Fransa ve Hollanda’daki referandumlar sonucu AB Anayasası’nın rafa kaldırıması üye ülkeleri yeni arayışlara süreklemişti. Nihayet Portekiz’de toplanan AB üyesi devlet ve hükümet başkanları Lizbon Anlaşması’nı imzalayarak yeni bir kapı araladılar. Her ne kadar "Türkiye'yi AB dışında bırakmak gerçek bir barbarlık olur" diyen İspanya'nın AB ile ilişkilerden sorumlu Devlet Sekreteri Alberto Navarro gibi Türkiye destekçileri olsa da görünen o ki Türkiye – Avrupa Birliği yine sıkıntılı bir döneme giriyor.
Türkiye karşıtlığının körüklendiği ve çeşitli toplum kesimlerinde yayılmaya başladığı şu günlerde farklı proje ve stratejilerle bu trendin önüne geçilmesi gerekiyor. Aksi takdirde Türkiye bu süreçte tahmin edilenden daha çok yara alacak. Türkiye’nin uzun yıllardır ihmal ettiği ama rasyonel bakıldığından bu sürece olumlu katkılarda bulunabilecek ciddi bir potansiyeli var: Avrupa Türkleri. Bugün Avrupa Birliği ülkelerinde yaşayan Türkler nüfus, ekonomik güç, siyasi katılım ve sivil kuruluşları büyük bir sosyal sermaye ve ağ oluşturmuş durumda. Avrupa’daki Türklerin oluşturdukları sivil sosyal sermaye iki kültür ve kimlik arasında köprü kurma potansiyeline de sahip.
Avrupa’daki Türkler ve Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri söz konusu olduğunda ortaya çıkan sosyo-politik ve sosyo-kültürel bakış açılarına işaret etmeden Avrupa Türklerinin katkı alanlarını ve imkanlarını analiz etmek zordur. Bu nedenle Avrupa’da ortaya çıkan birbirinden farklı ve aynı zamanda birbirine zıt iki yaklaşımdan bahsetmek yerinde olacaktır.
Avrupa’da yükselen yaklaşımlardan biri “uzlaşmacı” yaklaşımdır. Bu yaklaşıma göre Avrupa demokrasi, insan hakları ve çoğulculuk ilkelerini benimseyen ve yaşatan bir uygarlık havzası olarak sonradan buraya gelen kültürlere ve gruplara hoşgörülü olmalı, farklılıkları bir zenginlik olarak görmeli ve faklı olanı “ötekileştirmeden” toplumsal hayata entegre edebilmelidir. Bu yaklaşımın siyasi projedeki karşılığının örnekleri arasında İngiltere’deki çok kültürlülük anlayışı ve Hollanda’da iki binli yıllara kadar süren ancak son yıllarda çözülmeye başlayan liberal politikalar gösterilebilir. Ne var ki uzlaşmacı yaklaşımı benimseyen ve destekleyenlerin sesleri cılız çıkmakta, savundukları politikalar artan oranda eleştirilmekte ve etkileri de gün geçtikçe azalmaktadır.
Bu konudaki diğer yaklaşım ise “çatışmacı” yaklaşımdır. Bu yaklaşım, Avrupa uygarlığını homojen bir kültürel yapı olarak görme eğilimindedir. Bu nedenle göçmenler ve onların temsil ettiği kültürel değerler ile Avrupa değerleri arasında biz uyum ve uzlaşmanın olması beklenemez. Bu uzlaşmazlığın ortadan kaldırılması içinde çok kültürlü bir toplumsal hayat ve siyasi proje yerine daha homojenleştirici bir kimliğin benimsenmesi öngörülmektedir. Fransa’nın ısrarla takip ettiği entegrasyon politikası, farklılıkları göz ardı eden siyasi projelerin en bilinen örnekleri arasında yer alır. Ancak, Fransa’nın uzun yıllardır takip ettiği entegrasyonist ve bir dereceye kadar da asimilasyonist politikaların pek başarılı olmadığı, binlerce göçmen kökenli gencin bu ülkede sokaklara dökülmesi ile görülmüş oldu. Bugün geldiğimiz noktada tartışılan konu şu: Çoğulculuğu ve farklılığı göz ardı etme eğiliminde olan entegrasyonist projemi mi, yoksa farklı kimlikleri ötekileştirme eğiliminde olmayan ve her kültüre var olma hakkı tanıyan çok kültürlülük projesi mi daha başarılıdır?
