6 Temmuz 2008 Pazar

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varlığı laikliğie aykırı mı?

Türkiye, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarından itibaren başlayan ve 1950’lerden itibaren ivme kazanan çok büyük değişim yaşamıştır. Sosyal, kültürel, ekonomik ve dini alanlarda yansımaları olan bu değişimler, geleneksel toplum yapısı ve kurumlarında köklü değişimlere neden olmuştur. Bu nedenle, modern Türkiye’yi tartışırken etkilerini her geçen etkilerini biraz daha derin hissettiğimiz bu yeni sosyolojik yapıyı göz önünde bulundurmak gerekir. Mahalle baskısı veya daha sosyolojik bir ifadeyle toplum ve çevre baskısı denebilecek sosyal kontrol kentleşme, modernleşme ve farklı sınıfların ortaya çıkması ile etkisini büyük oranda yitirmiştir. Artık Türkiye nüfusunun büyük bir çoğunluğu kentlerde, yani geleneksel mahalle, aile ve sosyal yapıların çözüldüğü yerlerde yaşamaktadır.

Kentleşen, modernleşen, sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçen bir toplumda yeni meslekler, yeni sınıflar ve sosyal gruplar oluşmuştur. Bu grup ve sınıfların her biri kendi ilişki ağlarını ve kurallarını inşa etmiştir. Yani toplumdaki fikirler ve eğilimler gittikçe çeşitlenmiştir ve birbirinden bağımsızlaşmıştır. Bu süreçte değer yargıları ve etik anlayışlarda da değişimler yaşanmıştır. Mahallede baskın olan sosyal yapı ve değerlerin davranışları kontrol etme veya baskı altına alma etkisi modernleşen, kentlileşen ve birey özgürlüklerinin arttığı ülkemizde gittikçe erimiştir. Özellikle 1980’li yıllarda başlayan liberal politikalar, pazar ekonomisi, medyada çoğullaşma, eğitimli insan gücünün artışı ve nihayet küreselleşme geleneksel yapıları, ki buna mahalle baskısı diye ifade edilmeye çalışılan sosyal baskı veya kontrol de dahil, bir çok mekanizma ve yapıyı etkisiz hale getirmiş veya dönüştürerek bunların etkilerini sınırlamıştır.

Sosyolojik olarak bakıldığında Türkiye gibi modern toplumlarda, hatta din ve inanç gibi değerlerin daha az etkin olduğu ülkelerde de bir toplumsallaşmadan söz etmek gerekir. Toplumsallaşma doğası gereği bazı değer, norm ve kurallara uymayı gerektirir. Bir topluma ait olmak demek, bir kolektif kimliğe sahip olmak demek aslında söz konusu toplum ve kolektif kimlik değerlerini ve geleneklerini benimsemek demektir. Aksi halde uyumlu sosyal hayat diye bir şey söz konusu olamaz. Bu bağlamda modern toplumlarda din mahalle baskısı unsuru veya kaynağı olarak görülemez. Ancak dini inançlar toplumda ahlaki tutum ve davranışların oluşmasına katkıda bulunmuştur ve bulunmalıdır da. Bugün geldiğimiz noktada bazı gençlerimizin annelerini bile öldürecek kadar değerden ve etikten yoksun hale gelmelerine seyirci kalınamaz. Kamu düzeni bunlara müdahaleyi getirir ki gelenekler gibi dini öğretilerden de toplumsal uyum ve barışın sağlanması konusunda yararlanabilmelidir.

Öğretmen ve İmam karşıt görüşleri mi temsil ediyor?
Türkiye modernleşmesine bir bütün olarak bakmak gerek. Belki de bu noktada sorulması gereken sorular şunlardır? Kurtuluş savaşında etkin olanlar, Cumhuriyet’in kuruluşuna liderlik yapanlar ve Türkiye’de modernleşmenin aktörleri olanlar kimlerdir? Bu soru günümüz içinde şöyle sorulabilir: Türkiye’de bugün modernleşme ve değişimin aktörleri kimlerdir? Kurtuluş savaşı ve takip eden yıllarda toplumun bütün katmanlarının sürece dahil olduğunu görüyoruz. Hatta dini inançlar ve değerler bağımsızlık savaşının kazanılmasında çok önemli motivasyon kaynağı olmuş, din adamlarının da katkısıyla bütün ülke halkı bu mücadeleye katılmıştır. Unutulmamalıdır ki vatan, millet, namus, bayrak, ülke ve bağımsızlık sadece milliyetçilik ve vatanperverlik ideolojisinin değil aynı zamanda dinin de önemsediği değer ve kavramlardır. Bu nedenle Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına bakıldığında dindarı, seküleri, okumuşu, okumamışı, köylüsü, kentlisi bütün toplum katmanları birlikte hareket etmiştir. Dini inançların Türk toplumundaki yeri ve önemi de Atatürk tarafından iyi bilindiği için Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) kurulmuştur.

Kuşkusuz diğer modern toplumlarda olduğu gibi Türkiye’de zaman içinde mesleki farklılaşmalar yaşanmıştır. Türkiye’de eğitim alanında öğretmenlik, din hizmeti alanında ise din görevliği ve imamlık daha sistematik meslekler olarak ortaya çıkmıştır. Ama Türkiye’nin gelişim çizgisine bakılırsa her iki meslek grubu da birbirlerinin fonksiyonlarını destekler ve tamamlar mahiyette çalışmıştır. Bu manada din görevlileri ile öğretmenler modernleşme ve değişimin önemli aktörleri olmuştur. Öğretmen bulunmayan birçok köyde imamlar hem din hizmetleri görevini üstenmiş hem de halka okuma yazma öğretmiştir. Bu açıdan bakıldığında öğretmenler ve imamlar arasında herhangi bir iktidar çekişmesi yaşandığını söylemek mümkün değildir.

Din görevlisi ve imamların eğitim, öğretim ve öğretmenlere karşı çıkacakları, toplumun aydınlanmasına muhalefet edecekleri düşünülse ne DİB kurulur, ne İmam Hatip Liseleri (İHL) açılır ne de bugün sayıları 23’ü bulan İlahiyat Fakülteleri kurulurdu. Bütün bu kurumlar ve yetiştirdikleri görevliler ve uzmanlar Türk modernleşmesini farklı kılan unsurlar arasında görülmelidir. İHL ve İlahiyat Fakültesi müfredatlarına bakıldığında temel din bilimleri yanında bütün felsefe grubu derslerinin okutulduğunu, eleştirel düşüncenin teşvik edildiğini, dogmatizmin de köklü biçimde eleştirildiği görülür. Bu haliyle nasıl olur da imamlar, din görevlileri ve İlahiyat hocaları Cumhuriyet değerlerinin verildiği modern eğitime ve çağdaş düşünceye kapalı olabilir? Ayrıca burada şunu da not etmek gerekir. Hangi din görevlisi, imam, müftü veya İlahiyat hocası kendilerinin veya başkalarının çocuklarının okumasına karşı çıkıyor? Hangileri halka böyle bir şey telkin ediyor? Tam tersi, hepsi ilk vahiy olan “Oku” mesajı gereğince eğitimi teşvik ediyor ve kendi çocuklarını en iyi okullara göndermeye çalışıyor. Hatta DİB personeli sessiz sedasız kendi maaşlarından yapılan kesintilerden oluşturulan fonlarla çeşitli yörelerimizde kız çocuklarının okutulmasına destek veriyor. Bazı istisnai olaylardan hareketle genellemeler yapmak bizi yanlış sonuçlara ulaştırır. Bu nedenle özellikle günümüzde DİB, İHL ve İlahiyat Fakülteleri ile bu kurumlardaki insan sermayesine bakıldığında aslında bu kurumların Cumhuriyet için birer kazanım olduğunu söyleyebiliriz.

Avrupa Birliği (AB) açısından bakıldığında Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varlığı laiklikle çelişir mi?
AB açısından bakıldığında DİB’in konumu hususunda ciddi bir zihin karmaşası var. Bazı aydın, gazeteci ve uzmanlarımızın AB’de din-devlet ve laiklik konularında yeterli bilgiye sahip olmadıklarını, bu nedenle de sürekli olarak DİB’in konumunu sorguladıklarını görmek mümkün. Bazı kesimler, AB ülkelerindeki yapısal konulardaki bilgi eksikliğinden dolayı DİB’in varlığı ile laiklik arasında bir çelişki olduğunu iddia etmeye devam ediyor. Halbuki AB ülkeleri iyi incelendiğinde karşımıza kendi içinde zengin bir çeşitliği barından bir manzara çıkıyor.

AB’ye bakıldığında birçok insanın sandığı gibi din devlet ilişkilerinin laiklik anlayışı temelinde birbirinden koptuğu ve devletin din konusunda bir şey yapmadığını söylemek mümkün değil. AB ülkelerinde din-devlet ilişkisi ve laiklik söz konusu olduğunda çok farklı modeller olduğunu görüyoruz. Kendi içindeki farklılar olmasına karşın bu modelleri daha rahat anlaşılmaları bakımından üç grupta toplamak mümkün. Ancak böyle bir çerçevede Türkiye’de DİB ve din eğitimi gibi konuların anlaşılması mümkün olacaktır. Hemen belirtmek gerekir ki AB, din-devlet ilişkileri konusunda yaptırımı olan bir model değil ancak uyulması gereken ilkeleri sunar. Bu temel ilkeler din ve vicdan özgürlüğü, inanç, ibadet, din eğitimi ve öğretim haklarının sağlanması ve korunması olarak karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca dinin devletten, devletin de dinden bağımsız olması, yani siyasi ve hukuki kararların verilmesinde “dini ilkelere” dayanılmaması ilkeleri mevcuttur. AB müktesabatı din işlerini düzenleyen hükümler içermez. Bu konudaki düzenlemeleri üye ülkelerin kendi iç hukukuna bırakır. Üye ülkeler de kendi tarihi, toplumsal ve siyasi kültürleri doğrultusunda farklı din-devlet ilişkileri modelleri oluşturur. Bu modelleri genel hatlarıyla şu şekilde tanımlamak mümkün:

Din-devlet ilişkisinin kesin çizgilerle ayrıldığı ülkeler. Fransa ve Hollanda bu modeli benimseyen ülkeler arasında yer aşır. Ancak bu ülkelerde dahi kiliseler kendi okullarını açmakta ve dini kurumların kamu fonlarından yararlanması söz konusu olmaktadır. Örneğin Fransa’da 1905 yılından önce yapılan bütün dini yapıların (kilise ve katedral) bakım, onarım ve restorasyon giderleri hükümet tarafından karşılanmaktadır. Hollanda da benzer bir durum vardır ve en büyük üç kalkınma ajansından ikisi kiliseler tarafından idare edilmektedir. Çeşitli ülkelerde faaliyet gösteren bu ajansların bütçeleri ise devlet tarafından karşılanmaktadır.
Din-Devlet ilişkilerinin anayasal olarak ayrı olduğu ancak devlet-kilise ilişkilerinin yakın olduğu ülkeler: Almanya, İspanya ve İtalya bu modele dahip ülkeler arasında yer alır. Almanya’da kiliseler okul, hastane, yaşlı ve çocuk bakım evleri açmakta ve bu kurumların giderlerinin büyük bölümü kamu kaynaklarından sağlanmaktadır. Bugün Almanya’daki mevcut hastanelerin yüzde 35’ten fazlası kiliseler tarafından işletilmektedir. Almanya’daki kilise vergisi ise devlet tarafından toplanmakta ve ilgili kiliselere dağıtılmaktadır. Bu ülkede ayrıca kiliseler ve dini grupların bir kısmı tüzel kişilik olarak tanınmakta ve bazı ayrıcalıklardan da yararlanmaktadır. Almanya’da bazı İlahiyat Fakültelerinde hoca olabilmek için kilisenin onayına ihtiyaç duyulmaktadır. Yani din ve devlet arasında bir tür sözleşmeye dayalı yakın bir ilişki söz konusudur ve bu ilişki laiklik açısından bir sakınca olarak görülmemektedir. İspanya ve İtalya’da ise din-devlet ilişkileri daha yakındır. Bu ilişkiler kilise ile devlet arasında yapılan ve adına “konkordat” denilen anlaşmalar bağlı olarak sürdürülmektedir. Örneğin İspanya Katolik Kilisesi Vatikan’a bağlı olarak çalışmakta, İspanya hükümeti de anlaşma gereği buna karşı çıkmamaktadır.
Anayasaya göre bir devlet dininin olduğu ülkeler: Yunanistan, Danimarka ve İngiltere bu modele sahip ülkelerdir. Bu örneklerin gösterdiği gibi bugün bile bazı AB ülkelerinde resmi bir devlet kilisesi (dini) vardır. Bu, Yunanistan’da Ortodoks Kilisesi, İngiltere’de Anglikan Kilisesi, Danimarka’da ise Evanjelik Luteryan Kilisesi’dir. İngiltere’de devlet başkanı aynı zamanda Anglikan Kilisesi’nin de başıdır, yani geçenlerde ülkemizi ziyaret eden Kraliçe II Elizabeth Anglikan Kilisesi’nin başı konumundadır. Bu ülkedeki ilk ve orta seviyeli okulların birçoğu kiliseler tarafından işletilmekte ve giderlerinin yüzde sekseni devlet tarafından karşılanmaktadır. Danimarka’da ise Kral olabilmek için Evanjelik Luteryan Kilisesi mensubu olmak zorunludur. Bırakın bir ateist, bir yahudi veya müslümanın devlet başkanı olmasını, katolik mezhebi mensubu bir hristiyanın bu ülkede devlet başkanı olması düşünülemez.

İşte AB böyle bir çeşitliliği içinde barındırıyor. Devlet ve kilise (din) arasındaki bu yakın ilişkiler laiklik açısından tehlike, tehdit veya kaygı oluşturmuyor. AB’yi iyi bilen ve tanıyanların DİB’in varlığını laiklik açısından çelişkili görmesi bu açıdan pek mümkün görünmemektedir. Çünkü AB ülkelerinde devlet ve din çok daha iç içe geçmekle kalmıyor, belirli ilkelere bağlı kalmak şartıyla, AB müktesabatı din-devlet ilişkilerinin düzenlenmesini üye ülkelerin iç hukukuna bırakıyor.

Hiç yorum yok:

Endonezya’da yeni hükümetin öncelikleri hangi konular?

Nüfus bakımından dünyanın en büyük dördüncü ülkesi olan Endonezya, 280 milyonluk nüfusu ile en büyük İslam ülkesi. G20 üyesi olan Endonezya ...