangi güç ve örgütlerin olduğu
sorusunu gündeme getiriyor.
AVRUPA’NIN DEĞİL FRANSA’NIN 11 EYLÜL’Ü
Saldırıyı Yemen El Kaidesi üstlendi.
Detayları ortaya çıkacaktır ama saldırganların ölü ele geçirilmesi ayrıca
tartışılıyor. Şunu sormak isterim: 11 Eylül öncesinde Ortadoğu politikaları
nedeniyle Amerika dışında yükselen bir öfke vardı ama Amerika’da fiili İslam
düşmanlığı görünmüyordu. Hâlbuki Avrupa’da yükselen bir yabancı düşmanlığı,
İslam karşıtlığı durumu var. Bu durumda “Paris saldırısı için Avrupa’nın 11
Eylül’ü” denebilir mi?
Hayır. 2004 ve 2005’te Madrid ve
Londra’da Paris’tekinden daha büyük terör saldırıları oldu. Bu nedenle
Avrupa’nın 11 Eylül’ü denemez. Ancak Fransa’nın 11 Eylül’ü olarak
tanımlanabilir. 11 Eylül 2001 ABD saldırıları küresel bağlamda okunabilir.
ABD’deki Müslümanların tepkisi olarak okunamaz. Daha ziyade ABD’nin İslam
ülkelerindeki siyasetine duyulan bir tepkidir ve özellikle de yarattığı
sonuçlar itibarı ile 7 Ocak saldırısından çok daha derin sonuçlar doğurdu,
örneğin Irak işgal edildi, terörle küresel mücadele adı altında aslında İslam
ile mücadele dönemi başladı. Bu açından bakıldığında 11 Eylül öncesi ve sonrası
bir dünyadan bahsedilebilir. İslam ve Müslümanlar güvenlikleştirilmiş, yani bir
tehdit unsuru olarak görülmeye başlanmış, İslami gruplar istihbarat
örgütlerinin takibine alınmış, terörle mücadele yasaları sivil hakları
daralacak sonuçlar doğurmuş, dini inançlarına göre insanların profilleri
çıkarılmış, yani fişlenmiş, hatta çoğu Müslüman olan riskli yolcu listeleri
hazırlanmış ve bu kişilere uçuş yasağı konulmuştu. 11 Eylül sonrası hem ABD hem
de Avrupa’da İslam ve Müslümanlara yönelik önyargılar ve ayrımcılık belirgin
biçimde arttı. 7 Ocak da kuşkusuz Fransa başta olmak üzere Avrupa’daki Müslüman
azınlıklar açısından önemli sonuçlar doğuracaktır ancak 11 Eylül kadar küresel
bir etki yaratması olası görünmüyor. Diğer yandan Müslümanlara karşı kalıp
yargıları ve özcü düşünceleri pekiştireceğini tahmin etmek zor değil bu
saldırıların.
AŞIRI SAĞIN PROFİLİ DEĞİŞİYOR
Olaydan öncesine, Ekim’den beri devam eden
PEGİDA hareketine gelmek istiyorum. Avrupa’da İslam karşıtlığında görünür bir
artış zaten vardı, Charlie Hebdo saldırısıyla buna benzin dökülmüş oldu. Bu
düşmanlık nerelerden beslendi de bu boyutlara vardı?
Avrupa söz konusu olduğunda Charlie
Hebdo saldırısı en fazla aşırı sağ, ırkçı ve yabancı düşmanlığı üzerinden
siyaset yapan partilerin işine yarayacaktır. İslam karşıtlığı tabanının bu tür
partiler üzerinden genişlemesi gözlenecektir, bunun ilk işaretlerini PEGİDA
hareketine destek verenlerin sosyo-ekonomik statüleri gösteriyor zaten. Son
yıllara kadar PEGİDA benzeri hareketlere katılanlar veya aşırı sağcı ve ırkçı
partilere katılanlar veya oy verenler toplumun pek onaylamadığı, eğitim ve ve
gelir düzeyi düşük sosyo-ekonomik grupta olanlardı. Bugün ise yabancı düşmanı
grup ve siyasi hareketlere katılanların profili değiştiği, iyi eğitimli, gelir
düzeyi yüksek orta sınıftan da katılımlar olduğu görülüyor -ki asıl kaygı
uyandıran da bu. Charlie Hebdo saldırısı İslam karşıtlığını kuşkusuz
artıracaktır. Zaten 7 Ocak, yani saldırının gerçekleştirildiği gün twitterde
açılan ‘killallmuslims’ (Bütün müslümaları öldürün) başlıklı hashtag 15 dakika
içerisinde trend sıralamasında ikinci sıraya yükseldi. Sosyal medyanın da
etkisi ile İslam karşıtlığı hızla yayıldı, bir başka ifade edile ile var olan
potansiyel ortaya çıktı.
KÜRESEL BİR PROJENİN AVRUPA AYAĞI
Yabancı düşmanlığı olarak tanımlanıyordu
aslında yakın zamana kadar Avrupa’daki rahatsızlık. Şimdi adlı adınca İslam /
Müslüman düşmanlığı deniyor. Buradaki evrilmenin sebebi ne?