Özellikle 11 Eylül 2001 terör olaylarından sonra daha açık ve net olarak ifade edilen çatışmacı görüşler, Samuel Huntington’un “medeniyetler çatışması” tezinin daha geniş kitleler tarafından tartışılması ve desteklenmesine neden olmuştur. “Uzlaşmacı” yaklaşımı benimseyenlerin söylemleri sadece sınırlı bir kesim tarafından duyulurken, çatışmacı söylemi dile getiren politikacı, aydın ve gazetecilerin iddiaları çok daha geniş bir kesime yayılmıştır. Bu süreçte üretilen korkular, kaygılar, endişeler ve tehdit algılamalarının hedefi ise genel olarak göçmenler, mülteciler ve yabancılar, özel olarak ise Batı’nın yeni ötekisi olarak görülen müslümanlar olmuştur. Avrupa’daki Türkler ve AB-Türkiye ilişkileri de bu çatışmacı yaklaşımdan nasibini almıştır.
Gerçekten de Avrupa Türklerinin siyaset, kültür, ekonomik birikim ve nitelikli insan gücü gibi alanlarda ciddi bir toplumsal birikime ulaştığını araştırmalar bize gösteriyor. Toplumsal sermaye veya sosyal ağları genişleyen Türklerin önemi ve gücü de artıyor. Avrupalı Türkler, çatışmacı yaklaşımın yükseldiği, medeniyetler arası çatışma tezinin taraftar bulduğu ve Türkiye’nin kültürel kimliğinden dolayı AB’den dışlanmak istendiği bir ortamda iki kültür ve kimliği (Türkiye-Avrupa/Türkiye-Batı) yakınlaştıracak potansiyele sahip görünmekte. Ancak bu potansiyelin şimdiye kadar ne Avrupa, ne de Türkiye tarafından etkin bir şekilde mobilize edilmediği de anlaşılmaktadır.
Avrupa’daki Türkler ya da Avrupalı Türkler, melez, tireli ve geçişken kimlikler inşa ediyorlar. Bir taraftan Türk kültür değerlerini yeniden üretirken, bir yandan da içinde yaşadıkları Avrupa toplumunun kültürüne yaklaiyorlar. Bunun en belirgin göstergeleri arasında, gittikçe artan oranda Türklerin yaşadıkları ülke vatandaşlığına geçmeleri, siyasal süreçlere katılmaları, siyasi parti ve sivil toplum kuruluşlarında yer almaları ve yaşadıkları toplumun tüketim alışkanlıkları benimsemeleri sayılabilir. Bunun yanında Avrupa’daki göçmenler söz konusu olduğunda bu kadar fazla sayıda ülkede sosyal ağ oluşturan başka bir guruba rastlamak da mümkün değildir.
Kimlikler, kültürler ve uygarlıklar arası diyalog ve yakınlaşma arayışları çerçevesinde, gerek demografik yapı ve coğrafi dağılımları, gerekse yukarıda işaret edilen toplumsal sermayeleri ile Avrupa Türkleri, özelde Türkiye-AB, genelde de Batı-İslam arasında bir yakınlaşma ve geçişkenlik enstrümanı olarak mobilize edilmeyi bekliyor. Böyle bir mobilizasyon ve hareketlenme olursa kimsenin tahmin edemeyeceği kadar büyük bir güç ortaya çıkar. Bu noktada yapılması gereken şey orta ve uzun vadeli stratejiler geliştirerek Avrupa Türklerinin tarihsel bir misyonu üstlenmesini sağlamak olmalıdır.
Bu Blogda ekonomik büyüme potansiyeli ile küresel jeopolitik gelişmelerde etkisini artıran ASYA'dan gözlemler paylaşmaya çalışacağım. Pergelin sabit ucu dünyanın dördüncü, İslam Dünyası'nın en büyük nüfusuna sahip Endonezya'da olacak.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Endonezya’da yeni hükümetin öncelikleri hangi konular?
Nüfus bakımından dünyanın en büyük dördüncü ülkesi olan Endonezya, 280 milyonluk nüfusu ile en büyük İslam ülkesi. G20 üyesi olan Endonezya ...
-
Prof. Dr. Talip Küçükcan Yükseköğretim bütün ülkeler için stratejik bir alan ve önemli bir ekonomik sektör. Üniversiteler nitelikli insan ...
-
Türkiye ve Endonezya arasındaki ikili ilişkiler olumlu ilerliyor. İki ülke arasında 2022 yılında Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi ...
-
Prof. Dr. Talip Küçükcan Endonezya Küreselleşme diye tanımladığımız olgu, soyut anlamda fiziki sınırları aşan bir hareketlilikle devam e...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder