Geçen haftaki yazımızda yükseköğrenim görmek isteyen Avrupalı Türk gençleri için Türkiye’deki vakıf üniversitelerinin yeni fırsatlar sunduğunu belirtmiştik. Sayıları kırka ulaşan ve yeni kurulacaklar da ilave edildiğinde kırk beş olacak bu üniversiteleri Türkiye niçin destekliyor, Avrupalı gençlerimize neler sunabilir ve gençlerimiz de bu kurumların eğitim-öğretim kültürüne nasıl katkıda bulunur soruları üzerinde durmakta yarar var.
Bu sorulara geçmeden önce bir tespit yapalım. Avrupa’nın hiçbir ülkesinden bu kadar vakıf üniversitesi yok. Türkiye’deki girişimcilik çok daha dinamik üniversiteler söz konusu olduğunda.
Yükseköğretim Kurulu’nun ülkemizin gelişmişlik düzeyi ve rekabet gücünü artırmaya katkıda bulunmak amacıyla, yükseköğretime erişimi genişletmeye yönelik adımlar attığını görüyoruz. Bu amaçla yeni devlet üniversitelerinin program çalışmaları ve insan kaynakları ihtiyaçlarının karşılanması çalışmaları sürüyor, öte yandan vakıf üniversitelerinin kuruluşu destekleniyor.
Yeterli alt yapısı bulunan vakıf üniversitelerinin yeni fakülte, bölüm ve program açma teflikleri ile öğrenci kontenjanlarının artışına yönelik taleplerini olumlu karşılanıyor. Bu noktada vakıf üniversiteleri, devlet üniversitelerinin rakibi olarak değil, aynı kulvarda topluma hizmet veren kuruluşlar olarak görülüyor. İşte bu nedenle geçmişte başvuruların değerlendirilmesi yıllar alırken, bugünkü YÖK, vakıf üniversitesi kuruluş başvurularını, titiz bir incelemeden geçirerek mümkün olduğunca kısa sürede sonuçlandırmaya çalışıyor. Vakıf üniversiteleri, kamuya hizmet eden sosyal sorumluluk projesi ürünü kurumlar olarak görüldüğünden hiçbir ayırım gözetmeksizin, önceki dönemlerde aylar, hatta yıllar alan, ancak bir türlü sonuçlandırılmayan başvuruları hemen gündeme alındı ve sonuçlandırdı.
VAKIF ÜNİVERSİTELERİ BİR ZENGİNLİK
Türkiye’deki vakıf üniversiteleri, yükseköğretim sistemine bir çeşitlilik katmaktadır. İdari, mali ve üst yönetim bakımından daha esnek ve hızlı karar verme mekanizmalarına sahip olan vakıf üniversiteleri, aynı zamanda farklı yönetişim modellerini de yükseköğretim sistemimize kazandırmaktadır. Gördüğümüz kadarıyla YÖK bunun farkında ve vakıf üniversitelerinde desteğini sürdürecek.
Vakıf üniversitelerine desteği gerekli kılan bir başka neden de şudur: Hem dünyada hem de Türkiye’de, yükseköğretimde karar vericileri yenilikçi arayışlara sevk eden gelişmelerden biri de sanayi sonrası bilgi toplumuna geçişin doğurduğu ihtiyaçların daha derinden hissedilmesidir. Artık dünya ekonomisi hammadde ve fiziksel iş gücü yoğunluklu üretimden, süreç ve bilgi yoğunluklu bir üretime doğru geçmektedir. Bu yeni sistemde, refah ve gelişmişliğin en önemli stratejik anahtarlarını bilgi ve bilgiyi üreten eğitimli bireyler oluşturmaktadır. YÖK bu noktada da vakıf üniversitelerinin önemli katkılar sunabilecek potansiyelleri olduğunu görmüş olmalı ki hem rektörler hem de mütevelli heyeti başkanları taleplerini kolayca ilgili makamlara iletebiliyor. Bu bağlamda, iş dünyasının aradığı beceriler ile yükseköğretimde kazandırılan beceriler arasındaki uyumsuzluğun giderilmesi noktasında, vakıf üniversitelerinin katkılarının artarak devam etmesi gerektiği genel kabul görüyor.
Yükseköğretim Kurulu’nun vakıf üniversiteleri ile ilgili şu ana kadar izlediği politika şöyle özetlenebilir: Vakıf ve devlet üniversiteleri birbirlerinin alternatifi olmadığı gibi birbirlerinin rakibi de değildir. Her ikisi de, Türk yükseköğretim sisteminin farklı ihtiyaçlarına cevap veren, insan sermayeleri, bilgi ve teknoloji üretimleriyle toplumsal kalkınmaya katkıda bulunan stratejik eğitim/öğretim kurumlarıdır.
TÜRK GENÇLERİNE ÇAĞRI
Çoğunluğu İstanbul’da olmakla beraber, vakıf üniversiteleri Türkiye’nin dört bir yanına dağılmış durumda. İzmir, Ankara, Mersin, Konya, Kayseri ve Gaziantep’te de vakıf üniversiteleri açıldı. Bunların bir kısmı İngilizce eğitim yapıyor ve çok kaliteli öğretim üyelerine sahip. Özellikle İngilizce eğitim verenler dış dünyaya daha açık. Mezun olanların dünyanın dört bir yanında çalışması mümkün.
Yeni açılan vakıf üniversitelerinin işletme, uluslar arası ilişkiler, sosyoloji, hukuk, mühendislik, tıp ve iletişim gibi fakülte ve bölümleri var. Yeterince öğrenci kontenjanları da mevcut olan bu üniversitelere sadece Türkiye’den değil çevre ülkelerden de öğrenci gelecek.
Türkiye, “merkez ülke” olma yolunda adım adım ilerliyor. Avrupalı gençlerin de bu yürüyüşe, yani “Büyük ve Merkez Ülke Türkiye” projesine katılması ve katkı vermesi çok önemli. Bu katkıyı vermenin en iyi yollarından biri Türkiye’de üniversite eğitimi almaktır.
Bu Blogda ekonomik büyüme potansiyeli ile küresel jeopolitik gelişmelerde etkisini artıran ASYA'dan gözlemler paylaşmaya çalışacağım. Pergelin sabit ucu dünyanın dördüncü, İslam Dünyası'nın en büyük nüfusuna sahip Endonezya'da olacak.
3 Aralık 2009 Perşembe
Avrupalı Türk Gençleri için yeni fırsat: Türk Vakıf Üniversiteleri
Avrupalı Türk gençlerine ve ailelerine bu köşeden bir çağrımız var. Gelin gençlerimizi Türk vakıf üniversitelerinde de okumaya davet edelim. Tabiî ki öncelik Türklerin yaşadıkları ülke üniversitelerine gitmesi ve başarılı bir eğitim almaları. Ancak genç Türklerin, Avrupa-Türkiye arasında geleceğin köprüleri olduğunu düşünürsek şimdiden onlara yatırmak gerektiğini görürüz. En önemli yatırım ise eğitimlerine yapılacak yatırımdır. Türkiye’deki vakıf üniversiteleri Türkçe ve İngilizce eğitim imkanları ile böyle bir yatırımın en yetkin adresleri arasında sayılabilir.
Geride bıraktığımız yıllarda vakıf üniversitelerine olumlu bakılmazdı Türkiye’de. Vakıf üniversitesi açmak isteyenleri önü tıkanır, süreç uzatılır, bölüm, fakülte ve kontenjan artırma talepleri reddedilirdi. Prof. Yusuf Ziya Özcan’ın YÖK Başkanı olması ile birlikte bu tutum değişti ve Vakıf Üniversitelerinin altın çağı başladı. Kendinden önceki yönetimin tersine, yeni YÖK Başkanı ve çalışma arkadaşları devlet ve vakıf üniversiteleri rektörlerine kapılarını sonuna kadar açtı. Ayrıca akıf üniversitesi mütevelli heyeti başkanlarıyla bir araya gelerek sorunlarını ve önerilerini dinleme geleneği başlattı.
Yükseköğretim kurumlarından toplumsal beklentilerin sürekli arttığı bir dönemdeyiz. Kamu ve özel kurumlar, medya, sivil toplum ve ekonomi sektörü, sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçiş sürecinin gerektirdiği donanımlı insan gücü yetiştirilmesini, haklı olarak, üniversitelerden bekliyor.
Bugün geldiğimiz noktada üniversitelerin dört temel işlevi olduğu, yani başlıca dört amaca hizmet ettiğini söyleyebiliriz. Birincisi, araştırma yoluyla yeni bilgiler üretmek; ikincisi, eğitim/öğretim kanalıyla genç kuşaklara bilgi aktararak donanımlı insan gücü yetiştirmek; üçüncüsü, bilim, teknoloji, ekonomi, kalkınma, sosyal refah ve barış gibi toplumsal ihtiyaçlara cevap verecek hizmetler sunmak; dördüncüsü ise küreselleşme, uluslararasılaşma, bilgi ekonomisine geçiş ve rekabet sürecinde ekonomik kalkınmaya katkıda bulunmaktır. Bütün bunlar, yükseköğretimin yeniliklere açık olmasını, değişimi önceden görmesini ve topluma önderlik edebilecek değerleri üretecek birikime sahip olmasını gerektirir. Aksi halde üniversitelerin, toplumun beklentilerini karşılaması mümkün olmayacaktır.
KIRKBEŞ VAKIF ÜNİVERSİTEMİZ VAR
Türk toplumu genel olarak eğitime, özel olarak üniversite eğitimine büyük önem veriyor. Ancak üniversite öğrenci kontenjanlarının yetersiz oluşu ve arz-talep dengesizliği nedeniyle, ülkemizdeki üniversite mezunu sayısı birçok ülkenin gerisinde kaldı. Bugün Türkiye’de 94’ü devlet, ve (son kurulanlarla) 45’i vakıf olmak üzere, toplam 139 üniversite bulunmakta. Ancak bu sayının bile yükseköğretim talebini karşılamadığı görülüyor. Ayrıca, her ne kadar ilk bakışta vakıf üniversitelerinin sayısı kabarık gibi görünse de toplam öğrenci payı yüzde 5 civarındadır.
Sosyal mobilite ve istihdam edilebilirlik şansını artıran yükseköğretim, dünyanın pek çok yerinde talebi karşılamakta zorlanıyor. Bir ülkenin gelişmişliği ile o ülkedeki yükseköğretimli insan sermayesi arasında pozitif bir ilişki olduğundan pek çok ülke üniversitede okumak isteyeni geri çevirmiyor veya kapıda bekletmiyor. Ne yazık ki, OECD ülkeleri arasında yükseköğretim mezunu insan gücü oranı bakımından Türkiye en gerilerde yer almaktadır. Genel nüfus içinde 25-34 yaş arası yükseköğretim mezunu OECD ülkeleri ortalaması yüzde 32 olmasına karşın, Türkiye’de bu oran yüzde 12’de kalmaktadır ki bu oran Belçika’da yüzde 41’e, Kore’de ise yüzde 51, Japonya’da yüzde 53 ve Kanada’da yüzde 54’e çıkmaktadır.
Yukarıda zikredilen ülkelerin gelişmişlik düzeylerine bakıldığında, yükseköğretimin bir ülke için stratejik açıdan ne kadar önemli olduğu anlaşılacaktır. Türkiye bunu ne yazık ki diğer ülkelere oranla geç keşfetmiştir. Bu noktada devlet üniversiteleri ve vakıf üniversitelerinin genç kuşakların eğitimi için önemli fırsatlar sunduğunu belirtmek isterim. Devlet üniversitelerinin ihtiyacı karşılayamadığı bir ortamda vakıf üniversitelerinin kurulması önemli bir gelişme olarak görülmelidir. Vakıf üniversitelerinin eğitim-öğretim, istihdam, bilgi ve teknoloji üretme, öğretim üyesi yetiştirme gibi konularda katkılar sunduğunu da burada belirtmekte yarar var.
Haftaya, Avrupalı Türk gençlerinin niçin Türkiye’deki vakıf üniversitelerinde okumaları gerektiği konusuna devam edeceğiz.
Geride bıraktığımız yıllarda vakıf üniversitelerine olumlu bakılmazdı Türkiye’de. Vakıf üniversitesi açmak isteyenleri önü tıkanır, süreç uzatılır, bölüm, fakülte ve kontenjan artırma talepleri reddedilirdi. Prof. Yusuf Ziya Özcan’ın YÖK Başkanı olması ile birlikte bu tutum değişti ve Vakıf Üniversitelerinin altın çağı başladı. Kendinden önceki yönetimin tersine, yeni YÖK Başkanı ve çalışma arkadaşları devlet ve vakıf üniversiteleri rektörlerine kapılarını sonuna kadar açtı. Ayrıca akıf üniversitesi mütevelli heyeti başkanlarıyla bir araya gelerek sorunlarını ve önerilerini dinleme geleneği başlattı.
Yükseköğretim kurumlarından toplumsal beklentilerin sürekli arttığı bir dönemdeyiz. Kamu ve özel kurumlar, medya, sivil toplum ve ekonomi sektörü, sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçiş sürecinin gerektirdiği donanımlı insan gücü yetiştirilmesini, haklı olarak, üniversitelerden bekliyor.
Bugün geldiğimiz noktada üniversitelerin dört temel işlevi olduğu, yani başlıca dört amaca hizmet ettiğini söyleyebiliriz. Birincisi, araştırma yoluyla yeni bilgiler üretmek; ikincisi, eğitim/öğretim kanalıyla genç kuşaklara bilgi aktararak donanımlı insan gücü yetiştirmek; üçüncüsü, bilim, teknoloji, ekonomi, kalkınma, sosyal refah ve barış gibi toplumsal ihtiyaçlara cevap verecek hizmetler sunmak; dördüncüsü ise küreselleşme, uluslararasılaşma, bilgi ekonomisine geçiş ve rekabet sürecinde ekonomik kalkınmaya katkıda bulunmaktır. Bütün bunlar, yükseköğretimin yeniliklere açık olmasını, değişimi önceden görmesini ve topluma önderlik edebilecek değerleri üretecek birikime sahip olmasını gerektirir. Aksi halde üniversitelerin, toplumun beklentilerini karşılaması mümkün olmayacaktır.
KIRKBEŞ VAKIF ÜNİVERSİTEMİZ VAR
Türk toplumu genel olarak eğitime, özel olarak üniversite eğitimine büyük önem veriyor. Ancak üniversite öğrenci kontenjanlarının yetersiz oluşu ve arz-talep dengesizliği nedeniyle, ülkemizdeki üniversite mezunu sayısı birçok ülkenin gerisinde kaldı. Bugün Türkiye’de 94’ü devlet, ve (son kurulanlarla) 45’i vakıf olmak üzere, toplam 139 üniversite bulunmakta. Ancak bu sayının bile yükseköğretim talebini karşılamadığı görülüyor. Ayrıca, her ne kadar ilk bakışta vakıf üniversitelerinin sayısı kabarık gibi görünse de toplam öğrenci payı yüzde 5 civarındadır.
Sosyal mobilite ve istihdam edilebilirlik şansını artıran yükseköğretim, dünyanın pek çok yerinde talebi karşılamakta zorlanıyor. Bir ülkenin gelişmişliği ile o ülkedeki yükseköğretimli insan sermayesi arasında pozitif bir ilişki olduğundan pek çok ülke üniversitede okumak isteyeni geri çevirmiyor veya kapıda bekletmiyor. Ne yazık ki, OECD ülkeleri arasında yükseköğretim mezunu insan gücü oranı bakımından Türkiye en gerilerde yer almaktadır. Genel nüfus içinde 25-34 yaş arası yükseköğretim mezunu OECD ülkeleri ortalaması yüzde 32 olmasına karşın, Türkiye’de bu oran yüzde 12’de kalmaktadır ki bu oran Belçika’da yüzde 41’e, Kore’de ise yüzde 51, Japonya’da yüzde 53 ve Kanada’da yüzde 54’e çıkmaktadır.
Yukarıda zikredilen ülkelerin gelişmişlik düzeylerine bakıldığında, yükseköğretimin bir ülke için stratejik açıdan ne kadar önemli olduğu anlaşılacaktır. Türkiye bunu ne yazık ki diğer ülkelere oranla geç keşfetmiştir. Bu noktada devlet üniversiteleri ve vakıf üniversitelerinin genç kuşakların eğitimi için önemli fırsatlar sunduğunu belirtmek isterim. Devlet üniversitelerinin ihtiyacı karşılayamadığı bir ortamda vakıf üniversitelerinin kurulması önemli bir gelişme olarak görülmelidir. Vakıf üniversitelerinin eğitim-öğretim, istihdam, bilgi ve teknoloji üretme, öğretim üyesi yetiştirme gibi konularda katkılar sunduğunu da burada belirtmekte yarar var.
Haftaya, Avrupalı Türk gençlerinin niçin Türkiye’deki vakıf üniversitelerinde okumaları gerektiği konusuna devam edeceğiz.
Avrupa Birliği treni durdu mu?
Türkiye’de sık sık dile getirilen konulardan biri Avrupa Birliği üyelik müzakerelerinde yeterince mesafe kat edilemediği, hükümetin, üyelik çerçevesinde gereken reformların yapılması konusunda ayak sürüdüğü ve süreci yavaşlattığı kınusudur. Bu görüşte olanlar Avrupa Birliği treni durdu mu? sorusunu soruyor.
Bize kalırsa Avrupa Birliği treni yoluna devam ediyor ve Türkiye de bu trene binmek için gereken hazırlıkları yavaş da olsa tamamlamaya çalışıyor. Hatırlayacağınız üzere Türkiye, 2005 Ekim ayında tam üyelik statüsüne kabul edildi ve müzakerelere başladı. AB üyelik çalışmaları, 2002 seçimlerine kadar geçen zaman içinde inişli çıkışlı bir çizgideydi. Kabul etmek gerekir ki, 2002 öncesi dönemdeki koalisyon hükümeti bazı başarılı çalışmalar yürüttü ve nihayet AK Parti’nin iktidara gelmesiyle birlikte süreç daha da hızlandı.
AK Parti 2002-2005 arasında çok aktif bir AB üyelik politikası izledi ve uzun müzakerelerden sonra nihayet 2005 Ekim ayında tam üyelik statüsü kazandı. Hükümet aynı yıl kolları sıvayarak çok sayıda yenilikler yaptı ve iyi bir mesafe kat etti. Ancak 2006 yılı çalkantılı geçti. Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve 2007’de yapılacak olan genel seçimler, AB üyelik projesini gölgeledi. Bir anlamda hükümet frene bastı veya basmak zorunda bırakıldı.
AB PROJESİNDEN VAZGEÇİLMEZ
Ancak AB projesinden de hiçbir zaman vazgeçilmedi. İnişli-çıkışlı ilişkiler devam ederken, ilerleme raporlarında zaman zaman Türkiye’ye yönelik eleştiriler yapıldı. Fakat bu eleştirilerin pek sert olmadığı görüldü. Tabi bu arada Türkiye’de asker-sivil ilişkileri gündeme damgasını vurdu. Bu ilişkilerdeki önemli kırılma noktalarından biri 2007 Nisan ayında Genelkurmay Başkanlığı sitesinde yayınlanan e-bildiri oldu. Silahlı Kuvvetler bir kez daha sivil alana müdahale etmiş oldu ve ülkedeki gerginlik biraz daha arttı. Doğal olarak hükümet iç politikanın tutsağı oldu ve AB treni yeterince hızlandırılamadı. Ama durmadı da.
AB üyelik sürecinin Türkiye’ye kazandırdığı en önemli şey demokrasinin güçlenmesi, özgürlük alanlarının genişlemesi ve askeri vesayetin etkisinin azaltılmasına yönelik toplumsal isteğin artışı olmuştur. Ne var ki toplumsal taleplere rağmen beklenen ivmeye ulaşılamadı ve iç politikanın ezici gücü AB treninin hız kesmesine neden oldu. 2007 seçimlerinde tekrar iktidara gelen AK Parti bu kez de kapatılma tehlikesi ile karşı geldi. Altı aydan fazla zaman alan mahkeme sürecinde parti kapatılmadı ama herkes bu konuya odaklandı. AB treni olumsuz etkilendi bu süreçten.
KABİNE REVİZYONU ve DAVUTOĞLU FAKTÖRÜ
2008’de artık hükümet AB konusunda sağlam ve hızlı adımlar atar derken, bu kez de 2009 yerel seçimlerine odaklandı bütün siyasi partiler gibi iktidar partisi AK Parti de. Yerel seçimler sonrası gerçekleşen kabine revizyonu AB üyeliği açısından olumlu sinyaller verdi. Müzakereden sorumlu bir Devlet Bakanı atandı. Bakan Bağış ayağının tozu ile AB ülkelerini ziyaret etmeye, hız kesen AB trenini hızlandırmaya yönelik çalışmalar içine girdi. Öte yandan Dışişleri Bakanlığına getirilen Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu yeni bir vizyon ve heyecanla kollarını sıvadı. Alim ve bilge kişiliği ile siyasete derinlik ve içerik kazandıran Bakan Davutoğlu, Avrupa ve AB projesinden geri dönülmeyeceğini, hatta Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Türkiye aleyhtarı görüşleri savunan Hıristiyan Demokratlar ve diğer sağ eğilimli partilerin kazançlı çıkmasına rağmen üyelik müzakerelerinden geri atılmayacağını belirtti.
Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu, Başbakanlık Başdanışmanlığı döneminde daha çok Ortadoğu eksenli dış politika konularında projeler geliştiren ve Türkiye’ye büyük saygınlık kazandırarak etki alanını genişleten öngörüsü ile tanınmıştı. Hatta bazıları Prof. Davutoğlu’nun bakanlık döneminde de Ortadoğu merkezli bir politika sürdüreceği düşüncesine kapılmıştı. Bu düşünceye kapılanlar büyük bir yanılgı içinde olduklarını ancak Prof. Davutoğlu’nun, Türkiye’nin tek öncelikli ya da tek odaklı değil, çok öncelikli ve çok odaklı dış politika izleyeceğini hissettirmesi ile anlamış oldu. Nitekim Prof. Davutoğlu, nerdeyse bakanlık koltuğuna oturur oturmaz diplomatik temaslarda bulunmak üzere AB ülke başkentlerini ziyaret etmeye başladı ki, bu da Türkiye’nin hız kesen AB trenine hız kazandırma niyetinin açık bir göstergesi olarak yorumlandı.
Türkiye’nin AB üyelik projesi artık bir devlet politikasına dönüşmüştür ve AK Parti bu yöndeki adımlarını hızlandırmalıdır. Muhalefet partileri de buna destek olmalıdır. Bunun için iç politikanın sığ tartışmaları yerine dünyada neler olup bittiğine bakma zamanı geldi.
