5 Temmuz 2008 Cumartesi

Uluslararası Göç ve Kadın Sempozyumu –II-

İstanbul Zeytinburnu Belediyesi tarafından düzenlenen “Uluslararası Göç ve Kadın Sempozyumu”da kendi sunduğum bildiride hangi konulardan bahsettiğime ve sonuç bildirgesine değineceğim bu yazıda. Önce kendi sunduğum bildiriden bazı görüşleri size aktarayım. “İki Kültür ve Kimliği Buluşturmak: Avrupa’da Türk Sivil Sermayesi” başlığını taşıyan bildirimde Avrupalı Türklerin ik kültür ve kimlik arasında köprü olabileceğini, Türkiye ve Avrupa’yı yakınlaştıracağını, bunun da ötesinde Batı-İslam Dünyası arasında bir iletişim kanalı işlevi görebileceğini anlattım.
Gerçekten de Avrupa Türklerinin siyaset, kültür, ekonomik birikim ve nitelikli insan gücü gibi alanlarda ciddi bir toplumsal birikime ulaştığını araştırmalar bize gösteriyor. Toplumsal sermaye veya sosyal ağları genişleyen Türklerin önemi ve gücü de artıyor. Sosyolojik açıdan bu toplumsal sermaye, bütün sosyal ağların oluşturduğu kolektif değerlerin tümünü ve bu ağlarda yer alanların karşılıklı olarak birbirleri için bir şeyler yapma eğilimini ifade ediyor. Sosyolojik araştırmalar bize Türk göçmen toplulukların da benzer birikimlere ulaştığını gösteriyor. İşte bu açıdan bakarak, Hollanda’daki Türklerden hareketle, Avrupalı Türklerin oluşturdukları toplumsal sermaye ve sosyal ağ gücünün önemli bir potansiyele ulaştığını ve bu birikimin Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerine katkılarının olabileceğini göstermeye çalıştım bildiride.
Avrupalı Türkler, çatışmacı yaklaşımın yükseldiği, medeniyetler arası çatışma tezinin taraftar bulduğu ve Türkiye’nin kültürel kimliğinden dolayı AB’den dışlanmak istendiği bir ortamda iki kültür ve kimliği (Türkiye-Avrupa/Türkiye-Batı) yakınlaştıracak potansiyele sahip görünmekte. Ancak bu potansiyelin şimdiye kadar ne Avrupa, ne de Türkiye tarafından etkin bir şekilde mobilize edilmediği de anlaşılmaktadır. Yani Türklerin bu potansiyel gücü henüz uygulama alanına geçmedi veya geçemedi. Bunun en önemli sorumlusu Türk kuruluşların tepe yöneticileri ile bu konuya şimdiye kadar gereken ilgi ve desteği göstermeyen hükümet yetkilileridir.
Avrupa’daki Türkler ya da Avrupalı Türkler, hibrid, tireli ve geçişken kimlikler inşa ediyorlar. Bir taraftan Türk kültür değerlerini yeniden üretirken, bir yandan da içinde yaşadıkları Avrupa toplumunun kültürüne yaklaiyorlar. Bunun en belirgin göstergeleri arasında, gittikçe artan oranda Türklerin yaşadıkları ülke vatandaşlığına geçmeleri, siyasal süreçlere katılmaları, siyasi parti ve sivil toplum kuruluşlarında yer almaları ve yaşadıkları toplumun tüketim alışkanlıkları benimsemeleri sayılabilir. Bunun yanında Avrupa’daki göçmenler söz konusu olduğunda bu kadar fazla sayıda ülkede sosyal ağ oluşturan başka bir guruba rastlamak da mümkün değildir.
Kimlikler, kültürler ve uygarlıklar arası diyalog ve yakınlaşma arayışları çerçevesinde, gerek demografik yapı ve coğrafi dağılımları, gerekse yukarıda işaret edilen toplumsal sermayeleri ile Avrupa Türkleri, özelde Türkiye-AB, genelde de Batı-İslam arasında bir yakınlaşma ve geçişkenlik enstrümanı olarak mobilize edilmeyi bekliyor. Böyle bir mobilizasyon ve hareketlenme olursa kimsenin tahmin edemeyeceği kadar büyük bir güç ortaya çıkar. Bu noktada yapılması gereken şey orta ve uzun vadeli stratejiler geliştirerek Avrupa Türklerinin tarihsel bir misyonu üstlenmesini sağlamak olmalıdır.
Şimdi biraz da sempozyum sonuç bildirgesinden bahsedelim: Sempozyum kadınlar ile ilgili olduğu için bildirgede de bu konu vurgulanıyor. Örneğin “Sınır ötesi göç eden ya da göç etmeye zorlanan kadınların haklarını garanti altına alacak uluslar arası mekanizmalar yetersizdir ve hakların korunması yönünde devlet sorumluluklarında boşluklar bulunmaktadır” denilerek kadınların sorunlarına dikkat çekiliyor. Öte yandan bildiri de kadın ticareti ve istismarı da gündeme getirilmektedir: “İnsan ticareti ile cinsiyet ayrımcılığı, yoksulluk ve mahrumiyetin çok açık bir ilişkisi vardır. Örgütlü bir suç olan insan ticaretinin mağdurları daha çok kadın ve çocuklardır. Kadının insan haklarının korunması ve geliştirilmesi, kadınlara karşı her türlü ayrımcılığın önlenmesi devletlerin sorumluluğundadır. Çoğunlukla kadın ve kız çocuklarının cinsel istismarı şeklinde görünen insan ticareti konusunda ülkemiz mücadele kararlılığı içerisindedir. Mücadele stratejisinde yasal düzenlemeler ve bunların etkin kullanımı, uygun emniyet gücü, sanıktan çok mağdura odaklanmış anlayışın benimsenmesi, bu suçla mücadelenin vazgeçilmez unsurları olacaktır. “
Son derece başarılı geçen sempozyum geride tartışılası gereken fikirler bıraktı. Bunun yanında çözüme yönelik projeler üreterek karar vericilere sundu. Umarız sempozyumda gündeme getirilen konular ve önerilen çözümler, göçlerin neden olduğu travmaların hafifletilmesine katkıda bulunulur.

Uluslararası Göç ve Kadın Sempozyumu –I-

1-2 Aralık 2007 tarihlerinde, İstanbul Zeytinburnu Belediyesi uluslar arası bir konferansa ev sahipliği yaptı. Altmıştan fazla konuşmacının bildiri sunduğu sempozyum “Uluslararası Göç ve Kadın Sempozyumu” ana başlığını taşıyordu. Sempozyumda göçmen kadınların yaşadığı bir dizi sorun gündeme getirildi. Sağlık, eğitim, istihdam, entegrasyon, aile içi sorunlar ve kültür çatışmaları ele alındı. Avrupa’nın hemen her ülkesinden gelenler yaşadıkları ülkede karşılaştıkları sorunları dile getirdi.
Dikkatimi çeken noktalardan biri İngiltere’den katılımcı olmayışı idi. Sempozyuma ben de konuşmacı olarak katıldım. Benden istenen konuşmanın konusu Avrupalı Türklerin, Türkiye-AB arasında köprü olup olamayacakları idi. Sunduğum bildirinin başlığı “İki Kültür ve Kimliği Buluşturmak: Avrupa’da Türk Sivil Sermayesi” idi. Bildirinin ana hatlarını sizinle paylaşmak istiyorum.
Bildiride sosyal bilimler alanında son yıllarda gittikçe önem kazanan toplumsal sermaye ve sosyal ağ kuram ve yaklaşımları çerçevesinden hareketle, Avrupa Birliği ülkelerinde yaşayan Türklerin nüfus, ekonomik güç, siyasi katılım ve sivil kuruluşlarına dayalı oluşturdukları sosyal sermaye ve ağlarının etkilerini inceledim. Ayrıca Avrupa’daki Türklerin oluşturdukları sivil sosyal sermayenin iki kültür ve kimlik arasında köprü kurma potansiyelinin ne olduğu, Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri söz konusu olduğunda bu potansiyelin nasıl mobilize edilebileceği soruları üzerinde durdum.
Kimlikler ve Kültürler: Uzlaşmacı ve Çatışmacı Yaklaşım
Avrupa’daki Türklerin sosyal sermayesine ilişkin bulguları analiz etmeden önce üzerinde durulması gereken önemli bir konu var. O da göç, entegrasyon, vatandaşlık ve aidiyet gibi konuların tartışıldığı günümüzdeki sosyo-kültürel ve sosyo-politik gerçekliktir. Özellikle Avrupa’daki Türkler ve Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri söz konusu olduğunda işaret edilen bu gerçekliğe ilişkin iki yaklaşımın ortaya çıktığını görüyoruz.
Bunlardan biri “uzlaşmacı” yaklaşımdır. Bu yaklaşıma göre Avrupa demokrasi, insan hakları ve çoğulculuk ilkelerini benimseyen ve yaşatan bir uygarlık havzası olarak sonradan buraya gelen kültürlere ve gruplara hoşgörülü olmalı, farklılıkları bir zenginlik olarak görmeli ve faklı olanı “ötekileştirmeden” toplumsal hayata entegre edebilmelidir. Bu yaklaşımın siyasi projedeki karşılığının örnekleri arasında İngiltere’deki çok kültürlülük anlayışı ve Hollanda’da iki binli yıllara kadar süren ancak son yıllarda çözülmeye başlayan liberal politikalar gösterilebilir. Ne var ki uzlaşmacı yaklaşımı benimseyen ve destekleyenlerin sesleri cılız çıkmakta, savundukları politikalar artan oranda eleştirilmekte ve etkileri de gün geçtikçe azalmaktadır.
Bu konudaki diğer yaklaşım ise “çatışmacı” yaklaşımdır. Bu yaklaşım, Avrupa uygarlığını homojen bir kültürel yapı olarak görme eğilimindedir. Bu nedenle göçmenler ve onların temsil ettiği kültürel değerler ile Avrupa değerleri arasında biz uyum ve uzlaşmanın olması beklenemez. Bu uzlaşmazlığın ortadan kaldırılması içinde çok kültürlü bir toplumsal hayat ve siyasi proje yerine daha homojenleştirici bir kimliğin benimsenmesi öngörülmektedir. Fransa’nın ısrarla takip ettiği entegrasyon politikası, farklılıkları göz ardı eden siyasi projelerin en bilinen örnekleri arasında yer alır. Ancak, Fransa’nın uzun yıllardır takip ettiği entegrasyonist ve bir dereceye kadar da asimilasyonist politikaların pek başarılı olmadığı, binlerce göçmen kökenli gencin bu ülkede sokaklara dökülmesi ile görülmüş oldu. Bugün geldiğimiz noktada tartışılan konu şu: Çoğulculuğu ve farklılığı göz ardı etme eğiliminde olan entegrasyonist projemi mi, yoksa farklı kimlikleri ötekileştirme eğiliminde olmayan ve her kültüre var olma hakkı tanıyan çok kültürlülük projesi mi daha başarılıdır?
Özellikle 11 Eylül 2001 terör olaylarından sonra daha açık ve net olarak ifade edilen çatışmacı görüşler, Samuel Huntington’un “medeniyetler çatışması” tezinin daha geniş kitleler tarafından tartışılması ve desteklenmesine neden olmuştur. “Uzlaşmacı” yaklaşımı benimseyenlerin söylemleri sadece sınırlı bir kesim tarafından duyulurken, çatışmacı söylemi dile getiren politikacı, aydın ve gazetecilerin iddiaları çok daha geniş bir kesime yayılmıştır. Bu süreçte üretilen korkular, kaygılar, endişeler ve tehdit algılamalarının hedefi ise genel olarak göçmenler, mülteciler ve yabancılar, özel olarak ise Batı’nın yeni ötekisi olarak görülen müslümanlar olmuştur. Avrupa’daki Türkler ve AB-Türkiye ilişkileri de bu çatışmacı yaklaşımdan nasibini almıştır.
Hafyata bildiride dile getirdiğim diğer konuları ve sonuç bildirisini sizinle paylaşacağım. Sempozyumla ilgili daha geniş bilgi için bkz. http://www.gocvekadin.org

Yasaklardan kurtulmak Türkiye’nin itibarını yükseltir

Türkiye’de siyaset, medya ve eğitim dünyasının gündeminde uzun yılardır uygulanan bir yasağın kaldırılmasına ilişkin tartışmalar var. Umarız bu tartışmalar sağlıklı biçimde devam eder ve hem hakları kısıtlanan bireylerin taleplerini karşılayacak hem de yasakların kaldırılmasından dolayı endişe duyanların kaygılarını ortadan kaldıracak bir çözüm bulunur.
Türkiye’de yüksek öğretim kurumlarında uygulanan bir başörtüsü yasağı mevcut ve bu yasaktan dolayı eğitim haklarının ellerinden alındığını söyleyen binlerce insan var. Bu yasaktan etkilenen sadece öğrenciler değil, nerdeyse iki milyon kişi arasında son derece zor bir sınavı kazanmasına rağmen üniversite kapısından geri çevrilen öğrencilerin aileleri de yıllardır devam eden bu travmatik uygulamadan etkileniyor. Peki böylesine geniş etkileri olan bir sorun görmezden gelinebilir mi? Yasakların kalkmasından duyulan korkular ve kaygılar dünyanın hiçbir ülkesinde uygulanmayan bu yasakları devam ettirmek için bir mazeret olabilir mi? Ülkeyi yönetme ve sorunları çözme yetkisi verilen siyasiler söz konusu sorunu yok sayabilir mi?
Bu sorulara cevap vermeden önce üniversitelerin ideal anlamda hür düşünce ve özgürlük alanları açan; yasakçı ve otoriter zihniyete karşı sorgulayıcı bireyler yetiştiren, eleştirel bakış açısını yaygınlaştıran kurumlar olduğunu belirtelim. Temel hak ve özgürlükleri kısıtlayıcı yasakların üniversitelerde uygulanması, üniversiteleri özgürleştirici işlevlerinden uzaklaştırır. İşte bu nedenle dünyanın hiçbir ülkesinde böyle bir yasak söz konusu değildir. Yasak olmayışı kuşkusuz disiplinsizlik, ilkesizlik ve kayıtsızlık anlamına da gelmiyor.
Şimdi yaşadığınız ülkeye, İngiltere’ye bir bakalım. Bu ülkenin hiçbir üniversitesinde kılık kıyafet yasağı yok. Dini inançlarından dolayı örtünen kız öğrenciler, başlarında kipa taşıyan yahudiler, haç takan hristiyanlar ve kendilerine özgü türban giyen sikh öğrenciler ellerini kollarını sallaya sallaya üniversite kampusuna, dersliklere, labaratuarlara, kütüphanelere ve spor salonlarına girebiliyor. Kimse kılık-kıyafet denetimi yapmıyor. Farklı dini inanç ve kültürleri yansıtan giyim tarzları kimsenin gözüne batmadığı gibi bunları taşıyan öğrencilerde aynı sınıflarda yan yana oturabiliyor ve bütün ortak mekanları paylaşabiliyor. Hiç kimse ötekini yani farklı olanı bir tehdit olarak algılamıyor.
İngiltere’de İslam, Hıristiyanlık, Yahudilik, Hindu, Budist ve Sikh inançlarına mensup olanların dini aidiyetlerinden dolayı bazı özel kıyafetler ve semboller taşımaları din özgürlükleri kapsamında değerlendiriliyor. BM İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve AB İnsan Hakları Beyannamesi’nin güvence altına aldığı temel hak ve özgürlükler arasında yer alan bir dine inanma ve bu dini inancın gerektirdiği ibadetleri yerine getirme hak ve özgürlüğü ilkesi benimsendiği için İngiliz üniversiteleri bu konularda herhangi bir kısıtlama getirmiyor.
Öğrencilerin inanç ve ibadet özgürlüklerine saygının yanında, isteyen öğrencilerin inançları gereği bir takım ibadetleri yerine getirebilmeleri için imkanlar hazırlanmakta ve talep edilmesi durumunda bu imkanlar öğrencilerin istifadesine sunulmaktadır. Dini inanç ve ibadet özgürlüklerinin herhangi bir korku ve kaygı siyaseti yüzünden sınırlanmadığı, karar vericilerin öğrenci kıyafetlerini mevcut rejim için bir tehdit ve tehlike olarak görmedikleri İngiliz üniversitelerinde Türkiye’de bir çok insanın hayalini bile edemeyeceği bazı uygulamalar ülkemizin hangi konumda bulunduğunu göstermesi bakımından anlamlıdır. Türkiye’de aydınlar, eğiticimler, medya mensupları, sivil toplum kuruluşu temsilcilerinin, iktidarı ve muhalefetiyle politikacıların farklı örnekleri görmesinin bu açıdan yararlı olacağı varsayılabilir.
İngiliz üniversitelerinde farklı dini inançlara mensup öğrencilerin ibadetlerini yerine getirebilmeleri için özel odalar ve salonlar tahsis edilmektedir. Örneğin Yahudi öğrenciler üniversite yönetiminden dini ayinlerini yerine getirebilmek için bir mekan talebinde bulunabilmektedir. Hiçbir üniversite yönetimi bu tür talepler ile çağdaşlık, modernlik ve laiklik arasında bir çelişki görmemekte, yukarıda da belirtilen beyannanemlerin gerektirdiği doğrultuda söz konusu talepleri karşılamaktadır.
İngiliz üniversite kampuslarında Hıristiyan öğrenci, öğretim görevlisi ve üniversite çalışanlarının bir araya geldikleri, bireysel olarak ve topluca ayin yapabildikleri küçük birer kilise (chapel) olduğunu ve bu kiliselerin birçoğunda kadrolu din görevlilerinin istihdam edildiğini bilmek belki de Avrupa Birliği’ne üyelik yolunda adımlar atan Türkiye’de din özgürlüklerine yasakçı olmayan bir bakış açısı ile de yaklaşılabileceğine ilişkin farklı bir deneyimin olduğunu gösterecektir.

Avrupa Birliği Ülkelerinde Din-Devlet İlişkisi” kitabı yayınlandı…

Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi’nin desteklediği “Avrupa Birliği Ülkelerinde Din-Devlet İlişkisi” konulu araştırma projesinin sonuçları yayınlandı. Marmara Üniversitesi öğretim üyeleri Prof. Dr. Ali Köse ve Doç. Dr. Talip Küçükcan’ın editörlüğünü yaptığı kitap, onbir AB ülkesindeki din devlet ilişkilerini irdeliyor. Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu ve İslam Araştırmaları Merkezi Başkanı Prof. Dr. Mehmet Akif Aydın’ın birer sunuş yazdığı kitapta, son günlerde Türkiye kamuoyunu yakından ilgilendiren konularda detaylı bilgiler yer alıyor.

Kitapta ele alınan konular…
Avrupa ülkelerinden on dört uzmanın makalesine yer verilen kitapta AB ülkelerinde din-devlet ilişkisi modelleri ve laiklik uygulamaları; dini kurumların hukuki statüsü ve finansmanı; dini topluluklarla devlet arasındaki ilişkiler; din eğitimi ve din hizmetleri ile ilgili yasal düzenlemeler; kilise ve cemaat okullarının finansmanı ve bunların sosyal yapı içindeki yeri; Hıristiyanlık dışındaki dinlerin devlet tarafından tanınıp tanınmadığı ve Müslümanlara yönelik politikalar hakkında güncel bilgiler yer alıyor.
Kitap hangi ülkeleri kapsıyor?
Almanya, Avusturya, Belçika, Danimarka, Fransa, Hollanda, İngiltere, İspanya, İsveç, İtalya, Polonya ve Yunanistan ile ilgili bilgilerin yer aldığı kitap, AB ülkelerindeki din-devlet ilişkisinin tek bir model esasına dayanmadığını gösteriyor. Kitap, mevcut siyasal, kültürel ve toplumsal farklılıkların, laiklik anlayışlarına yansıdığını, bu nedenle de, din ve vicdan özgürlüğünün korunması kaydıyla, farklı uygulamaların ortaya çıktığını, yani “tek bir Avrupa” olmadığını gösteriyor.

Bilgi için: İslam Araştırmaları Merkezi, Telefon: 0216 4740850 / 1000

Editörler: Prof. Dr. Ali Köse (Telefon: 0543 712 1449, e-mail: alikose@gmail.com)
Doç. Dr. Talip Küçükcan (0533 668 9983, e-mail: tkucukcan@gmail.com)

TRT Avrupa’da Türklerini masaya yatırdı

Geçen hafta TRT1’de Avrupa Türklerini konu alan bir program vardı. Programda akademisyenler, gazeteciler ve sivil toplum kuruluşu temsilcileri canlı yayında görüşlerini paylaştı. Hemen herkesin ortak görüşü Avrupa ülkelerinde şartların giderek zorlaştığı, vatandaşlık haklarından yararlanma konusunda yeni engellerin çıkarıldığı, yani hiç bir şeyin artık eskisi gibi olmadığı yönündeydi.
Programa stüdyo konukları yanında Berlin, Londra ve Amsterdam’dan çok değerli uzmanlar katkıda bulundu. Gönül isterdi ki böylesine dolu ve kapsamlı bir programı Berlin, Londra, Paris, Brüksel veya Amsterdam gibi Türklerin yoğun olarak yaşadıkları kentlerin birinden yapabilseydik. Belki bu kez olmadı ama bundan sonraki programlardan biri mutlaka Avrupa’dan yapılacak.
Avrupa Türkleri ile ilgili konularda uzmanların görüşü kadar sokaktaki insanın yani günlük hayatında şu ya da bu şekilde binbir türlü sorunla yüz yüze kalan sıradan insanlarımızın görüşleri de önemlidir. Hatta doğrudan pratik hayatın gerçeklerini yansıttığı için sosyolojik açıdan daha da değerli veriler sunar sokaktaki insanın deneyimleri. Bu nedenle ilerleyen aylarda zaman ve kaynak yaratıp Türk toplumu ile içe içe yani onların arasından bütün Türkiye’ye ve Türk dünyasına yönelik bir program yapabileceğimizi umuyoruz.
Programı sunan biri olarak bütün katılımcıların çok yararlı katkılarda bulunduğunu belirtmek isterim. Programa katılım davetimize hayır demeyen konuklar gecenin geç saatlerine kadar canlı yayında kaldılar. Ayrıca Almanya’da çok uzun yoldan Berlin’e sadece on dakikalık yayın için gelen konukların içtenliği burda zikretmeye değer.
Program katılımcıları arasında iki özel dostun olması çok güzel duygular uyandırdı bende. Bunlardan biri Londra’dan katılan ve siz okurların yakından tanıdığı Mustafa Köker, diğeri ise Amsterdam’dan katılan Hollanda Türkevi Araştırmalar Merkezi Müdürü Veyis Güngör’dü.
Mustafa Köker kadim bir dost olarak telefonla programa katılmayı kabul etti. Uzun yıllara dayalı gazetecilik deneyimi, araştırmacı ve sorgulayıcı bakış açısı ve sürekli kendini yenileyen gçzlemci kişiliği ile programa özel bir renk kattı. İngiltere’de Türklerin karşılaştığı sorunları etraflıca anlattı. Ama bütün bunlardan önemlisi Türkiye’den farklı bir ülkede çocuklarını büyüten ailelerin karşılaştığı sorunları bir baba duyarlılığı ile milyonlarca seyirci ile paylaştı. Mustafa Köker hepinizin yaşadığı sorunları sayarken İngiltere’de kaldığı uzun yılların bir karşılaştırmasını yaptı ve geçmişe oranlar bazı sorunların arttığına işaret etti. Diğer katılımcılar da benzer görüşleri belirtince insan ister istemez kaygıya kapılıyor Avrupa Türklerinin geleceği hakkında.
Amsterdam’dan programa katılan Hollanda Türkevi Araştırmalar Merkezi Müdürü Veyis Güngör bütün olumsuzluklara rağmen geleceğe ümitle bakılması gerektiğini belirtince içimize biraz da olsa su serpildi. Veyis Güngör Hollanda’da Türkler arasında artık iyi eğitim gören gençlerin sayısında artış olduğunu, ekonomik alanda yeni girişimcilerin kendilerini gösterdiğini ve ayrıca siyasi sürece katılanların sayısında da ciddi bir artış olduğunu kaydetti. Kuşkusuz bütün Avrupa ülkelerinde benzer gelişmeler olmayabilir ama söz konusu olumlu gelişmeler başarılı örnekler olarak önümüzde duruyor.
Programda ele aldığımız bir başka konu ise asimilayson ve entegrasyon arasındaki farkın ne olduğu idi. Bütün katılımcılar kimlik kaybı anlamına gelen asimilasyona karşı çıktı haklı olarak. Uyum ve entegrasyondan yana olduklarını ancak bunun asimilasyon olarak yorumlanmaması gerektiğini savundular.
Yani uyum ve entegrasyona ‘evet’, kimlik kaybı olan asimilasyona ‘hayır’ ortak görüş olarak belirdi.

Sivil siyaseti tıkayarak dünyayı kendimize güldürüyoruz...

Son iki haftadır Türkiye gündeminin ile maddesi Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının AK Partinin kapatılması istemiyle Anayasa Mahkemesine başvurulması olayı. Bütün TV kanallarında bu konu tartışılıyor. Gazetelerin birinci manşeti bu. Bu manşetlere bir de Ergenekon soruşturması kapsamında yapılan gözaltına almalar var.
Türkiye siyasi parti kapatma konusunda dünya lideri denilebilir. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana yaklaşık yirmi dört siyasi partinin kapısına kilit vurulmuş. Bazı politikacılar siyasetten men edilmiş, bazıları hapse atılmıştır ki bunlar nispeten şanslı olanlardır. Çünkü halkın seçtiği başbakan ve onun atadığı bakanların asıldığını da görmüştür ülkemiz.
Siyasi partiler gücünü halktan alır ama atanmışlar çeşitli gerekçelerle bu partileri kapatabiliyor. Bu durumda seçmenlerin tercihlerinin bir anlamı kalmıyor. Seçim yapmak, sivil siyaseti desteklemek, halkın büyük bir çoğunluğunu siyasi katılıma ikna etmek yani halkın iradesini yönetime yansıtmak demokrasilerin en belirgin özellikleri arasında yer alır. Bu kadar çok partinin kapatılması halkı seçimine güvenmemek anlamına gelir. Halkın zekasına, sağduyusuna ve geleceği ilişkin projeksiyonlarına sırt dönmek anlamına gelir.
Bazılar hemen Avrupa’da parti kapatıldığını söyleyecektir. Doğrudur. Ama hangi partiler kapatıldı, niçin kapatıldı ve kaç tane kapatıldı? Bu soruları cevapladığımız zaman görülecektir ki Avrupa’da parti kapatma Türkiye’dekine hiç benzemiyor.
Avrupa’da kapatılan iki parti faşist partilerdi. Bunlardan biri Hitler’in partisiydi ve Nazi ideolojisi ikinci dünya savaşında elli beş milyon insanın ölümüne neden olmuştu. Avrupa son yıllarda sadece bir tek parti kapandı. O da İspanya’daki ayrılıkçı terör örgütünü açıkça destekleyen bir partiydi. Şimdi bunlara bakıp “işte bakın Avrupa’da da siyasi partiler kapanıyor” demek ya saptırma anlamında ya da sağduyulu mantıktan yoksunluk anlamına gelir. Türkiye’de kapatılan siyasi partilerin hiç biri Avrupa’da kapatılan partilere benzemez.
Parti kapatmak hiçbir sorunu da çözmez. Siyasi, sosyal ve ekonomik sorunlar daha da büyür ve karmaşık hale gelir eğer siyasetin önü tıkanırsa. Siyaset genel olarak toplumu yönetme, kaynakları adil ve etkin biçimde kullanma, kriz anların da çözüm bunla sanatı veya yöntemi olarak tarif edilir. Siyasi partilerin kapatılması durumunda işte bu kurum yani siyaset kurumu devre dışı kalır. Ortaya çıkan boşluğu doldurmak ta öyle çok kolay olmaz.
Herhangi bir siyasi partinin kapatılması ülkedeki sorunların çözümüne katkı sağlamaz. Bu çok açık. Özellikle seçmen kitlesinin nerdeyse yarısına yakınının oyunu alan, toplam seçmen sayısının on altı milyonunun güvendiği, tercih ettiği ve seçtiği bir siyasi partiyi kapatmak durumu daha da kötüleştirir.
Gelişmiş demokrasiler de halkın seçimi önemlidir. Halkın tercih ettiği bir partiyi siyaset dışı bırakmak halka güvensizlik anlamına gelir. Haklın tercihlerini beğenmemek ve oylarını yok saymak anlamına gelir. O zaman ne sandığa gitmenin ne de siyasi katılımın bir anlamı kalır. Halkın demokrasiye olan inancı da zayıflar. Biz seçiyoruz birileri sürekli kapatıyor psikolojisin yayılması sivil siyaset için son derece sakıncalıdır.
Bakın İngiltere’ye. Kaç yıldır bu ülkede yaşıyorsunuz. Duydunuz mu hiç herhangi bir partinin kapatıldığını? Ayrıca tahmin edin bakalım İngiltere’de parti kapatmayla ilgili bir yasal düzenleme var mı? Ortalama bir Britanyalıya sorun bakalım hayatında bir parti kapatıldığına tanıklık etmiş mi? Bir siyasi partinin bası düşünce ve eylemlerin “odağı” olduğu fikrinin ne demek olduğunu sorun bakalım size ne diyecek. Bence bön bön bakacak ne diyor bu adam diye çünkü bir çok Avrupalı gibi sıradan bir İngilterelinin de kafasında böyle bir kavram yoktur.
Türkiye’yi dünyaya güldürmeye kimsenin hakkı yok, olmamalı da. Sivil siyasetin, ekonominin, bölgesel ve uluslar arası ilişkilerin istikrar kazanmaya başladığı son yıllarda ideolojik tercihlerin gölgesinde değil, sağduyu ve mantığın önderliğinde ülkemize bakmalıyız. Yoksa dünya yetmiş milyonluk Türkiye’ye alaycı bir gülümseme ile bakmaya devam edecektir.

