5 Temmuz 2008 Cumartesi

Uluslararası Göç ve Kadın Sempozyumu –I-

1-2 Aralık 2007 tarihlerinde, İstanbul Zeytinburnu Belediyesi uluslar arası bir konferansa ev sahipliği yaptı. Altmıştan fazla konuşmacının bildiri sunduğu sempozyum “Uluslararası Göç ve Kadın Sempozyumu” ana başlığını taşıyordu. Sempozyumda göçmen kadınların yaşadığı bir dizi sorun gündeme getirildi. Sağlık, eğitim, istihdam, entegrasyon, aile içi sorunlar ve kültür çatışmaları ele alındı. Avrupa’nın hemen her ülkesinden gelenler yaşadıkları ülkede karşılaştıkları sorunları dile getirdi.
Dikkatimi çeken noktalardan biri İngiltere’den katılımcı olmayışı idi. Sempozyuma ben de konuşmacı olarak katıldım. Benden istenen konuşmanın konusu Avrupalı Türklerin, Türkiye-AB arasında köprü olup olamayacakları idi. Sunduğum bildirinin başlığı “İki Kültür ve Kimliği Buluşturmak: Avrupa’da Türk Sivil Sermayesi” idi. Bildirinin ana hatlarını sizinle paylaşmak istiyorum.
Bildiride sosyal bilimler alanında son yıllarda gittikçe önem kazanan toplumsal sermaye ve sosyal ağ kuram ve yaklaşımları çerçevesinden hareketle, Avrupa Birliği ülkelerinde yaşayan Türklerin nüfus, ekonomik güç, siyasi katılım ve sivil kuruluşlarına dayalı oluşturdukları sosyal sermaye ve ağlarının etkilerini inceledim. Ayrıca Avrupa’daki Türklerin oluşturdukları sivil sosyal sermayenin iki kültür ve kimlik arasında köprü kurma potansiyelinin ne olduğu, Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri söz konusu olduğunda bu potansiyelin nasıl mobilize edilebileceği soruları üzerinde durdum.
Kimlikler ve Kültürler: Uzlaşmacı ve Çatışmacı Yaklaşım
Avrupa’daki Türklerin sosyal sermayesine ilişkin bulguları analiz etmeden önce üzerinde durulması gereken önemli bir konu var. O da göç, entegrasyon, vatandaşlık ve aidiyet gibi konuların tartışıldığı günümüzdeki sosyo-kültürel ve sosyo-politik gerçekliktir. Özellikle Avrupa’daki Türkler ve Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri söz konusu olduğunda işaret edilen bu gerçekliğe ilişkin iki yaklaşımın ortaya çıktığını görüyoruz.
Bunlardan biri “uzlaşmacı” yaklaşımdır. Bu yaklaşıma göre Avrupa demokrasi, insan hakları ve çoğulculuk ilkelerini benimseyen ve yaşatan bir uygarlık havzası olarak sonradan buraya gelen kültürlere ve gruplara hoşgörülü olmalı, farklılıkları bir zenginlik olarak görmeli ve faklı olanı “ötekileştirmeden” toplumsal hayata entegre edebilmelidir. Bu yaklaşımın siyasi projedeki karşılığının örnekleri arasında İngiltere’deki çok kültürlülük anlayışı ve Hollanda’da iki binli yıllara kadar süren ancak son yıllarda çözülmeye başlayan liberal politikalar gösterilebilir. Ne var ki uzlaşmacı yaklaşımı benimseyen ve destekleyenlerin sesleri cılız çıkmakta, savundukları politikalar artan oranda eleştirilmekte ve etkileri de gün geçtikçe azalmaktadır.
Bu konudaki diğer yaklaşım ise “çatışmacı” yaklaşımdır. Bu yaklaşım, Avrupa uygarlığını homojen bir kültürel yapı olarak görme eğilimindedir. Bu nedenle göçmenler ve onların temsil ettiği kültürel değerler ile Avrupa değerleri arasında biz uyum ve uzlaşmanın olması beklenemez. Bu uzlaşmazlığın ortadan kaldırılması içinde çok kültürlü bir toplumsal hayat ve siyasi proje yerine daha homojenleştirici bir kimliğin benimsenmesi öngörülmektedir. Fransa’nın ısrarla takip ettiği entegrasyon politikası, farklılıkları göz ardı eden siyasi projelerin en bilinen örnekleri arasında yer alır. Ancak, Fransa’nın uzun yıllardır takip ettiği entegrasyonist ve bir dereceye kadar da asimilasyonist politikaların pek başarılı olmadığı, binlerce göçmen kökenli gencin bu ülkede sokaklara dökülmesi ile görülmüş oldu. Bugün geldiğimiz noktada tartışılan konu şu: Çoğulculuğu ve farklılığı göz ardı etme eğiliminde olan entegrasyonist projemi mi, yoksa farklı kimlikleri ötekileştirme eğiliminde olmayan ve her kültüre var olma hakkı tanıyan çok kültürlülük projesi mi daha başarılıdır?
Özellikle 11 Eylül 2001 terör olaylarından sonra daha açık ve net olarak ifade edilen çatışmacı görüşler, Samuel Huntington’un “medeniyetler çatışması” tezinin daha geniş kitleler tarafından tartışılması ve desteklenmesine neden olmuştur. “Uzlaşmacı” yaklaşımı benimseyenlerin söylemleri sadece sınırlı bir kesim tarafından duyulurken, çatışmacı söylemi dile getiren politikacı, aydın ve gazetecilerin iddiaları çok daha geniş bir kesime yayılmıştır. Bu süreçte üretilen korkular, kaygılar, endişeler ve tehdit algılamalarının hedefi ise genel olarak göçmenler, mülteciler ve yabancılar, özel olarak ise Batı’nın yeni ötekisi olarak görülen müslümanlar olmuştur. Avrupa’daki Türkler ve AB-Türkiye ilişkileri de bu çatışmacı yaklaşımdan nasibini almıştır.
Hafyata bildiride dile getirdiğim diğer konuları ve sonuç bildirisini sizinle paylaşacağım. Sempozyumla ilgili daha geniş bilgi için bkz. http://www.gocvekadin.org

Hiç yorum yok:

Endonezya’da yeni hükümetin öncelikleri hangi konular?

Nüfus bakımından dünyanın en büyük dördüncü ülkesi olan Endonezya, 280 milyonluk nüfusu ile en büyük İslam ülkesi. G20 üyesi olan Endonezya ...