Bize kalırsa Avrupa Birliği treni yoluna devam ediyor ve Türkiye de bu trene binmek için gereken hazırlıkları yavaş da olsa tamamlamaya çalışıyor. Hatırlayacağınız üzere Türkiye, 2005 Ekim ayında tam üyelik statüsüne kabul edildi ve müzakerelere başladı. AB üyelik çalışmaları, 2002 seçimlerine kadar geçen zaman içinde inişli çıkışlı bir çizgideydi. Kabul etmek gerekir ki, 2002 öncesi dönemdeki koalisyon hükümeti bazı başarılı çalışmalar yürüttü ve nihayet AK Parti’nin iktidara gelmesiyle birlikte süreç daha da hızlandı.
AK Parti 2002-2005 arasında çok aktif bir AB üyelik politikası izledi ve uzun müzakerelerden sonra nihayet 2005 Ekim ayında tam üyelik statüsü kazandı. Hükümet aynı yıl kolları sıvayarak çok sayıda yenilikler yaptı ve iyi bir mesafe kat etti. Ancak 2006 yılı çalkantılı geçti. Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve 2007’de yapılacak olan genel seçimler, AB üyelik projesini gölgeledi. Bir anlamda hükümet frene bastı veya basmak zorunda bırakıldı.
AB PROJESİNDEN VAZGEÇİLMEZ
Ancak AB projesinden de hiçbir zaman vazgeçilmedi. İnişli-çıkışlı ilişkiler devam ederken, ilerleme raporlarında zaman zaman Türkiye’ye yönelik eleştiriler yapıldı. Fakat bu eleştirilerin pek sert olmadığı görüldü. Tabi bu arada Türkiye’de asker-sivil ilişkileri gündeme damgasını vurdu. Bu ilişkilerdeki önemli kırılma noktalarından biri 2007 Nisan ayında Genelkurmay Başkanlığı sitesinde yayınlanan e-bildiri oldu. Silahlı Kuvvetler bir kez daha sivil alana müdahale etmiş oldu ve ülkedeki gerginlik biraz daha arttı. Doğal olarak hükümet iç politikanın tutsağı oldu ve AB treni yeterince hızlandırılamadı. Ama durmadı da.
AB üyelik sürecinin Türkiye’ye kazandırdığı en önemli şey demokrasinin güçlenmesi, özgürlük alanlarının genişlemesi ve askeri vesayetin etkisinin azaltılmasına yönelik toplumsal isteğin artışı olmuştur. Ne var ki toplumsal taleplere rağmen beklenen ivmeye ulaşılamadı ve iç politikanın ezici gücü AB treninin hız kesmesine neden oldu. 2007 seçimlerinde tekrar iktidara gelen AK Parti bu kez de kapatılma tehlikesi ile karşı geldi. Altı aydan fazla zaman alan mahkeme sürecinde parti kapatılmadı ama herkes bu konuya odaklandı. AB treni olumsuz etkilendi bu süreçten.
KABİNE REVİZYONU ve DAVUTOĞLU FAKTÖRÜ
2008’de artık hükümet AB konusunda sağlam ve hızlı adımlar atar derken, bu kez de 2009 yerel seçimlerine odaklandı bütün siyasi partiler gibi iktidar partisi AK Parti de. Yerel seçimler sonrası gerçekleşen kabine revizyonu AB üyeliği açısından olumlu sinyaller verdi. Müzakereden sorumlu bir Devlet Bakanı atandı. Bakan Bağış ayağının tozu ile AB ülkelerini ziyaret etmeye, hız kesen AB trenini hızlandırmaya yönelik çalışmalar içine girdi. Öte yandan Dışişleri Bakanlığına getirilen Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu yeni bir vizyon ve heyecanla kollarını sıvadı. Alim ve bilge kişiliği ile siyasete derinlik ve içerik kazandıran Bakan Davutoğlu, Avrupa ve AB projesinden geri dönülmeyeceğini, hatta Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Türkiye aleyhtarı görüşleri savunan Hıristiyan Demokratlar ve diğer sağ eğilimli partilerin kazançlı çıkmasına rağmen üyelik müzakerelerinden geri atılmayacağını belirtti.
Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu, Başbakanlık Başdanışmanlığı döneminde daha çok Ortadoğu eksenli dış politika konularında projeler geliştiren ve Türkiye’ye büyük saygınlık kazandırarak etki alanını genişleten öngörüsü ile tanınmıştı. Hatta bazıları Prof. Davutoğlu’nun bakanlık döneminde de Ortadoğu merkezli bir politika sürdüreceği düşüncesine kapılmıştı. Bu düşünceye kapılanlar büyük bir yanılgı içinde olduklarını ancak Prof. Davutoğlu’nun, Türkiye’nin tek öncelikli ya da tek odaklı değil, çok öncelikli ve çok odaklı dış politika izleyeceğini hissettirmesi ile anlamış oldu. Nitekim Prof. Davutoğlu, nerdeyse bakanlık koltuğuna oturur oturmaz diplomatik temaslarda bulunmak üzere AB ülke başkentlerini ziyaret etmeye başladı ki, bu da Türkiye’nin hız kesen AB trenine hız kazandırma niyetinin açık bir göstergesi olarak yorumlandı.
Türkiye’nin AB üyelik projesi artık bir devlet politikasına dönüşmüştür ve AK Parti bu yöndeki adımlarını hızlandırmalıdır. Muhalefet partileri de buna destek olmalıdır. Bunun için iç politikanın sığ tartışmaları yerine dünyada neler olup bittiğine bakma zamanı geldi.
Türk üniversiteleri: Avrupalı Türk gençleri için yeni imkan
Önceki yazıda “Türk Yükseköğretim Sistemi: Problemler ve Fırsatlar” başlığı altında, Türkiye’de üniversite okumak isteyen gençlerimizin zihinlerindeki bazı sorulara ışık tutacak bir yazı kaleme almıştık.
Bu hafta aynı konuya devam etmek istiyoruz çünkü Türkiye’nin dünya ile rekabet etmesinde üniversiteler çok önemli kurumlar. Ama Türkiye’nin sadece iyi üniversitelere değil aynı zamanda Avrupa’da yetişen beyinlere de ihtiyacı var. O nedenle bu yazıyı okurken Türkiye’de üniversite okuma seçeneğini de göz önünde bulundurarak okumanızı öneririm.
Önceki yazımızda Türk üniversitelerinin görmesi ve ayak uydurması gereken iki önemli gelişmeden bahsetmiştik. Hatırlatmak gerekirse bunlar, yükseköğretim görmek isteyen öğrenci sayısındaki artışa paralel olarak, isteyen ve başarılı olan öğrencilere üniversite kapılarını açabilecek kapasite artırımı ile etkin yönetişim modeli geliştirilmesi idi. Şimdi kalan diğer iki önemli gelişmeye bir göz atalım.
KALİTEYİ SÜREKLİ ARTIRMANIN YOLUNU ARAMAK
Türk yükseköğretimin üzerinde önemli durması gereken üçüncü gelişme, eğitimde niteliğin artırılması olup, bu bağlamda müfredat programlarının toplumsal ve sektörel ihtiyaçlara göre güncellenmesi, artan öğretim üyesi ihtiyacını karşılamak üzere nitelikli öğretim üyesi yetiştirilmesidir.
Yeni açılan üniversiteler ve artırılan kontenjanlar da kalite konusuna öncelik verilmesini gerektirmekte, ayrıca yükseköğretimin uluslararasılaşması, iç ve dış denetime dayalı kalite arayışı ve akreditasyon süreçlerinin kurumsallaşmasını gündeme taşımaktadır. Her ne kadar sayıları istenilen düzeyde olmasa da, Milli Eğitim Bakanlığı, YÖK ve TÜBİTAK bursları ile yurt dışında lisansüstü öğrenim imkanlarının sağlanması, nitelikli öğretim üyesi yetiştirilmesi açısından başarıyla sürdürülen projeler arasında sayılabilir.
Hem dünyada hem de Türkiye’de, yükseköğretimde karar vericileri yenilikçi arayışlara sevk eden dördüncü önemli gelişme ise sanayi sonrası bilgi toplumuna geçişin doğurduğu ihtiyaçların daha derinden hissedilmesidir. Artık dünya ekonomisi hammadde ve fiziksel iş gücü yoğunluklu üretimden, süreç ve bilgi yoğunluklu bir üretime doğru geçmektedir. Bu yeni sistemde, refah ve gelişmişliğin en önemli stratejik anahtarlarını bilgi ve bilgiyi üreten eğitimli bireyler oluşturmaktadır.
BİLGİ TOPLUMUNUN İHTİYACINI KARŞILAMAK
Bilgiye dayalı ekonominin gün geçtikçe büyüdüğü günümüzde, stratejik anlamda bilgi üreten üniversitelere, ülkelerinin kalkınmasında önemli sorumluluklar yüklenmektedir. Bu noktada kaçınılmaz olarak üniversite-sektör ilişkilerinin, verimli ve sürdürülebilir dayanaklar üzerinde yükselmesi konusu gelmektedir. Türkiye’de üniversite-sektör ilişkilerinde son yıllarda olumlu gelişmeler kaydedilmesine karşın, bu alanda hala geniş bir potansiyelin kullanılmadığını söylemek mümkündür.
Üniversite-sektör arasında iyi ilişkiler kurulmakla beraber, genel olarak bakıldığında, üniversitelerdeki programların, iş dünyasının ihtiyaçlarına cevap verebilecek şekilde tasarlandığını söylemek zordur. Sektörün gereksinimi ile müfredat programları arasındaki uyumsuzluk en çok, ekonomik kalkınmada katalizör rolü üstlenmesi beklenen mesleki ve teknik eleman ihtiyacını karşılamak amacıyla kurulan okulların cazibesini yitirmesine neden olmuştur. Bu bakımdan iş dünyasının aradığı beceriler ile yükseköğretimde kazandırılan beceriler arasındaki uyumsuzluğun giderilmesi Türkiye ekonomisi için aciliyetini korumaktadır.
Küresel rekabetin hızlandığı ve bilgiye dayalı ekonominin büyüdüğü günümüzde, yükseköğretimin, ortaya çıkan yeni ihtiyaç ve taleplere cevap verebilecek şekilde saydam, katılımcı ve özgürlükçü temelde yeniden düzenlemesi ve yapılanması gerektiğini nerdeyse bütün toplumsal kesimler söylüyor. YÖK, yukarıda işaret edilen konularda olumlu adımlar atmaya başlamış görünüyor. Ancak, çağdaş ve modern yönetime dayalı, toplumun beklenti ve değerleriyle barışık bir çizgide her türlü yeniliğe açık olarak, değişimin öncüleri olması gereken üniversiteler her ne hikmetse sürece dahil olmaktan kaçınıyor.
Türkiye’de, yükseköğretim sistemleri, üniversite yönetimi, finansmanı ve denetimi gibi alanlarda ne lisans ne de lisansüstü programların olmayışı, yükseköğretim kurumlarımızın değişime kapalı muhafazakar kurumlar olduğu izlenimini veriyor. Yükseköğretim sistemimizin, çağın ve toplumun beklentilerine cevap verebilecek şekilde değişmesini ve gelişmesini istiyorsak, üniversitelerin sürece dahil olmak için imal-i fikir etme zamanı gelmiştir.
Tekrar başa dönmek gerekirse şunu söyleyebiliriz. Türkiye’nin Avrupa’da yetişen genç Türk beyinlerine ihtiyacı var. Türk üniversiteleri, dinamik yapıları ile sizi bekliyor.
Bu hafta aynı konuya devam etmek istiyoruz çünkü Türkiye’nin dünya ile rekabet etmesinde üniversiteler çok önemli kurumlar. Ama Türkiye’nin sadece iyi üniversitelere değil aynı zamanda Avrupa’da yetişen beyinlere de ihtiyacı var. O nedenle bu yazıyı okurken Türkiye’de üniversite okuma seçeneğini de göz önünde bulundurarak okumanızı öneririm.
Önceki yazımızda Türk üniversitelerinin görmesi ve ayak uydurması gereken iki önemli gelişmeden bahsetmiştik. Hatırlatmak gerekirse bunlar, yükseköğretim görmek isteyen öğrenci sayısındaki artışa paralel olarak, isteyen ve başarılı olan öğrencilere üniversite kapılarını açabilecek kapasite artırımı ile etkin yönetişim modeli geliştirilmesi idi. Şimdi kalan diğer iki önemli gelişmeye bir göz atalım.
KALİTEYİ SÜREKLİ ARTIRMANIN YOLUNU ARAMAK
Türk yükseköğretimin üzerinde önemli durması gereken üçüncü gelişme, eğitimde niteliğin artırılması olup, bu bağlamda müfredat programlarının toplumsal ve sektörel ihtiyaçlara göre güncellenmesi, artan öğretim üyesi ihtiyacını karşılamak üzere nitelikli öğretim üyesi yetiştirilmesidir.
Yeni açılan üniversiteler ve artırılan kontenjanlar da kalite konusuna öncelik verilmesini gerektirmekte, ayrıca yükseköğretimin uluslararasılaşması, iç ve dış denetime dayalı kalite arayışı ve akreditasyon süreçlerinin kurumsallaşmasını gündeme taşımaktadır. Her ne kadar sayıları istenilen düzeyde olmasa da, Milli Eğitim Bakanlığı, YÖK ve TÜBİTAK bursları ile yurt dışında lisansüstü öğrenim imkanlarının sağlanması, nitelikli öğretim üyesi yetiştirilmesi açısından başarıyla sürdürülen projeler arasında sayılabilir.
Hem dünyada hem de Türkiye’de, yükseköğretimde karar vericileri yenilikçi arayışlara sevk eden dördüncü önemli gelişme ise sanayi sonrası bilgi toplumuna geçişin doğurduğu ihtiyaçların daha derinden hissedilmesidir. Artık dünya ekonomisi hammadde ve fiziksel iş gücü yoğunluklu üretimden, süreç ve bilgi yoğunluklu bir üretime doğru geçmektedir. Bu yeni sistemde, refah ve gelişmişliğin en önemli stratejik anahtarlarını bilgi ve bilgiyi üreten eğitimli bireyler oluşturmaktadır.
BİLGİ TOPLUMUNUN İHTİYACINI KARŞILAMAK
Bilgiye dayalı ekonominin gün geçtikçe büyüdüğü günümüzde, stratejik anlamda bilgi üreten üniversitelere, ülkelerinin kalkınmasında önemli sorumluluklar yüklenmektedir. Bu noktada kaçınılmaz olarak üniversite-sektör ilişkilerinin, verimli ve sürdürülebilir dayanaklar üzerinde yükselmesi konusu gelmektedir. Türkiye’de üniversite-sektör ilişkilerinde son yıllarda olumlu gelişmeler kaydedilmesine karşın, bu alanda hala geniş bir potansiyelin kullanılmadığını söylemek mümkündür.
Üniversite-sektör arasında iyi ilişkiler kurulmakla beraber, genel olarak bakıldığında, üniversitelerdeki programların, iş dünyasının ihtiyaçlarına cevap verebilecek şekilde tasarlandığını söylemek zordur. Sektörün gereksinimi ile müfredat programları arasındaki uyumsuzluk en çok, ekonomik kalkınmada katalizör rolü üstlenmesi beklenen mesleki ve teknik eleman ihtiyacını karşılamak amacıyla kurulan okulların cazibesini yitirmesine neden olmuştur. Bu bakımdan iş dünyasının aradığı beceriler ile yükseköğretimde kazandırılan beceriler arasındaki uyumsuzluğun giderilmesi Türkiye ekonomisi için aciliyetini korumaktadır.
Küresel rekabetin hızlandığı ve bilgiye dayalı ekonominin büyüdüğü günümüzde, yükseköğretimin, ortaya çıkan yeni ihtiyaç ve taleplere cevap verebilecek şekilde saydam, katılımcı ve özgürlükçü temelde yeniden düzenlemesi ve yapılanması gerektiğini nerdeyse bütün toplumsal kesimler söylüyor. YÖK, yukarıda işaret edilen konularda olumlu adımlar atmaya başlamış görünüyor. Ancak, çağdaş ve modern yönetime dayalı, toplumun beklenti ve değerleriyle barışık bir çizgide her türlü yeniliğe açık olarak, değişimin öncüleri olması gereken üniversiteler her ne hikmetse sürece dahil olmaktan kaçınıyor.
Türkiye’de, yükseköğretim sistemleri, üniversite yönetimi, finansmanı ve denetimi gibi alanlarda ne lisans ne de lisansüstü programların olmayışı, yükseköğretim kurumlarımızın değişime kapalı muhafazakar kurumlar olduğu izlenimini veriyor. Yükseköğretim sistemimizin, çağın ve toplumun beklentilerine cevap verebilecek şekilde değişmesini ve gelişmesini istiyorsak, üniversitelerin sürece dahil olmak için imal-i fikir etme zamanı gelmiştir.
Tekrar başa dönmek gerekirse şunu söyleyebiliriz. Türkiye’nin Avrupa’da yetişen genç Türk beyinlerine ihtiyacı var. Türk üniversiteleri, dinamik yapıları ile sizi bekliyor.
Türk Yükseköğretim Sistemi: Problemler ve Fırsatlar
Türkiye’de binlerde öğrenci üniversite kapısında. Avrupa’daki Türk gençlerin bir kısmı da sınavlara girip üniversiteyi Türkiye’de okumak istiyor. İki yazı halinde Türk yükseköğretim sistemini masaya yatırmak istiyorum.
Tarihsel gelişimleri itibariyle bakıldığında üniversitelerin üç temel işlevi olduğu, yani başlıca üç amaca hizmet ede geldiği görülür. Bunlar, araştırma yoluyla yeni bilgiler üretmek, eğitim/öğretim kanalıyla yeni kuşaklara bilgi aktararak donanımlı insan gücü yetiştirmek ve toplumun ihtiyaçlarına cevap verecek hizmetler sunmak biçiminde sıralanabilir.
Ne var ki küreselleşme, uluslararasılaşma, bilgi ekonomisine geçiş ve rekabet, üniversitelerin bu geleneksel hizmetlerine bir yenisini daha eklemiştir. Bu da Prof. Roger L. Geiger ve Creso M. Sa’nın Harvard Üniversitesi yayınlarından yeni çıkan Tapping the Riches of Science, Universities and the Promise of Economic Growth (2009) adlı çalışmalarında belirttikler gibi, üniversitelerin ekonomik kalkınmaya katkıda bulunacak şekilde yeniliklere açık olmasıdır. Yani modern üniversiteler artık dört temel amaca hizmet etmektedir. Tekrar etmek gerekirse bunlar, araştırma, eğitim/öğretim, topluma hizmet ve bilgiye dayalı ekonomik kalkınmaya katkı.
YENİ GELİŞMELER KARŞISINDA ÜNİVERSİTELERİMİZ
Türk yükseköğretim sistemini değerlendirebilmek için hem yukarıda özetlenen işlevsellik boyutlarını hem de küresel gelişmeleri göz önünde bulundurmak durumundayız. Çünkü, Türkiye’de yükseköğretim alanını ilgilendiren konuları dünyadan soyutlayarak ele almak mümkün değildir. Genel olarak bakıldığında dünyada yükseköğretimle ilgili bazı konuların ön plana çıktığını görmekteyiz. Yükseköğretimin gelişmesi için bir taraftan yeni imkan ve fırsatlar yaratan, diğer yandan yeni meydan okumaları da beraberinde getiren söz konusu gelişmeler arasında şunları saymak mümkündür:
Birincisi yükseköğretim görmek isteyen öğrenci sayısında sürekli bir artış gözlenmektedir. Sosyal mobilite ve istihdam edilebilirlik şansını artıran yükseköğretim, dünyanın pek çok yerinde talebi karşılamakta zorlanmaktadır. Bir ülkenin gelişmişliği ile o ülkedeki yükseköğretimli insan sermayesi arasında pozitif bir ilişki vardır. Bu nedenle pek çok ülke üniversitede okumak isteyeni geri çevirmiyor veya kapıda bekletmiyor. Ne yazık ki, OECD ülkeleri arasında yükseköğretim mezunu insan gücü oranı bakımından Türkiye en gerilerde yer almaktadır. Genel nüfus içinde 25-34 yaş arası yükseköğretim mezunu OECD ülkeleri ortalaması yüzde 32 olmasına karşın, Türkiye’de bu oran yüzde 12’de kalmaktadır ki bu oran Belçika’da yüzde 41’e, Kore’de ise yüzde 51, Japonya’da yüzde 53 ve Kanada’da yüzde 54’e çıkmaktadır.
Yukarıda zikredilen ülkelerin gelişmişlik düzeylerine bakıldığında, yükseköğretimin bir ülke için stratejik açıdan ne kadar önemli olduğu anlaşılacaktır. Türkiye bunu ne yazık ki diğer ülkelere oranla geç keşfetmiştir. Uzun vadeli planlar yapmak yerine, geçmişte günübirlik siyasi tartışmalara daha çok mesai harcayan yükseköğretim yetkilileri, maliyeti yüksek olan bir miras bırakmıştır bugüne.
TÜRKİYE’NİN GELİŞMESİ İÇİN YENİ AÇILIM ŞART
Gelişmişlik ve rekabet edebilirlik açığını kapatmak amacıyla, geçte olsa, yükseköğretime erişimi artırmak için yeni devlet üniversitelerinin kurulması, vakıf üniversitelerinin teşvik edilmesi ve öğrenci kontenjanının artırılması gibi, ürünleri, ancak uzun vadede görülebilecek bazı kararlar alınarak uygulamaya konulması ise olumlu beklentiler doğurmuştur. Her ne kadar yeni üniversitelerin kuruluşu ve kontenjan artırımı, yeterli önlemlerin alınmaması halinde, kalite açısından sorun yaratma potansiyeli taşısa da, bu geçiş döneminin iyi yönetilmesi durumunda, yükseköğretim mezunu kaliteli insan gücü ile Türkiye’nin önümüzdeki yıllarda gelişmişlik düzeyi ve rekabet edebilirlik gücünü artıracağını söylemek bir kehanet olmayacaktır.
Yükseköğretim alanında Türkiye’nin kayıtsız kalamayacağı ikinci gelişme, rektörlük seçimi, liderlik, saydamlık, hesap verebilirlik ve karar alma mekanizmalarında kurumsal özerklik ve paydaş katılımı gibi unsurları içeren yönetişim alanında karşımıza çıkmaktadır. Türkiye’de, yükseköğretimin yönetimi genelde merkezi olmuş, katılımcı bir kültür ve gelenek oluşturamayan üniversitelerde, rektörlerin, yetkilerini savurgan biçimde kullanması birçok sorunu beraberinde getirmiştir. Bugün gelinen noktada, üniversite rektörlerinin belirlenmesi ve yetkilerinin kurullara devredilmesi konularında, mevcut yapının değiştirilmesi gerektiği açıklamaları ve temennilerinin ötesinde henüz bir gelişme olmamıştır. Haftaya diğer meydan okuma fırsatlar ile devam edeceğiz.
Tarihsel gelişimleri itibariyle bakıldığında üniversitelerin üç temel işlevi olduğu, yani başlıca üç amaca hizmet ede geldiği görülür. Bunlar, araştırma yoluyla yeni bilgiler üretmek, eğitim/öğretim kanalıyla yeni kuşaklara bilgi aktararak donanımlı insan gücü yetiştirmek ve toplumun ihtiyaçlarına cevap verecek hizmetler sunmak biçiminde sıralanabilir.
Ne var ki küreselleşme, uluslararasılaşma, bilgi ekonomisine geçiş ve rekabet, üniversitelerin bu geleneksel hizmetlerine bir yenisini daha eklemiştir. Bu da Prof. Roger L. Geiger ve Creso M. Sa’nın Harvard Üniversitesi yayınlarından yeni çıkan Tapping the Riches of Science, Universities and the Promise of Economic Growth (2009) adlı çalışmalarında belirttikler gibi, üniversitelerin ekonomik kalkınmaya katkıda bulunacak şekilde yeniliklere açık olmasıdır. Yani modern üniversiteler artık dört temel amaca hizmet etmektedir. Tekrar etmek gerekirse bunlar, araştırma, eğitim/öğretim, topluma hizmet ve bilgiye dayalı ekonomik kalkınmaya katkı.
YENİ GELİŞMELER KARŞISINDA ÜNİVERSİTELERİMİZ
Türk yükseköğretim sistemini değerlendirebilmek için hem yukarıda özetlenen işlevsellik boyutlarını hem de küresel gelişmeleri göz önünde bulundurmak durumundayız. Çünkü, Türkiye’de yükseköğretim alanını ilgilendiren konuları dünyadan soyutlayarak ele almak mümkün değildir. Genel olarak bakıldığında dünyada yükseköğretimle ilgili bazı konuların ön plana çıktığını görmekteyiz. Yükseköğretimin gelişmesi için bir taraftan yeni imkan ve fırsatlar yaratan, diğer yandan yeni meydan okumaları da beraberinde getiren söz konusu gelişmeler arasında şunları saymak mümkündür:
Birincisi yükseköğretim görmek isteyen öğrenci sayısında sürekli bir artış gözlenmektedir. Sosyal mobilite ve istihdam edilebilirlik şansını artıran yükseköğretim, dünyanın pek çok yerinde talebi karşılamakta zorlanmaktadır. Bir ülkenin gelişmişliği ile o ülkedeki yükseköğretimli insan sermayesi arasında pozitif bir ilişki vardır. Bu nedenle pek çok ülke üniversitede okumak isteyeni geri çevirmiyor veya kapıda bekletmiyor. Ne yazık ki, OECD ülkeleri arasında yükseköğretim mezunu insan gücü oranı bakımından Türkiye en gerilerde yer almaktadır. Genel nüfus içinde 25-34 yaş arası yükseköğretim mezunu OECD ülkeleri ortalaması yüzde 32 olmasına karşın, Türkiye’de bu oran yüzde 12’de kalmaktadır ki bu oran Belçika’da yüzde 41’e, Kore’de ise yüzde 51, Japonya’da yüzde 53 ve Kanada’da yüzde 54’e çıkmaktadır.
Yukarıda zikredilen ülkelerin gelişmişlik düzeylerine bakıldığında, yükseköğretimin bir ülke için stratejik açıdan ne kadar önemli olduğu anlaşılacaktır. Türkiye bunu ne yazık ki diğer ülkelere oranla geç keşfetmiştir. Uzun vadeli planlar yapmak yerine, geçmişte günübirlik siyasi tartışmalara daha çok mesai harcayan yükseköğretim yetkilileri, maliyeti yüksek olan bir miras bırakmıştır bugüne.
TÜRKİYE’NİN GELİŞMESİ İÇİN YENİ AÇILIM ŞART
Gelişmişlik ve rekabet edebilirlik açığını kapatmak amacıyla, geçte olsa, yükseköğretime erişimi artırmak için yeni devlet üniversitelerinin kurulması, vakıf üniversitelerinin teşvik edilmesi ve öğrenci kontenjanının artırılması gibi, ürünleri, ancak uzun vadede görülebilecek bazı kararlar alınarak uygulamaya konulması ise olumlu beklentiler doğurmuştur. Her ne kadar yeni üniversitelerin kuruluşu ve kontenjan artırımı, yeterli önlemlerin alınmaması halinde, kalite açısından sorun yaratma potansiyeli taşısa da, bu geçiş döneminin iyi yönetilmesi durumunda, yükseköğretim mezunu kaliteli insan gücü ile Türkiye’nin önümüzdeki yıllarda gelişmişlik düzeyi ve rekabet edebilirlik gücünü artıracağını söylemek bir kehanet olmayacaktır.
Yükseköğretim alanında Türkiye’nin kayıtsız kalamayacağı ikinci gelişme, rektörlük seçimi, liderlik, saydamlık, hesap verebilirlik ve karar alma mekanizmalarında kurumsal özerklik ve paydaş katılımı gibi unsurları içeren yönetişim alanında karşımıza çıkmaktadır. Türkiye’de, yükseköğretimin yönetimi genelde merkezi olmuş, katılımcı bir kültür ve gelenek oluşturamayan üniversitelerde, rektörlerin, yetkilerini savurgan biçimde kullanması birçok sorunu beraberinde getirmiştir. Bugün gelinen noktada, üniversite rektörlerinin belirlenmesi ve yetkilerinin kurullara devredilmesi konularında, mevcut yapının değiştirilmesi gerektiği açıklamaları ve temennilerinin ötesinde henüz bir gelişme olmamıştır. Haftaya diğer meydan okuma fırsatlar ile devam edeceğiz.
Obama Rüzgarının Etkileri
ABD Başkanı bu hafta Mısır’da İslam dünyasına hitaben bir konuşma yapacak. Herkes bu merakla bekliyor bu konuşmayı acaba ne mesajlar verilecek diye. Söz konusu konuşmayı değerlendireceğiz haftaya. Bundan önce Barack H. Obama’nın Avrupa ve Türkiye ziyaretlerinin kısa bir analizini yapalım istedik.
ABD Başkanı seçilmesi dünyanın pek çok bölgesinde olduğu gibi Avrupa’da da yeni beklentilerin ve iyimser bir havanın oluşmasına neden oldu. George W. Bush döneminde, İngiltere’nin sorgusuz sualsiz sadakat ve desteği bir yana bırakılırsa, Avrupa-ABD ilişkilerinin sıcak bir zeminde yürüdüğünü söylemek çok zor olur. Her ne kadar Avrupa ülkelerinin dış politikalarının bir bütünlük arz etmediği gerçek olsa da, Avrupa Birliği’nin pek başarılı olmamakla beraber uzun yıllardır inşa etmeye çalıştığı ortak dış politika anlayışı, Irak’ın işgali ve Filistinlilere karşı İsrail’e verilen kayıtsız-şartsız destekten dolayı ABD ile uyumlu bir görüntü vermiyordu. İngiltere’nin ABD’ne verdiği destek ise kamuoyu, medya ve sivil toplum desteğinden büyük oranda mahrumdu. Bu dönemde İngiliz yayın organlarının bir kısmı zamanın İngiltere Başbakanı Tony Blair’i ciddi biçimde eleştiriyor ve karikatürlere alay konusu malzemesi yapıyordu.
Avrupa Birliği, dış politikada bir “birlik” sağlayamadığı ve küresel bir aktör olma iddiası bulunmadığı için ABD’nin dünya politikalarının belirlenmesindeki önderliğini ister istemez kabul ediyordu. Ancak Avrupa ülkelerinin kamuoylarına bakıldığında, politikacıların yaptıklarından çok daha derin ve anlamlı bir Amerikan politikası eleştirisini görmek mümkündü. Toplumun sosyolojisini yanlış okuyanlar bu durumu çoğunlukla Amerikan karşıtlığı olarak gündeme getirdikleri işinde gerçek gündemden uzaklaşılmış havası doğuyordu. Halbuki, Avrupa kamuoyunun karşı olduğu Amerikan halkı değil, ABD’nin izlediği politikalardı. Nitekim Obama sonrası yapılan kamuyu araştırmalarında ABD imajının birden iyileşme trendi gösterdiği ortaya çıktı, çünkü Obama çatışmacı bir lider olarak algılanmıyordu.
Obama’nın Avrupa’da verdiği mesajlara ve bunların nasıl algılandığına bakılırsa, estirdiği rüzgarın ne kadar kalıcı veya etkisinin ne kadar uzun süreli olacağını kestirmek mümkün olabilir. Avrupa kamuoyunun beklentileri ile ilk örtüşen Obama’nın şiddet ve çatışmadan uzak söylem dili olmuştur. Bush dönemindeki hoyratça açıklamaların yerini rasyonel ve uzlaşmacı bir dilin hakim olduğu politik bir söylemin Avrupa’da çok olumlu etkiler yaptığını söylemek mümkün. Söylem dilindeki olumlu değişime ilaveten tutuklulara işkence ve haksız muamelelerle gündemden düşmeyen Guantanamo kampını kapatma, Irak’tan çekilme, Orta Doğu’da adil çözüm vaatleri Obama’ya gösterilen ilgiyi artırmıştı.
Obama ile ilgili merak edilen bir başka husus ise Bush döneminde, her ne kadar iktidarının sonlarına doğru İslam Konferansı Örgütü’ne gözlemci statüsünde bit temsilci atamış olsa da, ilişkilerin gerginleştiği İslam dünyası ile nasıl bir iletişim kuracağı idi. Medeniyetler arası çatışma tezininin uygulayıcısı haline dönüşen ABD’nin bütün dünyada yıpranan imajının tekrar düzelmesi açısından da bu önemli bir konuydu, çünkü Avrupa bir yandan İslam dünyası ile iyi ilişkiler geliştirmeye çalışıyor, diğer yandan ABD’nin saldırgan ve çatışmacı siyasi kıskacından kurtulamıyordu. Bu nedenle de İslam dünyasının gözünde ABD-Avrupa ittifakı imajı doğuyordu. Bu imaj, zaman zaman Avrupa içinde güvenlik sorunu yaratacak boyutlara ulaşabiliyor, Madrid ve Londra örneklerinde olduğu gibi şiddet olayları yaşanıyordu. Yani İslam dünyasına yönelik sıkıştırma politikaları söz konusu olduğunda buna destek verdiği düşünülen Avrupa, ABD ile yaptığı stratejik ortaklıktan dolayı bedel ödemek zorunda kalıyordu. İşte tam da bu nedenle Obama’nın İslam dünyası açılımı merak ediliyordu.
Obama’nın Türkiye ziyareti, ABD’nin yeni İslam dünyası politikalarına ilişkin bazı ipuçları ile doluydu. Avrupa, İslam dünyası ve Türkiye Obama’nın mesajlarını genelde “iyi niyet” çerçevesinde okudu ve değerlendirdi. Obama’nın haziran ayında Mısır’a ziyareti ve burada yapacağı konuşma Türkiye’de yaratılan havanın yeniden değerlendirilmesine neden olacak. Avrupa ve İslam dünyası “iyi niyet” temelinde Obama’nın yeni ABD politikalarını inşa etmesini bekliyor. İnşa ve hemen arkasından gelecek uygulama safhası ise asıl kritik noktayı oluşturuyor. Obama’nın Atlantik’in bu yakasında estirdiği havanın kaderi işte yeni siyasi açılımların söz konusu uygulamalarına bağlı olacak.
ABD Başkanı seçilmesi dünyanın pek çok bölgesinde olduğu gibi Avrupa’da da yeni beklentilerin ve iyimser bir havanın oluşmasına neden oldu. George W. Bush döneminde, İngiltere’nin sorgusuz sualsiz sadakat ve desteği bir yana bırakılırsa, Avrupa-ABD ilişkilerinin sıcak bir zeminde yürüdüğünü söylemek çok zor olur. Her ne kadar Avrupa ülkelerinin dış politikalarının bir bütünlük arz etmediği gerçek olsa da, Avrupa Birliği’nin pek başarılı olmamakla beraber uzun yıllardır inşa etmeye çalıştığı ortak dış politika anlayışı, Irak’ın işgali ve Filistinlilere karşı İsrail’e verilen kayıtsız-şartsız destekten dolayı ABD ile uyumlu bir görüntü vermiyordu. İngiltere’nin ABD’ne verdiği destek ise kamuoyu, medya ve sivil toplum desteğinden büyük oranda mahrumdu. Bu dönemde İngiliz yayın organlarının bir kısmı zamanın İngiltere Başbakanı Tony Blair’i ciddi biçimde eleştiriyor ve karikatürlere alay konusu malzemesi yapıyordu.
Avrupa Birliği, dış politikada bir “birlik” sağlayamadığı ve küresel bir aktör olma iddiası bulunmadığı için ABD’nin dünya politikalarının belirlenmesindeki önderliğini ister istemez kabul ediyordu. Ancak Avrupa ülkelerinin kamuoylarına bakıldığında, politikacıların yaptıklarından çok daha derin ve anlamlı bir Amerikan politikası eleştirisini görmek mümkündü. Toplumun sosyolojisini yanlış okuyanlar bu durumu çoğunlukla Amerikan karşıtlığı olarak gündeme getirdikleri işinde gerçek gündemden uzaklaşılmış havası doğuyordu. Halbuki, Avrupa kamuoyunun karşı olduğu Amerikan halkı değil, ABD’nin izlediği politikalardı. Nitekim Obama sonrası yapılan kamuyu araştırmalarında ABD imajının birden iyileşme trendi gösterdiği ortaya çıktı, çünkü Obama çatışmacı bir lider olarak algılanmıyordu.
Obama’nın Avrupa’da verdiği mesajlara ve bunların nasıl algılandığına bakılırsa, estirdiği rüzgarın ne kadar kalıcı veya etkisinin ne kadar uzun süreli olacağını kestirmek mümkün olabilir. Avrupa kamuoyunun beklentileri ile ilk örtüşen Obama’nın şiddet ve çatışmadan uzak söylem dili olmuştur. Bush dönemindeki hoyratça açıklamaların yerini rasyonel ve uzlaşmacı bir dilin hakim olduğu politik bir söylemin Avrupa’da çok olumlu etkiler yaptığını söylemek mümkün. Söylem dilindeki olumlu değişime ilaveten tutuklulara işkence ve haksız muamelelerle gündemden düşmeyen Guantanamo kampını kapatma, Irak’tan çekilme, Orta Doğu’da adil çözüm vaatleri Obama’ya gösterilen ilgiyi artırmıştı.
Obama ile ilgili merak edilen bir başka husus ise Bush döneminde, her ne kadar iktidarının sonlarına doğru İslam Konferansı Örgütü’ne gözlemci statüsünde bit temsilci atamış olsa da, ilişkilerin gerginleştiği İslam dünyası ile nasıl bir iletişim kuracağı idi. Medeniyetler arası çatışma tezininin uygulayıcısı haline dönüşen ABD’nin bütün dünyada yıpranan imajının tekrar düzelmesi açısından da bu önemli bir konuydu, çünkü Avrupa bir yandan İslam dünyası ile iyi ilişkiler geliştirmeye çalışıyor, diğer yandan ABD’nin saldırgan ve çatışmacı siyasi kıskacından kurtulamıyordu. Bu nedenle de İslam dünyasının gözünde ABD-Avrupa ittifakı imajı doğuyordu. Bu imaj, zaman zaman Avrupa içinde güvenlik sorunu yaratacak boyutlara ulaşabiliyor, Madrid ve Londra örneklerinde olduğu gibi şiddet olayları yaşanıyordu. Yani İslam dünyasına yönelik sıkıştırma politikaları söz konusu olduğunda buna destek verdiği düşünülen Avrupa, ABD ile yaptığı stratejik ortaklıktan dolayı bedel ödemek zorunda kalıyordu. İşte tam da bu nedenle Obama’nın İslam dünyası açılımı merak ediliyordu.
Obama’nın Türkiye ziyareti, ABD’nin yeni İslam dünyası politikalarına ilişkin bazı ipuçları ile doluydu. Avrupa, İslam dünyası ve Türkiye Obama’nın mesajlarını genelde “iyi niyet” çerçevesinde okudu ve değerlendirdi. Obama’nın haziran ayında Mısır’a ziyareti ve burada yapacağı konuşma Türkiye’de yaratılan havanın yeniden değerlendirilmesine neden olacak. Avrupa ve İslam dünyası “iyi niyet” temelinde Obama’nın yeni ABD politikalarını inşa etmesini bekliyor. İnşa ve hemen arkasından gelecek uygulama safhası ise asıl kritik noktayı oluşturuyor. Obama’nın Atlantik’in bu yakasında estirdiği havanın kaderi işte yeni siyasi açılımların söz konusu uygulamalarına bağlı olacak.
Avrupalı Türkleri Dünya bu kitaptan öğrenecek
Gazetemizde haber olarak yer alıyor. Ancak Avrupalı Türklerle ilgili çalışmalar yapan biri olarak müjdeyi bir de ben vermek istedim. Biliyorsunuz ki Avrupalı Türklerle ilgili ciddi bir bilgi boşluğu var. Avrupalı Türkler kimdir, nasıl düşünür nasıl yaşar, gençleri ve kadınları neler hisseder, kültürleri nasıl değişir, AB hakkında neler düşünür, din konusuna nasıl bakar, sivil toplum kuruluşları ne yapar, sanat ve siyasetle ilişkileri nasıldır gibi sorulara derli toplu cevap verecek bir kitap yoktu. Bilim insanlarının makaleleri vardı ama bunlar genelde tozlu raflarda sıralanan dergilerde okuyucu bekliyordu.
Şimdi yukarıdakine benzer sorulara cevap veren bir kitap var elimizde. Hem de İngilizce. Tam 624 sayfa. Toplam yirmi üç makale var. Hepsi de orijinal çalışmanın ürünü. Masa başında hazırlanmış değil. Çoğu yazar alan çalışması yapmış. Türklerle yüz yüze gelmiş. Onlarla konuşmuş. Dünyalarına girmiş. Sorunlarını, dileklerini, düşüncelerini dinlemiş ve iç dünyalarını paylaşmış. Sonra bunları bütün dünya ile paylaşmak için kaleme almış.
Biz de Avrupa Türklerini çalışanların yazılarını bir araya getirerek tarihe not düşmek istedik. Böylece şimdiye kadar Avrupa Türkleri üzerine yazılan en kapsamlı İngilizce kitap çıkmış oldu. Avrupa’daki Türkler: Kültür, Kimlik, Entegrasyon (Turks in Europe: Culture, Identity, Integration) başlığını bu dev eserin editörlüğünü bendeniz ile Türkevi Araştırmalar Merkezi Direktörü Veyis Güngör yaptı. Kitap, Türkevi Araştırmalar Merkezi tarafından yayınlandı. Uluslararası üne sahip yirmi sekiz bilim insanının katkıda bulunduğu kitap bütün yönleri ile Avrupa Türklerini tanıtıyor.
AVRUPALI TÜRKLER, TÜRKİYE’Yİ AB’YE BAĞLAYAN KÖPRÜ
Başucu kaynağı niteliğindeki Avrupa’daki Türkler kitabı, sayıları 4,5 milyonu aşan Avrupa Türkleri hakkındaki en kapsamlı kitap olma unvanını taşıyor. Kitapta AB ülkelerindeki Türklerin hayatı enine boyuna tartışılıyor. Avrupa’ya göç serüvenini her yönüyle masaya yatıran uzmanlar, Türklerin kültürel kimliklerindeki dönüşümü, siyasi katılım, eğitim, kadın ve Avrupa kimliğine bakışlarını, dini eğilimlerini, karşılaştıkları ayrımcılık sorunlarını ve Türkiye-AB ilişkilerine yaklaşımlarını analiz ediyor.
BATIDAKİ TÜRKLER, KAMU DİPLOMASİSİ AÇISINDAN BÜYÜK ŞANS
Çeşitli üniversitelerde ders kitabı olarak okutulması beklenen Avrupa’daki Türkler kitabının yazarlarına göre, özellikle ikinci ve üçüncü kuşak Türkler, Türkiye ve AB arasında köprü kurabilecek yeni kimlikler geliştiriyor ve Türkiye’nin birikimlerinin Avrupa’da daha iyi tanıtımı açısından büyük bir potansiyel taşıyor. Türk hükümetinin AB vatandaşı olan Türkler ile daha yakın iletişim kurmasının önemine işaret eden kitap, Türkiye’nin AB ülkelerinde yürüteceği kamu diplomasisi projelerine en büyük desteğin Avrupa Türklerinden geleceğini ortaya koyuyor.
Sizden istediğimiz bu kitabın geniş kitleler tarafından okunmasına katkıda bulunmanız. Kitabı okul ve bölge kütüphanelerinin almasını sağlarsanız ve duyurusunu yaparsanız büyük katkıda bulunmuş olursunuz.
Şimdi yukarıdakine benzer sorulara cevap veren bir kitap var elimizde. Hem de İngilizce. Tam 624 sayfa. Toplam yirmi üç makale var. Hepsi de orijinal çalışmanın ürünü. Masa başında hazırlanmış değil. Çoğu yazar alan çalışması yapmış. Türklerle yüz yüze gelmiş. Onlarla konuşmuş. Dünyalarına girmiş. Sorunlarını, dileklerini, düşüncelerini dinlemiş ve iç dünyalarını paylaşmış. Sonra bunları bütün dünya ile paylaşmak için kaleme almış.
Biz de Avrupa Türklerini çalışanların yazılarını bir araya getirerek tarihe not düşmek istedik. Böylece şimdiye kadar Avrupa Türkleri üzerine yazılan en kapsamlı İngilizce kitap çıkmış oldu. Avrupa’daki Türkler: Kültür, Kimlik, Entegrasyon (Turks in Europe: Culture, Identity, Integration) başlığını bu dev eserin editörlüğünü bendeniz ile Türkevi Araştırmalar Merkezi Direktörü Veyis Güngör yaptı. Kitap, Türkevi Araştırmalar Merkezi tarafından yayınlandı. Uluslararası üne sahip yirmi sekiz bilim insanının katkıda bulunduğu kitap bütün yönleri ile Avrupa Türklerini tanıtıyor.
AVRUPALI TÜRKLER, TÜRKİYE’Yİ AB’YE BAĞLAYAN KÖPRÜ
Başucu kaynağı niteliğindeki Avrupa’daki Türkler kitabı, sayıları 4,5 milyonu aşan Avrupa Türkleri hakkındaki en kapsamlı kitap olma unvanını taşıyor. Kitapta AB ülkelerindeki Türklerin hayatı enine boyuna tartışılıyor. Avrupa’ya göç serüvenini her yönüyle masaya yatıran uzmanlar, Türklerin kültürel kimliklerindeki dönüşümü, siyasi katılım, eğitim, kadın ve Avrupa kimliğine bakışlarını, dini eğilimlerini, karşılaştıkları ayrımcılık sorunlarını ve Türkiye-AB ilişkilerine yaklaşımlarını analiz ediyor.
BATIDAKİ TÜRKLER, KAMU DİPLOMASİSİ AÇISINDAN BÜYÜK ŞANS
Çeşitli üniversitelerde ders kitabı olarak okutulması beklenen Avrupa’daki Türkler kitabının yazarlarına göre, özellikle ikinci ve üçüncü kuşak Türkler, Türkiye ve AB arasında köprü kurabilecek yeni kimlikler geliştiriyor ve Türkiye’nin birikimlerinin Avrupa’da daha iyi tanıtımı açısından büyük bir potansiyel taşıyor. Türk hükümetinin AB vatandaşı olan Türkler ile daha yakın iletişim kurmasının önemine işaret eden kitap, Türkiye’nin AB ülkelerinde yürüteceği kamu diplomasisi projelerine en büyük desteğin Avrupa Türklerinden geleceğini ortaya koyuyor.
Sizden istediğimiz bu kitabın geniş kitleler tarafından okunmasına katkıda bulunmanız. Kitabı okul ve bölge kütüphanelerinin almasını sağlarsanız ve duyurusunu yaparsanız büyük katkıda bulunmuş olursunuz.
Avrupa Türklerini dünyaya tanıtacak kitap yayınlandı
Avrupa Türkleri hakkındaki en kapsamlı İngilizce kitap, Türkevi Araştırmalar Merkezi tarafından yayınlandı. Avrupa’daki Türkler: Kültür, Kimlik, Entegrasyon (Turks in Europe: Culture, Identity, Integration) başlığını taşıyan 625 sayfalık dev eserin editörlüğünü Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi ve YÖK Başkan Danışmanı Prof. Dr. Talip Küçükcan ile Türkevi Araştırmalar Merkezi Direktörü Veyis Güngör yaptı. Uluslararası üne sahip yirmi sekiz bilim insanının katkıda bulunduğu kitap bütün yönleri ile Avrupa Türklerini tanıtıyor.
Avrupalı Türkler, Türkiye’yi AB’ye Bağlayan Köprü
Başucu kaynağı niteliğindeki Avrupa’daki Türkler kitabı, sayıları 4,5 milyonu aşan Avrupa Türkleri hakkındaki en kapsamlı kitap olma unvanını taşıyor. Kitapta AB ülkelerindeki Türklerin hayatı enine boyuna tartışılıyor. Avrupa’ya göç serüvenini her yönüyle masaya yatıran uzmanlar, Türklerin kültürel kimliklerindeki dönüşümü, siyasi katılım, eğitim, kadın ve Avrupa kimliğine bakışlarını, dini eğilimlerini, karşılaştıkları ayrımcılık sorunlarını ve Türkiye-AB ilişkilerine yaklaşımlarını analiz ediyor.
Batıdaki Türkler, Kamu Diplomasisi Açısından Büyük Şans
Çeşitli üniversitelerde ders kitabı olarak okutulması beklenen Avrupa’daki Türkler kitabının yazarlarına göre, özellikle ikinci ve üçüncü kuşak Türkler, Türkiye ve AB arasında köprü kurabilecek yeni kimlikler geliştiriyor ve Türkiye’nin birikimlerinin Avrupa’da daha iyi tanıtımı açısından büyük bir potansiyel taşıyor. Türk hükümetinin AB vatandaşı olan Türkler ile daha yakın iletişim kurmasının önemine işaret eden kitap, Türkiye’nin AB ülkelerinde yürüteceği kamu diplomasisi projelerine en büyük desteğin Avrupa Türklerinden geleceğini ortaya koyuyor.
Turks in Europe: Culture, Identity, Integration
Edited by Talip Kucukcan and Veyis Gungor
Amsterdam: Turkevi Research Centre
ISBN: 978-90-77814-13-0, 625 pages
Avrupalı Türkler, Türkiye’yi AB’ye Bağlayan Köprü
Başucu kaynağı niteliğindeki Avrupa’daki Türkler kitabı, sayıları 4,5 milyonu aşan Avrupa Türkleri hakkındaki en kapsamlı kitap olma unvanını taşıyor. Kitapta AB ülkelerindeki Türklerin hayatı enine boyuna tartışılıyor. Avrupa’ya göç serüvenini her yönüyle masaya yatıran uzmanlar, Türklerin kültürel kimliklerindeki dönüşümü, siyasi katılım, eğitim, kadın ve Avrupa kimliğine bakışlarını, dini eğilimlerini, karşılaştıkları ayrımcılık sorunlarını ve Türkiye-AB ilişkilerine yaklaşımlarını analiz ediyor.
Batıdaki Türkler, Kamu Diplomasisi Açısından Büyük Şans
Çeşitli üniversitelerde ders kitabı olarak okutulması beklenen Avrupa’daki Türkler kitabının yazarlarına göre, özellikle ikinci ve üçüncü kuşak Türkler, Türkiye ve AB arasında köprü kurabilecek yeni kimlikler geliştiriyor ve Türkiye’nin birikimlerinin Avrupa’da daha iyi tanıtımı açısından büyük bir potansiyel taşıyor. Türk hükümetinin AB vatandaşı olan Türkler ile daha yakın iletişim kurmasının önemine işaret eden kitap, Türkiye’nin AB ülkelerinde yürüteceği kamu diplomasisi projelerine en büyük desteğin Avrupa Türklerinden geleceğini ortaya koyuyor.
Turks in Europe: Culture, Identity, Integration
Edited by Talip Kucukcan and Veyis Gungor
Amsterdam: Turkevi Research Centre
ISBN: 978-90-77814-13-0, 625 pages
Din özgürlükleri bizi korkutmamalı
Siz bu satırları okurken ABD’nin Utah eyaletine gitmek amacıyla yolda olacağım. Şu günlerde Utah karlı ve soğuk ama oradan gelen davete hayır demek mümkün olmadı, çünkü inanan ve inanmayan herkesi yakından ilgilendiren bir konuda uluslar arası bir konferans var bu hafta sonu. Ve ben de bir konuşma yapmak üzere konferansa davet edildim.
ABD, Fransa ve İtalya’dan çok sayıda bilim insanın katılacağı konferansın konusu “Civil Religion in The United States and Europe: Four Comparative Perspectives”. Bu, din ve özgürlükler konusunda dört farklı yaklaşımın ele alınacağı bir konferans. Hangi ülkelerin karşılaştırması olacak diye sorarsanız hemen söyleyelim: ABD, Fransa, İtalya ve Türkiye. Her ülkeden kendi konusunda uzmanlar davet edilmiş. Konferansı, International Center for Law and Religion Studies, Brigham Young University Law School organize ediyor.
TÜRKİYE NİÇİN VAR?
Benden istenen konuşmanın ana konusu Türkiye-AB ilişkilerinin Türkiye’deki din özgürlükleri açısından ne tür etkiler yaptığı, önümüzdeki yıllarda da bu etkinin hangi yönde olacağı. Dikkat ederseniz dört ülkenin din ve özgürlüklere bakış açısı ele alınacak bu konferansta. Bu ülkelerden biri de Türkiye. Niçin Türkiye diye soru gelebilir aklınıza. Bana kalırsa bunun cevabı Türkiye’nin dünya ölçeğinde gittikçe artan etkisi ve özel bir konum kazanmaya başlamış olmasıdır.
Düşünün bir kere, Cumhuriyet kurulduğu günden beri din devlet ilişkilerinin tartışma konusu olduğu, zaman zaman kutuplaşma ve gerginliklerin yaşandığı Türkiye bugün önemli konferansların başlıca konularından biri oluyor. Türkiye durduk yerde bu ilgiye mazhar olmuyor. Dünyanın özel sevgisi olduğu için de değil bu ilgi. Türkiye’nin birikimleri, değişime açık olması ve kendi coğrafyasında gün geçtikçe yenilik ve reformları ile ön plana çıkması söz konusu dikkatin özel nedeni.
TARTIŞMAK VE YÜZLEŞMEK YÜREK İSTER
Biz pek istemesek de, tartışmaya cesaretimiz olmasa da dünümüz ve bugünümüz ile yüzleşmek zorundayız. Kuşkusuz yüzleşmek sorgulamakla mümkündür. Bu da cesaret ister. Komplekslerden kurtulmayı gerektirir. Kendimizle yüzleşirken aslında karşılaştırmalı olarak diğer ülkelerle kıyaslama imkanı da buluruz. Değişme ve gelişme ancak böyle bir süreçten sonra yaşanabilir. Tep partili dönemden çok partili döneme geçiş, askeri vesayete rağmen AB üyelik süreci ve takip eden dönüşümler, Türkiye’nin ufkunu açmış, ve bugün dünyanın etkin ülkelerinden biri haline gelmiştir ülkemiz.
Türkiye, bir imparatorluk mirasını devralmıştır. Zaman zaman araya mesafe konulsa da kendi tarihimizden ve geçmişimizden kaçmamız mümkün değildir. İşte bu mirasın en önemli yanlarından biri Türkiye’nin aslında çoğulcu bir yapısının olmasıdır. Osmanlılar, çeşitli etnik ve dini grupları kendi bünyesinde barış içinde yaşatmış ve bunları bir tehdit olarak görmemiştir. Ne yazık ki bugün bizim aynı hoşgörüye sahip olduğumuz, imparatorluk dönemindeki din özgürlüklerini bir övünç kaynağı olarak gördüğümüz söylenmez.
Ne yazık değil mi? Kendi tarihimizin seçkin örneklerini bir yana bırakıp din ve vicdan hürriyeti alanında yapılması gereken yenilik ve reformları AB’den öğrenmeye çalışıyoruz. Halbuki kendi tarihimiz hoşgörü, çoğulculuk, bir arada yaşama deneyimleri ile dolu. Ne zaman ki kendimize güvenimiz azaldı, farklı olanı tehdit ve tehlike olarak görmeye başladık. Bu da zorunlu olarak özgürlüklerin kısıtlanmasını getirdi.
Zararın neresinden dönersek kardır. İşte başta belirttiğim konferansta da bunu anlatacağım. Türkiye artık kendisine güveniyor, hak ve özgürlüklerin genişletilmesini ve önündeki engellerin kaldırılmasını bir tehlike olarak görmüyor.
ABD, Fransa ve İtalya’dan çok sayıda bilim insanın katılacağı konferansın konusu “Civil Religion in The United States and Europe: Four Comparative Perspectives”. Bu, din ve özgürlükler konusunda dört farklı yaklaşımın ele alınacağı bir konferans. Hangi ülkelerin karşılaştırması olacak diye sorarsanız hemen söyleyelim: ABD, Fransa, İtalya ve Türkiye. Her ülkeden kendi konusunda uzmanlar davet edilmiş. Konferansı, International Center for Law and Religion Studies, Brigham Young University Law School organize ediyor.
TÜRKİYE NİÇİN VAR?
Benden istenen konuşmanın ana konusu Türkiye-AB ilişkilerinin Türkiye’deki din özgürlükleri açısından ne tür etkiler yaptığı, önümüzdeki yıllarda da bu etkinin hangi yönde olacağı. Dikkat ederseniz dört ülkenin din ve özgürlüklere bakış açısı ele alınacak bu konferansta. Bu ülkelerden biri de Türkiye. Niçin Türkiye diye soru gelebilir aklınıza. Bana kalırsa bunun cevabı Türkiye’nin dünya ölçeğinde gittikçe artan etkisi ve özel bir konum kazanmaya başlamış olmasıdır.
Düşünün bir kere, Cumhuriyet kurulduğu günden beri din devlet ilişkilerinin tartışma konusu olduğu, zaman zaman kutuplaşma ve gerginliklerin yaşandığı Türkiye bugün önemli konferansların başlıca konularından biri oluyor. Türkiye durduk yerde bu ilgiye mazhar olmuyor. Dünyanın özel sevgisi olduğu için de değil bu ilgi. Türkiye’nin birikimleri, değişime açık olması ve kendi coğrafyasında gün geçtikçe yenilik ve reformları ile ön plana çıkması söz konusu dikkatin özel nedeni.
TARTIŞMAK VE YÜZLEŞMEK YÜREK İSTER
Biz pek istemesek de, tartışmaya cesaretimiz olmasa da dünümüz ve bugünümüz ile yüzleşmek zorundayız. Kuşkusuz yüzleşmek sorgulamakla mümkündür. Bu da cesaret ister. Komplekslerden kurtulmayı gerektirir. Kendimizle yüzleşirken aslında karşılaştırmalı olarak diğer ülkelerle kıyaslama imkanı da buluruz. Değişme ve gelişme ancak böyle bir süreçten sonra yaşanabilir. Tep partili dönemden çok partili döneme geçiş, askeri vesayete rağmen AB üyelik süreci ve takip eden dönüşümler, Türkiye’nin ufkunu açmış, ve bugün dünyanın etkin ülkelerinden biri haline gelmiştir ülkemiz.
Türkiye, bir imparatorluk mirasını devralmıştır. Zaman zaman araya mesafe konulsa da kendi tarihimizden ve geçmişimizden kaçmamız mümkün değildir. İşte bu mirasın en önemli yanlarından biri Türkiye’nin aslında çoğulcu bir yapısının olmasıdır. Osmanlılar, çeşitli etnik ve dini grupları kendi bünyesinde barış içinde yaşatmış ve bunları bir tehdit olarak görmemiştir. Ne yazık ki bugün bizim aynı hoşgörüye sahip olduğumuz, imparatorluk dönemindeki din özgürlüklerini bir övünç kaynağı olarak gördüğümüz söylenmez.
Ne yazık değil mi? Kendi tarihimizin seçkin örneklerini bir yana bırakıp din ve vicdan hürriyeti alanında yapılması gereken yenilik ve reformları AB’den öğrenmeye çalışıyoruz. Halbuki kendi tarihimiz hoşgörü, çoğulculuk, bir arada yaşama deneyimleri ile dolu. Ne zaman ki kendimize güvenimiz azaldı, farklı olanı tehdit ve tehlike olarak görmeye başladık. Bu da zorunlu olarak özgürlüklerin kısıtlanmasını getirdi.
Zararın neresinden dönersek kardır. İşte başta belirttiğim konferansta da bunu anlatacağım. Türkiye artık kendisine güveniyor, hak ve özgürlüklerin genişletilmesini ve önündeki engellerin kaldırılmasını bir tehlike olarak görmüyor.
Washington Ziyaretinin Düşündürdükleri – Türk Üniversitelerine Bakış
Bu yıl yolum sık sık ABD’ye düşüyor. 7-10 Şubat 2009 tarihlerinde, ABD’nin yeni Eğitim Bakanı Arne Duncan’ın da konuşmacı olduğu Amerika Eğitim Konseyi’nin (American Council on Education) Washington’da düzenlenen 91. yıllık toplantısına katılma imkanım oldu.
Toplantıda yükseköğretim liderleri, rektörler ve yöneticilerin ortak kanaatlerinden biri üniversite eğitimi ile kalkınmışlık arasındaki pozitif ilişki olduğuydu. Bu nedenle Türkiye’mizin kalkınması, gelişmesi ve ilerlemesi için üniversite eğitimine özel önem vermemiz gerekiyor. Tabii bu noktada Avrupa üniversitelerinden mezun olanların katkısına büyük ihtiyacımız olduğunu burada not etmeliyiz.
Tarihsel gelişimleri itibariyle bakıldığında üniversitelerin üç temel işlevi olagelmiştir. Bir başka ifade ile başlıca üç amaca hizmet etmeteler. Bunlar, araştırma yoluyla yeni bilgiler üretmek, eğitim/öğretim kanalıyla yeni kuşaklara bilgi aktarmak, yani bilgi ile donanımlı insan gücü yetiştirmek ve toplumun ihtiyaçlarına cevap verecek hizmetler sunmak biçiminde özetlenebilir. Ne var ki küreselleşme, uluslararasılaşma, bilgi ekonomisine geçiş ve rekabet üniversitelerin bu geleneksel hizmetlerine bir yenisini daha ekledi, bu da üniversitelerin ekonomik kalkınmaya katkıda bulunacak şekilde yeniliklere açık olma görevidir.
YÜKSEKÖĞRETİMİN TARİHSEL KÖKENLERİ
Bilindiği gibi Batıda kurulan Bologna, Paris ve Oxford gibi üniversitelerin köklü bir geçmişi vardır. Bu üniversiteler , 11. ve 12. yüzyılda kurulmuştur. Doğu dünyasında ise 9. yüzyılda kurulan Beytu’l Hikme, Antik Yunan düşüncesinin Batıya aktarılmasında özellikle felsefi ve bilimsel metinlerin çevirileri yoluyla köprü rolü oynamıştır. Öte yandan 11. yüzyılda kurulan Nizamiye medreseleri de bilim dünyasına önemli katkılarda bulunmuştur. Görüldüğü gibi aslında hem Doğuda hem de Batıda yüksek düzey eğitimin derin bir geçmişi vardır.
Modern üniversite anlayışı ise üç temel fikir üzerine kurulmuştur denilebilir. Bunlar, Kant’ın savunduğu “akıl” kavramı, Humboldt’un önemle vurguladığı “kültür” kavramı ve son yıllarda öne çıkan “mükemmeliyet” anlayışıdır. Kant’a göre üniversite denen kurumun bütün etkinlikleri akıl etrafınsa şekillenir. Humboldt ve diğer Alman idealistlerine göre ise, üniversite etkinliklerini “kültür” çerçevesinde kurgular ve sürdürür.
Ulus-devlet fikri ile yakın bağlantısı olan bu yaklaşıma göre üniversite aslında milli kültürün yeniden üretildiği ve yeni nesillere aktarıldığı kurumdur. Küreselleşme ile birlikte ise “mükemmeliyet” anlayışı ön plana çıkmış, üniversitenin bürokratik bir kurum gibi işletilmesi ve bütün etkinliklerinde “mükemmeliyet”i gözetmesi kaygısı başlıca anlayış olarak merkeze taşınmıştır.
MODERN ÜNİVERSİTELERİN AMAÇLARI
Modern üniversiteler günümüzde dört temel amaca hizmet etmektedir. Bunlar araştırma, eğitim/öğretim, topluma hizmet ve bilgiye dayalı ekonomik kalkınmaya katkı. Gerçekten de gelişmiş ülkelerdeki üniversitelere bakıldığında üniversitelerin bu fonksiyonları yerine getirme çabası içinde oldukları görülebilir. ABD gibi gelişmiş ülkelerde, rektör ve yöneticilerinin her yıl bir araya gelerek yükseköğretim alanındaki gelişmeleri tartıştıkları köklü platformların olduğunu biliyoruz.
Üniversitelerin bir toplum ve onun geleceği için ne kadar önemli olduğunda kuşku yok. Böylesine önemli kurumların, hem içinde bulundukları durumu ve hem de geleceklerini tartışmak “gelenek” ister. Uzlaşma denilen şeye de ancak katılımcığı ve çoğulculuğu içinde barındıran böyle bir gelenekle ulaşmak mümkündür. Bu gelenek ne kadar köklü ise devamlılık, yeni gelişmeler karşısında ortak akıl çerçevesinde bir pozisyon geliştirmek o kadar etkin olur.
Üzülerek ifade etmeliyim ki ülkemizde ortak akıl üretecek böylesine bir gelenek oluşmamıştır. Türkiye’nin hem kurumsal hafızayı hem de deneyimleri ileriye taşıyacak, aynı hem toplumun yeni ihtiyaçlarına karşılık verebilecek hem de küreselleşen dünyanın meydan okumalarına karşı etkin politikaların belirlenmesine kaynaklık edecek ortak akıl inşa etme geleneğinin oluşturulması için adımlar atılması gerektiğini vurgulamak isterim.
Türkiye de dünyada yükseköğretim alanındaki gelişmeleri yakından takip ediyor ve bir dizi yeniliklere imza atıyor.
Toplantıda yükseköğretim liderleri, rektörler ve yöneticilerin ortak kanaatlerinden biri üniversite eğitimi ile kalkınmışlık arasındaki pozitif ilişki olduğuydu. Bu nedenle Türkiye’mizin kalkınması, gelişmesi ve ilerlemesi için üniversite eğitimine özel önem vermemiz gerekiyor. Tabii bu noktada Avrupa üniversitelerinden mezun olanların katkısına büyük ihtiyacımız olduğunu burada not etmeliyiz.
Tarihsel gelişimleri itibariyle bakıldığında üniversitelerin üç temel işlevi olagelmiştir. Bir başka ifade ile başlıca üç amaca hizmet etmeteler. Bunlar, araştırma yoluyla yeni bilgiler üretmek, eğitim/öğretim kanalıyla yeni kuşaklara bilgi aktarmak, yani bilgi ile donanımlı insan gücü yetiştirmek ve toplumun ihtiyaçlarına cevap verecek hizmetler sunmak biçiminde özetlenebilir. Ne var ki küreselleşme, uluslararasılaşma, bilgi ekonomisine geçiş ve rekabet üniversitelerin bu geleneksel hizmetlerine bir yenisini daha ekledi, bu da üniversitelerin ekonomik kalkınmaya katkıda bulunacak şekilde yeniliklere açık olma görevidir.
YÜKSEKÖĞRETİMİN TARİHSEL KÖKENLERİ
Bilindiği gibi Batıda kurulan Bologna, Paris ve Oxford gibi üniversitelerin köklü bir geçmişi vardır. Bu üniversiteler , 11. ve 12. yüzyılda kurulmuştur. Doğu dünyasında ise 9. yüzyılda kurulan Beytu’l Hikme, Antik Yunan düşüncesinin Batıya aktarılmasında özellikle felsefi ve bilimsel metinlerin çevirileri yoluyla köprü rolü oynamıştır. Öte yandan 11. yüzyılda kurulan Nizamiye medreseleri de bilim dünyasına önemli katkılarda bulunmuştur. Görüldüğü gibi aslında hem Doğuda hem de Batıda yüksek düzey eğitimin derin bir geçmişi vardır.
Modern üniversite anlayışı ise üç temel fikir üzerine kurulmuştur denilebilir. Bunlar, Kant’ın savunduğu “akıl” kavramı, Humboldt’un önemle vurguladığı “kültür” kavramı ve son yıllarda öne çıkan “mükemmeliyet” anlayışıdır. Kant’a göre üniversite denen kurumun bütün etkinlikleri akıl etrafınsa şekillenir. Humboldt ve diğer Alman idealistlerine göre ise, üniversite etkinliklerini “kültür” çerçevesinde kurgular ve sürdürür.
Ulus-devlet fikri ile yakın bağlantısı olan bu yaklaşıma göre üniversite aslında milli kültürün yeniden üretildiği ve yeni nesillere aktarıldığı kurumdur. Küreselleşme ile birlikte ise “mükemmeliyet” anlayışı ön plana çıkmış, üniversitenin bürokratik bir kurum gibi işletilmesi ve bütün etkinliklerinde “mükemmeliyet”i gözetmesi kaygısı başlıca anlayış olarak merkeze taşınmıştır.
MODERN ÜNİVERSİTELERİN AMAÇLARI
Modern üniversiteler günümüzde dört temel amaca hizmet etmektedir. Bunlar araştırma, eğitim/öğretim, topluma hizmet ve bilgiye dayalı ekonomik kalkınmaya katkı. Gerçekten de gelişmiş ülkelerdeki üniversitelere bakıldığında üniversitelerin bu fonksiyonları yerine getirme çabası içinde oldukları görülebilir. ABD gibi gelişmiş ülkelerde, rektör ve yöneticilerinin her yıl bir araya gelerek yükseköğretim alanındaki gelişmeleri tartıştıkları köklü platformların olduğunu biliyoruz.
Üniversitelerin bir toplum ve onun geleceği için ne kadar önemli olduğunda kuşku yok. Böylesine önemli kurumların, hem içinde bulundukları durumu ve hem de geleceklerini tartışmak “gelenek” ister. Uzlaşma denilen şeye de ancak katılımcığı ve çoğulculuğu içinde barındıran böyle bir gelenekle ulaşmak mümkündür. Bu gelenek ne kadar köklü ise devamlılık, yeni gelişmeler karşısında ortak akıl çerçevesinde bir pozisyon geliştirmek o kadar etkin olur.
Üzülerek ifade etmeliyim ki ülkemizde ortak akıl üretecek böylesine bir gelenek oluşmamıştır. Türkiye’nin hem kurumsal hafızayı hem de deneyimleri ileriye taşıyacak, aynı hem toplumun yeni ihtiyaçlarına karşılık verebilecek hem de küreselleşen dünyanın meydan okumalarına karşı etkin politikaların belirlenmesine kaynaklık edecek ortak akıl inşa etme geleneğinin oluşturulması için adımlar atılması gerektiğini vurgulamak isterim.
Türkiye de dünyada yükseköğretim alanındaki gelişmeleri yakından takip ediyor ve bir dizi yeniliklere imza atıyor.
Türk Üniversiteleri Rekabete Hazırlanıyor
YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan ile birlikte 2009 yılında yaptımız ziyaretlerin bir kısmı Washington ve Michigan'da gerçekleşti. Bu yazıda ziyaretler sırasında neler olup bittiğine ilişkin bilgileri paylaşmak istiyorum sizinle. Önce gidiş amacımızı belirteyim. Hem çok önemli bir konferansa katılmak hem de bazı üniversiteler ile çeşitli alanlarda işbirliği müzakereleri ve protokolleri yapmayı amaçlıyorduk. Amacımıza büyük oranda ulaştık.
İngiltere’de yüksek lisans ve doktora yaptığım için bu ülkenin yükseköğretim sistemi hakkında detaylı bilgilere sahibim. ABD için aynı şeyi söyleyemem. Bu nedenle her gidişte yeni şeyler öğreniyorum.
YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan Chicago Üniversitesinde doktora yaptığı için ABD’deki sistemi yakından tanıyor ama aradan geçen yıllar içinde beliren yeni eğilimlerin görülmesi açısından bu ziyaret onun için de yararlı oldu. Ama asıl Türk ve ABD üniversiteleri arasında önümüzdeki yıllarda daha da gelişecek olan işbirliğinin temellerinin atılması oldu.
Türk Üniversiteleri Dünyaya Açılma Arayışında
ABD ziyareti sırasında Yükseköğretim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan, Türkiye ve Amerika Birleşik Devletleri (ABD) arasında eğitim, bilim ve araştırma alanlarındaki işbirliğinin artırılması amacıyla bir dizi görüşmeler gerçekleştirdi. Türk ve ABD üniversiteleri arasında ön lisans, lisans, yüksek lisans ve doktora düzeyinde öğrenci değişimi ve öğretim üyelerinin ortak araştırma projeleri geliştirmelerinin teşviki başta olmak üzere bir çok konuda yetkili kuruluş temsilcileri ile yaptığı görüşmelerde Prof. Özcan, Türk Yükseköğretim sisteminin imkanlarını anlatarak stratejik konumu itibariyle Türkiye’nin bir cazibe merkezi haline geldiğini belirtti.
ABD Üniversiteleri İle Özel Görüşmeler
Amerika Eğitim Konseyi’nin (American Council on Education) Vaşington’da düzenlenen doksan birinci yıllık toplantısına katılan YÖK Başkanı Prof. Özcan, ABD yükseköğretim sisteminin karşılaştığı sorunlar hakkında bilgi aldı ve yükseköğretim alanındaki yeni eğilimlere ilişkin gözlemlerde bulundu. Prof. Özcan, konferansa katılan ABD’nin önemli üniversite rektörleri ile görüşerek iki ülke arasındaki eğitim ve araştırma alanlarındaki ilişkilerin geliştirilmesi gerektiğini dile getirdi.
Louisiana Devlet Üniversitesi’nden Dr. Astrid E. Merget, California Devlet Üniversitesi’nden Dr. Donald Taylor ve Dr. Chevelle Newsome ile Minnesota Devlet Üniversiteleri ve Kolejleri’nden Dr. Earl H. Potter ile yapılan özel görüşmelerde ön lisans ve lisans düzeyinde çift diploma programları geliştirilmesi, uzaktan eğitim programları başlatılması, Türkiye’de daha etkin İngilizce dil eğitimi konusunda uzman değişimi, Türkiye’de doktora yeterlilik sınavını veren araştırma görevlilerinin bir yıl süreyle ABD’ye gönderilmesi gibi konular gündeme getirildi.
ABD Eğitim Bakanı Arne Duncan’ın konuşmacı olarak katıldığı oturuma da davet edilen Yükseköğretim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan, Vaşington’da Yükseköğretim Akreditasyon Konseyi Genel Başkan Yardımcısı Dr. Judith Wilde ile görüşerek kalite güvencesi ve dış denetim konularında bilgi aldı ve ABD Dışişleri Bakanlığı Eğitim ve Kültürel İşler Müsteşarlığını ziyaret ederek yetkililerle görüş alışverişinde bulundu.
MUCİA İle İşbirliği Anlaşması
Yükseköğretim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan, Illinois Üniversitesi, Michigan Devlet Üniversitesi, Minnesota Üniversitesi, Ohio Devlet Üniversitesi ve Purdue Üniversitesinin oluşturduğu Midwest Universities Consortium in International Activities isimli kuruluş ile bir işbirliği protokolü imzaladı.
İmza törenine katılan Michigan Devlet Üniversitesi Rektörü Lou Anna K. Simon ve MUCİA Başkanı Dr. Philip R. Smith yaptıkları konuşmalarda imzalanan protokolün Türkiye ve ABD üniversiteleri arasında yeni işbirliklerinin kurulmasına imkan sağlayacağını belirtti.
Türkiye her alanda olduğu gibi Yükseköğretim alanında da dış dünyaya ve rakebete açılıyor. Kim bilir belki Avrupalı Türkler de önümüzdeki yıllarda çocuklarını Türk üniversitelerinde okutmaya başlar. Eğer yukarıda atılan adımların arkası gelirse gelecekte Türk üniversiteleri cazibe merkezine gelmemesi için hiçbir neden yok.
İngiltere’de yüksek lisans ve doktora yaptığım için bu ülkenin yükseköğretim sistemi hakkında detaylı bilgilere sahibim. ABD için aynı şeyi söyleyemem. Bu nedenle her gidişte yeni şeyler öğreniyorum.
YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan Chicago Üniversitesinde doktora yaptığı için ABD’deki sistemi yakından tanıyor ama aradan geçen yıllar içinde beliren yeni eğilimlerin görülmesi açısından bu ziyaret onun için de yararlı oldu. Ama asıl Türk ve ABD üniversiteleri arasında önümüzdeki yıllarda daha da gelişecek olan işbirliğinin temellerinin atılması oldu.
Türk Üniversiteleri Dünyaya Açılma Arayışında
ABD ziyareti sırasında Yükseköğretim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan, Türkiye ve Amerika Birleşik Devletleri (ABD) arasında eğitim, bilim ve araştırma alanlarındaki işbirliğinin artırılması amacıyla bir dizi görüşmeler gerçekleştirdi. Türk ve ABD üniversiteleri arasında ön lisans, lisans, yüksek lisans ve doktora düzeyinde öğrenci değişimi ve öğretim üyelerinin ortak araştırma projeleri geliştirmelerinin teşviki başta olmak üzere bir çok konuda yetkili kuruluş temsilcileri ile yaptığı görüşmelerde Prof. Özcan, Türk Yükseköğretim sisteminin imkanlarını anlatarak stratejik konumu itibariyle Türkiye’nin bir cazibe merkezi haline geldiğini belirtti.
ABD Üniversiteleri İle Özel Görüşmeler
Amerika Eğitim Konseyi’nin (American Council on Education) Vaşington’da düzenlenen doksan birinci yıllık toplantısına katılan YÖK Başkanı Prof. Özcan, ABD yükseköğretim sisteminin karşılaştığı sorunlar hakkında bilgi aldı ve yükseköğretim alanındaki yeni eğilimlere ilişkin gözlemlerde bulundu. Prof. Özcan, konferansa katılan ABD’nin önemli üniversite rektörleri ile görüşerek iki ülke arasındaki eğitim ve araştırma alanlarındaki ilişkilerin geliştirilmesi gerektiğini dile getirdi.
Louisiana Devlet Üniversitesi’nden Dr. Astrid E. Merget, California Devlet Üniversitesi’nden Dr. Donald Taylor ve Dr. Chevelle Newsome ile Minnesota Devlet Üniversiteleri ve Kolejleri’nden Dr. Earl H. Potter ile yapılan özel görüşmelerde ön lisans ve lisans düzeyinde çift diploma programları geliştirilmesi, uzaktan eğitim programları başlatılması, Türkiye’de daha etkin İngilizce dil eğitimi konusunda uzman değişimi, Türkiye’de doktora yeterlilik sınavını veren araştırma görevlilerinin bir yıl süreyle ABD’ye gönderilmesi gibi konular gündeme getirildi.
ABD Eğitim Bakanı Arne Duncan’ın konuşmacı olarak katıldığı oturuma da davet edilen Yükseköğretim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan, Vaşington’da Yükseköğretim Akreditasyon Konseyi Genel Başkan Yardımcısı Dr. Judith Wilde ile görüşerek kalite güvencesi ve dış denetim konularında bilgi aldı ve ABD Dışişleri Bakanlığı Eğitim ve Kültürel İşler Müsteşarlığını ziyaret ederek yetkililerle görüş alışverişinde bulundu.
MUCİA İle İşbirliği Anlaşması
Yükseköğretim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan, Illinois Üniversitesi, Michigan Devlet Üniversitesi, Minnesota Üniversitesi, Ohio Devlet Üniversitesi ve Purdue Üniversitesinin oluşturduğu Midwest Universities Consortium in International Activities isimli kuruluş ile bir işbirliği protokolü imzaladı.
İmza törenine katılan Michigan Devlet Üniversitesi Rektörü Lou Anna K. Simon ve MUCİA Başkanı Dr. Philip R. Smith yaptıkları konuşmalarda imzalanan protokolün Türkiye ve ABD üniversiteleri arasında yeni işbirliklerinin kurulmasına imkan sağlayacağını belirtti.
Türkiye her alanda olduğu gibi Yükseköğretim alanında da dış dünyaya ve rakebete açılıyor. Kim bilir belki Avrupalı Türkler de önümüzdeki yıllarda çocuklarını Türk üniversitelerinde okutmaya başlar. Eğer yukarıda atılan adımların arkası gelirse gelecekte Türk üniversiteleri cazibe merkezine gelmemesi için hiçbir neden yok.
Turks in Europe / Avrupa Türkleri 1
Bu yazıda size bir müjde vermek istiyorum. Avrupa genelinde Türkler hakkında bilgi boşluğu olduğunu biliyoruz. Bu nedenle hem yanlış tanıyorlar bizi hem de yanlış bilgilere dayalı önyargıları oluyor Avrupalıların. Peki bunları tamamen gidermek mümkün mü? Kuşkusuz bu çok zor ama yine de yapabileceğimiz şeyler var. Bunlardan birinci ve en önemlisi doğru dürüst bilgiler içeren yayınlar yapmak. Avrupa Türkleri ile ilgili yayınlar şimdiye kadar hep dağınık ve bölük pörçük oldu. Ya sadece bir ülkeye odaklı çalışmalar oldu ya da Türk toplumunun sadece bir kesimini tanıtan araştırmalar yayımlandı.
Amsterdam’da kurulu olan Türkevi Araştırmalar Merkezi, yukarıda bahsettiğim bilgi boşluğunu doldurmak için tarihi bir girişimde bulundu. Aşağıda, “içindekiler” bölümünden örnekler vereceğim kitap şimdiye kadar yayınlanan en geniş kapsamlı bilimsel kitap olacak. Toplam yirmi üç makalenin yer alacağı kitapta çeşitli Avrupa ülkelerinde yaşayan Türklerin siyasi, sosyal, kültürel, etnik, dini ve ekonomik yapıları masaya yatırılıyor. Kitabın başlığı Turks in Europe olacak...
Şimdi, önümüzdeki haftalarda yayınlanması için hazırlıkların sürdüğü ve editörlüğünü Veyis Güngör ile birlikte yaptığımız kitapta yer alacak bazı makale başlıkları ve yazarlarından örnekler vermek istiyorum.
620 sayfalık dev eser...
İlk bölümün konusu “Avrupa’nın yeni vatandaşları Türkler” ve şu makaleler yer alacak bu bölümde: Turkish Immigrants in Germany: Behind the Fantasy Screen of Multiculturalism; Turks in France: Religion, Identity and Europeanness; The Socio-Economic Position of the Turkish Community in Belgium: The challenge of Integration; Turks in Britain: Religion and Identity; Turkish Migrants in Austria and Germany: Stereotypes and Xenophobia veTurkish Muslims in Greece: Identity Construction among Muslim Turks of Western Thrace
Bu bölümün yazarları kendi alanlarında saygın uzmanlar olan şu isimler:
Tilman Lanz, Samim Akgönül, Rana Cakirerk, Johan Wets, Güneş Koç ve Ali Chouseinoglou.
Kitabın ikinci bölümünün genel başlığı “Genç Türkler, kimlik pratikleri ve entegrasyon” olacak ve şu makaleler yer alacak: Young Turks in England and Germany: an exploration of their identity formation and perceptions of Europe; Young Turkish-speaking People in UK: Early Employment Experiences and Dependency on Ethnic Enclave; Identifying Ethnicity: “I’m Turkish”!; The Musical Activities of the Young Turkish-Speaking Community in London: Identity and Nationalism; Integration of the Turks in Germany and the Netherlands ve Immigration and Struggle for Integration: The Case of Turkish Americans.
Bu bölümün yazarları ise şu isimlerden oluşuyor: Daniel Faas, Pinar Enneli, Tariq Modood, Lise Johnson, Paul Tkachenko, Gonul Tol.
Üçüncü ve dördüncü bölümün makale ve yazarlarını haftaya bu köşede görmeniz mümkün. Hem makale başlıkları hem de yazarların uzmanlık alanlarına bakıldığında 630 sayfalık kitapta ne kadar zengin bir bilgi birikiminin yer alacağını kestirmek mümkün.
Ele ele tanıtım yapmalıyız...
Tabi amaç sadece kitabı yayınlamak değil aynı zamanda mümkün olduğunca geniş kitlelere ulaştırmak. Siyasi karar mekanizmaları, medya, üniversiteler, düşünce kuruluşları, yerel ve ulusal kütüphaneler listenin başında yer alıyor.
Kitabın diğer bölümlerine ilişkin bilgileri haftaya vereceğim. Ancak burada şunu belirtmek yerinde olacak. Kitap yayınlanınca ciddi bir tanıtım faaliyetinin yapılması gerekiyor. Yoksa kütüphanelerin tozlu rafları arasında yerini alacak.
Tanıtım için de Avrupa Türklerinin desteğine ihtiyaç var. Bu destek illa da parasal destek olarak anlaşılmasın. Herkes okulunun kütüphanesine aldırsa, derneğinin raflarına koysa, öğrencilerimiz araştırmalarında kullansa kısmen de olsa tanıtımı yapılmış olur. Daha detaylı tanıtım stratejisini de haftaya sizinle paylaşacağım. 2009’a yeni bir kitapla girmek güzel ve heyecan dolu olacak. Tabi bilgi ve kitabı seviyorsanız...
Amsterdam’da kurulu olan Türkevi Araştırmalar Merkezi, yukarıda bahsettiğim bilgi boşluğunu doldurmak için tarihi bir girişimde bulundu. Aşağıda, “içindekiler” bölümünden örnekler vereceğim kitap şimdiye kadar yayınlanan en geniş kapsamlı bilimsel kitap olacak. Toplam yirmi üç makalenin yer alacağı kitapta çeşitli Avrupa ülkelerinde yaşayan Türklerin siyasi, sosyal, kültürel, etnik, dini ve ekonomik yapıları masaya yatırılıyor. Kitabın başlığı Turks in Europe olacak...
Şimdi, önümüzdeki haftalarda yayınlanması için hazırlıkların sürdüğü ve editörlüğünü Veyis Güngör ile birlikte yaptığımız kitapta yer alacak bazı makale başlıkları ve yazarlarından örnekler vermek istiyorum.
620 sayfalık dev eser...
İlk bölümün konusu “Avrupa’nın yeni vatandaşları Türkler” ve şu makaleler yer alacak bu bölümde: Turkish Immigrants in Germany: Behind the Fantasy Screen of Multiculturalism; Turks in France: Religion, Identity and Europeanness; The Socio-Economic Position of the Turkish Community in Belgium: The challenge of Integration; Turks in Britain: Religion and Identity; Turkish Migrants in Austria and Germany: Stereotypes and Xenophobia veTurkish Muslims in Greece: Identity Construction among Muslim Turks of Western Thrace
Bu bölümün yazarları kendi alanlarında saygın uzmanlar olan şu isimler:
Tilman Lanz, Samim Akgönül, Rana Cakirerk, Johan Wets, Güneş Koç ve Ali Chouseinoglou.
Kitabın ikinci bölümünün genel başlığı “Genç Türkler, kimlik pratikleri ve entegrasyon” olacak ve şu makaleler yer alacak: Young Turks in England and Germany: an exploration of their identity formation and perceptions of Europe; Young Turkish-speaking People in UK: Early Employment Experiences and Dependency on Ethnic Enclave; Identifying Ethnicity: “I’m Turkish”!; The Musical Activities of the Young Turkish-Speaking Community in London: Identity and Nationalism; Integration of the Turks in Germany and the Netherlands ve Immigration and Struggle for Integration: The Case of Turkish Americans.
Bu bölümün yazarları ise şu isimlerden oluşuyor: Daniel Faas, Pinar Enneli, Tariq Modood, Lise Johnson, Paul Tkachenko, Gonul Tol.
Üçüncü ve dördüncü bölümün makale ve yazarlarını haftaya bu köşede görmeniz mümkün. Hem makale başlıkları hem de yazarların uzmanlık alanlarına bakıldığında 630 sayfalık kitapta ne kadar zengin bir bilgi birikiminin yer alacağını kestirmek mümkün.
Ele ele tanıtım yapmalıyız...
Tabi amaç sadece kitabı yayınlamak değil aynı zamanda mümkün olduğunca geniş kitlelere ulaştırmak. Siyasi karar mekanizmaları, medya, üniversiteler, düşünce kuruluşları, yerel ve ulusal kütüphaneler listenin başında yer alıyor.
Kitabın diğer bölümlerine ilişkin bilgileri haftaya vereceğim. Ancak burada şunu belirtmek yerinde olacak. Kitap yayınlanınca ciddi bir tanıtım faaliyetinin yapılması gerekiyor. Yoksa kütüphanelerin tozlu rafları arasında yerini alacak.
Tanıtım için de Avrupa Türklerinin desteğine ihtiyaç var. Bu destek illa da parasal destek olarak anlaşılmasın. Herkes okulunun kütüphanesine aldırsa, derneğinin raflarına koysa, öğrencilerimiz araştırmalarında kullansa kısmen de olsa tanıtımı yapılmış olur. Daha detaylı tanıtım stratejisini de haftaya sizinle paylaşacağım. 2009’a yeni bir kitapla girmek güzel ve heyecan dolu olacak. Tabi bilgi ve kitabı seviyorsanız...
Turks in Europe / Avrupa Türkleri 2
Önceki yazıda Avrupa Türkleri ile şimdiye kadar hazırlana en kapsamlı İngilizce kitabın basım hazırlıklarının devam ettiğini yazmıştım. Kitapta yer alacak makalelerden bazılarını da yazarları ile belirtmiştim. Bu hafta da yirmi üç orijinal makalenin yer alacağı bu kitapta yer alacak diğer makaleler hakkında bilgi vereceğim ve nasıl bir tanıtım faaliyetin yapılacağından kısaca bahsedeceğim.
Önce makalelerden başlayalım. Geçen hafta da belirttiğim giib kitap dört ana bölümden oluşuyor. İlk iki bölümün makale ve yazarlarını geçen hafta vermiştik. İlk bölüm genel bilgiler içeren ikinci bölüm ise daha çok gençler üzerine yoğunlaşıyor demiştik.
Kitabın üçüncü bölümü aile ve kadın konusuna odaklanıyor. İsveç, Almanya ve İngiltere üzerine yoğunlaşan makaleler, yeni kültürel ortamlarda Türk aile yapısında ve kadınların geleneksel rollerindeki değişimleri açıklamaya çalışıyor. Bu makeleler alan araştırmaları bulgularına dayaı olarak kimlik, kültür, dil ve İslam gibi unsurların kadınlarımızın hayatını nasıl etkilediğini ele alıyor.
Özellikle Türk ve İsveç kadınlarının anneliğe geçişte yaşadıklarını karşılaştırmalı olarak ele alan makale ve Almanya'daki Türk kadınların dinle ilişkilerinin aldığı yeni boyutları analiz eden makaleler okumaya değer. Kitabın Turkish women between tradition and modernity adını taşıyan üçüncü bölümünde yer alan makale başlıkları ve yazarları şöyle sıralayabiliriz.
Starting a Family: a comparison of transition to parenthood for new parents with Swedish and Turkish background / Mona Fransehn and Margareta Back-Wiklund; Immigrant Women within Swedish Language Instruction: Contradictions and Transgressions / Marie Carlson; Transition from the Traditional to the Modern: Islam and Turkish Women in Germany / Nezahat Altuntas; Reconstruction of Identities: A Case Study of Refugees from Turkey / Secil Erdogan.
Kitabın dördüncü bölümü diğer bölümler gibi hepimizi yakından ilgilendiren Türkiye Avrupa Birliği ilişkilerini ele alıyor. Burada dikkat çekilmesi gereken şey Avrupa Türklerinin Türkiye ve AB ilişkileri söz konusu olduğunda nasıl bir rol oynayacakları konusunun makalelerin merkezi konusu oluşudur.
Acaba Avrupalı Türkleri AB kimliğini nasıl algılıyor, Türkiye'nin AB'ye yakınlaşması ve üyeliği konusunda nasıl bir rol üstlenebilirler, acaba Avrupalı Türkler Türkiye ve AB arasında bir köprü olabilir mi, son yıllarda artan Türkiye karşıtlığının azaltılmasına katkıda bulunabilirler mi gibi bir dizi sorunun cevabını Turks and Turkey-EU Relations başlığını taşıyan dördüncü bölümde yer alan makalelerde bulmal mümkün.
Dördüncü bölümde yer alacak makale başlıkları ve yazar isimleri ise şöyle;
Euro-Turks and the European Union: Migration, Islam and the Reign of Fear / Ayhan Kaya; The Growing Strength of Euro-Turks in Pro-Turkish and Euro-Skeptical Sweden / Sven E O Hort; Image of Turkey and Perception of European Identity among Euro-Turks in Holland / Talip Kucukcan ve Veyis Gungor; Turkish Organizations in Germany and the European Union / Yusuf Adiguzel; Understanding Turkish Cypriot Entrepreneurship in Britain / Gozde Inal, Mustafa F. Ozbilgin ve Mine Karatafl-Ozkan; Portrayal of Turkey in the British Media: From the Perspective of Turkey and EU Relations / Yusuf Devran; Turkey, the European Union and Europe's Anti - Corruption Discourse / Tim Jacoby.
Bir önceki yazımızla bu haftaki yazıyı yana koyduğunuzda Turks in Europe başlığı ile önümüzdeki günlerde çıkacak kitabın ne kadar hacimli ve ayrıca içi dolu dolu olduğunu görmüş olacaksınız. Kitabın basılması tabiki yetmez. Ayrıca kitabı tanıtmak ve mümkün olduğunca geniş kitlelerin yararlanması için her okulun kütüphanesine ve hatta Türklerin yoğunlukta yaşadığı mahallelerdeki kütüphanlere de ulaştırmak gerekiyor. Bu manada her okuyucumuza görec düşüyor demektir.
Biz de editörler ve yayıncılar olarak Brüksel, Amsterdam, Londra ve Paris başta olmak üzere etkin merkezlerde Turks in Europe kitabını en üst düzeyde tanıtmaya çalışacağız. Sizden tek istediğimiz kitap çıkınca duyurusunu yapmanız, tanıdığınız yabancılara tavsiye etmeniz ve gittiğiniz kütüphanelere aldırmanız. Kitabı yaşatmanın ve Türkleri daha iyi tanıtmanın en etkin aracı siz olmalısınız.
Önce makalelerden başlayalım. Geçen hafta da belirttiğim giib kitap dört ana bölümden oluşuyor. İlk iki bölümün makale ve yazarlarını geçen hafta vermiştik. İlk bölüm genel bilgiler içeren ikinci bölüm ise daha çok gençler üzerine yoğunlaşıyor demiştik.
Kitabın üçüncü bölümü aile ve kadın konusuna odaklanıyor. İsveç, Almanya ve İngiltere üzerine yoğunlaşan makaleler, yeni kültürel ortamlarda Türk aile yapısında ve kadınların geleneksel rollerindeki değişimleri açıklamaya çalışıyor. Bu makeleler alan araştırmaları bulgularına dayaı olarak kimlik, kültür, dil ve İslam gibi unsurların kadınlarımızın hayatını nasıl etkilediğini ele alıyor.
Özellikle Türk ve İsveç kadınlarının anneliğe geçişte yaşadıklarını karşılaştırmalı olarak ele alan makale ve Almanya'daki Türk kadınların dinle ilişkilerinin aldığı yeni boyutları analiz eden makaleler okumaya değer. Kitabın Turkish women between tradition and modernity adını taşıyan üçüncü bölümünde yer alan makale başlıkları ve yazarları şöyle sıralayabiliriz.
Starting a Family: a comparison of transition to parenthood for new parents with Swedish and Turkish background / Mona Fransehn and Margareta Back-Wiklund; Immigrant Women within Swedish Language Instruction: Contradictions and Transgressions / Marie Carlson; Transition from the Traditional to the Modern: Islam and Turkish Women in Germany / Nezahat Altuntas; Reconstruction of Identities: A Case Study of Refugees from Turkey / Secil Erdogan.
Kitabın dördüncü bölümü diğer bölümler gibi hepimizi yakından ilgilendiren Türkiye Avrupa Birliği ilişkilerini ele alıyor. Burada dikkat çekilmesi gereken şey Avrupa Türklerinin Türkiye ve AB ilişkileri söz konusu olduğunda nasıl bir rol oynayacakları konusunun makalelerin merkezi konusu oluşudur.
Acaba Avrupalı Türkleri AB kimliğini nasıl algılıyor, Türkiye'nin AB'ye yakınlaşması ve üyeliği konusunda nasıl bir rol üstlenebilirler, acaba Avrupalı Türkler Türkiye ve AB arasında bir köprü olabilir mi, son yıllarda artan Türkiye karşıtlığının azaltılmasına katkıda bulunabilirler mi gibi bir dizi sorunun cevabını Turks and Turkey-EU Relations başlığını taşıyan dördüncü bölümde yer alan makalelerde bulmal mümkün.
Dördüncü bölümde yer alacak makale başlıkları ve yazar isimleri ise şöyle;
Euro-Turks and the European Union: Migration, Islam and the Reign of Fear / Ayhan Kaya; The Growing Strength of Euro-Turks in Pro-Turkish and Euro-Skeptical Sweden / Sven E O Hort; Image of Turkey and Perception of European Identity among Euro-Turks in Holland / Talip Kucukcan ve Veyis Gungor; Turkish Organizations in Germany and the European Union / Yusuf Adiguzel; Understanding Turkish Cypriot Entrepreneurship in Britain / Gozde Inal, Mustafa F. Ozbilgin ve Mine Karatafl-Ozkan; Portrayal of Turkey in the British Media: From the Perspective of Turkey and EU Relations / Yusuf Devran; Turkey, the European Union and Europe's Anti - Corruption Discourse / Tim Jacoby.
Bir önceki yazımızla bu haftaki yazıyı yana koyduğunuzda Turks in Europe başlığı ile önümüzdeki günlerde çıkacak kitabın ne kadar hacimli ve ayrıca içi dolu dolu olduğunu görmüş olacaksınız. Kitabın basılması tabiki yetmez. Ayrıca kitabı tanıtmak ve mümkün olduğunca geniş kitlelerin yararlanması için her okulun kütüphanesine ve hatta Türklerin yoğunlukta yaşadığı mahallelerdeki kütüphanlere de ulaştırmak gerekiyor. Bu manada her okuyucumuza görec düşüyor demektir.
Biz de editörler ve yayıncılar olarak Brüksel, Amsterdam, Londra ve Paris başta olmak üzere etkin merkezlerde Turks in Europe kitabını en üst düzeyde tanıtmaya çalışacağız. Sizden tek istediğimiz kitap çıkınca duyurusunu yapmanız, tanıdığınız yabancılara tavsiye etmeniz ve gittiğiniz kütüphanelere aldırmanız. Kitabı yaşatmanın ve Türkleri daha iyi tanıtmanın en etkin aracı siz olmalısınız.
Bir Türkün büyük başarısı…
Sözünü ettiğimiz Türk, İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) Genel Sekreteri Profesör Ekmelerdin İhsan oğlu… Dünya çapında bir bilim adamı, araştırmacı, yazar, düşünür ve nihayet İKÖ Genel Sekreteri olarak yönetici. Profesör İhsan oğlu çok sayıdaki araştırma ve yayınları ile bilim tarihine yaptığı katkılarından dolayı Bilim Tarihinin Nobel'i sayılan Kore Madalyası ilk layık görülen Türk olarak göğsümüzü kabarttı. Uluslararası Bilim Tarihi Akademisi tarafından iki yılda bir verilen Kore Madalyası, bilim tarihi alanında sıra dışı ve çığır açan çalışma yapan bilim insanlarına layık görülüyor.
Bu yıl ki ödül Profesör İhsanoğlu’na 25 yıldır üzerinde çalıştığı, "Osmanlı Bilim Tarihi"nin anlatıldığı 15 ciltlik eseriyle layık görüldü. Bu büyük başarı aynı zamanda Türk bilim dünyasının balarısı olarak tarihe geçecek. Nitekim geçen hafta Paris’te madalya ve ödülünü alan Profesör İhsan oğlu, madalya ve ödülü bütün Türk bilim adamları adına aldığını ifade ederek ödüle layık görülen çalışmanın gün yüzüne çıkmasında diğer bilim insanlarının da katkılarını takdir etmişti.
Profesör İhsan oğlu, İKÖ Genel Sekreterliği gibi zor ve çetrefilli bir göreve seçilmeden önce kısa adı IRCICA olan araştırma kurumunun kurucu Genel Direktörü idi. İKÖ’ye bağlı bu kurumu yirmi yılı aşkın bir süre yöneten İhsan oğlu çok sayıda araştırmaya imza attı ve onlarda uluslar arası toplantı düzenleyerek Osmanlı Türklerinin bilim, düşünce ve teknolojiye katkılarını bütün dünyaya anlatmaya çalıştı. Ve nihayet bu katkılarının dolayı Kore Madalya’sı ile ödüllendirildi. Bu ödül sayesinde Türk bilim adamlarının ismi en saygın çevrelerde anılmaya başladı.
Bu büyük Türk bilim adamını hepimizin yakından tanıması, eserlerini okuması ve genç kuşaklara aktarması gerek. Bu bir görevdir çünkü Türk toplumu olarak bu tür başarı hikayelerine ihtiyacımız var. Bakın Vikipedi adındaki Internet ansiklopedisi bu büyük bilin insanını nasıl tanıtıyor.
Ekmelerdin İhsan oğlu, İslam Konferansı Örgütü genel sekreteridir. 1943 yılında Kahire'de doğan İhsanoğlu'nun bilim tarihi, Türk kültürü, İslam dünyası hakkında değişik dillerde çok sayıda eseri mevcuttur. İhsan oğlu, Mısır Ayn Şems Üniversitesi Fen Fakültesi'nden mezun olduktan sonra El Ezher Üniversitesi'nde akademik hayata başladı. Türk kültürünü küçük yaşta aile çevresinde tanıyan İhsan oğlu, Kahire Milli Kütüphanesi'nde ve Ayn Şems Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde Osmanlı kültürü ve edebiyatı ile ilgili araştırma ve eğitim çalışmaları yaptı.
1974'te Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi'nde doktorasını tamamladıktan sonra, İngiltere'de Exeter Üniversitesi'nde doktora sonrası çalışmalar yaptı. İslâm ve Batı kültürüyle yakından teması olan İhsan oğlu, 1984'te profesör oldu. Prof. İhsan oğlu, İslâm Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi'nin genel direktörlüğünün yanı sıra İÜ Edebiyat Fakültesi Bilim Tarihi Bölümü ile Türk Bilim Tarihi Kurumu'nun başkanlığını ve İÜ Bilim Tarihi Müze ve Dokümantasyon Merkezi müdürlüğü görevlerinde bulundu.
UNESCO ve Harvard Üniversitesi'ndeki görevlerinin yanı sıra millî ve uluslararası birçok bilim kurumunun üyesi olan İhsan oğlu, bilim ve eğitim tarihine katkı ve hizmetlerinden dolayı birçok ödül aldı. Prof. Dr. İhsan oğlu, Türkiye Devlet Üstün Hizmet Madalyası, Ürdün Birinci Derece İstiklal Madalyası, İKÖ Şeref ve Liyakat Sertifikası ile Mısır Cumhuriyeti Liyakat Nişanı ile ödüllendirildi.
Sayın İhsanoğlu’na sağlıklı ve uzun ömürler diliyor, başarılarının bizim için örnek oluşturmasını temenni ediyorum.
Bu yıl ki ödül Profesör İhsanoğlu’na 25 yıldır üzerinde çalıştığı, "Osmanlı Bilim Tarihi"nin anlatıldığı 15 ciltlik eseriyle layık görüldü. Bu büyük başarı aynı zamanda Türk bilim dünyasının balarısı olarak tarihe geçecek. Nitekim geçen hafta Paris’te madalya ve ödülünü alan Profesör İhsan oğlu, madalya ve ödülü bütün Türk bilim adamları adına aldığını ifade ederek ödüle layık görülen çalışmanın gün yüzüne çıkmasında diğer bilim insanlarının da katkılarını takdir etmişti.
Profesör İhsan oğlu, İKÖ Genel Sekreterliği gibi zor ve çetrefilli bir göreve seçilmeden önce kısa adı IRCICA olan araştırma kurumunun kurucu Genel Direktörü idi. İKÖ’ye bağlı bu kurumu yirmi yılı aşkın bir süre yöneten İhsan oğlu çok sayıda araştırmaya imza attı ve onlarda uluslar arası toplantı düzenleyerek Osmanlı Türklerinin bilim, düşünce ve teknolojiye katkılarını bütün dünyaya anlatmaya çalıştı. Ve nihayet bu katkılarının dolayı Kore Madalya’sı ile ödüllendirildi. Bu ödül sayesinde Türk bilim adamlarının ismi en saygın çevrelerde anılmaya başladı.
Bu büyük Türk bilim adamını hepimizin yakından tanıması, eserlerini okuması ve genç kuşaklara aktarması gerek. Bu bir görevdir çünkü Türk toplumu olarak bu tür başarı hikayelerine ihtiyacımız var. Bakın Vikipedi adındaki Internet ansiklopedisi bu büyük bilin insanını nasıl tanıtıyor.
Ekmelerdin İhsan oğlu, İslam Konferansı Örgütü genel sekreteridir. 1943 yılında Kahire'de doğan İhsanoğlu'nun bilim tarihi, Türk kültürü, İslam dünyası hakkında değişik dillerde çok sayıda eseri mevcuttur. İhsan oğlu, Mısır Ayn Şems Üniversitesi Fen Fakültesi'nden mezun olduktan sonra El Ezher Üniversitesi'nde akademik hayata başladı. Türk kültürünü küçük yaşta aile çevresinde tanıyan İhsan oğlu, Kahire Milli Kütüphanesi'nde ve Ayn Şems Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde Osmanlı kültürü ve edebiyatı ile ilgili araştırma ve eğitim çalışmaları yaptı.
1974'te Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi'nde doktorasını tamamladıktan sonra, İngiltere'de Exeter Üniversitesi'nde doktora sonrası çalışmalar yaptı. İslâm ve Batı kültürüyle yakından teması olan İhsan oğlu, 1984'te profesör oldu. Prof. İhsan oğlu, İslâm Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi'nin genel direktörlüğünün yanı sıra İÜ Edebiyat Fakültesi Bilim Tarihi Bölümü ile Türk Bilim Tarihi Kurumu'nun başkanlığını ve İÜ Bilim Tarihi Müze ve Dokümantasyon Merkezi müdürlüğü görevlerinde bulundu.
UNESCO ve Harvard Üniversitesi'ndeki görevlerinin yanı sıra millî ve uluslararası birçok bilim kurumunun üyesi olan İhsan oğlu, bilim ve eğitim tarihine katkı ve hizmetlerinden dolayı birçok ödül aldı. Prof. Dr. İhsan oğlu, Türkiye Devlet Üstün Hizmet Madalyası, Ürdün Birinci Derece İstiklal Madalyası, İKÖ Şeref ve Liyakat Sertifikası ile Mısır Cumhuriyeti Liyakat Nişanı ile ödüllendirildi.
Sayın İhsanoğlu’na sağlıklı ve uzun ömürler diliyor, başarılarının bizim için örnek oluşturmasını temenni ediyorum.
Kurban ve Noel Arası…
Yurt dışında yaşamak farklı deneyimlere açık olmayı gerektiriyor. İşte bu hafta kutladığımız Kurban Bayramı ile 25 Aralık’ta Hıristiyanların kutlayacağı Noel, Hz. İsa’nın doğum günü olarak bilinir ve kutlanır. Tabi hepimizin içine yaşadığı toplumun geleneklerinden, inançlarından ve neyi ne zaman ve niçin kutladıklarından haberdar olmamız gerekir. Akdi takdirde bizim de karşı taraftan benzer bir şeyi beklememiz mümkün olmaz.
Ramazan ayını ve bayramını geride bırakalı çok olmadı aslında. Aradan iki ay kadar bir zaman geçti ve Kurban Bayramı geldi. Bu arada Hac mevsimine de girildi ve belki birçok tanıdık ve akrabanız da şu günlerde kutsal yolculukta. Mekke ve Medine’de manevi serüvenin zirve noktalarında. Onlar da kurbanlarını orda kesti ve Hac gibi büyük ve haz dolu bir ibadeti ifa etmenin huzurunu yaşıyorlardır.
Müslümanların sadece bayram ve Hac ibadetleri yok kutladıkları. Bunun yanı sıra kandiller, mevlitler, sünnet, doğum ve ölüm gibi durumlarda yapılan törenleri de vardır. Biz Türkler olarak bunlara özel önem veririz çünkü inançlarımız ve geleneklerimiz iç içe geçmiş bir şekilde kültürümüz var eder, zenginleştirir ve güçlendirir. Biz bütün bunları yaşadığımız ülkelerde korumak ve genç kuşaklara aktarmak durumundayız.
Kültürel varlığımızı sürdürdüğümüz sürece kimlik denilen aidiyet duygusunu koruyabiliriz. Ayrıca unutmayalım ki İngilizlerin bize saygı duymasını istiyorsak kim olduğumuzu neye niçin inandığımızı iyi anlatmalı ve kimliğimizin arkasında dimdik durmalıyız. Hemen saf değiştiren, bir anda kimlik savrulmasına giren ve ne olduğuna henüz karar veremeyen yani iki derede bir arada kamışları ne İngilizler sever ne de başkaları. Bu nedenle kendimiz olmaya özen göstermeliyiz ve onun için de bayramlarımıza ve diğer törenlerimize özel önem vermeliyiz. Ama bütün bunları büyük bir içtenlikle yapmalıyız.
Bütün bunları neden mi yazıyorum? Yazının başlığında Noel’den bahsettim. Noel’in ne olduğunu hepimizin iyi kavraması, genel olarak Hıristiyanların özel olarak İngilizlerin bilinç dünyasında ve kültürel kimlik inşasında nasıl bir oynadığını göstermek için bu konuya girdim ki biz de kendi bayram ve törenlerimizi daha iyi koruyalım ve kutlayalım.
Doğuş Bayramı, Kutsal Doğuş veya Milât Yortusu olarak da bilinen Noel 24 Aralık’ta başlar ve 26 Aralıkta biter. Tam Noel günü ise 25 Aralık’tır. Bu özel günün geleneksel anlamda en özel tarafı ailelerin bir araya gelmesi, birlikte yemeleri ve içmeleri, aralarındaki bağları güçlendirmeleri ve tabi ki hem dini ayinlere katılmaları hem de birbirlerine hediye vermeleridir. Her ne kadar son yıllarda ticarileştiği için dini özellikleri arka planda kalsa da Noel kökeni itibariyle dini bir gelenektir. Ama zaman içinde içeriği boşaltılmış ve hem tatil hem de bolca alışverişin yapıldığı bir tüketim aracına dönüştürülmüştür.
Türkler olarak bütün bunları bilmemiz gerek çünkü farkında olmadan bazılarımız aslında dini kökenli Noel’i aynen Hıristiyanlar gibi kutlama eğilimindeyiz. Tabi ki içinde yaşadığımız toplumun gelenek ve törenlerini bilmeliyiz ancak bunları taklit etmek zorunda değiliz. Eve Noel ağacı alıp süslemek, Noel akşamı hindi pişirip yemek ve Noel Baba’dan hediyeler almak için kuyruklara girmek popüler kültürün esiri olmak anlamına gelir. Ama komşumuz Hıristiyan ise onun Noel’ini de kutlamak görevimizdir karşılaşınca. Mutlu Noeller dilemek bize bir şey kaybettirmez tam tersine gösterdiğimiz yakınlık için saygı kazandırır.
Unutmayalım ki başkalarına özenerek bu ülkede saygınlık kazanamayız. Ancak kendimiz olarak kalabildiğimiz, kendi geleneklerimizi çatışma ve sürtüşmeden koruyup kutladığımız ve genç kuşaklara aktarabildiğimiz ölçüde saygınlık kazanırız.
Özenti içinde yaşayanlara bu nedenle de kılıktan kılığa girenlere ne kimse güvenir ne de yanında yöresinde görmek ister.
Ramazan ayını ve bayramını geride bırakalı çok olmadı aslında. Aradan iki ay kadar bir zaman geçti ve Kurban Bayramı geldi. Bu arada Hac mevsimine de girildi ve belki birçok tanıdık ve akrabanız da şu günlerde kutsal yolculukta. Mekke ve Medine’de manevi serüvenin zirve noktalarında. Onlar da kurbanlarını orda kesti ve Hac gibi büyük ve haz dolu bir ibadeti ifa etmenin huzurunu yaşıyorlardır.
Müslümanların sadece bayram ve Hac ibadetleri yok kutladıkları. Bunun yanı sıra kandiller, mevlitler, sünnet, doğum ve ölüm gibi durumlarda yapılan törenleri de vardır. Biz Türkler olarak bunlara özel önem veririz çünkü inançlarımız ve geleneklerimiz iç içe geçmiş bir şekilde kültürümüz var eder, zenginleştirir ve güçlendirir. Biz bütün bunları yaşadığımız ülkelerde korumak ve genç kuşaklara aktarmak durumundayız.
Kültürel varlığımızı sürdürdüğümüz sürece kimlik denilen aidiyet duygusunu koruyabiliriz. Ayrıca unutmayalım ki İngilizlerin bize saygı duymasını istiyorsak kim olduğumuzu neye niçin inandığımızı iyi anlatmalı ve kimliğimizin arkasında dimdik durmalıyız. Hemen saf değiştiren, bir anda kimlik savrulmasına giren ve ne olduğuna henüz karar veremeyen yani iki derede bir arada kamışları ne İngilizler sever ne de başkaları. Bu nedenle kendimiz olmaya özen göstermeliyiz ve onun için de bayramlarımıza ve diğer törenlerimize özel önem vermeliyiz. Ama bütün bunları büyük bir içtenlikle yapmalıyız.
Bütün bunları neden mi yazıyorum? Yazının başlığında Noel’den bahsettim. Noel’in ne olduğunu hepimizin iyi kavraması, genel olarak Hıristiyanların özel olarak İngilizlerin bilinç dünyasında ve kültürel kimlik inşasında nasıl bir oynadığını göstermek için bu konuya girdim ki biz de kendi bayram ve törenlerimizi daha iyi koruyalım ve kutlayalım.
Doğuş Bayramı, Kutsal Doğuş veya Milât Yortusu olarak da bilinen Noel 24 Aralık’ta başlar ve 26 Aralıkta biter. Tam Noel günü ise 25 Aralık’tır. Bu özel günün geleneksel anlamda en özel tarafı ailelerin bir araya gelmesi, birlikte yemeleri ve içmeleri, aralarındaki bağları güçlendirmeleri ve tabi ki hem dini ayinlere katılmaları hem de birbirlerine hediye vermeleridir. Her ne kadar son yıllarda ticarileştiği için dini özellikleri arka planda kalsa da Noel kökeni itibariyle dini bir gelenektir. Ama zaman içinde içeriği boşaltılmış ve hem tatil hem de bolca alışverişin yapıldığı bir tüketim aracına dönüştürülmüştür.
Türkler olarak bütün bunları bilmemiz gerek çünkü farkında olmadan bazılarımız aslında dini kökenli Noel’i aynen Hıristiyanlar gibi kutlama eğilimindeyiz. Tabi ki içinde yaşadığımız toplumun gelenek ve törenlerini bilmeliyiz ancak bunları taklit etmek zorunda değiliz. Eve Noel ağacı alıp süslemek, Noel akşamı hindi pişirip yemek ve Noel Baba’dan hediyeler almak için kuyruklara girmek popüler kültürün esiri olmak anlamına gelir. Ama komşumuz Hıristiyan ise onun Noel’ini de kutlamak görevimizdir karşılaşınca. Mutlu Noeller dilemek bize bir şey kaybettirmez tam tersine gösterdiğimiz yakınlık için saygı kazandırır.
Unutmayalım ki başkalarına özenerek bu ülkede saygınlık kazanamayız. Ancak kendimiz olarak kalabildiğimiz, kendi geleneklerimizi çatışma ve sürtüşmeden koruyup kutladığımız ve genç kuşaklara aktarabildiğimiz ölçüde saygınlık kazanırız.
Özenti içinde yaşayanlara bu nedenle de kılıktan kılığa girenlere ne kimse güvenir ne de yanında yöresinde görmek ister.
6 Temmuz 2008 Pazar
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varlığı laikliğie aykırı mı?
Türkiye, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarından itibaren başlayan ve 1950’lerden itibaren ivme kazanan çok büyük değişim yaşamıştır. Sosyal, kültürel, ekonomik ve dini alanlarda yansımaları olan bu değişimler, geleneksel toplum yapısı ve kurumlarında köklü değişimlere neden olmuştur. Bu nedenle, modern Türkiye’yi tartışırken etkilerini her geçen etkilerini biraz daha derin hissettiğimiz bu yeni sosyolojik yapıyı göz önünde bulundurmak gerekir. Mahalle baskısı veya daha sosyolojik bir ifadeyle toplum ve çevre baskısı denebilecek sosyal kontrol kentleşme, modernleşme ve farklı sınıfların ortaya çıkması ile etkisini büyük oranda yitirmiştir. Artık Türkiye nüfusunun büyük bir çoğunluğu kentlerde, yani geleneksel mahalle, aile ve sosyal yapıların çözüldüğü yerlerde yaşamaktadır.
Kentleşen, modernleşen, sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçen bir toplumda yeni meslekler, yeni sınıflar ve sosyal gruplar oluşmuştur. Bu grup ve sınıfların her biri kendi ilişki ağlarını ve kurallarını inşa etmiştir. Yani toplumdaki fikirler ve eğilimler gittikçe çeşitlenmiştir ve birbirinden bağımsızlaşmıştır. Bu süreçte değer yargıları ve etik anlayışlarda da değişimler yaşanmıştır. Mahallede baskın olan sosyal yapı ve değerlerin davranışları kontrol etme veya baskı altına alma etkisi modernleşen, kentlileşen ve birey özgürlüklerinin arttığı ülkemizde gittikçe erimiştir. Özellikle 1980’li yıllarda başlayan liberal politikalar, pazar ekonomisi, medyada çoğullaşma, eğitimli insan gücünün artışı ve nihayet küreselleşme geleneksel yapıları, ki buna mahalle baskısı diye ifade edilmeye çalışılan sosyal baskı veya kontrol de dahil, bir çok mekanizma ve yapıyı etkisiz hale getirmiş veya dönüştürerek bunların etkilerini sınırlamıştır.
Sosyolojik olarak bakıldığında Türkiye gibi modern toplumlarda, hatta din ve inanç gibi değerlerin daha az etkin olduğu ülkelerde de bir toplumsallaşmadan söz etmek gerekir. Toplumsallaşma doğası gereği bazı değer, norm ve kurallara uymayı gerektirir. Bir topluma ait olmak demek, bir kolektif kimliğe sahip olmak demek aslında söz konusu toplum ve kolektif kimlik değerlerini ve geleneklerini benimsemek demektir. Aksi halde uyumlu sosyal hayat diye bir şey söz konusu olamaz. Bu bağlamda modern toplumlarda din mahalle baskısı unsuru veya kaynağı olarak görülemez. Ancak dini inançlar toplumda ahlaki tutum ve davranışların oluşmasına katkıda bulunmuştur ve bulunmalıdır da. Bugün geldiğimiz noktada bazı gençlerimizin annelerini bile öldürecek kadar değerden ve etikten yoksun hale gelmelerine seyirci kalınamaz. Kamu düzeni bunlara müdahaleyi getirir ki gelenekler gibi dini öğretilerden de toplumsal uyum ve barışın sağlanması konusunda yararlanabilmelidir.
Öğretmen ve İmam karşıt görüşleri mi temsil ediyor?
Türkiye modernleşmesine bir bütün olarak bakmak gerek. Belki de bu noktada sorulması gereken sorular şunlardır? Kurtuluş savaşında etkin olanlar, Cumhuriyet’in kuruluşuna liderlik yapanlar ve Türkiye’de modernleşmenin aktörleri olanlar kimlerdir? Bu soru günümüz içinde şöyle sorulabilir: Türkiye’de bugün modernleşme ve değişimin aktörleri kimlerdir? Kurtuluş savaşı ve takip eden yıllarda toplumun bütün katmanlarının sürece dahil olduğunu görüyoruz. Hatta dini inançlar ve değerler bağımsızlık savaşının kazanılmasında çok önemli motivasyon kaynağı olmuş, din adamlarının da katkısıyla bütün ülke halkı bu mücadeleye katılmıştır. Unutulmamalıdır ki vatan, millet, namus, bayrak, ülke ve bağımsızlık sadece milliyetçilik ve vatanperverlik ideolojisinin değil aynı zamanda dinin de önemsediği değer ve kavramlardır. Bu nedenle Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına bakıldığında dindarı, seküleri, okumuşu, okumamışı, köylüsü, kentlisi bütün toplum katmanları birlikte hareket etmiştir. Dini inançların Türk toplumundaki yeri ve önemi de Atatürk tarafından iyi bilindiği için Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) kurulmuştur.
Kuşkusuz diğer modern toplumlarda olduğu gibi Türkiye’de zaman içinde mesleki farklılaşmalar yaşanmıştır. Türkiye’de eğitim alanında öğretmenlik, din hizmeti alanında ise din görevliği ve imamlık daha sistematik meslekler olarak ortaya çıkmıştır. Ama Türkiye’nin gelişim çizgisine bakılırsa her iki meslek grubu da birbirlerinin fonksiyonlarını destekler ve tamamlar mahiyette çalışmıştır. Bu manada din görevlileri ile öğretmenler modernleşme ve değişimin önemli aktörleri olmuştur. Öğretmen bulunmayan birçok köyde imamlar hem din hizmetleri görevini üstenmiş hem de halka okuma yazma öğretmiştir. Bu açıdan bakıldığında öğretmenler ve imamlar arasında herhangi bir iktidar çekişmesi yaşandığını söylemek mümkün değildir.
Din görevlisi ve imamların eğitim, öğretim ve öğretmenlere karşı çıkacakları, toplumun aydınlanmasına muhalefet edecekleri düşünülse ne DİB kurulur, ne İmam Hatip Liseleri (İHL) açılır ne de bugün sayıları 23’ü bulan İlahiyat Fakülteleri kurulurdu. Bütün bu kurumlar ve yetiştirdikleri görevliler ve uzmanlar Türk modernleşmesini farklı kılan unsurlar arasında görülmelidir. İHL ve İlahiyat Fakültesi müfredatlarına bakıldığında temel din bilimleri yanında bütün felsefe grubu derslerinin okutulduğunu, eleştirel düşüncenin teşvik edildiğini, dogmatizmin de köklü biçimde eleştirildiği görülür. Bu haliyle nasıl olur da imamlar, din görevlileri ve İlahiyat hocaları Cumhuriyet değerlerinin verildiği modern eğitime ve çağdaş düşünceye kapalı olabilir? Ayrıca burada şunu da not etmek gerekir. Hangi din görevlisi, imam, müftü veya İlahiyat hocası kendilerinin veya başkalarının çocuklarının okumasına karşı çıkıyor? Hangileri halka böyle bir şey telkin ediyor? Tam tersi, hepsi ilk vahiy olan “Oku” mesajı gereğince eğitimi teşvik ediyor ve kendi çocuklarını en iyi okullara göndermeye çalışıyor. Hatta DİB personeli sessiz sedasız kendi maaşlarından yapılan kesintilerden oluşturulan fonlarla çeşitli yörelerimizde kız çocuklarının okutulmasına destek veriyor. Bazı istisnai olaylardan hareketle genellemeler yapmak bizi yanlış sonuçlara ulaştırır. Bu nedenle özellikle günümüzde DİB, İHL ve İlahiyat Fakülteleri ile bu kurumlardaki insan sermayesine bakıldığında aslında bu kurumların Cumhuriyet için birer kazanım olduğunu söyleyebiliriz.
Avrupa Birliği (AB) açısından bakıldığında Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varlığı laiklikle çelişir mi?
AB açısından bakıldığında DİB’in konumu hususunda ciddi bir zihin karmaşası var. Bazı aydın, gazeteci ve uzmanlarımızın AB’de din-devlet ve laiklik konularında yeterli bilgiye sahip olmadıklarını, bu nedenle de sürekli olarak DİB’in konumunu sorguladıklarını görmek mümkün. Bazı kesimler, AB ülkelerindeki yapısal konulardaki bilgi eksikliğinden dolayı DİB’in varlığı ile laiklik arasında bir çelişki olduğunu iddia etmeye devam ediyor. Halbuki AB ülkeleri iyi incelendiğinde karşımıza kendi içinde zengin bir çeşitliği barından bir manzara çıkıyor.
AB’ye bakıldığında birçok insanın sandığı gibi din devlet ilişkilerinin laiklik anlayışı temelinde birbirinden koptuğu ve devletin din konusunda bir şey yapmadığını söylemek mümkün değil. AB ülkelerinde din-devlet ilişkisi ve laiklik söz konusu olduğunda çok farklı modeller olduğunu görüyoruz. Kendi içindeki farklılar olmasına karşın bu modelleri daha rahat anlaşılmaları bakımından üç grupta toplamak mümkün. Ancak böyle bir çerçevede Türkiye’de DİB ve din eğitimi gibi konuların anlaşılması mümkün olacaktır. Hemen belirtmek gerekir ki AB, din-devlet ilişkileri konusunda yaptırımı olan bir model değil ancak uyulması gereken ilkeleri sunar. Bu temel ilkeler din ve vicdan özgürlüğü, inanç, ibadet, din eğitimi ve öğretim haklarının sağlanması ve korunması olarak karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca dinin devletten, devletin de dinden bağımsız olması, yani siyasi ve hukuki kararların verilmesinde “dini ilkelere” dayanılmaması ilkeleri mevcuttur. AB müktesabatı din işlerini düzenleyen hükümler içermez. Bu konudaki düzenlemeleri üye ülkelerin kendi iç hukukuna bırakır. Üye ülkeler de kendi tarihi, toplumsal ve siyasi kültürleri doğrultusunda farklı din-devlet ilişkileri modelleri oluşturur. Bu modelleri genel hatlarıyla şu şekilde tanımlamak mümkün:
Din-devlet ilişkisinin kesin çizgilerle ayrıldığı ülkeler. Fransa ve Hollanda bu modeli benimseyen ülkeler arasında yer aşır. Ancak bu ülkelerde dahi kiliseler kendi okullarını açmakta ve dini kurumların kamu fonlarından yararlanması söz konusu olmaktadır. Örneğin Fransa’da 1905 yılından önce yapılan bütün dini yapıların (kilise ve katedral) bakım, onarım ve restorasyon giderleri hükümet tarafından karşılanmaktadır. Hollanda da benzer bir durum vardır ve en büyük üç kalkınma ajansından ikisi kiliseler tarafından idare edilmektedir. Çeşitli ülkelerde faaliyet gösteren bu ajansların bütçeleri ise devlet tarafından karşılanmaktadır.
Din-Devlet ilişkilerinin anayasal olarak ayrı olduğu ancak devlet-kilise ilişkilerinin yakın olduğu ülkeler: Almanya, İspanya ve İtalya bu modele dahip ülkeler arasında yer alır. Almanya’da kiliseler okul, hastane, yaşlı ve çocuk bakım evleri açmakta ve bu kurumların giderlerinin büyük bölümü kamu kaynaklarından sağlanmaktadır. Bugün Almanya’daki mevcut hastanelerin yüzde 35’ten fazlası kiliseler tarafından işletilmektedir. Almanya’daki kilise vergisi ise devlet tarafından toplanmakta ve ilgili kiliselere dağıtılmaktadır. Bu ülkede ayrıca kiliseler ve dini grupların bir kısmı tüzel kişilik olarak tanınmakta ve bazı ayrıcalıklardan da yararlanmaktadır. Almanya’da bazı İlahiyat Fakültelerinde hoca olabilmek için kilisenin onayına ihtiyaç duyulmaktadır. Yani din ve devlet arasında bir tür sözleşmeye dayalı yakın bir ilişki söz konusudur ve bu ilişki laiklik açısından bir sakınca olarak görülmemektedir. İspanya ve İtalya’da ise din-devlet ilişkileri daha yakındır. Bu ilişkiler kilise ile devlet arasında yapılan ve adına “konkordat” denilen anlaşmalar bağlı olarak sürdürülmektedir. Örneğin İspanya Katolik Kilisesi Vatikan’a bağlı olarak çalışmakta, İspanya hükümeti de anlaşma gereği buna karşı çıkmamaktadır.
Anayasaya göre bir devlet dininin olduğu ülkeler: Yunanistan, Danimarka ve İngiltere bu modele sahip ülkelerdir. Bu örneklerin gösterdiği gibi bugün bile bazı AB ülkelerinde resmi bir devlet kilisesi (dini) vardır. Bu, Yunanistan’da Ortodoks Kilisesi, İngiltere’de Anglikan Kilisesi, Danimarka’da ise Evanjelik Luteryan Kilisesi’dir. İngiltere’de devlet başkanı aynı zamanda Anglikan Kilisesi’nin de başıdır, yani geçenlerde ülkemizi ziyaret eden Kraliçe II Elizabeth Anglikan Kilisesi’nin başı konumundadır. Bu ülkedeki ilk ve orta seviyeli okulların birçoğu kiliseler tarafından işletilmekte ve giderlerinin yüzde sekseni devlet tarafından karşılanmaktadır. Danimarka’da ise Kral olabilmek için Evanjelik Luteryan Kilisesi mensubu olmak zorunludur. Bırakın bir ateist, bir yahudi veya müslümanın devlet başkanı olmasını, katolik mezhebi mensubu bir hristiyanın bu ülkede devlet başkanı olması düşünülemez.
İşte AB böyle bir çeşitliliği içinde barındırıyor. Devlet ve kilise (din) arasındaki bu yakın ilişkiler laiklik açısından tehlike, tehdit veya kaygı oluşturmuyor. AB’yi iyi bilen ve tanıyanların DİB’in varlığını laiklik açısından çelişkili görmesi bu açıdan pek mümkün görünmemektedir. Çünkü AB ülkelerinde devlet ve din çok daha iç içe geçmekle kalmıyor, belirli ilkelere bağlı kalmak şartıyla, AB müktesabatı din-devlet ilişkilerinin düzenlenmesini üye ülkelerin iç hukukuna bırakıyor.
Kentleşen, modernleşen, sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçen bir toplumda yeni meslekler, yeni sınıflar ve sosyal gruplar oluşmuştur. Bu grup ve sınıfların her biri kendi ilişki ağlarını ve kurallarını inşa etmiştir. Yani toplumdaki fikirler ve eğilimler gittikçe çeşitlenmiştir ve birbirinden bağımsızlaşmıştır. Bu süreçte değer yargıları ve etik anlayışlarda da değişimler yaşanmıştır. Mahallede baskın olan sosyal yapı ve değerlerin davranışları kontrol etme veya baskı altına alma etkisi modernleşen, kentlileşen ve birey özgürlüklerinin arttığı ülkemizde gittikçe erimiştir. Özellikle 1980’li yıllarda başlayan liberal politikalar, pazar ekonomisi, medyada çoğullaşma, eğitimli insan gücünün artışı ve nihayet küreselleşme geleneksel yapıları, ki buna mahalle baskısı diye ifade edilmeye çalışılan sosyal baskı veya kontrol de dahil, bir çok mekanizma ve yapıyı etkisiz hale getirmiş veya dönüştürerek bunların etkilerini sınırlamıştır.
Sosyolojik olarak bakıldığında Türkiye gibi modern toplumlarda, hatta din ve inanç gibi değerlerin daha az etkin olduğu ülkelerde de bir toplumsallaşmadan söz etmek gerekir. Toplumsallaşma doğası gereği bazı değer, norm ve kurallara uymayı gerektirir. Bir topluma ait olmak demek, bir kolektif kimliğe sahip olmak demek aslında söz konusu toplum ve kolektif kimlik değerlerini ve geleneklerini benimsemek demektir. Aksi halde uyumlu sosyal hayat diye bir şey söz konusu olamaz. Bu bağlamda modern toplumlarda din mahalle baskısı unsuru veya kaynağı olarak görülemez. Ancak dini inançlar toplumda ahlaki tutum ve davranışların oluşmasına katkıda bulunmuştur ve bulunmalıdır da. Bugün geldiğimiz noktada bazı gençlerimizin annelerini bile öldürecek kadar değerden ve etikten yoksun hale gelmelerine seyirci kalınamaz. Kamu düzeni bunlara müdahaleyi getirir ki gelenekler gibi dini öğretilerden de toplumsal uyum ve barışın sağlanması konusunda yararlanabilmelidir.
Öğretmen ve İmam karşıt görüşleri mi temsil ediyor?
Türkiye modernleşmesine bir bütün olarak bakmak gerek. Belki de bu noktada sorulması gereken sorular şunlardır? Kurtuluş savaşında etkin olanlar, Cumhuriyet’in kuruluşuna liderlik yapanlar ve Türkiye’de modernleşmenin aktörleri olanlar kimlerdir? Bu soru günümüz içinde şöyle sorulabilir: Türkiye’de bugün modernleşme ve değişimin aktörleri kimlerdir? Kurtuluş savaşı ve takip eden yıllarda toplumun bütün katmanlarının sürece dahil olduğunu görüyoruz. Hatta dini inançlar ve değerler bağımsızlık savaşının kazanılmasında çok önemli motivasyon kaynağı olmuş, din adamlarının da katkısıyla bütün ülke halkı bu mücadeleye katılmıştır. Unutulmamalıdır ki vatan, millet, namus, bayrak, ülke ve bağımsızlık sadece milliyetçilik ve vatanperverlik ideolojisinin değil aynı zamanda dinin de önemsediği değer ve kavramlardır. Bu nedenle Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına bakıldığında dindarı, seküleri, okumuşu, okumamışı, köylüsü, kentlisi bütün toplum katmanları birlikte hareket etmiştir. Dini inançların Türk toplumundaki yeri ve önemi de Atatürk tarafından iyi bilindiği için Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) kurulmuştur.
Kuşkusuz diğer modern toplumlarda olduğu gibi Türkiye’de zaman içinde mesleki farklılaşmalar yaşanmıştır. Türkiye’de eğitim alanında öğretmenlik, din hizmeti alanında ise din görevliği ve imamlık daha sistematik meslekler olarak ortaya çıkmıştır. Ama Türkiye’nin gelişim çizgisine bakılırsa her iki meslek grubu da birbirlerinin fonksiyonlarını destekler ve tamamlar mahiyette çalışmıştır. Bu manada din görevlileri ile öğretmenler modernleşme ve değişimin önemli aktörleri olmuştur. Öğretmen bulunmayan birçok köyde imamlar hem din hizmetleri görevini üstenmiş hem de halka okuma yazma öğretmiştir. Bu açıdan bakıldığında öğretmenler ve imamlar arasında herhangi bir iktidar çekişmesi yaşandığını söylemek mümkün değildir.
Din görevlisi ve imamların eğitim, öğretim ve öğretmenlere karşı çıkacakları, toplumun aydınlanmasına muhalefet edecekleri düşünülse ne DİB kurulur, ne İmam Hatip Liseleri (İHL) açılır ne de bugün sayıları 23’ü bulan İlahiyat Fakülteleri kurulurdu. Bütün bu kurumlar ve yetiştirdikleri görevliler ve uzmanlar Türk modernleşmesini farklı kılan unsurlar arasında görülmelidir. İHL ve İlahiyat Fakültesi müfredatlarına bakıldığında temel din bilimleri yanında bütün felsefe grubu derslerinin okutulduğunu, eleştirel düşüncenin teşvik edildiğini, dogmatizmin de köklü biçimde eleştirildiği görülür. Bu haliyle nasıl olur da imamlar, din görevlileri ve İlahiyat hocaları Cumhuriyet değerlerinin verildiği modern eğitime ve çağdaş düşünceye kapalı olabilir? Ayrıca burada şunu da not etmek gerekir. Hangi din görevlisi, imam, müftü veya İlahiyat hocası kendilerinin veya başkalarının çocuklarının okumasına karşı çıkıyor? Hangileri halka böyle bir şey telkin ediyor? Tam tersi, hepsi ilk vahiy olan “Oku” mesajı gereğince eğitimi teşvik ediyor ve kendi çocuklarını en iyi okullara göndermeye çalışıyor. Hatta DİB personeli sessiz sedasız kendi maaşlarından yapılan kesintilerden oluşturulan fonlarla çeşitli yörelerimizde kız çocuklarının okutulmasına destek veriyor. Bazı istisnai olaylardan hareketle genellemeler yapmak bizi yanlış sonuçlara ulaştırır. Bu nedenle özellikle günümüzde DİB, İHL ve İlahiyat Fakülteleri ile bu kurumlardaki insan sermayesine bakıldığında aslında bu kurumların Cumhuriyet için birer kazanım olduğunu söyleyebiliriz.
Avrupa Birliği (AB) açısından bakıldığında Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varlığı laiklikle çelişir mi?
AB açısından bakıldığında DİB’in konumu hususunda ciddi bir zihin karmaşası var. Bazı aydın, gazeteci ve uzmanlarımızın AB’de din-devlet ve laiklik konularında yeterli bilgiye sahip olmadıklarını, bu nedenle de sürekli olarak DİB’in konumunu sorguladıklarını görmek mümkün. Bazı kesimler, AB ülkelerindeki yapısal konulardaki bilgi eksikliğinden dolayı DİB’in varlığı ile laiklik arasında bir çelişki olduğunu iddia etmeye devam ediyor. Halbuki AB ülkeleri iyi incelendiğinde karşımıza kendi içinde zengin bir çeşitliği barından bir manzara çıkıyor.