Avrupa kimliği dört ana unsur üzerine
inşa edildi. Antik Yunan, Roma, Yahudi-Hristiyan kültürü ve seküler modernizm.
Avrupa’da 15 milyona yakın Müslüman olmasına karşın İslam Avrupa’nın kimlik
kaynakları arasında yoktur ve onun en belirgin ‘ötekisidir’. Yabancı düşmanlığı
genel bir kavram olarak hala kullanılıyor ve göçmen karşıtlığına yaslanıyor.
İslam karşıtlığı ise Müslümanların kamusal alana girmeleri, vatandaş olarak
talepte bulunmaları, Avrupa dışı Müslümanlar ile dayanışma eğilimi taşımaları
nedeniyle billurlaştı. Yeni bir olgu değil İslam karşıtlığı, 1997 yılında
İngiltere’de yayımlanan Islamophobia: A Challenge for
Us Allbaşlıklı rapor yıllar once İslam ile ilgili olumsuz yargıların
toplumda yaygın olduğunu gösteriyordu. 11 Eylül kuşkusuz bunları artırdı ve
yaygınlaştırdı. Bunları görmek için de merkezi Viyana’da bulunan Temel Haklar
Ajansı’nın İslamofobi raporlarına bakmak yeterli olacaktır. Eğer biraz daha
geri gidip Avrupa’nın zihin dünyasında nasıl bir İslam imajı vardı ve bu imaj
nasıl inşa edildi sorularının cevaplarını merak ediyorsak Edward Said’in Oryantalizm ve Haberlerin Ağında İslam başlıklı
eserlerine bakmak yeterli olacaktır. Diğer yandan soğuk savaş sonrasında
kurulan yeni dünya düzeninde İslamın Batı değerleri ile çelişen ve onu tehdit
eden yeni bir düşman olarak sunulduğunu hatırlamakta yarar var. Dolayısıyla
yabancı düşmanlığının İslam karşıtlığına evrilmesini küresel bir projenin
Avrupa’daki uzantısı olarak okumak yerinde olacaktır.
BATININ KORKULARINI TETİKLEDİLER
PEGİDA’nın açılımındaki (Avrupa’nın
İslamlaşmasına Karşı Yurtsever Avrupalılar) “Avrupa’nın İslamlaşması”ndan ne
anlamalıyız? Göçmen nüfusun yerli nüfusu dengelemesinden mi korkuluyor,
Hıristiyan Avrupalıların İslam’ı seçmesinden mi, neden?
Avrupa ülkelerinin siyasal ve toplumsal
yapıları büyük oranda sekülerleşmiş, dini ya sınırlamış ya da tamamen sembolik
bir değere dönüştürüp siyasal ve kamusal alanda etkisiz hale getirmiş
vaziyette. Ancak Müslümanların bu ülkelere gelişi, inanç ve değerlerini
kurumsallaştırmaya başlamaları ile beraber bir sorgulama dönemi başladı. Yani
İslam dinamik bir kimlik kaynağı olarak hayatın içinde yer alan, Müslüman
bireylerin toplumsallaşmasını, kimliklerin korumalarını ve bunu da ötesinde
geldikleri ülkelerdeki Müslümanlar hatta hiç görmedikleri ve bilmedikleri İslam
ülkelerindeki Müslümanlar ile psikolojik bağlar kurmuş, küresel bir İslami ulus
aşırı (transnasyonal) topluluğun (ümmetin) üyeleri oldular. Avrupa’nın kimlik
değerleri İslam kimliğini eritemedi, asimile edemedi ve kendi içinde yok
edemedi. Avrupalılar kendi dinlerinden kopup sekülerleşirken, Müslümanlar tam
tersine inançlarına bağlanmış; Avrupa’da kiliseler cemaatsizlikten kapanırken
Müslümanlar Londra, Paris ve Berlin gibi metropoller dahil pek çok şehirde
camiler inşa etmeye, Cuma namazlarında sokaklara taşarak seküler kamusal alana
görünmeye başladılar. Bu gelişmelere ilaveten Müslüman nüfusun hızla artarak
demografik yapıyı değiştireceği iddiası ortaya atıldı. Örneğin ünlü Yahudi
Profesör Bernard Lewis Alman Die Welt gazetesine verdiği demeçte yüzyılın
sonunda Avrupa’nın Müslüman olacağını ifade ederken Batılıların korkularını
tetikliyordu. Bat Ye'orise Eurabia: The Euro-Arab Axis başlıklı
kitabında Avrupa’nın Araplaştırılıp İslamlaştırılması projesinin varlığından
bahsediyordu. Nihayet 7 Ocak günü yayınlanan Michel Houellebecq’in Teslimiyet (Soumission) başlıklı çalışması roman formatında da olsa
2022 yılında Fransa’nın bir Müslüman cumhurbaşkanı tarafından şeriatle nasıl
yönetileceğini, üniversitelerde Kur’an derslerinin zorunlu olacağını ve
kadınların başörtüsü takmaya zorlanacaklarını anlatıyor. Avrupa’nın İslamlaşmasını
bu bağlamlarda yorumlamak doğru olur.
AVRUPA NÜFUSU 500 MİLYON, MÜSLÜMANLAR 23
MİLYON
Avrupa’nın İslamlaşması korkusu gerçek bir
korku mu peki? Somut istatistikî bilgiler var mı elimizde?
Avrupa 500 milyonluk bir nüfusa sahip.
Balkanlar dahil Avrupa’da 23 milyon Müslüman var. Türkiye’de üye olursa 100
milyonluk bir Müslüman nüfus olacak k bunun bir kısmı seküler bir kısmı da
kültürel Müslüman, yani bir risk teşkil etmez. Mevcut nüfus artış trendleri ile
Müslümanların çoğunluk olması ihtimal dışı. Ancak Müslümanları dinlerini daha
fazla önemsedikleri ve talepte bulundukları için dikkat çekiyor. Bir korku
olduğu doğru ancak bunun somut ve rasyonel gerekesini bulmak mümkün değil
demografik açıdan.
KRİZLERİN FATURASI YABANCILARA KESİLDİ
PEGİDA hareketinin tabanda bu kadar
yayılmasını kolaylaştıran ne oldu peki?
Avrupa’nın kendi içinde yaşadığı
krizlerin PEGİDA’nın yükselmesinde önemli payı var. En önemli neden sosyal
devlet geleneğindeki kırılmalar ve refah devletinin gücünü yitirmesi. Bunun çok
ciddi ekonomik ve sosyal yansımaları oldu. Kriz dönemlerinde hedef tahtası hep
yabancılar oluyor. Geçmişte de böyleydi bugün de. İşsizlik oranlarının artışı,
refah payının küçülmesi, sağlık ve eğitim hizmetlerindeki gerileme gibi
sorunların bir kısmı yabancılara ve ötekilere atfediliyor. Sağ ve ırkçı siyaset
de bu söylemleri yayıyor, besliyor ve bundan nemalanıyor. Bir diğer önemli
neden ise İslam ve Müslümanların bir tehdit kaynağı olarak görülmesi ve
gösterilmesi. Bir yandan Avrupa’da doğup büyüdüğü halde Suriye ve benzeri
ülkelerdeki örgütlere katılım, diğer yandan İslam ülkelerindeki meşruiyet
krizleri, şiddet sarmalı gibi nedenler de PEGİDA ve benzeri hareketlere
katılımı hızlandırıyor.
TÜRKİYE YASAKLARIN, AVRUPA ÖZGÜRLÜKLERİN
ÜLKESİYDİ
Avrupa’da radikal sağ hızla yükseliyor.
“Öteki” ile eşit ve tüm özgürlükleri kullanarak yaşamanın hukukunu yazan yaşlı
kıta bu yükselişin önünü alabilecek mi peki? Yoksa teslim mi olacak?
Bugün Avrupa’nın karşılaştığı en büyük
meydan okuma kendisinden farklı olan ile bir arada yaşama, uzun yıllardır
üretip yaymakla övündüğü eşitlik ve çoğulculuk ilkelerini koruma ve yaşatmadır.
Özellikle Müslümanlar söz konusu olduğunda Avrupa’nın baskıya maruz kalan
Müslüman aydınlara kucak açtığını, kendi ülkesinde dinini ve inancını
yaşayamayanlara daha özgür ortam sağladıkları biliniyor. Örneğin Türkiye’de
üniversitelerde mescit açılması söz konusu bile olmazken 1990’larda biz İngiliz
üniversitelerinde lisansüstü eğitim alırken üniversite yönetimlerinin ibadet
için kullanılmak üzere yer tahsis ettiklerine, yine Türkiye’de başörtüsü yasağı
nedeni ile yurt dışına gitmek zorunda kalanlar olduğunu tanıklık ettik. Bu
dönemde çok sayıda kız öğrenci örneğin Avusturya’ya giderek giyim kuşam
engeline takılmadan üniversiteye kaydoldu. Ancak Avrupa’da İslam’ı resmen bir
din olarak kabul eden ilk ülkelerden biri olan aynı Avusturya’nın yeni bir
İslam Yasası taslağı hazırlayıp meclise gönderdiği ve bu yasanın geçmişteki tüm
kazanımları ortadan kaldıracak hükümler içerdiği de bir vakıa. Yani bir geriye
gidiş ve özgürlüklerin kısıtlanması söz konusu. Terör ve şiddet olayları ne
yazık ki bu tür anti-demokratik girişimlerin meşrulaştırılması için
kullanılıyor.
GÖÇMENLER GERİ DÖNECEK SANDILAR
1950’lerden 60’lardan sonra göçmen işçi
kabul eden Avrupa ülkeleri onların kalıcı olduğunu, sorunların arttığını
görmekte ve tedbir almakta neden bu kadar gecikti? Almanya bile entegrasyon
politikalarına daha dün sayılır, 2000’lerin başında başladı.
Almanya en çok göç alan ülkelerden biri
olarak uzun yıllar bir göç ülkesi olduğu gerçeğini kabul etmedi. Almanya ve
diğer pek çok ülkede genel beklenti göçmenlerin belirli bir süre çalıştıktan
sonra ülkelerine dönecekleri yönünde idi. Ancak aile birleşimi, ikinci ve
üçüncü kuşakların ortaya çıkması yerleşme eğilimini artırdı. Göçmenler bu
süreçte dini ve kültürel ihtiyaçlarını da kendileri karşılamak durumunda kaldı,
gettolarda yaşamak zorunda bırakıldı. Çünkü göçmenlikten yerleşik hayata geçişi
ilgili ülkeler görmemekte ısrar etti. Entegrasyon politikası geliştirilmedi.
Her grup kendi camiini inşa etti, din görevlisini kendi ülkesinden getirdi,
hatta geldikleri ülkelerin dini gruplaşmalarını bile bu ülkelere taşıdılar.
Almanya, Hollanda ve Avusturya gibi ülkeler ihmal ettikleri toplulukları
arasında ortaya çıkan sorunları görünce son yıllarda yeni arayışlara girip
İlahiyat Fakülteleri açma, din görevlisi ve din eğitmenlerini bu ülkelerde
yetiştirme projeleri başlattılar. Ancak bu çabaların kısa sürede sonuç vermesi
kolay olmayacaktır.
SUÇUN ŞAHSİLİĞİ UNUTULMAMALI
Bu olaydan sonra Avrupa’daki Müslümanlar
için hayatın biraz daha zorlaşacağı anlaşılıyor. O zorlukları azaltmak,
saldırının doğuracağı sonuçları zayıflatmak için ne yapmak gerekir?
Avrupa’da yaşayan Müslümanların büyük
çoğunluğu yaşadıkları ülkelerin vatandaşı. Dolayısıyla ilk ve en önemli
sorumluluk ilgili ülkelerin hükümetlerine düşüyor. Siyasi liderler tarafından
suçun kişisel olduğu, Müslüman kitleye genellemenin ve onları zan altına
bırakmanın yanlış olacağı vurgulanmalı. Müslüman vatandaşların can ve mal
güvenliğinin korunacağı, bunun için gerekirse özel önlemler alınacağı ifade
edilmeli, güvenlikçi bir dilden özenle kaçınılmalı. Diğer yandan İslam
karşıtlığı ve düşmanlığı yayan söylemlerin nefret suçu kapsamına alınması ve
Müslümanların hak ve hukuklarının korunması için yasal düzenlemelerin yapılması
yerinde olacaktır.
GETTOLARINIZDAN ÇIKIN, KAYNAŞIN
Avrupa’da yaşayan Müslümanlara düşenler
neler?
Avrupa’nın siyasal, sosyal ve kültürel
hayatına daha fazla katılmak, her platformda kendilerini temsil etmek, daha iyi
örgütlenmek, Avrupa kimliği ile Müslüman kimliğini melezlemek, bu kimlikle
sanat, bilim, ekonomi ve siyasetin içinde yer almak, mekânsal ve düşünsel
gettolardan çıkmak bu görevler arasında sayılabilir. Bu bağlamda ilgili
ülkelerdeki medya ve aydınlara da yapıcı bir dille söylem inşa etme görevi
düştüğünü belirtmekte yarar.
AVRUPALI MÜSLÜMANLARIN ÇIKMAZLARI
Avrupalı Müslümanlar sivil toplum olarak
hem İslamofobinin ateşini düşürecek hem de gençlerini radikal İslamcı terör
örgütlerinden koruyabilecek bir imkana, örgütlenmeye, dirayete, ferasete sahip
mi?
Avrupalı Müslümanlar yeni yeni
örgütlenmeye, sivil toplum kuruluşları oluşturmaya ve entelektüel sermaye
biriktirmeye başladı. Yani henüz işin başındalar çünkü birinci kuşağın eğitimi
ve donanımı örgütlenmek için yeterli değildi. Ayrıca öncelikleri de farklı idi.
Son yıllarda yükseköğretim mezunu, siyasete katılan, ekonomik olarak ayakları
üzerinde duran ve örgütlenen bir kitle ortaya çıkmaya başladı ancak bunlar
arasında ciddi kopukluklar var ve enerjileri gençleri radikal İslamcı terör
örgütlerinden koruyabilecek kadar güçlü değil. Özellikle İslam konusunda
beslendikleri kaynaklar hala dışarıda ve bu önemli bir handikap. Avrupa’nın
ortasındalar ana dini anlayışları hala başka ülkelerdeki fetvalardan
besleniyor. Bu da bir başka çıkmaz olarak Avrupalı Müslümanları etkiliyor.
MÜSLÜMAN DÜNYA NE YAPMALI?
Genelde Müslüman dünyaya, özelde
Türkiye’ye ne düşüyor bu çılgınlığın önünü almak için?
İslam ülkelerinin Avrupa Müslümanlarını
yalnız bırakmamaları ama aynı zamanda onları etki altında bırakmak ve iç
siyaset malzemesi olarak kullanmaktan kaçınmaları saldırının olumsuz
sonuçlarını azaltacak adımlar olarak zikredilebilir. Küreselleşen bir dünya
etkileşimin hızlı ve kolay olduğu bir dünya. İslam dünyasının Avrupa’daki
Müslümanlar ile dayanışması bu açıdan önemli ve özellikle BM, AGİT ve AB
nezdinde Müslümanların hak ve hukuklarının korunması amacıyla diplomatik
girişimler sürdürülmelidir. İslam ülkeleri Avrupa Müslümanlarını devşirilecek
birey ve gruplar olarak görmemeli. Kendi ülkelerindeki radikal gruplar ile
Avrupalı Müslümanlar arasında iletişim ve ilişki kurulmasına engel olmanın
yollarını aramalılar.
Peki Türkiye?
Avrupa’da hem radikal eğilimlerin
Müslümanlar arasında taban bulmasının önüne geçilmesi hem de İslam
karşıtlığının önlenmesi açısından bulunduğu konum ve temsil ettiği değerler
itibariye Türkiye’ye özel görev ve sorumluluklar düşüyor. Birincisi Avrupa’da 6
milyona yakında Türkiye kökenli insan bulunuyor ve bu çok önemli bir beşeri
sermaye olarak değerlendirilmeli. İkincisi Türkiye AB’ye üye olmaya çalışan,
İslam ve Batı değerlerini bir arada yaşatan, Doğu ile Batı arasında siyasal ve
kültürel köprü kuran bir ülke. Bu da önemli birikim olarak sorunların
çözümlenmesi için mobilize edilebilir. Avrupalı devletlere düşen en önemli
sorumluluk artık kendi vatandaşları olan Müslümanları her türlü nefret sucudan
ve saldırıdan korumak olmalı, onları eşit birer vatandaş olarak topluma
entegrasyonları için yeni politikalar geliştirmektir.
NETANYAHU NE DEDİ?
Saldırıya geri dönmek isterim. Dünyada
taşların yerinden oynadığı ve yeni bir dünyanın şekillenmekte olduğu
anlaşılıyor. Özellikle de Ortadoğu’nun. Bu anlamda saldırıyı planlayanların
amacı ne olabilir?
Bu soruya bir soru ile cevap vermek
yerinde olacaktır. Charlie Hebdo dergisine yapılan saldırı en çok kimin işine
yarar? Bu saldırıların Müslümanların işine yaramadığı, hatta en çok İslam’a ve
Müslümanlara zarar verdiği aşikar. O halde kimin işin yarar? Bir dergiye
saldırı Fransa’yı dize getiremeyeceği, Charlie Hebdo benzeri dergi ve
gazeteleri kapatamayacağı veya ‘ifade özgürlüğünün’ sınırlarını daraltamayacağı
için bu saldırıların bir başka projenin parçası olup olmadığı geliyor insanın
aklına. Eğer amaç Fransızları öldürmek olsaydı çok daha kalabalık bir yerde bu
saldırı yapılabilirdi. Bunun yerine bütün maliyeti İslam’a ve Müslümanlara
yüklemeyi kolaylaştıran bir hedef ve yöntem seçilmiş görünüyor. Elbette artık
küreselleşen bir dünyada ideolojiler ve dini aidiyetler sınır tanımıyor ve
etkileşimler oluyor. Böyle bir etkileşim de olabilir. Diğer yandan bu tür
olaylar üzerinden yeni ittifak arayışları gözlenebilir. Nitekim İsrail
Başbakanı Netanyahu yaptığı açıklamada Fransızların Filistinlilere destek
vermemesi gerektiğini ifade etmiş. Bu bile üzerinde düşünülmesi gereken bir
olaydır.
DİNİ KAVRAMLAR ARAÇSALLAŞTIRILIYOR
Olayın Ortadoğu’da özellikle Arap Baharı
sonrası yaşananlarla ilgisi nedir?
Bölgede ortaya çıkan şiddet yanlısı
örgütler faklı isimler altında ve birbirinden farklı olabilir. Hatta
birbirlerine rakip dahi olabilir. Ancak savundukları görüşler ve eylemlerinin
sonuçlarına bakıldığında bu örgütlerin hepsi aynı amaca hizmet edecek şekilde
tasarlanmış gözüküyor. Bu da geniş toplumsal tabanı olan ve statükoyu
değiştirmeyi amaçlayan İslami siyasal hareketlerin dünyanın gözündeki
meşruiyetini zayıflatmak ve ortadan kaldırmak. Bu açıdan bakıldığında
Ortadoğu’daki gelişmelerin yansımaları ile Avrupa’daki terör saldırıları
arasında bir ilinti kurulabilir. Zira küresel entelektüel ve siyasal söylemi
takip ettiğinizde görürsünüz ki bütün bu şiddet yanlısı örgütlerin yaptıkları
son tahlilde İhvan, Hamas, Nahda ve AK Parti gibi toplumsal tabanı çok geniş ve
dönüştürücü hareketlerin meşruiyetini ortadan kaldırmaya yönelik olarak
kullanılıyor. Söz konusu örgütlerin başvurduğu terör ve şiddetin
yöntemlerinin İslami bir dayanağı yok ancak dini kavramlar kolayca
araçsallaştırılıyor. Diğer yandan şunu da görmezden gelmek mümkün değil:
Küresel adaletsizliğin hüküm sürdüğü, Irak ve Afganistan’ın işgal edildiği
parçalandığı, devlet ve güvenlik mekanizmasının çökertildiği bir dünyada da
birilerinin şiddete dayalı tepkiler vermesinin siyasal ve sosyolojik zemini
hazırlanmış demektir.
AMAN STATÜKO DEĞİŞMESİN DE…
Batı dünyası Arap Baharı’nın kışa dönmesi
için -Mısır’da askeri darbeye arka çıkarak, Suriye’de yüz binlerce insanın
ölmesine izin vererek, Ortadoğu’da IŞİD’e göz yumarak- destek vermesinin
bir bedeli olacağını öngörememesinin mantıki bir izahı var mı? Hele de 11
Eylül’ü sebep ve sonuçlarıyla birlikte tecrübe etmişken.
11 Eylül’den sonra ABD’de ve bu ülkenin
başlattığı siyaseti takip eden Avrupa ülkelerinde terörle mücadele yasalarına
sivil özgürlükleri ciddi manada kısıtlayıcı maddeler eklendi. Güvenlikçi bakış
açısı hakim oldu. Bu bağlamda İslam ve Müslümanlar yeni tehdit unsurları olarak
kurgulandı ve terörle mücadele adı altında İslam’a karşı bazen açık bazen üstü
örtülü savaş başlatıldı. Diğer yandan bu ülkeler şiddet ve terör kendi
sınırları dışında ve ötesinde kaldığı sürece, büyük oranda izledikleri
politikaların sonucu ortaya çıkan adaletsizliklerin sürmesine göz yumdular. Bir
tehdit hissettiklerinde de Irak örneğinde olduğu gibi meşru gerekçe olmadan
işgal yöntemine başvurdular. ABD ve Avrupa için asıl tehdit terör örgütlerinden
ziyade bölgede kurulan düzen ve statükonun bozulmasına yönelik tehdittir.
Dolayısıyla buradaki hikâye, 11 Eylül’den sonra acaba terör bizim ülkemize
gelir mi gelmez mi meselesi değil. Güvenlik önlemleri ile bu riskin ortadan
kalkacağı inancı yerleşmişti. 11 Eylül saldırılarında ABD’de 2 bini aşkın inşan
öldü. 2004 yılında İspanya’da yüz küsur kişi öldü. 2005 yılında ise
İngiltere’de 52 kişi. Ama Ortadoğu’da İslam dünyasının öncülüğünü yapabilecek siyasi
hareketlerin yükseliş trendine bakıldığında, buralarda iktidarların değişimine
sebep olabilecekleri yani müesses nizamı sarsabilecekleri görülür. Bu değişim
ve sarsılma mı acaba daha önemlidir yoksa terör örgütlerinin zaman zaman x, y,
z şehirlerinde önlenebileceği varsayılan bomba patlatabilmeleri mi daha
önemlidir?
KÖRFEZ SERMAYESİNİ TAKİP EDİN
Sizce?
Ben Batı için büyük resmin yani bölgesel
düzenin ne pahasına olursa olsun korunması ve sürdürülmesinin daha önemli
olduğu kanaatindeyim. Bugün Körfez ülkelerine ve Suudi Arabistan’a bakalım ve
şöyle bir soru soralım: Bu ülkelerin sermayeleri, kaynakları, kapitalleri hangi
ülkelere gidiyor ve nereye akıyor? Nerede yatırıma dönüşüyor? Kurulduklarından
bu yana savaşmadıkları halde niçin ve nereden milyarca dolarlık silah
alıyorlar? Bütün bunlar mevcut iktidarların tercihleri olarak devam ediyor ve
etmesi de isteniyor küresel güçler tarafından. Diğer yandan İsrail mevcut düzen
içerisinde meşruiyetini sağlamaya ve varlığını sürdürmeye çalışıyor. Bu düzen bozulduğunda
ne olur sorusu bu noktada çok önemlidir. Küresel güçleri ve meşruiyet sorunu
olan iktidarları kaygılandıran tam da budur. İşte bu düzenin sorgulandığı,
bozulması ve değişmesi gerektiğinin tartışıldığı bir zaman dilimindeyiz. Peki
kimin, hangi grupların statükoyu değiştirme potansiyeli, inancı, amacı ve
toplumsal desteği var? Son yıllarda yükselen yeni siyasal aktörlere
bakıldığında değişimin öncüleri olarak geniş toplumsal tabana ve desteğe sahip
olan İslami kökenli hareketlerin muhalefet odağı olarak temayüz ettiğini
görüyoruz. İşte bütün mesele, terör ve şiddet hareketlerini şu ya da bu şekilde
İslam ve İslami hareketlere ile irtibatlandırarak değişimin önüne geçmektir.
Hamas ve İhvan’a yapılan budur. Hatta AK Parti iktidarının Suriye’deki radikal
hareketleri destekliyor iddiasının bu kadar yaygın dile getirilmesinin
arkasında da aynı amaç vardır.
BATILILARIN HAYATI DAHA DEĞERLİDİR!
Amerika için, Avrupa ülkeleri için mevcut
statükonun değişmesindense Newyork İkiz Kuleler’de iki bin kişinin yahut Paris
Charlie Hebdo’da 12 kişinin ölmesi maliyet açısından daha tercih edilebilir
oluyor, öyle mi?
Bunu söylemek zor zira insan hayatı her
halükarda değerlidir, Batılıların hayatı ise daha da değerlidir. Irak’ta bir
milyon, Suriye’de 300 bin insan hayatını kaybetti ama nedense Batılı bir
ülkedeki terör saldırısı kadar gündeme gelmiyor, tepki yaratmıyor. Bakın
Paris’te hayatını kaybedenler için yüz binler protesto yürüyüşü yapıyor. Güzel
bir duyarlılık bu. Ancak ne Iraklılar ne de Suriyeliler için yüz binler yürümedi.
Sorunuza gelince, ABD ve Avrupa aşırı özgüne sahip. Ortadoğu veya diğer
bölgelerde takip ettikleri politikaların sonuçlarını doğru okuyamadılar. Kendi
lehlerine kurdukları küresel sistemin ve dünyadaki siyasal dengelerin
bozulmaması için her şeyi yapıyorlar. Bunun tahmin edemedikleri veya tahmin
ettikleri halde nasıl olsa önleriz dedikleri bir maliyeti var. O da terör
eylemlerinin kendilerine yönelmesi. Eğer siz bir ülkeyi bölüyorsanız, bir
ülkede şiddeti teşvik ediyorsanız, örgütler kuruyorsanız, bir ülkede baskıyı ve
zulmü kurumsallaştırdıysanız, insanların geleceğini çalışıyor ve ipotek altına
alıyorsanız bunun bir sonucu olacak demektir. Bu açık ve net.
SALMAN RÜŞDİ’DEN BERİ BİLİYORUZ
Dolayısıyla durup seyretmek yerine sorunu
tespit etmek ve önlem almak gerekiyordu ama alınmadı?
Karikatür krizlerinin ne tür sonuçlar
doğuracağını dünya 1998’den, Salman Rüşdi olaylarından beri biliyor aslında.
Müslümanların kendi kutsallarına saldırıldığında ne tepki verdiği biliniyor.
Birileri buna ifade hürriyeti diyebilir. Ama o ifade hürriyetinin kullanımı
insanları sokağa döküyorsa ve şiddet sarmalına sebep oluyorsa o zaman ifade
özgürlüğünü gözden geçirmemiz gerekiyor. Burada bütün standartları Avrupa veya
Batı koyuyor ve bu standartlara bütün dünyanın uymasını bekliyor. Böyle bir
Batı merkezli okumanın dünyayı yönetme konusunda sıkıntıları var. Zira artık
sorgulayan ve talepkar siyasal ve toplumsal aktörlerin yükseldiği bir dünya
var.
TÜRKİYE DAHA DA DİKKATLİ OLMALI
Peki. Paris saldırısından bir gün önce İstanbul
Sultanahmet’te bir terör eylemi oldu ve bir polisimiz şehit oldu. Başka terör
girişimleri de oldu İstanbul’da. Bu olayları Paris’teki terör saldırısıyla aynı
başlıkta okumak gerekir mi? Bir Avrupa ülkesi olarak Türkiye de aynı İslamcı
terörün hedefinde mi?
Her yer terörün hedefidir, ayrım
gözetmez.
Ama Paris’le aynı gün Yemen’de de bir
terör eyleminde 30 küsur insan öldü, hiçbir kıymeti olmadı!
Çünkü Yemen’in dünya siyasetinde ve
bölge siyasetinde bir özgül ağırlığı yok. Ama Türkiye’nin var. Türkiye’deki bir
terör eyleminin siyasete, ekonomiye, diplomasiye etkisi Yemen gibi, Suriye
gibi, Afganistan gibi olmaz. O bakımdan Türkiye dengelerin değişebileceği ya da
istikrarsızlaştırılabileceği bir ülke. Eğer böyle bir dalga Türkiye’ye doğru
geliyorsa çok dikkatli olunması gerektiği kanaatindeyim. Kökeni İslami olan
siyasal hareketler dünya siyasetinde rol almaya, ben de varım demeye başlar
yahut şimdiye kadar sistemin –BM gibi- hiç eleştirilmeyen yapılarını
eleştirmeye başlarsa kolay kolay yalnız bırakılmaz. O nedenle Gezi, 17-25
Aralık, 6-7 Ekim olaylarına sadece komplo teorileri diyemezsiniz. Sonuçta
Türkiye’de seçimlerle götürülemeyen güçlü bir iktidar var ve bu iktidar
birilerinin ayaklarına basıyor. Ak Parti’ye dün övgüler yağdıranlar 2010’dan itibaren
nasıl oldu da değiştiler, AK Parti’ye acaba neyi kabul ettiremediler de fikir
değiştiler? Elbette AK Parti de değişti, dünya sisteminin içinde kalarak
değişti ama değiştirmek istediklerini de ifade etmekten vazgeçmedi.
DOĞU BATI ARASINDA TÜRKİYE KİLİT ÜLKE
Türkiye siyasi elitleri Batıda
yaşananların ve sistemin sıkıntılı noktalarını görüyor ve uyarıda öneride
bulunuyor. Toplum da bu siyasete destek veriyor. Aynı şekilde Türkiye Doğuda,
İslam coğrafyasında ve yakın bölgesinde yaşananlara ve sıkıntılara dair de
öngörüde ve uyarıda bulunuyor. Dünyanın yaşadığı sıkıntıları aşmak konusunda
sanki kilit ülke Türkiye?
Kesinlikle Türkiye çok kritik bir ülke.
Sahip olduğu siyasi toplumsal sermayeye ve vizyona bakıldığında hem doğuyla ve
İslam dünyasıyla konuşabilen, iç içe olabilen bir ülke hem de AB içinde yer
almaya çalışan bir ülke. Dolayısıyla her iki tarafın dilini bilen, anlayabilen,
sorunları görebilen bir ülke aslında. Liderleri de hem Doğuya hem Batıya açık.
Zihinsel olarak Türkiye kendi içine kapalı bir ülke değil, gettoda yaşayan bir
ülke olmaktan çoktan çıkmış durumda. Ekonomik olarak da dünyaya açılmış
durumda. Türkiyeli işadamlarına baktığınızda dünyanın her tarafına gittiklerini
görürsünüz. Bu, Türkiye’yi bu anlamda çok avantajlı bir konuma getiriyor fakat
ne Türkiye ne de bir başka ülke tek başına bu bahsettiğimiz devasa sorunları
ortadan kaldıramaz ancak çözüm önerileri sunabilir. Bunu zaten yapıyor. BM
sistemini eleştirip orada mutlaka adil bir temsiliyete imkân veren bir
değişiklik olmasını söylüyor. İslam İşbirliği Teşkilatının daha etkin olmasını,
AGİT’in kritik konularda daha iyi çalışması gerektiğini söylüyor zaten. G20
dönem başkanlığında da çözüm önerilerini paylaşamaya devam edecek. Bütün
bunları yaparken Türkiye’nin sahip olduğu en büyük gücü şu: Türkiye’de meşru
bir iktidar var. Arkasına halkı almış bir iktidar olarak konuşabiliyor dünyaya.
Ama aynı şeyi Suudi Arabistan, Kuveyt, ve Birleşik Arap Emirliği’nin yapması
mümkün değil. Çünkü kendi ülkesinde meşruiyet problemi iktidarların gidip
Fransa’yı, Almanya’yı eleştirmesinin anlamı yok. Buna kimse kulak asmaz. O
yüzden Türkiye’ye düşen büyük bir sorumluluk var.
YÜKSELİŞİN ZEDELENMEMESİ LAZIM
Türkiye’nin kapasitesi buna her açıdan
yeterli mi?
Türkiye’nin kapasitesi belirlidir ve
sınırlıdır. Bu bir zafiyet de değildir. Bunu aşmaya çalışıyor Türkiye.
Örneğin Türkiye’nin İspanya ile ortak başlattığı Medeniyetler İttifakı Projesi
çok önemli bir projedir. Bu projenin tekrar canlandırılması gerekir. Peki İslam
dünyasında, iktidarlarını Batının korumasına borçlu olan siyasi aktörler
Türkiye’nin bu kadar öne çıkmasından memnun olurlar mı? Olmazlar. Bu nedenle de
Medeniyetler İttifakı Projesi’ne zayıf destek verdiler. Ama İslam dünyası
sadece Araplardan müteşekkil değil. Endonezya, Malezya, Balkanlar ve Kafkasları
kapsayan geniş bir alan var ve Türkiye yeni ittifaklar kurabilir. Türkiye’nin
küresel sistem içinde dengeleri tek başına değiştirebilecek gücü ve örgütü
henüz yok. Ancak önemli konularda değişime yönelik söylem üretmeye başladı ki
bu da önemli bir potansiyeldir. Türkiye gücünü yeni ittifaklar veya mevcut
olanları canlandırarak artırabilir. Bu anlamda mesela AB ile daha yapıcı bir
dille konuşması gerektiğini düşünüyorum. Zaman zaman siyasetçiler çok sert
konuşabiliyorlar, bazen gerekli de olsa bunun Türkiye’nin her zaman hayrına
olmadığı kanaatindeyim. Avrupa 500 milyon nüfusu ile hali hazırda siyasi,
ekonomik ve kültürel üretim merkezi. Büyük güç dengesizliklerinin olduğu bir
dünyada Türkiye’nin tek başına her şeyi tek başına sırtlanması mümkün değil.
Türkiye henüz yükselen bir ülke kategorisinde bunu sürdürmesi gerekir. Bu
gidişatı zedelemeyecek politikalar takip etmesi sadece Türkiye açısından değil,
Türkiye’yi ilham kaynağı hatta İslam dünyasının gelecekteki önemli bir lideri
olarak görenler açısında da lüzumludur.
http://www.star.com.tr/yazar/avrupa-ulkeleri-sucun-sahsiligi-ilkesini-unutmamali-yazi-990084/