Fenerbahçe – Chelsea

Fenerbahçe ligdeki dolu dizgin başarılarını sürdürüyor. Sarı-Lacivertli ekip en son Beşiktaş’ı kendi evinde dize getirdi ve liderliğini biraz daha pekiştirdi. Fener bu başarıya Kadıköy’de değil hem de rakip saha İnönü’de imza attı. Fenerin başarısının gerisinde pek çok neden var. Bunlardan en önemlisi istikrarlı bir yönetim. Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım yıllardır takımının kurumsallaşması için yarıtımlar yapıyor. Bunun en çarpıcı örneği Fenerbahçe’nin dev stadyumu. Görenlerde hayranlık uyandıran bu stadyum hem Fenerbahçe hem de Türkiye’nin futbol ve sporu adına yarattığı abidelerden biri. Yönetimdeki istikrar ve sürekli alt yapı yatırımları Fenerbahçe oyuncularına ve taraftarlarına hem moral veriyor hem de teknik ekibin uzun vadeli planlar yapmasına zemin hazırlıyor. Diğer büyük takımlarda ne yazık ki Fenerbahçe’deki çapta alt yapı yatırımları ve yönetimde uzun süreli istikrar yok. Bu da doğal olarak takımların başarısını etkiliyor.
Öte yandan Şampiyonlar Liginde Feerbahçe’nin rakibi Chelsea de geçen haftayı puanla kapamayı başardı. Bir yıldızlar takımı olan Chelsea hem ligde hem de kuparlarda gösterdiği başarıyla Londra’nın güneyindeki futbolseverlerin gözdesi oldu. Bu güçlü takımın şimdi bir kez daha İstanbul’a düştü. Bu yazıyı maçtan önce yazmak zorunda kaldığım için ne maç ne de sonucu hakkında bir yorum yapabiliyorum. Bu aşamada Fenere başarılar dilemekten başka yapabileceğim bir şey yoktu. Umarım haftaya da maç ve sonuçları hakkaında bir şeyler yazma imkanı olur.
Chelsea Fenerbahçe için dişli bir rakip. Her ne kadar maç İstanbul’da muhteşem Fener seyircisi desteğiyle oynansa da unutulmaması gereken bir şey var. Fener maçına kadar yaptığı hiç bir maçta mağlubiyeti yok Chelsea’nin. Yani bu aşamaya kadar yaptığı maçlarda henüz Chelsea’yi dize getiren bir Avrupa takımı olmamış. Umarız Fener bu duruma bir son verir ve Chelsea’yi kucağında gollerle Londra’ya geri uğurlar. Yazıyı okuduğunuzda bu dileğin gerçekleşip gerçekleşmediğini siz çoktan öğrenmiş olacaksınız. Kehanette bulunmamak için maç< tahmini yapmıyorum ama dualarımın Fenerle birlikte olduğunu söyleyebilirim.
Londra’da yaşadığım yıllarda Chelsea’yi desteklerdim. Ev arkadaşım ise koyu bir Arsenal taraftarı idi. Ama o yılların üzerinden çok geçti. Artık yurda döndüm ve yerli bir takımı destekliyorum. Fener – Chelsea maçında da durum değişmeyecek.
Chelsea futbol takımını İngiltere Türklerine anlatmak tereciye tere satmak gibi bir şey olur ama ben yine de hafızalarınızı tazelemek için bir iki şeyi hatırlatayım. Chelsea Türkiye’ye daha önce de gelmişti. Nedeni 1990-2000 Avrupa Şampiyonlar Ligi maçı idi. Rakibi ise Galatasaray’dı. Bu maçın sonucu ne yazık ki pek iç açıcı değildi.Maçı Galatasaray 5-0 mağlup kapamıştı. Bir Türk takımı adına kötü bir yenilgi olmuştu. Ama bu diğer spor dallarında olduğu gibi futbolda da karşılanabilecek bir durumdu.
Chelsea ve Fenerbahçe’nin son haftalardaki başarıları göz önüne alındığında çetin bir maç beklentisinin yaygin olduğunu görmek mümkün ancak bunun ne kadarı maça yansır elinize bu gazeteyi aldığınızda çoktan anlaşılmış olacak.
Hemen belirtelim, şimdiye kadar Fener on bir kez bir İngiliz takımı ile karşılaştı. Bu on ikincisi olacak. Bu maçların altısını kaybetmiş, ancak üçünü kazanabilmiş, ikisinde de berabere kalmış. Dileğimizi kazandığı maç sayısını dörde çıkarması ve yıldızlar topluluğu Chelsea’yi eli boş göndermesi.

Türklerin Avrupayla Uyum İçinde Yaşama İsteklerinin Göstergeleri

Geçen haftaki yazıda Avrupa Türklerinin karşılaştıkları tüm engellere rağmen Avrupa değerleri ile uyum içinde yaşama istekleri olduğunu, bu isteklerini de çeşitlik şekillerde gösterdiklerini belirtmiş, vatandaşlık alandaki girişimlerden bahsetmiştik. Kuşkusuz uyum ve entegrasyonun tek göstergesi vatandaşlık değil. Bu hafta diğer önemli göstergelere de değinmek istiyorum.
AB’deki Türklerin, içinde yaşadıkları toplumlarla iç içe yaşama iradesinin bir başka göstergesi son yıllarda artan siyasi katılımdır. Hemen hemen her AB ülkesinden yerel ve ulusal düzeyde Türklerin siyasete girdiği, belediye meclislerine girdikleri ve milletvekili seçildikleri görülmektedir. Bu manada Avrupalı Türkler geleceklerini Türkiye’de değil Avrupa’da görmekte ve bu nedenle de siyasi hayata aktif olarak katılmaktadırlar.
Türklerin Avrupa’da kök salmakta olduğunun bir başka göstergesi ise artan oranda bu ülkelerde eknonomik yatırım yapmalarıdır. Sadece Almanya’da 120 binden fazla işletmenin Türkler tarafından kurulup işletildiği ve 300 bin kişiye istihdam sağlandığı düşünüldüğünde, yatırım tercihlerinin Türkiye değil Almanya olduğu görülecektir. Diğer AB ülkelerinde de çok sayıda Türk işletmesi olduğu, bu manada ekonomik yatırımların önemli bir entegrasyon enstrümanına dönüştüğü söylenebilir. Ekonomik işletme ve yatırımlar yanında Türklerin Avrupa’da çok sayıda sivil toplum örgütü kurduğu, eğitim, gençlik ve kültür etkinlikleriyle içinde yaşadıkları toplumla çatışmadan bir arama yaşama gayretinde oldukları görülmektedir.
Türkler artık Avrupa’nın toplumsal ve siyasal yapısının ayrılmaz bir parşası olmuştur. Bir taraftan yukarıda da işaret edildiği gibi vatandaşlığa geçiç diğer taraftan son yıllarda sayısı hızla artan karma evliliklerin yarattığı kültürel ve dini iletişim Türkleri sosyal dokunun bir parçası haline getirmiştir.
Sosyolojik olarak bakıldığında, Avrupa Türklerinin bir arada yaşamayı mümkün kılan ve kolaylaştıran enstümanlar da geliştirdikleri görülmektedir. Bunlardan birincisi genç kuşakların melez kimlikler inşa etmesidir. Avrupa’daki üçüncü ve dördüncü kuşak gençler bir taraftan Türk kültür değerlerini benimsemekte diğer taraftan ise yaşadıkları ülke değerlerini içselleştirmektedir. İlk bakışta çelişkili görülebilecek bu tutumun, detaylı bir şekilde analiz edildiğinde sürtüşmeden çok bir arada yaşama formulü arayışı olarak ortaya çıktığı görülecektir.
Türklerin Avrupa Birliği ülkelerinin toplumsal yapılarının ayrılmaz bir parçası olduklarının bir başka göstergesi ise bu ülkelerde inşa ettikleri kurumlardır. Bu kurumların başında dini ve kültürel kimliği canlı tutan, yeniden inşa eden ve Türk toplumunda ortak aidiyet duyguları uyandıran camiler bulunmaktadır.
Türklerin ve diğer müslüman toplulukların, Londra’dan Berlin’e, Paris’ten Amsterdam’a kadar inşa ettiği dini yapılar, Avrupa kentlerinin kültürel ve mimari dokusuna farklı bir renk katmakktadır. Bazı ülkelerde buna şiddetle karşı çıkılması, camilerin kentlerin mimari dokularını bozacağının iddia edilmesi çoğulculuk konusunda ne kadar mesafe katedilğini göstermesi bakımından ise ibret vericidir.
Avrupa Birliği ülkelerinde yaşayan Türklerin Avrupa Birliği projesine bakışı, Avrupa Birliği kimliğini tanımlama biçimi de Türklerin farklı kültürlerle bir arada yaşama isteğiini göstermesi bakımından anlamlıdır. Yapılan araştırmalarda Türklerin Avrupa Birliği kimliğine dini ve kültüre değil, siyasi ve ekonomik bir kimlik atfettiklerini göstermektedir. Avrupa Türkleri bu nedenle Türkiye’nin AB’ye üye olmasını da büyük oranda desteklemektedir.
Sonuç olarak Avrupa’daki Türkler açısından bakıldığında, farklı dil, kültür ve din mensupları ile birlikte yaşama konusunda Türklerin istekli oldukları, bu nedenle toplumsal hayatın her alanına katılmaya çalıştıkları, hatta çatışma, sürtüşme ve gerginliklerini azaltmak için melez kimlikler inşa ettikleri görülmektedir.

Avrupa Türklerinin Karşılaştığı Siyasal Modelller ve Entegrasyon

Geçen haftaki yazımızda Türklerin AB Ülkelerindeki ortak yaşam deneyiminden bahsetmiş, Türklerin Avrupa, Avrupanın da Türk kimliği üzerindeki etkilerinden bahsetmiştik. Bu hafta Türklerin Avrupaya entegre olmak yolunda kat ettikleri mesafeden bahsedip bu konuda AB ülkelerinin uyguladığı politikaları tartışmak istiyorum.
Bugün Avrupa Birliği ülkelerinde 1960’lardan itibaren işçi göçüyle, Almanya başta olmak üzere, çok sayıda farklı ülkeye giden, aile birleşmesi ve vatandaşlık kazanımı ile yerleşik hayata geçen yaklaşık 4,7 milyon Türk yaşamaktadır. Avrupa Birliği ülkelerinde yaşayan Türklerin, Avrupalılarla bir arada yaşama tecrübesi söz konusu olduğunda da karşımıza siyasi, sosyal, dini, kültürel ve ekonomik değişkenlerin çıktığını görmekteyiz. Türkiye – Avrupa Birliği ilişkileri de bu bağlamda üzerinde önemle durulması gereken konular arasında yer almaktadır.
Siyasi değişkenlerden kastımız şu: AB ülkelerindeki “göçmen” ve “yabancı” topluluklara ilişkin mevcut politika ve uygulamaların tekil, yeknesak ve statik olmadığı; her ülkenin tarihsel ve toplumsal deneyimlerinin birikim ve izdüşümlerini taşıdığı; gelişen dünya şartlarına göre yeniden düzenlenebilecek esneklikte olduğu görülmektedir.
AB ülkelerinde göçmen politikalarının geçirdiği evrelerin monolitik olmadığı örneğin vatandaşlık yasası, azınlıkların dil ve kültürüne bakış, çok kültürlülük söylemleri ve entegrasyon politikalarının farklılar gösterdiği varsayılmaktadır. Avrupa’daki Türklerin ortak yaşama deneyimini etkileyen en önemli unsurlardan biri siyasal modellerdir. Bu açıdan bakıldığından karşımıza üç model çıkıyor.
1. Entegrasyonist model. Fransa’nın ısrarla takip ettiği bu modelde Fransa üst kimliği, Fransız değerlerinin benimsenmesi, vatandaşlık şemsiyesi altında çok kültürlülük yapısının eritilmesi amaçlanıyor. Entegrasyon yanında asimilasyonu da çağrıştıran bu modelin istenen hedefe ulaşmadığı Fransa’da yaşayan Arap kökenli gençlerin sokak isyanı ile gündeme gelmiştir. Fransız modeli, yeterince çoğulcu ve özgürlükçü olmamakla eleştirilmektedir.
2. Çok kültürlülük modeli. İngiltere’nin öncülük ettiği bu model, farklı dini, kültürel ve etnik kimliklerin kendilerini ifade etmelerine ve kurumsallaşmalarına imkan tanımaktadır. Bu anlayışa göre farklı grupların kendi kimliklerine sahip çıkmaları ve korumları entegrasyonu engellememektedir. Bu nedenle İngiltere’de yaşayan Türkler ve diğer azınlık gruplar kendi kimliklerini korurken topluma uyum sağlama çabası göstermektedir.
3. Asimilasyonist model. Avrupa Birliği ülkelerinde göçe katı bir şekilde karşı çıkanların savunduğu bu model, azınlıkların ulusal kimlik ve bütünlük açısından tehdit oluşturduğunu savunmakta ve topluma eklemlenen yeni grupların kendi kimliklerinden bütünüyle vazgeçmelerini ve içinde yaşadıkları toplumun kimliğini tüm yönleri ile benimsemelerini savunmaktadır.
Yukarıda özetlenen bu modeller çerçevesinde oluşturulan ve sürdürülen politikalar hem Türklerin hem de diğer grupların Avrupa Birliği’ndeki toplumsal uyumlarını doğrudan etkilemektedir. Özgürlükçü modelin uygulandığı ülkelerde çatışma ve sürtüşmelerin az olduğu, kısıtlamların olduğu ülkelerde ise sürtüşme eğilimin arttığı görülmektedir.
Avrupa Birliği’ndeki Türkler söz konusu olduğunda karşımıza şöyle bir manzara çıkmaktadır. Yükselen ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve İslamofobiye rağmen Avrupa’daki Türkler kendi kimliklerini koruyarak yaşadıkları ülke toplumlarına uyum sağlamaya çalışmaktadır. Uyum sağlama istek ve çabasının farklı siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik göstergeleri var.
Bu haftaki yazıya entegrasyon göstergelerinden birini örnek vererek son vermek istiyorum: AB’deki Türkler artan oranda yaşadıkları ülkelerin vatandaşlığına geçmektedir. Vatandaşlığa geçiş aslında temel hak ve özgürlükler bağlamında devlet ve toplum ile bir sözleşme imzalamak anlamına gelmektedir. Bu açıdan Türkler de vatandaş olarak yaşadıkları ülkelerin yasalarına uymaya ve topluma entegre olmaya hazır olduklarını güstermektedir.
Ancak AB ülkelerindeki ayrımcılık, ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve dışlanma şeklinde kendini gösteren negatif milliyetçiliğin, Türklerin çoğunluk toplumdan soyutlanmasına, kendi içine kapanmasına neden olduğu ve dolayısıyla entegrasyonu olumsuz etkilediği görülmektedir. Haftaya diğer entegrasyon göstergelerinden bahsetmek dileğiyle...

Ve Kraliçe II. Elizabeth Türkiye’deydi...

Ve Kraliçe II. Elizabeth Türkiye’de…


Dile kolay. Tam tamına 37 yıl geçmiş İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth’in ilk Türkiye ziyaretinden bu yana. Ünlü şair Orhan Veli’nin 35 yaşının “yolun yarısı” olarak nitelendirdiği düşünülürse ömrün yarısından daha uzun süre olmuş. 82 yaşındaki Kraliçe, daha önce dönemin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'ın daveti üzerine Ekim 1971'de Türkiye'ye resmi bir ziyarette bulunmuştu. Her ne kadar Kraliçe 82 yaşında olsa da ve yüzü kırışıklıklarla dolu olsa da zinde bir görüntü çizdi Türkiye’de.
Türkiye son yıllarda bol bol kraliyet ailesi ağırlıyor. Bunlardan bir tanesi de Suudi Arabistan Kraliyet ailesi idi. Hatta Cumhurbaşkanı Sayın Gül’in Suud Kralını otelinde ziyaret etmesi garip karşılanmış ve bir süre eleştirilmişti. O günlerde basının üzerinde durduğu Türkiye-Suudi Arabistan ilişkilerinin yapısı, derinliği ve taşıdığı anlamdan çok magazinsel konular olmuştu. Mesela, Kral ve beraberindeki heyetin kaç limuzin kiraladığı, hangi otelde kaç oda ayırttığı ve yanlarında ne kadar bavul taşıdıkları gibi konular daha fazla yer almıştı medya organlarında.
İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth’in gelişi öncesinde ve ziyaretin ilk gününde de benzer konuların ön plana çıktığını gördük. Özellikle Kraliçenin karşılanış ve ağırlanışı sırasındaki takip edilmesi gereken protokol kuralları günlerce tartışıldı. Kimin nasıl tokalaşacağı, Kraliçe ve eşinin hangi tür yemekleri sevdiği sürekli vurgulandı. Ama nedense Britanya-Türkiye stratejik ilişkileri nedense bir türlü derinlikli bir analize tabi tutulmadı. Tabir caiz ise Türk-İngiliz ilişkileri Kraliçe etrafında oluşturulan görsel tören ve şölenlerin gölgesinde kaldı.
II. Elizabeth’in Türkiye’ye gelişi insanı ister istemez tarihe de götürüyor. Her ne kadar İngiltere demokrasiyle yönetilse de Kraliçenin taşıdığı sembolik değer canlılığını koruyor. Hatta sokaktaki ortalama İngilizlerin çoğu Kraliçenin kortejini görünce sevinç çığlıkları atıyor, Bunckingham Sarayı’nı görebilmek için yüzlerce kilometre uzaktan Londra’ya geliyorlar. Saltanatı ortadan kaldırarak Cumhuriyeti kuran ve padişah egemenliği yerine halk egemenliğini üstün kıla ülkemizde aslında Kraliyet ve saltanat pek sevilen şeyler değildir. Hatta nostaljik anlamı bir kalmamıştır. Ortalama bir Türk vatandaşının ne Kraliyet ne de saltanat özlemi vardır. Olsa olsa filmlerde rastlar olduk bu tür tarihi unsurlara. Ama İngilizler hala kraliyet kültürünü yaşatıyor. Kraliyet ailesi mensupları, yani prensler, prensesler ve bunları eşleri ve sevgilileri star muamelesi görüyor.
Paparaziler halkın ilgisini bildikleri için sürekli bunların peşinde koşuyor ve Prenses Diana’nın trajik ölümünde olduğu gibi bu kovalamaca bazen kötü sonuçlanabiliyor. Şükür ki biz de bir kraliyet ailesi ve aristokrasisi yok. Olsaydı eğer Etiler alemlerinin müdavimleri arasında yer alabilir ve popüler kültür endüstrinin bir parçası haline dönüşebilirlerdi.
Neyse, İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth ve eşi Edinburg Dükü Philip sağ salim geldi Ankara’ya. Karşılamadan sonra Anıtkabir ziyaretinin ardından Çankaya Köşkü'ne geldi Kraliçe ve eşi. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Kraliçe'yi Çankaya Köşkü'nde resmi tören ile karşılarken, törende iki ülkenin milli marşları çalındı. Ziyaret münasebetiyle 21 pare top atışı yapıldı. II. Elizabeth, tören kıtasını "Merhaba asker" diyerek selamladı. Yani sonunda II. Elizabeth’e de iki kelime de olsa Türkçe öğretmiş olduk. Biraz uzun kalırda aslında alışverişlerinde pazarlık bile yapacak kadar Türkçe öğretebilirdik. Ne yazık ki çok kısa kaldığı için bu şanstan mahrum kaldı!
Kraliçenin geldiği gün Ankara’daydım. Yolumun üzerindeyken onlarca polisin nöbet tuttuğunu gördüm. Her zaman yanından geçtiğim Sheraton otelinin önünde kuş uçurtulmuyordu. Anladım ki Kraliçe çok yakınımdaydı. Fakat görünürlerde yoktu. Kimler mi yakından gördü Kraliçeyi? Akşam Çankaya köşkünde onuruna verilen yemekli davete katılan yaklaşık 250 kişilik “seçkin” grup görebildi. Kim nasıl “seçkin” gruba dahil oldu bilemiyorum. Ama bildiğim bir şey o da kral, kraliçe ve emir ziyaretlerinde magazin malzemesinin artığı. II. Elizabeth’in ziyaretinde de aynısı oldu.

İngiliz gençliğine bir haller oluyor

İngiltere’de hepimizi yakından ilgilendiren ve son aylarda daha da belirginleşen bazı kaygı verici gelişmeler oluyor. Daha spesifik söylemek gerekirse İngiltere gençliğine bir haller oluyor. Hangi gazeteyi açarsanız açın gençlerin gittikçe vahim bir duruma sürüklendiği haberleri görmezden gelemezsiniz. Bunlar ararında bizim de kendi gençlerimiz adına kaygılanmamız gereken haberler var. Özellikle şiddet, uyuşturucu ve cinsel yolla bulaşan hastalıklar sürekli artıyor. Şimdi bunlar üzerinde teker teker biraz durup düşünelim. Vahim bir tablo ortaya çıkacak ama bu kadere teslim olmak anlamına gelmiyor.
Gençler arasındaki şiddet had safhaya çıktı. Hatta bazı anne-babalar, bırakın sokakları, okullarda bile çocuklarının güvenliğinden emin değil. Her okulda az-çok çeteleşme var. Üstüne üstelik artan yabancı karşıtlığı ve popüler ırkçılık da buna eklendiğinde hepimizi rahatsız edecek bir manzara ortaya çıkıyor. 2008 yılının ilk yarısını geride bıraktık sayılır. Şimdi dönüp geriye bakalım. Bu gazete de dahil olmak birçok basın organında saldırıya uğrayan, öldürülen veya içe dönük bir şiddetin sonucu olarak intihar eden Türk gençlerine ilişkin haberleri üzüntüyle okudunuz. Belki bir kısmınız saldırıya uğrayan gençlerin yakını, akrabası veya arkadaşınızdır. Her halükarda İngiltere’de gençlerin bir kısmı şiddet girdabının sarmalına kaptırıyor kendilerini.
Peki niçin? Neden okumak, çalışmak ve topluma katkıda bulunmak yerine bazı gençler sokak çetelerinin üyesi oluyorlar? Başkalarına zarar vermek, yaralamak ve öldürmek gibi hiçbir kültür ve uygarlıkta kabul görmeyen davranışlar sergiliyorlar? Bunlar işsiz, aç, yoksul, aile ve toplumdan dışlanmış oldukları için mi terör estiriyorlar? Doğrusunu söylemek gerekir bu soruların tek bir cevabı yok. Bir kısmı işsizlik ve yoksulluktan bir kısmı ise kendini ispatlama uğruna şiddeti benimseyebilir. Ama sosyolog ve psikologların yaptıkları araştırmalara göre gelişmiş ve belirli bir refah düzeyine ulaşmış ülkelerde gençlerin şiddet içeren davranışlarda bulunmalarının bambaşka bir nedeni var. O da “amaçsızlık”.

—Amaçsızlık insanı kemiren bir yaradır-
İnsana hayatı zindan eden unsurlardan biri sabah kalktığında ne yapacağını bilememesidir. Yani kalktığı andan itibaren bir amacının, hedefinin ve uygulamaya koyacağı bir planın olmayışıdır. Peki, ne yapar amaçsız insan? Belki amaçsızlığın ilk zamanları rahat gelebilir. Yani istediğiniz saatle kalkar, gezer, eğlenir ve istediğiniz saatte yatar uyursunuz.
İlk bakışta bu durum bazılarına hoş gelebilir. Ama kazın ayağı hiçte öyle değil. Herkes çalışıp üretirken, işe, okula vb. yerlere giderken işsiz güçsüz aylaklık yapmanın keyfi uzun sürmez. Çünkü rasyonel insan çalışmadan, üretmeden ve topluma katkıda bulunmadan hayatını sürdüremez. Böyle sürdürenlere toplumda “asalak” denir. Tüketim kültürünün de esiri olan bu tipler için kaçınılmaz olarak “amaçlarını” yitirir. Bir süre sonra aynaya baktıklarında artık işe yaramaz, kimsenin adam yerine koymadığı, saygınlığını yitirmiş tiplere dönüşür. İşte bu noktada kendilerini yeniden ispatlama gayreti içine girerler.
Kendini toplumun saygı gösterdiği ve onay verdiği yollarla kanıtlayamayanlar için bir tek yol kalıyor: Kaba kuvvet kullanmak, dikkat çekmek için sağa sola saldırmak, başkaları üzerine otorite kurmak için çeteleşmek ve şiddeti araçsallaştırmak. Bunun temel nedeni yukarıda da belirtildiği gibi “amaçsızlıktır”.
Ne yazık ki İngiltere’de gençliğin bir kısmı işte bu sosyal hastalığın pençesine düşmüş durumda. Kendilerini başka türlü kabul ettiremedikleri için sokakta ve okulda başkalarına saldırıyorlar. Ya da kendi davranış ve kişiliklerine duydukları öfkenin sonucu yine kendilerini hedef alıp intihar ediyor, uyuşturucu kullanmaya başlıyor ve kontrolsüz, ilkesiz, korunmasız cinsel dürtülerinin peşinde koşuyorlar. İngiltereli genç Türkler de zaman zaman bu risklerle karşı karşıya kalıyorlar. Bu risklere karşı koymanın en etkin yolu sağlam bir aile, moral değerlerin korunması, eğitim ve gençlere ömür boyu sürecek amaçların edindirilmesidir. Bu amaçların neler olabileceğini sonraki yazılarımızda paylaşacağım.

Öğretmen, İmam ve Modernlik...

Türkiye, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarından itibaren başlayan ve 1950’lerden itibaren ivme kazanan çok büyük değişim yaşamıştır. Sosyal, kültürel, ekonomik ve dini alanlarda yansımaları olan bu değişimler geleneksel toplum yapısı ve kurumlarında köklü değişimlere neden oldu. Yeni ve farklı örüntülüleri olan yapılar, değerler ve sınıflar oluştu. Bu nedenle modern Türkiye’yi tartışırken söz konusu yeni sosyolojik yapıyı göz önünde bulundurmak gerekir. Mahalle baskısı veya daha sosyolojik bir ifadeyle toplum ve çevre baskısı denebilecek sosyal kontrol kentleşme, modernleşme ve farklı sınıfların ortaya çıkması ile etkisini büyük oranda yitirmiştir. Artık Türkiye nüfusunun büyük bir çoğunluğu kentlerde, yani geleneksel mahalle, aile ve sosyal yapıların çözüldüğü yerlerde yaşamaktadır. Kentleşen, modernleşen, sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçen bir toplumda yeni meslekler, yeni sınıflar ve sosyal gruplar oluşmuştur. Bu grup ve sınıfların her biri kendi ilişki ağlarını ve kurallarını inşa etmiştir. Yani toplumdaki fikirler ve eğilimler gittikçe çeşitlenmiştir. Bu sırada değer yargıları ve etik anlayışlarda da değişimler yaşanmıştır. Mahallede baskın olan sosyal yapı ve değerlerin davranışları kontrol etme veya baskı altına alma etkisi gittikçe erimiştir.

Özellikle 1980’li yıllarda başlayan liberal politikalar, pazar ekonomisi, medyada çoğullaşma, eğitimli insan gücünün artışı ve nihayet küreselleşme geleneksel yapıları, ki buna mahalle baskısı diye ifade edilmeye çalışılan sosyal baskı veya kontrol de dahil, bir çok mekanizma ve kurumu etkisi hale getirmiş veya dönüştürmüştür.

Sosyolojik olarak bakıldığında Türkiye gibi modern toplumlarda da, hatta din ve inanç gibi değerlerin daha az etkin olduğu diğer pek çok ülkede de genel bir toplumsallaşmadan söz etmek gerekir. Toplumsallaşma, doğası gereği bazı değer, norm ve kurallara uymayı gerektirir. Bir topluma ait olmak demek, bir kolektif kimliğe sahip olmak demek aslında söz konusu toplum ve kolektif kimlik değerlerini ve geleneklerini benimsemek demektir. Aksi halde uyumlu sosyal hayat diye bir şey söz konusu olamaz. Bu bağlamda modern toplumlarda din mahalle baskısı unsuru veya kaynağı olarak görülemez. Ancak dini inançlar toplumda ahlaki tutum ve davranışların oluşmasına geçmişte katkıda bulunmuştur ve bugün de bulunmalıdır. Bugün geldiğimiz noktada bazı gençlerimizin annelerini bile öldürecek kadar değerden yoksun hale gelmelerine seyirci kalınmamalıdır. Onlara etik değerlerin öğretilmesi ve toplumsal normlara uyumlu davranmalarını öğretmek ise baskı olarak görülmemelidir. Bu noktada geleneklerimiz gibi dini öğretilerden de toplumsal uyum ve barışın sağlanması konusunda yararlanabilmeyiz.

Öğretmen ve İmam karşıt görüşleri mi temsil ediyor?
Türkiye modernleşmesine bir bütün olarak bakmak gerek. Belki de bu noktada sorulması gereken soru şudur? Kurtuluş savaşında etkin olan, cumhuriyetin kuruluşuna liderlik yapan ve sonraki yıllarda da Türkiye’de modernleşmenin aktörleri olanlar kimlerdir? Bu soru günümüz için de sorulabilir? Yani Türkiye’de bugün modernleşme ve değişimin aktörleri kimlerdir? Kurtuluş savaşı ve takip eden yıllarda toplumun bütün katmanlarının sürece dahil olduğunu görüyoruz. Hatta dini inançlar ve değerler bağımsızlık savaşının verilmesinde çok önemli motivasyon kaynağı olmuş, din adamlarının da katkısıyla ülke bu mücadeleye katılmıştır. Unutmayalım ki vatan, millet, namus, bayrak, ülke ve bağımsızlık sadece milliyetçi ve vatanperver bakış açısının değil aynı zamanda dinin de önemsediği değer ve kavramlardır. Bu nedenle Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına bakıldığında dindarı, seküleri, okumuşu, okumamışı, köylüsü, kentlisi bütün toplum katmanları birlikte hareket etmiştir. Dini inançların Türk toplumundaki yeri ve önemi de Atatürk tarafından iyi bilindiği için Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur.

Din görevlisi ve imamların eğitim, öğretim ve öğretmenlere karşı çıkacakları, toplumun aydınlanmasına muhalefet edecekleri düşünülse ne DİB kurulur, ne İmam Hatip Liseleri açılır be de bugün sayısı 20’yi aşan İlahiyat Fakülteleri kurulurdu. Bütün bu kurumlar ve yetiştirdikleri görevliler ve uzmanlar Türk modernleşmesini farklı kılan unsurlar arasında görülmelidir. İHL ve İlahiyat Fakültesi müfredatlarına bakıldığında temel din bilimleri yanında bütün felsefe grubu derslerinin okutulduğunu, eleştirel düşüncenin teşvik edildiğini, dogmatizmin de köklü biçimde eleştirildiğini görürsünüz. Bu haliyle nasıl olur da imamlar, din görevlileri ve İlahiyat hocaları cumhuriyet değerlerinin verildiği modern eğitime ve çağdaş düşünceye kapalı olabilir?

Türk toplumunun beklentileri ve AB’ye bakışı...

Avrupa Birliği düzenli olarak üye ve aday ülkeler ile ilgili araştırma raporları yayınlar. Bu raporlar, araştırma yapılan toplumlardaki eğilimleri, beklentileri ve mevcut duruma ilişkin tutumları, düşünceleri ve fikirleri içerir. Bir taraftan toplumu bilgilendirme bir taraftan da karar vericilere yol gösterme amacı taşıyan bu araştırmaların düzenli aralarla yapıldığını görüyoruz. Türkiye ile ilgili en son araştırma sonuçları bu hafta yayınlandı. Biz de daha kapağı kurumadan bu araştırmanın bulgularını sizinle paylaşalım istedik.
AB’nin Türkiye’deki söz konusu kamuoyu araştırması mart ve nisan aylarında yapılmış. Yurdun çeşitli yerlerinden seçilen 1003 kişi ile yüz yüze yapılan görüşmeler, 2008 yılının ilk altı ayına ilişkin verileri sunuyor. İkinci yarıya ilişkin veriler de yılsonu itibariyle toplanmış olacak. Araştırma sonuçları, merak edebileceğimiz birçok soruya cevap veriyor.
Türk halkına sorulan ilk sorulardan biri hayatlarından memnun olup olmadıkları yolunda. Araştırmaya göre hayatından memnun olanların oranı sadece %59. Halbuki, 2007’de hayatından memnun olanların oranı %76 idi. Yani gayr-i memnunların oranında küçümsenmeyecek bir artış olduğu görülüyor. Tabi bu durum gelecekle ilgili fikirleri de olumsuz biçimde etkiliyor. Örneğin araştırmaya katılanların sadece %25’i genel olarak hayatlarının önümüzdeki yıl daha iyi olacağını beklentisini taşıyor. Halbuki, AB üyeleri için gelecekten umutlu olanları oranı daha yüksek: %32.
-Gelecek Algısı ve Güvenilen Kurumlar-
Türkiye’de son bir yılda olup bitenlerin toplum üzerinde bir karamsarlık yarattığı görülüyor. Örneğin “Türkiye’de işler nasıl gidiyor” diye sorulduğunda, halkın %72’si ülkede işlerin olumsuz yönde ilerlediğini belirtiyor. Yani azımsanmayacak bir kitle işlerin kötü gittiğini düşünüyor. Sanırız bunda medya, siyaset ve ekonominin önemli etkisi var.
Yapılan anketlerin çoğunda en çok güvenilen kurumlar da soruluyor. 2008 yılının ilk yarısı itibariyle hem AB genelinde hem de Türkiye’de en güvenilir kurumun “ordu” olduğu görülüyor. Türkiye’deki orduya güven oranı (%82), Danimarka’daki orana yakın (%83). Finlandiya’da ise orduya güven %93 olarak görülüyor. Geçmişle mukayese edildiğinde siyasi partilere, hükümete ve Parlamento ya da Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne duyulan güvende ise belirgin düşüş olduğu gözleniyor. Adalet ve yargı sistemine olan güven de ise Türkiye %60 ile AB genelinden yaklaşık %14 puan daha yüksek bir profil çiziyor.
-AB’ye Üyelik Hakkında Görüşler-
AB ile üyelik müzakerelerinin başladığı yıldan bu yana Türkiye’de üyeliğin olumlu olacağını düşünenlerin sayısında her yıl bir azalma gözleniyordu. 2008 yılı baharına gelindiğinde bu düşüşün durduğu göz çarpıyor. 2008’de halkın %49’u AB’ye üyeliğin Türkiye için faydalı olacağını belirtmiştir. Ancak 2007 yılında böyle düşünenlerin oranı %82 civarındaydı. Her ne kadar AB karşıtı bazı kesimler (%30) seslerini daha yüksek biçimde çıkarsalar da AB’ye üyeliğin niçin olumsuz bir şey olduğuna ilişkin belirgin bir sebep gösteremiyorlar.
Türkler, AB’nin genişlemesine, üye ülke toplumlarına oranla daha fazla destek veriyor. Üye devletlerinde AB’nin genişleme süreci %47’den az bir oranda desteklenirken bu oran Türkiye’de %52 olarak karşımıza çıkıyor.
Ne var ki Türkiye’de nüfusun yarısından fazlası AB üyeliğini destelerken, AB’ye üye ülkelerdeki kamuoylarında Türkiye’nin üyeliği yalnızca %31 oranında destekleniyor. Bu oranla Türkiye diğer potansiyel üyeler arasında AB üyeliği için en düşük desteği alan ülke konumunda. En az destek ise şu iki ülkeden: Avusturya’da Türkiye’nin üyeliğine destek yalnızca %7 Almanya’da ise %16’dır. Bu aynı zamanda üyeliğe en çok karşı çıkanları da ortaya koyuyor. Demek ki hala üye ülke kamuoylarını ikna etmek için uzun soluklu çalışmalar gerekiyor.
Türk halkı olayları duyarlı bir şekilde takip ediyor. Her ne kadar heyecanlı ve duygusal görünse de siyasi tercihlerini yaparken “rasyonel” davranıyor. 2007 seçim sonuçları da zaten bunu gösteriyor.

Saraybosna’da Türk izleri...

Mesleğim gereği sık sık seyahat etmem gerekiyor. Bazen sıkıcı ve yorucu da olsa bu seyahatler sırasında çok güzel şeylere de tanıklık etmek mümkün oluyor. Farklı insanları, kültürleri, mimari tarzları, sanat türlerini ve yemek çeşitlerini tanıma fırsatı buluyor insan. Geçen hafta gittiğim Saraybosna’dan çok güzel hatırlarla döndüm. Her Türkün mutlaka görmesi ve çocuklarına göstermesi gereken bir şehir Saraybosna.
Aslında Bosna-Hersek’e ilk gidişim değildi bu. Doğrusu, ilk gidişime ilişkin hiçbir görüntüyü hatırlamak istemiyorum o zaman verdiği acıdan dolayı. Ne de ilk gidişimde tanıdığım insanların bana anlattıkları öyküleri. Büyük bir trajedi yaşayan insanların travmalarına tanıklık etmek, o trajediyi yaşayanların hissettiği kadar olmasa da keder veriyor insana.
İlk Bosna ziyaretim Yugoslavya’nın dağılması sırasında başlayan savaşı bitiren Dayton anlaşması sonrasına denk düşmüştü. Antlaşma 1995 yılı sonlarına doğru yapılmıştı. Bu ziyaret sırasında Saraybosna, Tuzla ve Mostar kentlerine gitmiştim bir gurup gözlemci ile birlikte. Savaş daha yeni bittiği için bütün izlerini görmek mümkündü hatta güvenlik amacıyla zorunlu olarak geziye katılan herkes çelik yelek giymek zorunda kalmıştı.
İlk ziyaretin travmatik manzaraları hala gözümün önünde. Saraybosna ve Mostar harabeye çevrilmişti. Saraybosna dağ eteğinde kurulmuş bir şehir. Sırplar tepelerden nerdeyse her noktayı bombalamıştı. İnsanlar yanında tarih, kültür ve mimari de yok edilmişti. Kente damgasını vuran kütüphane yakılmış, Türk izleri de silinmek istenmişti. Mostar’daki tarihi köprü de yıkılmış, bütün binalar kurşunlanmış ve insanlar göçe zorlanmıştı.
En dramatik manzaralardan biri ise helikopterdeyken göze çarpıyordu. Müslüman Boşnak kasaba ve köylerinin üzerinden geçerken nerdeyse her evin çatısının uçurulmuş olduğuna tanıklık etmiştik. Saraybosna’da kaldığımız Holiday Inn hotelinin camlarının bir kısmı branda ile kapatılmıştı, su kesikti ve beş yıldızlı olan bu otelde kahvaltı bile verilemiyordu. İşin ilginç yanı ikinci kez gidişimde Saraybosna’da katılmam gereken toplantı yine bu otelde yapılıyordu. Katılımcılar için indirimli fiyattan odalar olmasına karşın bu otelde kalmak içimden gelmedi. Gidip kentin en eski yerinde restore edilmiş bir otelde kalmayı tercih ettim.
Otel mütevazi (Villa Orient) olmasına karşılık kentin tarihsel dokusunun tam orta yerindeydi. Hemen iki adım ötede çarşısı, camisi, kilisesi ve havrası ile kültürler ve medeniyetler mozayiğinin içinde buldum kendimi Saraybosna’da. Sadece yaya trafiğine açık dar sokaklar, daha çok el sanatları ürünlerini satan dükkanlar ve çarşısının her köşesine yayılmış çay bahçeleriyle tanıdık gelen bir yüzü var bu kentin. Saraybosna’nın sokaklarını adımalrken Bursa, İstanbul, Kütahya ve benzeri kentlerin çeşitli kesitleri geliyor insanın gözüne. Doğrusunu söylemek gerekirse konuşulan dil de Türkçe olsa bir Türk şehrinden hiçbir farkı kalmayacak hissi uyandıdıyor. Bunun başlıca nedeni de Saraybosna’nın eski mahallelerinin Osmanlı Türkleri tarafından kurulup geliştirilmiş olması olsa gerek. Bosnalılar kendilerine bırakılan mirası iyi korumuşlar ve hala da bakımlı bir şekilde yeni kuşaklara devretmenin çabası içindeler.
Saraybosna’da kendinizi evinizde hissediyorsunuz. Sokaklar, insanlar, içecek ve yiyecekler hep tanıdık, bildik ve aşina. Yol boyunca rastlayacağınız çay bahçelerinde bol bol Türk kahvesi içmeniz mümkün her ne kadar buradaki adı “Boşnak” kahvesi olsa da. Tek farkı şekersiz oluşu ve yanında hem lokum hem de kocaman şeker parçalarının ikram edilmesi. Adı Boşnak kahvesi de tadı tam Türk kahvesi kıvamında.
Tabi ki Bosna’ya gidip de Boşnak böreği yemeden olmaz. Peynirli, patatesli, kıymalı ve ıspanaklı börekler odun fırınında pişiriliyor. Yoğurt veya ayranla büyük porsiyonlar halinde sunuluyor ve büyük bir keyifle de yeniyor. Bir başka ortak damak tadı ise köfte. Boşnaklar buna çebap diyor. Aslında bizim İnegöl köftesi tadında. Kim bilir başka ne yemekleri vardır ama iki günde ancak bu kadarını keşfedebildim ben. Üstelik sadece Saraybosna’da kalarak. Kim bilir diğer şehirlerde hangi sürprizler bekliyordur ziyaret edecek olanları.
Boşnaklar Türkiye ile tarihsel ve kültürel yakınlıklarını iyi biliyor, bu bağların yenilenmesini ve ilişkilerin geliştirilmesini istiyor. Aslında birbirine çok yakın olan ama tarih ve coğrafyanın uzak düşürdüğü Türkler ve Boşnaklar yakın ilişkiler kurmak için her türlü alt yapıya sahip. En önemlisi de zihinsel olarak buna hazırlar ve zaten hem günümüz şarları da bunu gerektiriyor.
Sıradan insanlar olarak bizim de bu ilişkilere katkımız olmalı diye düşünüyorum. Bunun en etkin yolu iki toplum arasında insani köprülerin kurulması olsa gerek. İşte bu nedenle Saraybosna’dan başlayarak kapsamlı bir Bosna gezisi için şimdiden planlarınızı yapmanızı öneririm.

30 Mayıs 2007 Çarşamba

Dinlerarası İlişkilerin Entelektüel, Etik ve Pratik Temelleri

Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı “Dinlerarası İlişkiler” konulu bir proje yürütüyor. Seçkin bilim insanları ve uzmanlar bu projeye katkıda bulunuyor. Bu projenin kuşkusuz tarihsel bir yönü var ama acaba günümüzde nasıl bir pratik izlenebilir konusu biraz daha ilgi çekici olmalı. Dinlerarası ilişkilerin pratik, uygulamalı ve işlevsel yönleri söz konusu olduğunda, bu konunun tarihsel seyrinin sadece teolojik parametrelerle ilinti olmadığı, siyaset bilimi, siyaset-hukuk-din sosyolojisi bilimlerinin de araştırma konuları arasında yer alan uluslar arası ilişkiler ve ittifaklar, toplumsal hareketler ve sosyal ağlar, transnasyonal oluşum ve akımlar, kültürler ve medeniyetler arası ilişkiler ve medya, imajlar ve iletişim gibi çok boyutlu ve katmanlı perspektiflerden de ele alınması gerektiği söylenebilir. Bu nedenle “Dinlerarası İlişkilerin İslevsel Boyutları” tartışmalarının, ilahiyat uzmanlarına ilaveten yukarıda sayılan alanlarda temayüz etmiş uzmanların da katkılarıyla zenginleştirilmesi yararlı olacaktır.

“Dinlerarası İlişkilerin İslevsel Boyutları” tarihsel pratiğin gözden geçirilmesi, değerlendirilmesi, yeni gelişmeler karşısındaki değişimi analiz etmek ve alınacak yeni pozisyonların belirlenmesi açısından gerekli bir adım olmakla birlikte, bilgi çağının beraberinde getirdiği söylem, enstrüman ve yöntemleri kavramak, kullanmak ve şekillendirmek tarihsel analizlerin ötesine geçmeyi gerektirir. Dinlerarası ilişkilerin tarihsel ve teolojik boyutları kuşkusuz normatif kuralların temellerinin oluşturmuş, etkileri günümüze kadar yansıyan ve bugünkü ilişkileri de derinden etkileyen imajlar, tutumlar, kalıp yargılar, korku, endişe ve tehdit algılarının doğmasına ve kökleşmesine neden olmuştur. Söz konusu tarihsel deneyimler ve teolojik kabuller siyaset, uluslar arası ilişkiler ve toplumsal oluşumlara yansıyarak devam etmiştir.

Genel olarak günümüzdeki din algısı, özel olarak İslam ve dinlerarası ilişkilere yaklaşımın tarihsel arka plandan soyutlanarak anlaşılması mümkün değildir. Modern toplumların dinle ilişkisi orta çağda Avrupa’da baskın olan ruhban sınıfı tekelindeki din anlayışına karşıt hareketlerin ortaya çıkması ve zaferi ile ciddi bir kırılmaya uğramıştır. Aydınlanma ve modernleşme süreci ile başladığını söyleyebileceğimiz Avrupa’ya özgü bir deneyim olan bu kırılma dalga dalga yayılmış, ancak din algısı ve din-toplum ilişkisi söz konusu olduğunda her coğrafyada aynı etkiyi yapmamıştır. Fakat aydınlar arasındaki genel kanaat modernleşme ve Avrupa’da bu süreçle başlayıp gelişen sekülerleşme sürecinin evrensel bir duruma işaret ettiği yönünde olmuştur. Bu algı biçimi modern toplumlarda din, dinler ve medeniyetler arası ilişkiler sorunlarına yaklaşımları da etkilemektedir. Hatta genel olarak dinler özel olarak İslam ile ilgili olumsuz görüşlerin temelinde bu tarihsel kırılmanın ve İslam dünyasında yürütülen projelerin büyük etkisi olduğu söylenebilir. Modernleşme ve sekülerleşme arasında pozitif bir ilişki kuran yaklaşım, Avrupa deneyiminin evrensel bir açılım olduğundan hareketle İslam dinini ve toplumlarını anlamaya ve açıklamaya çalışmıştır. Ancak İslam dini ve toplumlarının kendine özgü yapısı, tarihsel deneyimi ve şartları göz önünde alınmadığı için bazı düşünürler İslamın özü gereği, bu dinin ve mensuplarının batı örneğinde olduğu gibi sekülerleşemeyeceği sonucuna ulaşmıştır. Bu düzeydeki analiz monolitik, tek, değişime direnen ve yeniliklere kapalı bir İslam algısının güçlenmesine neden olmuştur. Özellikle son yıllarda yaşanan şiddet olayları ve bu olayların küresel medyada yansıtılış biçiminin doğal bir sonucu olarak bu imajların gittikçe yaygınlaştığı ve bazı ülkelerde Islamofobiye dönüştüğü gözlenmiştir.

Entelektüel Temel

“Dinlerarası İlişkilerin İşlevsel Boyutları” söz konusu olduğunda bu türden ilişkilere sağlam bir temel teşkil etmesi açısından ortak entelektüel, etik ve pratik temellerin bulunması ve inşa edilmesi gerekmektedir. Bu amaçla yapılması yararlı olacak ilk girişim, din, din-toplum, İslam ve Müslüman toplumlar ve dinlerin birbirine bakışını derinden etkileyen moderleşme ve sekülerleşme süreçlerinin varsayımlarının gözden geçirilmesi, özellikle Avrupalı ve Türk aydınlar arasında yaygın kabul gören sekülerleşme paradigmasının bugünkü toplumsal gerçekliği analiz etme gücünün ne kadar yeterli olduğunun belirlenmesi ve buradan hareketle var olan sosyal gerçekliği anlamaya yönelik yeni bir yaklaşımın üzerinde durulması gerekir. Bu bağlamda din-toplum ilişkileri söz konusu olduğunda sosyal bilimlerde sorgulanmadan kabul gören modernleşme/sekülerleşme kuramının başlıca argümanlarını ve günümüzde bunlara yöneltilen itirazları gözden geçirmek gerekecektir. Böyle bir eksersiz, tartışma ve eleştiri farklı din mensupları arasında ortak bir entelektüel zeminin inşasına katkıda bulunacaktır, çünkü söz konusu edilen modernleşme/sekülerleşme kuramı sadece bir dini değil bütün dinleri toplumsal etkilerinden soyutlama eğilimindedir. Bu yaklaşımın eleştirisi modern toplumlarda dinin yerinin anlaşılması, yani arkaik bir değerler ve inançlar bütünü olmayıp, modern insanın varoluşsal sorunlarına cevap veren bir kaynak olduğunun anlaşılması açısından önemlidir ve farklı din mensupları ile kurulacak ilişkiler açısından önemli bir ortak entelektüel platform niteliğine dönüştürülebilecek bir potansiyel taşımaktadır.


Etik Temel

Dinlerarası ilişkiler söz konusu olduğunda ele alınması gereken önemli konulardan biri, bu ilişkilerin zemininde var olması beklenen bir etik temele ihtiyacıdır. Ayrıca söz konusu etik temelin başlıca parametrelerinin ne olduğu veya olması gerektiği de önemli tartışma konusu sayılmalıdır. Dinlerarası ilişkilerin, bu süreçlere dahil olan aktör ve taraflarca kabul edilen ve onaylanan etik temellere dayanması gerekmektedir. Ortak etik temellere dayalı olmayan iletişim ve ilişki bir taraftan görecelilik ve tarafların kendi çıkarları doğrultusunda hareket ettikleri algısının ortaya çıkmasına, diğer taraftan da söz konusu ilişkileri çıkmaza sokacak güvensizlik duygusunun oluşmasına neden olacaktır. Özelikle dinlerin, diğer dinlerle ilişkileri söz konusu olduğunda, hakikat iddiasından vazgeçmeleri beklenemez. Her din kendi hakikatinin evrensel olduğu iddiasını sürdüreceğinden, bu alanda teolojik temele dayalı bir ortak zemin oluşturulması mümkün görünmemektedir. Tek tanrılı dinler bile teolojik ortak noktalarına rağmen hakikat iddiası söz konusu olduğunda, evrensel hakikati sahiplenme konusunda herhangi bir taviz vermiyor, kaldı ki din mensupları tarafından böyle bir tutumun benimsenmesi de beklenmemelidir. Bu nedenle karşılıklı güveni sağlayacak ve tarafların birbirine kuşku duymasını engelleyecek ortak etik temelinin belirlenmesi ve paylaşılan etik kodlar çerçevesinde ilişkilerin kurulup sürdürülmesi gerekmektedir. Söz konusu ortak etik zeminin vazgeçilemeyecek ilkeleri arasında şunları saymak mümkündür:
Taraflar/aktörler arasında karşılıklı saygı.
Hakikat iddiasından vazgeçilmesi beklentisinde olmamak.
Taraflar/aktörler arasında ortak iyinin inşasına yönelik niyet paylaşımı.
Diyalog ve hoşgörünün ötesinde bir anlayış ve muhatabını olduğu gibi kabullenme.
Güven

Pratik Temeller
Dinlerarası ilişkilerin sağlıklı bir şekilde yürütülebilmesi için yukarıda ana parametreleri açıklanan entelektüel ve etik temeller çerçevesinde ortak pratik temellerinin ve uygulama alanlarının da bulunması gerekmektedir. Aksi takdirde söz konusu ilişkiler teorik söylemlerden öte geçmeyen projeler olarak kalacaktır. Dinlerarası ilişkilerin pratik temelleri insanlığın karşılaştığı sorunların çözümüne, ortak yaşam alanlarının artırılması ve ortak bir gelecek inşa etmeye yönelik çalışmalar şeklinde dizayn edilebilir.

Entelektüel ve etik temeller ile de doğrudan ilintili ortak pratik temellerin biri, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi (1948), Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (1950), Din ya da Kanaate Dayalı Her Türlü Hoşgörüsüzlük ve Ayrımcılığın Kaldırılmasına İlişkin Bildirge (1981) gibi belgelerde yer alan temel insan hak ve özgürlüklerinin vazgeçilmez unsurlarından olan vicdan ve din hürriyetlerinin tesisi ve korunması olabilir. Din özgürlüğünün tanımı ve kapsamı hakkında farklı görüşler olmakla birlikte din özgürlüğü, temel olarak bireyin kendisine dini veya kutsal görünen, bireyin dini veya kutsal olarak algıladığı, yorumladığı ve kabullendiği öğretileri seçme ve benimseme hürriyetini, bu dini inanç sistemi ve öğretisinin kendisinden talep ettiği ödevleri, ibadetleri, pratikleri ve ritüelleri herhangi bir engelle karşılaşmadan yerine getirebilmesi özgürlüklerini kapsamalıdır. Din özgürlükleri kapsamına ayrıca bireylerin kendi dinlerini öğrenme, çocuklarına öğretme, bu amaçla kurum oluşturma, yayın yapma ve yasalar çerçevesinde etkinlikler düzenleme özgürlükleri de girmelidir. Bu temel özgürlüklerin kamusal düzenle uyumlu bir şekilde anayasal güvenceyle sağlanması ve küresel korunmaya alınması bütün inananları ve inanmayanları yakından ilgilendirmektedir. İnsan haklarına saygı duyulan demokratik, özgür, çoğulcu ve katılımcı bir toplumun inşası ve hayatiyetini sürdürmesinde din özgürlüklerinin sağlanması ve korunmasının büyük payı vardır. Din ve vicdan özgürlüklerinin kurumsallaştırılması gerçek anlamda çoğulcu bir toplum yapısının ön şartlarından biridir. Bu mülahazalar din ve vicdan hürriyetinin temini ve korunmasının pratik ve uygulamalı bir ortak alan olarak kabul edilebileceğine işaret etmektedir.

Dinlerarası ilişkiler açısından bir başka ortak pratik temel, dünyanın birçok yerinde toplumsal kırılmalara ve zaman zaman da kıyımlara neden olan “sürtüşme ve çatışmaların” önlenmesi, bu süreçleri ortaya çıkaran sorunların çözümüne katkıda bulunabilecek girişimler temelinde inşa edilebilir. Dinlerin ortak temel mesajlarından birinin barış olduğu göz önüne alınırsa, bu ortak temel daha anlamlı bir çerçeveye kavuşmuş olur. Dinlerin yükselişe geçtiği bir dünyanda bahsediyorsak, ortak bir gelecek inşası için din mensuplarının ve önderlerinin sürtüşme ve çatışmaların önlenmesi konusunda daha aktif rol almaları gerektiği düşünülebilir. Bu bağlamdaki ortak çalışmanın bir yönünü de “ders kitapları, edebiyat ve filmlerde” öteki dinlere ve mensuplara ilişkin anlatımların analiz edilmesi, gerçeği yansıtmayan söylemlerin düzeltilmesi ve böylece önyargılı imajların ortadan kaldırılmasına yönelik çabalar oluşturabilir.

Dinlerarası ilişkiler açısından bir başka ortak pratik temel “sosyal projeler” ekseninde kurulabilir. Günümüzde birçok sorunun kaynağı olan gelir dağılımındaki eşitsizlik ve kaynakların adil paylaşılmamasının neden olduğu yoksulluk, yoksulluğun beslediği yabancılaşma ve dışlanmışlık duygusudur. Dinler ve din mensupları sahip oldukları kaynakların bir kısmını dünyanın dört bir yanına yayılan sosyal ağları ise bu sorunların giderilmesine ayırabilir. Yoksulluğun giderilmesi, sağlık ve eğitim hizmetlerinin her kesime ulaştırılması, çevre tahribinin önlenmesi gibi meydan okumalara karşı çözüm üretme ve bunu dünya ile paylaşma gibi “sosyal projeler”, dinlerarası ilişkiler açısından bu yüzyılın en geniş tabanlı pratik temellerinden birini oluşturmaktadır.

Dünyadaki gelişmeler ve sosyo-politik gerçeklik dinlerarası ilişkiler konusunun sadece “dini ve teolojik” alanla sınırlanamayacağını göstermektedir. Bu konuda sadece din temsilcilerinin değil aynı zamanda, en azından pratik ve uygulamalı temeller söz konusu olduğunda, sivil toplum ve düşünce kuruluşları, iş dünyası örgütleri ve medyanın da görüş ve destekleri sağlanmalıdır. Çeşitli projelerin toplumun geniş kesimlerince benimsenmesi ve desteklenmesi için, dinlerarası ilişkiler sürecine söz konusu aktörlerin katılımına özen gösterilmelidir. Ayrıca dinlerarası ilişkilerin entelektüel, etik ve pratik temelleri kadar, bütün bu süreçlerin yönetiminde izlenecek bir “iletişim stratejisine” de ihtiyaç olduğu unutulmamalıdır.

24 Mayıs 2007 Perşembe

Türkiye’nin özlediği lider

22 Temmuz seçimlerinden sonra Türkiye’de yeni bir Cumhurbaşkanı seçilecek. Yeni Cumhurbaşkanı nasıl biri olmalıdır? Hangi özellikleri taşımalıdır? Gündeminde neler olmalıdır? Bu sorulara cevap aramayalım herp birlikte.

DIŞA DÖNÜK BİR LİDER

Geniş bir toplumsal tabanı temsil edecek olan Cumhurbaşkanı, farklı siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik sınıflara mensup grupların tümüyle iletişim kurabilmeli ve Köşk’ten çıkarak halkın sesini, sorularını, kaygılarını ve taleplerini doğrudan dinleyebilmelidir. Onuncu Cumhurbaşkanı alışveriş filesi taşıma, kırmızı trafik ışığında durma ve hastanede muayene sırasında sıra beklemek gibi sembolik davranışların ötesine geçemediği için toplumun bütün katmanları ile iletişim kuramamış, Köşk’ün resmi ve bürokratik havasının halk ile Cumhurbaşkanı arasında duvar örmesine engel olamamıştır. Bu nedenle yeni Cumhurbaşkanı devlet ile toplum arasında örülen duvarı yıkacak ve toplumun tümümü kucaklayacak bir profile sahip olmalıdır. Çıkar çatışmaları ve iktidar mücadelelerinin ideolojik kamplaşmalar, toplumsal ayrışmalar ve etnik çözülmeler gibi korku ve tehdit algılarından yararlanmaya çalıştığı günümüzde, ülkenin en çok ihtiyaç duyduğu açılımlardan biri, korku duvarlarının arkasına sığınmayan bir Cumhurbaşkanının topluma liderlik yapmasıdır. Bu nedenle halkla ilişkileri güçlü bir Cumhurbaşkanı korku ve tehdit algılamalarını aşan bütünleştirici bir fonksiyon edecektir.

Farklı formlarda ulusalcılıkların yükseldiği, etnik köken ve dini kimlik siyasetinin toplumsal mutabakat ve ortak zemini zayıflatmaya çalıştığı Türkiye “ortak payda” ve “ortak miras” ve “ortak gelecek” vurgusunu yapabilecek, kimlik siyasetinin çözümleyici ve ayrıştırıcı etkilerini ortadan kaldırabilecek bir anlayışın Cumhurbaşkanlığı makamına geçmesi halkın beklentileri arasındadır. Bu manada bütün toplumsal kesimlerin sahip çıkabileceği bir ortak zeminin yeniden inşası veya var olanın demokratik, özgürlükçü ve katılımcı bir anlayışla tarih, kültür ve sanat derinliği ile güçlendirilmesi elzem görünmektedir. Bu noktada bahsi geçen değerleri özümseyen bir Cumhurbaşkanı ortak gelecek vurgusunu daha ikna edici bir söylem ve pratikle toplumla paylaşabilir.

SOSYAL SERMAYEYİ MOBİLİZE ETMEK
Çağdaş dünya “gönüllü” sektörün yükselişine tanıklık etmektedir. Dünyanın gelişmiş birçok ülkesinde Cumhurbaşkanı gibi liderler “toplumsal sermaye” denilebilecek potansiyelleri mobilize edecek bir aktivitelerde bulunmaktadır. Bu tür etkinlikler, hem geniş halk kitleleriyle devlet arasındaki bağın güçlenmesi, hem de toplumsal kaynaşmanın sağlanması açısından önemlidir. Bu nedenle Cumhurbaşkanının ulusal çapta “gönüllülük” ve “beşeri/sosyal sermayeyi” mobilize edecek ikna ve liderlik gücüne haiz olması beklenmektedir.

Türkiye uzun yıllardır özlemle beklediği siyasal ve ekonomik istikrara kavuşmuştur. Bu istikrarı sürdürülmesi ve güçlenmesine büyük katkıda bulunacağına inanılan en önemli beklenti halkın yetki verdiği parlamento ve hükümet ile çatışmayan ve gerilim yaratmayan Cumhurbaşkanının Köşk’e çıkmasıdır. Türkiye’de iktidarlar uzun yıllar boyunca böyle bir çatışma ve sürtüşmenin etkisini hissetmiş, planladıkları reformları gerçekleştirememiş ve halkın kendilerine verdiği yetkiyi etkin bir şekilde kullanamamıştır. Bu noktada Türkiye’nin tarihi bir fırsat yakaladığına inanılmaktadır. Cumhurbaşkanının, hükümetle “iktidar mücadelesi” içinde olmayan, hükümetin yenilikçi politikalarını destekleyen ve ülkenin dönüşümüne destek veren müzakereci bir anlayışı benimsemesi beklenmektedir. Böyle bir ilişki biçiminin her açından sinerji yaratacağına inanılmaktadır.

Türkiye’de muhalefet niçin etkisiz?

AK Parti’nin siyaset sahnesinde yükselişi ile birlikte, Türkiye’de sol muhalefet, uzun yıllar tekelinde bulundurduğu bürokratik iktidar ve imtiyazını kaybetme noktasına gelmiştir. AK Parti iktidarı, devlet bürokrasisinin merkezine yerleşmiş olan sınıfın hegemonyasına son verdiği ve toplumun geniş kesimleri ile sosyolojik bağlantısı olmayan elit iktidarını sonlandırdığı için CHP ve bürokratik iktidardan yanlıları tarafından hedef olarak seçilmiştir. Ana muhalefet partisi kurumsallaşmış demokrasilerde olduğu gibi hükümete yönelik eleştirilerini izlenen politikalar üzerinden yürütmek yerine kişiler üzerinden yürütmeyi tercih etmiştir.

Muhalefetin hükümete yönelik eleştirilerinin ekonomi, dış politika, sağlık, eğitim, ulaşım, enerji, demokratikleşme gibi “hükümet etmeye” ilişkin konulara değinmediği görülmektedir. Aslında bu muhalefetin en zayıf noktalarından birini oluşturmaktadır. Çünkü muhalefetin söyleminin ana çatısını hiçbir farklı çözüm önerisi veya alternatif proje ortaya koymayan ama her şeye ve herkese “hayır” deme yaklaşımı oluşturuyor.

Muhalefet, ekonomi, istihdam, sağlık, eğitim, ulaşım, enerji, demokratikleşme gibi halkın günlük hayatını doğrudan etkileyen konularda kendi projesini sunamamıştır. Daha somut olarak söylemek gerekirse tüm enerjisini ve birikimini geniş görüşlülük, yaratıcılık ve uygulama gücü gerektiren bu konuların dışında harcamıştır. Örneğin Kıbrıs, Irak ve AB konularında hükümetin izlediği politikaları ağır şekilde eleştirmiş ancak bu konularda kendi politikalarının ne olduğunu veya olacağını hiçbir zaman açık ne net olarak kamu ile paylaşmamıştır. Benzer şekilde YÖK, eğitim, ulaşım, yoksulluk, işsizlik ve benzeri birçok konuda millete ne sunacağını göstermemiştir.

Muhalefet, hükümete karşı söylemlerini büyük oranda Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana canlı tutulan ve sürdürülen ideolojik bir eksende yürütmeyi tercih etmiştir. Muhalefet laiklik, cumhuriyet, yaşam biçimine müdahale ve kadrolaşma konularını bu bağlamda ön plana çıkarmıştır. Çünkü bu konularla ilgili suçlamaları dile getirmek hem çok daha kolay hem de böyle kaygan zeminde siyaset yapmak muhalefetin geleneksel söyleminin en belirgin malzemesidir.

Muhalefet rasyonel tartışmalar yerine romantik, duygusal ve ideolojik suçlamaları ardı arkası kesilmeden piyasaya sürmüştür. Türk siyasetinin derinlik kaybına uğradığı bu süreçte “zinde güçler” kendilerini gösterip sivil siyasete çeki düzen verme girişiminde bulunmuştur. Muhalefet, kanıtlanması mümkün olmayan konularda “niyet okuma” ve “gizli gündem” tartışmaları yaratarak “gerilim” politikalarından yaralanmaya çalışıyor. Muhalefet kendisini, 4,5 yıllık AK Parti iktidarı süresince edilgin ve tepkisel bir konuma mahkum etmiş sadece “kriz”, “gerilim” ve “korku” eksenlerinde hareket etmiştir. Bu durum aslında iktidara ciddi bir psikolojik üstünlük vermektedir çünkü muhalefet iktidarın söylem ve icraatlarına tepki göstermek dışında başka bir şey yapmamış, kendilerinin ne tür projeleri olduğunu anlatma girişiminde bulunamamıştır.

Muhalefetin ideolojik ve irrasyonel çerçevede sürdürdüğü kampanyada, yukarıda çerçevesi çizilen korku ve kaygı uyandırma girişimlerinin bir parçası olarak hükümetin genel politikaları ve icraatları yerine temayüz etmiş bürokratlar zaman zaman hedef seçilmiştir. Muhalefet bir anlamda hükümetin önem verdiği bürokratlar üzerinden dövülmeye ve yıpratılmaya çalışılmıştır. Bu yapılırken dahi söz konusu bürokratların kararları, icraatları ve yaptıkları değil, “laiklik” ve “cumhuriyet” karşıtlığı veya söz konusu bürokratların aile yapısı veya hayat biçimi tercihleri gibi konular eksen alınmıştır.

Ana muhalefet sürekli “negatif propaganda” yapmayı yeğliyor, sürekli felaket senaryoları çiziyor. Halbuki eksik ve gediklerine rağmen Türkiye dünyanın en büyük yirminci ekonomisine sahip. Pakistan ve Afganistan devlet başkanlarını aralarındaki anlaşmazlıkları gidermek için bir araya getirecek kadar bölgesel ağırlığı olan bir ülke. Gelişmiş demokrasilerde iktidar dışındaki partiler zaman zaman “pozitif muhalefet” yaparlar. Türkiye’de muhalefetin beğendiği hiçbir şey yok. Bu totalci yaklaşım devam ettiği sürece muhalefetin Türkiye sosyolojisini ve gerçeklerini doğru okumasını beklemek hayalden başka bir şey olmayacaktır.

16 Mayıs 2007 Çarşamba

Rasyonel zeminde siyaset

Türkiye hareketli günler geçiriyor. Bir taraftan cumhurbaşkanlığı seçimi ve çeşitli kentlerde yapılan mitingler, diğer taraftan asker muhtırası ve genel seçimler gündemin ilk maddelerini oluşturuyor. Bu hengame içinde tartışmalar genelde laiklik, cumhuriyet ve hayat biçimine müdahale endişesi gibi konulara takılıp kalıyor. Siyaset, medya ve sivil toplum bu türden tartışmalara kilitlenmiş durumda. Aslında genç bir nüfusu olan Türkiye için bu ciddi bir enerji kaybı demek.
Niçin mi? Çünkü laiklik ve cumhuriyet elden gidiyor, hayat biçimimizi değiştirecekler endişesi ve korkusu sınırları içinde sıkışan tartışmalar hep sonuçsuz kalıyor. Nerdeyse seksen yıldır bu türden tartışmalar yapılıyor ve bir netice de alınamıyor. Bunun başlıca nedeni söz konusu tartışmaların objektif, nesnel ve ölçülebilir düzlemde yapılmaması.
Birilerini, laiklik yanlısısın, değilsin veya din yanlısısın, değilsin gibi suçlamak çok kolay. Bu kadar muğlak suçlamalara maruz kalanların kendilerini savunmaları da mümkün değil çünkü ne derlerse desinler sürekli “niyet okuma” yapılıyor. Sizin düşünceniz ne kadar belirgin olursa olsun birileri isterse hemen “niyet okuma” işlemi başlatır ve sizi fikri planda mahkum ediverir. Geçmiş bunun örnekleri ile dolu ve ne yazık ki bu eğilim Türkiye’de hala varlığını sürdürüyor.
Rasyonel tartışmalar yerine romantik, duygusal ve ideolojik suçlamalar ardı arkası kesilmeden piyasaya sürülüyor. Bu da Türk siyasetinin ve medyasının derinlik kaybına uğramasına neden oluyor. Türkiye’nin böyle bir derinlik kaybına tahammülü yok zira “zinde güçler” bu durumlarda kendilerini gösterip ortalığa çeki düzen verme sevdasına kapılıyor. İşte bu nedenle siyaset, medya ve sivil toplum bu tür kısır döngülerden kurtulmak zorundadır. Peki bu nasıl gerçekleşebilir, yani bahsedilen kısır çekişmelerden kurtulmak nasıl mümkün olabilir?
Bunun en kısa cevabı “rasyonel” davranmaktır. Yani ülke sorunlarını ve gündemini tartışırken duygusal heyecanlardan ve romantik beklentilerden sıyrılarak, akıl ve mantık çerçevesinde bir tartışma yürütmek gerekir.
Tabir yerindeyse kavga ve çekişmeler yerine “müzakere” yöntemi seçilmeli, sağcısı, solcusu, muhafazakarı ve liberali ile ortak bir zemin üzerinde söz konusu tartışmalar yürütülmelidir. Aksi takdirde Türk siyasi hayatında sloganların egemenliği sürecektir. Bu egemenlik sürdükçe de ekonomi, sağlık, enerji, hukuk, istihdam ve eğitim gibi temel konularda rasyonel tartışmalar, müzakereler ve girişimler yapılmayacaktır. Onun için siyasi hayatı yönlendiren aktörlerin “niyet okuma”ya dayalı kuşku, korku ve fobilere değil somut göstergelere dayalı siyaset söylemi geliştirmeleri gerekir. Aksi halde Türkiye, gelişmiş ülkeleri çok geriden takip edecek ve bunun faturasını da halk ödeyecektir.
Bölgesel güç olmaktan küresel ölçekte bir güç olmaya başlayan Türkiye’de korkuya dayalı siyasi tartışmaların ülkeye kazandıracağı bir şey yok. Kuşkusuz laiklik konusunda kaygıları olanlara kulak verilmeli ve kaygı nedenleri ortadan kaldırılmalıdır. Ama Türkiye’nin geleceği söz konusu olduğunda sorulması gereken asıl sorular günlük hayatımızı doğrudan ilgilendiren eğitim, sağlık, enerji, istihdam, konut, ulaşım, hukukun üstünlüğü, hesap verilebilirlik ve saydamlık gibi konularda neler yapılıyor, bundan on yıl, yirmi yıl sonra Türkiye bu konularda nerde olacak türünden sorular olmalıdır. Geçmişten ders almak doğrudur ama oraya kilitlenmek karanlık bir çıkmazdan başka bir şey değildir. İşte bu bağlamda Türkiye nereye koşuyor sorusu hem anlamlı hem de önemlidir.
Türkiye aydınlık yarınlara koşuyor. Bundan kimsenin kuşkusu olmasın. Ve bu koşu, her türlü engellemelere rağmen, bütün milletin katılımıyla bir coşku seline dönüşüyor.

Seçim sosyolojisi

Türkiye’de genel seçimlerin 22 Temmuz’da yapılması kararlaştırıldı. Olağandışı bir gelişme olmadığı takdirde yaklaşık kırk milyon seçmen bu tarihte oy kullanacak. Eğer okurlarımız aynı tarihe rastlayan günlerde yaz tatillerine çıkmış olurlarsa Türkiye’deki seçim şenliğine tanıklık edebilecekler. Türkiye’de seçimler İngiltere, Almanya ve Fransa’daki gibi sessiz, sakin ve sönük geçmez. Seçimler bir karnaval havasında geçer. Toplumun dinamizmini seçimin en başından itibaren görmek mümkündür. Aday belirleme sürecinden tutun da miting meydanlarından seçim sandıklarına gidiş aşamasına kadar hemen her aşamada bu dinamizmi görmek mümkündür.
Türkiye’de seçimlerin bu kadar renkli, hareketli ve festivali andırır bir hava içinde geçmesinin bazı nedenleri var. Bunlardan birincisi toplumun siyasetten beklentisinin yüksek oluşu ve değişim arayışına duyulan ilgidir. Bir diğer nedeni ise Türkiye’deki siyasal eğilimlerin çok saha çeşitli ve zengin bir yelpazeye sahip olmasıdır. Örneğin İngiltere’de, siyaset anlamında bütün taşlar yerine oturmuş sayılır. İki partili bir sistem görüntüsü var. Her ne kadar Liberal Parti de mecliste temsil ediliyor olsa da aslında yıllardır İşçi Partisi ve Muhafazakar Parti arasında geleneksel bir çekişme ve mücadele var. Hangi parti iktidara gelirse gelsin eğitim, sağlık, ulaşım ve uluslar arası ilişkiler alanlarında birbirine benzer politikalar izliyor. Temel konularda ciddi bir politika ayrışması veya kırılması yok. Toplumun da bu yönde ne bir beklentisi ne de bir kaygısı var. O nedenle İngiltere’deki seçimlere katılım oranı düşük oluyor. Çünkü seçimlerin bir heyecanı yok ve beklenti de oluşturmuyor. Herkes şunu iyi biliyor. Hangi parti iktidara gelirse gelsin benzer politikalar izleyecek. Hayat akışında belirgin bir değişim olmayacak. Bu nedenle bazıları oy versem de aynı vermesem de aynı diyor ve sandığa gitme gereği duymuyor.
Sosyolojik bir analiz yapıldığında Türkiye’deki durumun çok farklı olduğu görülür. Seçmen davranışlarına bakıldığında siyasetten beklentinin çok yüksek olduğu, siyasetin hayatın bir çok alanında değişim yaratabilecek bir süreç olduğu, siyasi partilerin kısmen de olsa birer sığınak olarak görüldüğü söylenebilir. İşte bu nedenle seçmenlerin nerdeyse yüzde doksanı gider oyunu kullanır. Her oyun beklenen değişime bir katkı sağlayacağı düşünülür.
Türkiye’yi diğer ülkelerden farklı kılan bir başka özelliği de, ülkedeki siyasal tercihlerin ve ideolojik ayrışmaların daha belirgin bir şekilde dışa vurulmasıdır. İngiltere, Almanya ve Fransa gibi ülkelerde genel sağ-sol ve liberal-muhafazakar gibi ayrımlar var. Bu ayrımlar sosyolojik açıdan bakıldığında toplumsal ayrışmalara neden olmuyor. Bu nedenle politikacılar söylemlerinde ideolojik bir dil kulansa da bu fazla heyecan uyandıran, toplumu geren ve siyaseti bir hesaplaşma arenasına dönüştüren bir sürecin ortaya çıkmasına neden olmuyor. Halbuki Türkiye’de ideolojik sembol ve dil kendi karşıtlarını ve muhaliflerini üretiyor.
İşte bu nedenledir ki, siyaset zaman zaman toplum mühendisliğine dönüşme riski taşıyor. Türkiye’de tek parti dönemi politikaları yukardan empoze edilen ve topluma rağmen sürdürülen bu türden mühendisliğin izlerini taşır. Buna karşı çıkan irade işte bu nedenle 1950 seçimlerinde Demokrat Parti’yi iktidara taşımıştır. Bu tarihten itibaren de siyaset bir tür hesaplaşma alanına dönüşmüş ve Türkiye’deki iktidar mücadeleleri eğitim, sağlık, ulaşım ve toplumsal refah gibi projelerden çok bazı sanal kaygı ve korkular ekseninde yürütülmüştür.
Bunun en son örneğini yaklaşan seçimlere ilişkin tartışmalarda görmek mümkündür. Mevcut partiler hangi toplumsal projeleri olduğundan hiç bahsetmiyor. Ne kadar laik, demokrat ve hukuk yanlısı olduklarını göstermeye ve rakiplerinin bu alanlardaki eksikliklerini göstermeye çalışıyorlar. Kuşkusuz bütün bunlar Türkiye’ye her zaman ki vakit kaybettiriyor.

2 Mayıs 2007 Çarşamba

Türkiye korkularından kurtulmalıdır

Türkiye’de siyasi gündem o kadar hızlı değişiyor ki, hem kamuoyu hem de analistler şaşkına uğramış durumda. Bu hızlı değişimin gerisinde ne yatıyor sorusunu her kesim farklı şekilde cevaplıyor. Ancak Türkiye’nin sosyal dokusunu, siyasi kültürünü ve ülke içinde yaşanan iktidar mücadelelerini biraz bilenler aslında bütün bu olayların gerisinde derin bir hesaplaşmanın olduğunu görebilir. Cumhurbaşkanlığı seçimine odaklanmış gibi görünen gelişmelerin arkasında yatan şey aslında milli iradenin belirgin gücüne, talebine ve tercihine gösterilen direniştir. Yani mesele sadece belirli bir partinin adayını cumhurbaşkanı seçmekten ibaret değildir. İşin özü aslında bunu bahane edip laik-anti laik, çağdaş-gerici, cumhuriyetçi-cumhuriyet karşıtlı söylemlerini canlı tutarak halkın iktidarına ve seçilmişlerin ülke yönetimine karşı durmaktır. Kuşkusuz toplumun bazı kesimlerinin kendileri açısından kaygı teşkil eden konuları sivil ve demokratik platformlarda gündeme getirmek istemesinden daha doğal bir şey olamaz. Ancak bunu yaparken kullanılan yöntem, dil ve yapılan ittifakların son derece dikkatle ve özenle seçilmesi gerekir.
Türkiye’de olup bitenler bize bir daha gösterdi ki, Türk demokrasisi ve hukuku hala bazı korku ve kaygıların gölgesinde. Özellikle “rejim tehlikede”, “hayat biçimine müdahale olacak”, “irtica yükseliyor” gibi tehdit algılarının beslediği siyasal duruş demokrasi ve hukuku zedeleyecek söylem ve faaliyetlerde bulunabiliyor. Peki bundan kim zarar görüyor? Tabi ki bütün Türkiye ve Türk halkı. Unutmayalım ki yirminci yüzyıl, çok sayıda dikta rejiminin söndüğü ve demokrasinin geniş kitlelerce benimsendiği bir yüzyıl oldu. Yirmi birinci yüzyılda da bu hareket devam edecek, demokrasi gittikçe yükselen bir değer olarak varlığını pekiştirecektir. Ne var ki, zaman zaman sivil siyasal yönetime yapılan müdahaleler Türkiye gibi nispeten genç ve olgunlaşma yolunda olan demokrasileri olumsuz etkiliyor. Yukarıda bahsettiğimiz korku ve kaygıların da bunda ciddi etkisi olduğunda şüphe yok.
Türkiye’de halk, medya, sivil toplum örgütleri, siyasal partiler ve etkin kurumlar Türkiye’nin sosyolojisini, yani toplumsal yapısını, toplumun geniş kesimlerce paylaşılan değerlerini, dinamiklerini, dile getirilen talep ve beklentilerini daha derinden araştırmalıdır. Yukarıda bahsedilen korkuyu yenmenin tek yolu da budur. Yoksa siyaseti, demokrasiyi ve hukuku korkulara feda etme riski doğar. Zaten son zamanlarda Türkiye’de olanlar da bununla yakından ilintilidir.
Türkiye’nin kuruluşundan beri iki konuda sürekli korku ve endişe üreten tehlikeden bahsediliyor. Bunlardan biri etnik bölünme, diğeri de irtica. Bu iki tehlike temcit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp halkın önüne konuluyor. Aslında asıl tehdit ve tehlike bu değil. Asıl tehlike elitist bir yönetim anlayışında sahip küçük bir azınlığın yıllardır sürdüre geldiği iktidarın elden gitmesi. Asıl korku işte bu. Ne Türkiye’de insanların inançları ne de etnik aidiyetleri ülke bütünlüğü için tehlike oluşturuyor. Ama tehlikeden bahsetmek korkuları beslediği ve canlı tuttuğu için bazı çevrelerin bıkıp usanmadan gündeme taşıdığı konular bunlar.
Şunun altını çizelim. Türkiye tehdit ve korku algılarıyla yönetilemeyecek kadar büyük ve önü açık bir ülke. Ancak korkular ve tehdit algıları Türkiye’nin önünü tıkıyor. Son günlerde bunun örneklerini açık seçik gördük. Hükümete hitaben kaleme alınan “muhtırada” bahsedilen olayların hepsi çeşitli gazetelerde yer alan sıradan haberlere dayandırılıyor. Bu muhtıra “irtica” yükseliyor korkusunu beslemekle kalmıyor, milli irade, meclis ve demokrasi kavramlarına soğuk bakanları da cesaretlendiriyor. Daha da kötüsü silahlı kuvvetlerin imajını da zedeliyor. Silahlı kuvvetler sadece ülke ve laikliğin değil aynı zamanda demokrasinin de savunucusu olmalıdır. Ancak 27 Nisan 2007 gece yarısı muhtırası ordunun bir müdahalesi olarak okunduğunda silahlı kuvvetlerin imajını zedeleyebilir. Böyle bir zedelenmiş imajın oluşmasına engel olmak için siyaset alanının sivillere bırakılması demokrasinin ve çağdaşlığın en önemli göstergesidir.

Endonezya’da yeni hükümetin öncelikleri hangi konular?

Nüfus bakımından dünyanın en büyük dördüncü ülkesi olan Endonezya, 280 milyonluk nüfusu ile en büyük İslam ülkesi. G20 üyesi olan Endonezya ...