AB’ye bakıldığında birçok insanın sandığı gibi din devlet ilişkilerinin laiklik anlayışı temelinde birbirinden koptuğu ve devletin din konusunda bir şey yapmadığını söylemek mümkün değil. AB ülkelerinde din-devlet ilişkisi ve laiklik söz konusu olduğunda çok farklı modeller olduğunu görüyoruz. Kendi içindeki farklılar olmasına karşın bu modelleri daha rahat anlaşılmaları bakımından üç grupta toplamak mümkün. Ancak böyle bir çerçevede Türkiye’de DİB ve din eğitimi gibi konuların anlaşılması mümkün olacaktır. Hemen belirtmek gerekir ki AB, din-devlet ilişkileri konusunda yaptırımı olan bir model değil ancak uyulması gereken ilkeleri sunar. Bu temel ilkeler din ve vicdan özgürlüğü, inanç, ibadet, din eğitimi ve öğretim haklarının sağlanması ve korunması olarak karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca dinin devletten, devletin de dinden bağımsız olması, yani siyasi ve hukuki kararların verilmesinde “dini ilkelere” dayanılmaması ilkeleri mevcuttur. AB müktesabatı din işlerini düzenleyen hükümler içermez. Bu konudaki düzenlemeleri üye ülkelerin kendi iç hukukuna bırakır. Üye ülkeler de kendi tarihi, toplumsal ve siyasi kültürleri doğrultusunda farklı din-devlet ilişkileri modelleri oluşturur. Bu modelleri genel hatlarıyla şu şekilde tanımlamak mümkün:
Din-devlet ilişkisinin kesin çizgilerle ayrıldığı ülkeler. Fransa ve Hollanda bu modeli benimseyen ülkeler arasında yer aşır. Ancak bu ülkelerde dahi kiliseler kendi okullarını açmakta ve dini kurumların kamu fonlarından yararlanması söz konusu olmaktadır. Örneğin Fransa’da 1905 yılından önce yapılan bütün dini yapıların (kilise ve katedral) bakım, onarım ve restorasyon giderleri hükümet tarafından karşılanmaktadır. Hollanda da benzer bir durum vardır ve en büyük üç kalkınma ajansından ikisi kiliseler tarafından idare edilmektedir. Çeşitli ülkelerde faaliyet gösteren bu ajansların bütçeleri ise devlet tarafından karşılanmaktadır.
Din-Devlet ilişkilerinin anayasal olarak ayrı olduğu ancak devlet-kilise ilişkilerinin yakın olduğu ülkeler: Almanya, İspanya ve İtalya bu modele dahip ülkeler arasında yer alır. Almanya’da kiliseler okul, hastane, yaşlı ve çocuk bakım evleri açmakta ve bu kurumların giderlerinin büyük bölümü kamu kaynaklarından sağlanmaktadır. Bugün Almanya’daki mevcut hastanelerin yüzde 35’ten fazlası kiliseler tarafından işletilmektedir. Almanya’daki kilise vergisi ise devlet tarafından toplanmakta ve ilgili kiliselere dağıtılmaktadır. Bu ülkede ayrıca kiliseler ve dini grupların bir kısmı tüzel kişilik olarak tanınmakta ve bazı ayrıcalıklardan da yararlanmaktadır. Almanya’da bazı İlahiyat Fakültelerinde hoca olabilmek için kilisenin onayına ihtiyaç duyulmaktadır. Yani din ve devlet arasında bir tür sözleşmeye dayalı yakın bir ilişki söz konusudur ve bu ilişki laiklik açısından bir sakınca olarak görülmemektedir. İspanya ve İtalya’da ise din-devlet ilişkileri daha yakındır. Bu ilişkiler kilise ile devlet arasında yapılan ve adına “konkordat” denilen anlaşmalar bağlı olarak sürdürülmektedir. Örneğin İspanya Katolik Kilisesi Vatikan’a bağlı olarak çalışmakta, İspanya hükümeti de anlaşma gereği buna karşı çıkmamaktadır.
Anayasaya göre bir devlet dininin olduğu ülkeler: Yunanistan, Danimarka ve İngiltere bu modele sahip ülkelerdir. Bu örneklerin gösterdiği gibi bugün bile bazı AB ülkelerinde resmi bir devlet kilisesi (dini) vardır. Bu, Yunanistan’da Ortodoks Kilisesi, İngiltere’de Anglikan Kilisesi, Danimarka’da ise Evanjelik Luteryan Kilisesi’dir. İngiltere’de devlet başkanı aynı zamanda Anglikan Kilisesi’nin de başıdır, yani geçenlerde ülkemizi ziyaret eden Kraliçe II Elizabeth Anglikan Kilisesi’nin başı konumundadır. Bu ülkedeki ilk ve orta seviyeli okulların birçoğu kiliseler tarafından işletilmekte ve giderlerinin yüzde sekseni devlet tarafından karşılanmaktadır. Danimarka’da ise Kral olabilmek için Evanjelik Luteryan Kilisesi mensubu olmak zorunludur. Bırakın bir ateist, bir yahudi veya müslümanın devlet başkanı olmasını, katolik mezhebi mensubu bir hristiyanın bu ülkede devlet başkanı olması düşünülemez.
İşte AB böyle bir çeşitliliği içinde barındırıyor. Devlet ve kilise (din) arasındaki bu yakın ilişkiler laiklik açısından tehlike, tehdit veya kaygı oluşturmuyor. AB’yi iyi bilen ve tanıyanların DİB’in varlığını laiklik açısından çelişkili görmesi bu açıdan pek mümkün görünmemektedir. Çünkü AB ülkelerinde devlet ve din çok daha iç içe geçmekle kalmıyor, belirli ilkelere bağlı kalmak şartıyla, AB müktesabatı din-devlet ilişkilerinin düzenlenmesini üye ülkelerin iç hukukuna bırakıyor.
İki Kültür ve Kimliği Buluşturmak Mümkün mü?
Fransa ve Hollanda’daki referandumlar sonucu AB Anayasası’nın rafa kaldırıması üye ülkeleri yeni arayışlara süreklemişti. Nihayet Portekiz’de toplanan AB üyesi devlet ve hükümet başkanları Lizbon Anlaşması’nı imzalayarak yeni bir kapı araladılar. Her ne kadar "Türkiye'yi AB dışında bırakmak gerçek bir barbarlık olur" diyen İspanya'nın AB ile ilişkilerden sorumlu Devlet Sekreteri Alberto Navarro gibi Türkiye destekçileri olsa da görünen o ki Türkiye – Avrupa Birliği yine sıkıntılı bir döneme giriyor.
Türkiye karşıtlığının körüklendiği ve çeşitli toplum kesimlerinde yayılmaya başladığı şu günlerde farklı proje ve stratejilerle bu trendin önüne geçilmesi gerekiyor. Aksi takdirde Türkiye bu süreçte tahmin edilenden daha çok yara alacak. Türkiye’nin uzun yıllardır ihmal ettiği ama rasyonel bakıldığından bu sürece olumlu katkılarda bulunabilecek ciddi bir potansiyeli var: Avrupa Türkleri. Bugün Avrupa Birliği ülkelerinde yaşayan Türkler nüfus, ekonomik güç, siyasi katılım ve sivil kuruluşları büyük bir sosyal sermaye ve ağ oluşturmuş durumda. Avrupa’daki Türklerin oluşturdukları sivil sosyal sermaye iki kültür ve kimlik arasında köprü kurma potansiyeline de sahip.
Avrupa’daki Türkler ve Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri söz konusu olduğunda ortaya çıkan sosyo-politik ve sosyo-kültürel bakış açılarına işaret etmeden Avrupa Türklerinin katkı alanlarını ve imkanlarını analiz etmek zordur. Bu nedenle Avrupa’da ortaya çıkan birbirinden farklı ve aynı zamanda birbirine zıt iki yaklaşımdan bahsetmek yerinde olacaktır.
Avrupa’da yükselen yaklaşımlardan biri “uzlaşmacı” yaklaşımdır. Bu yaklaşıma göre Avrupa demokrasi, insan hakları ve çoğulculuk ilkelerini benimseyen ve yaşatan bir uygarlık havzası olarak sonradan buraya gelen kültürlere ve gruplara hoşgörülü olmalı, farklılıkları bir zenginlik olarak görmeli ve faklı olanı “ötekileştirmeden” toplumsal hayata entegre edebilmelidir. Bu yaklaşımın siyasi projedeki karşılığının örnekleri arasında İngiltere’deki çok kültürlülük anlayışı ve Hollanda’da iki binli yıllara kadar süren ancak son yıllarda çözülmeye başlayan liberal politikalar gösterilebilir. Ne var ki uzlaşmacı yaklaşımı benimseyen ve destekleyenlerin sesleri cılız çıkmakta, savundukları politikalar artan oranda eleştirilmekte ve etkileri de gün geçtikçe azalmaktadır.
Bu konudaki diğer yaklaşım ise “çatışmacı” yaklaşımdır. Bu yaklaşım, Avrupa uygarlığını homojen bir kültürel yapı olarak görme eğilimindedir. Bu nedenle göçmenler ve onların temsil ettiği kültürel değerler ile Avrupa değerleri arasında biz uyum ve uzlaşmanın olması beklenemez. Bu uzlaşmazlığın ortadan kaldırılması içinde çok kültürlü bir toplumsal hayat ve siyasi proje yerine daha homojenleştirici bir kimliğin benimsenmesi öngörülmektedir. Fransa’nın ısrarla takip ettiği entegrasyon politikası, farklılıkları göz ardı eden siyasi projelerin en bilinen örnekleri arasında yer alır. Ancak, Fransa’nın uzun yıllardır takip ettiği entegrasyonist ve bir dereceye kadar da asimilasyonist politikaların pek başarılı olmadığı, binlerce göçmen kökenli gencin bu ülkede sokaklara dökülmesi ile görülmüş oldu. Bugün geldiğimiz noktada tartışılan konu şu: Çoğulculuğu ve farklılığı göz ardı etme eğiliminde olan entegrasyonist projemi mi, yoksa farklı kimlikleri ötekileştirme eğiliminde olmayan ve her kültüre var olma hakkı tanıyan çok kültürlülük projesi mi daha başarılıdır?
Özellikle 11 Eylül 2001 terör olaylarından sonra daha açık ve net olarak ifade edilen çatışmacı görüşler, Samuel Huntington’un “medeniyetler çatışması” tezinin daha geniş kitleler tarafından tartışılması ve desteklenmesine neden olmuştur. “Uzlaşmacı” yaklaşımı benimseyenlerin söylemleri sadece sınırlı bir kesim tarafından duyulurken, çatışmacı söylemi dile getiren politikacı, aydın ve gazetecilerin iddiaları çok daha geniş bir kesime yayılmıştır. Bu süreçte üretilen korkular, kaygılar, endişeler ve tehdit algılamalarının hedefi ise genel olarak göçmenler, mülteciler ve yabancılar, özel olarak ise Batı’nın yeni ötekisi olarak görülen müslümanlar olmuştur. Avrupa’daki Türkler ve AB-Türkiye ilişkileri de bu çatışmacı yaklaşımdan nasibini almıştır.
Gerçekten de Avrupa Türklerinin siyaset, kültür, ekonomik birikim ve nitelikli insan gücü gibi alanlarda ciddi bir toplumsal birikime ulaştığını araştırmalar bize gösteriyor. Toplumsal sermaye veya sosyal ağları genişleyen Türklerin önemi ve gücü de artıyor. Avrupalı Türkler, çatışmacı yaklaşımın yükseldiği, medeniyetler arası çatışma tezinin taraftar bulduğu ve Türkiye’nin kültürel kimliğinden dolayı AB’den dışlanmak istendiği bir ortamda iki kültür ve kimliği (Türkiye-Avrupa/Türkiye-Batı) yakınlaştıracak potansiyele sahip görünmekte. Ancak bu potansiyelin şimdiye kadar ne Avrupa, ne de Türkiye tarafından etkin bir şekilde mobilize edilmediği de anlaşılmaktadır.
Avrupa’daki Türkler ya da Avrupalı Türkler, melez, tireli ve geçişken kimlikler inşa ediyorlar. Bir taraftan Türk kültür değerlerini yeniden üretirken, bir yandan da içinde yaşadıkları Avrupa toplumunun kültürüne yaklaiyorlar. Bunun en belirgin göstergeleri arasında, gittikçe artan oranda Türklerin yaşadıkları ülke vatandaşlığına geçmeleri, siyasal süreçlere katılmaları, siyasi parti ve sivil toplum kuruluşlarında yer almaları ve yaşadıkları toplumun tüketim alışkanlıkları benimsemeleri sayılabilir. Bunun yanında Avrupa’daki göçmenler söz konusu olduğunda bu kadar fazla sayıda ülkede sosyal ağ oluşturan başka bir guruba rastlamak da mümkün değildir.
Kimlikler, kültürler ve uygarlıklar arası diyalog ve yakınlaşma arayışları çerçevesinde, gerek demografik yapı ve coğrafi dağılımları, gerekse yukarıda işaret edilen toplumsal sermayeleri ile Avrupa Türkleri, özelde Türkiye-AB, genelde de Batı-İslam arasında bir yakınlaşma ve geçişkenlik enstrümanı olarak mobilize edilmeyi bekliyor. Böyle bir mobilizasyon ve hareketlenme olursa kimsenin tahmin edemeyeceği kadar büyük bir güç ortaya çıkar. Bu noktada yapılması gereken şey orta ve uzun vadeli stratejiler geliştirerek Avrupa Türklerinin tarihsel bir misyonu üstlenmesini sağlamak olmalıdır.
Türkiye karşıtlığının körüklendiği ve çeşitli toplum kesimlerinde yayılmaya başladığı şu günlerde farklı proje ve stratejilerle bu trendin önüne geçilmesi gerekiyor. Aksi takdirde Türkiye bu süreçte tahmin edilenden daha çok yara alacak. Türkiye’nin uzun yıllardır ihmal ettiği ama rasyonel bakıldığından bu sürece olumlu katkılarda bulunabilecek ciddi bir potansiyeli var: Avrupa Türkleri. Bugün Avrupa Birliği ülkelerinde yaşayan Türkler nüfus, ekonomik güç, siyasi katılım ve sivil kuruluşları büyük bir sosyal sermaye ve ağ oluşturmuş durumda. Avrupa’daki Türklerin oluşturdukları sivil sosyal sermaye iki kültür ve kimlik arasında köprü kurma potansiyeline de sahip.
Avrupa’daki Türkler ve Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri söz konusu olduğunda ortaya çıkan sosyo-politik ve sosyo-kültürel bakış açılarına işaret etmeden Avrupa Türklerinin katkı alanlarını ve imkanlarını analiz etmek zordur. Bu nedenle Avrupa’da ortaya çıkan birbirinden farklı ve aynı zamanda birbirine zıt iki yaklaşımdan bahsetmek yerinde olacaktır.
Avrupa’da yükselen yaklaşımlardan biri “uzlaşmacı” yaklaşımdır. Bu yaklaşıma göre Avrupa demokrasi, insan hakları ve çoğulculuk ilkelerini benimseyen ve yaşatan bir uygarlık havzası olarak sonradan buraya gelen kültürlere ve gruplara hoşgörülü olmalı, farklılıkları bir zenginlik olarak görmeli ve faklı olanı “ötekileştirmeden” toplumsal hayata entegre edebilmelidir. Bu yaklaşımın siyasi projedeki karşılığının örnekleri arasında İngiltere’deki çok kültürlülük anlayışı ve Hollanda’da iki binli yıllara kadar süren ancak son yıllarda çözülmeye başlayan liberal politikalar gösterilebilir. Ne var ki uzlaşmacı yaklaşımı benimseyen ve destekleyenlerin sesleri cılız çıkmakta, savundukları politikalar artan oranda eleştirilmekte ve etkileri de gün geçtikçe azalmaktadır.
Bu konudaki diğer yaklaşım ise “çatışmacı” yaklaşımdır. Bu yaklaşım, Avrupa uygarlığını homojen bir kültürel yapı olarak görme eğilimindedir. Bu nedenle göçmenler ve onların temsil ettiği kültürel değerler ile Avrupa değerleri arasında biz uyum ve uzlaşmanın olması beklenemez. Bu uzlaşmazlığın ortadan kaldırılması içinde çok kültürlü bir toplumsal hayat ve siyasi proje yerine daha homojenleştirici bir kimliğin benimsenmesi öngörülmektedir. Fransa’nın ısrarla takip ettiği entegrasyon politikası, farklılıkları göz ardı eden siyasi projelerin en bilinen örnekleri arasında yer alır. Ancak, Fransa’nın uzun yıllardır takip ettiği entegrasyonist ve bir dereceye kadar da asimilasyonist politikaların pek başarılı olmadığı, binlerce göçmen kökenli gencin bu ülkede sokaklara dökülmesi ile görülmüş oldu. Bugün geldiğimiz noktada tartışılan konu şu: Çoğulculuğu ve farklılığı göz ardı etme eğiliminde olan entegrasyonist projemi mi, yoksa farklı kimlikleri ötekileştirme eğiliminde olmayan ve her kültüre var olma hakkı tanıyan çok kültürlülük projesi mi daha başarılıdır?
Özellikle 11 Eylül 2001 terör olaylarından sonra daha açık ve net olarak ifade edilen çatışmacı görüşler, Samuel Huntington’un “medeniyetler çatışması” tezinin daha geniş kitleler tarafından tartışılması ve desteklenmesine neden olmuştur. “Uzlaşmacı” yaklaşımı benimseyenlerin söylemleri sadece sınırlı bir kesim tarafından duyulurken, çatışmacı söylemi dile getiren politikacı, aydın ve gazetecilerin iddiaları çok daha geniş bir kesime yayılmıştır. Bu süreçte üretilen korkular, kaygılar, endişeler ve tehdit algılamalarının hedefi ise genel olarak göçmenler, mülteciler ve yabancılar, özel olarak ise Batı’nın yeni ötekisi olarak görülen müslümanlar olmuştur. Avrupa’daki Türkler ve AB-Türkiye ilişkileri de bu çatışmacı yaklaşımdan nasibini almıştır.
Gerçekten de Avrupa Türklerinin siyaset, kültür, ekonomik birikim ve nitelikli insan gücü gibi alanlarda ciddi bir toplumsal birikime ulaştığını araştırmalar bize gösteriyor. Toplumsal sermaye veya sosyal ağları genişleyen Türklerin önemi ve gücü de artıyor. Avrupalı Türkler, çatışmacı yaklaşımın yükseldiği, medeniyetler arası çatışma tezinin taraftar bulduğu ve Türkiye’nin kültürel kimliğinden dolayı AB’den dışlanmak istendiği bir ortamda iki kültür ve kimliği (Türkiye-Avrupa/Türkiye-Batı) yakınlaştıracak potansiyele sahip görünmekte. Ancak bu potansiyelin şimdiye kadar ne Avrupa, ne de Türkiye tarafından etkin bir şekilde mobilize edilmediği de anlaşılmaktadır.
Avrupa’daki Türkler ya da Avrupalı Türkler, melez, tireli ve geçişken kimlikler inşa ediyorlar. Bir taraftan Türk kültür değerlerini yeniden üretirken, bir yandan da içinde yaşadıkları Avrupa toplumunun kültürüne yaklaiyorlar. Bunun en belirgin göstergeleri arasında, gittikçe artan oranda Türklerin yaşadıkları ülke vatandaşlığına geçmeleri, siyasal süreçlere katılmaları, siyasi parti ve sivil toplum kuruluşlarında yer almaları ve yaşadıkları toplumun tüketim alışkanlıkları benimsemeleri sayılabilir. Bunun yanında Avrupa’daki göçmenler söz konusu olduğunda bu kadar fazla sayıda ülkede sosyal ağ oluşturan başka bir guruba rastlamak da mümkün değildir.
Kimlikler, kültürler ve uygarlıklar arası diyalog ve yakınlaşma arayışları çerçevesinde, gerek demografik yapı ve coğrafi dağılımları, gerekse yukarıda işaret edilen toplumsal sermayeleri ile Avrupa Türkleri, özelde Türkiye-AB, genelde de Batı-İslam arasında bir yakınlaşma ve geçişkenlik enstrümanı olarak mobilize edilmeyi bekliyor. Böyle bir mobilizasyon ve hareketlenme olursa kimsenin tahmin edemeyeceği kadar büyük bir güç ortaya çıkar. Bu noktada yapılması gereken şey orta ve uzun vadeli stratejiler geliştirerek Avrupa Türklerinin tarihsel bir misyonu üstlenmesini sağlamak olmalıdır.
Avrupa Birliği Ülkelerindeki Türklerin Bir Arada Yaşama Tecrübesi
Bu yıl yirmincisi kutlanan Kutsal Doğum Haftası münasebetiyle düzenlenen sempozyum ‘İslam Medeniyetinde Bir Arada Yaşama Tecrübesi’ üst başlığını taşıyor. İslamiyetin dini ve kültürel çoğulculuğa teorik yaklaşımınn ve İslam tarihi boyunca farklı dini inanç grupları ile bir arada yaşama deneyimlerinin tartışıldığı semozyum ister istemez Türkiye’nin üye olmaya çalıştığı Avrupa Birliği ülkelerindeki 4,7 milyon Türkün ortak yaşama deneyiminin de ele alınmasını gerektiriyor.
Avrupa Türkleriyle ilgili konular nispeten yeni olmakla beraber, tarihsel olarak bakıldığında Türklerle Avrupalıların ilişkilerinin çok uzun bir geçmişi olduğu görülür. Bu ilişkiler çerçevesinde Avrupa kimliğinin oluşmasında özellike Osmanlı Türklerinin önemli etkileri olduğunu söylemek mümkündür. Her kimlik inşasının iç dinamikleri olduğu kadar dış dinamikleri de vardır ki işte Avrupa kimliğinin şekillenmesi söz konusu olduğunda Osmanlı Türklerinin belirieyici dış dinamikler arasında yer aldığı söylenebilir. Her ne kadar Osmanlı Türkleri ile Avrupalılar arasında ekonomik ve kültürel ilişkiler geniş yer tutsa da, kimlik inşası söz konusu olduğunda iki blok arasındaki savaş ve çatışmaların daha ön plana çıktığı görülmektedir. Bu açıdan bakıldığında Osmanlı-Avrupa ilişkileri ekonomik ve kültürel ilişkilerden çok çatışma ve sürtüşmelerin tarihi olarak anılabilir.
Avrupalarla Türkler arasındaki ilişkiler söz konusu olduğunda dini ve kültürel kimlik te kaçınılmaz olarak devreye girmektedir. Bu açıdan bakıldığında da Avrupa kimliğinin oluşmasında karşıt kültürü temsil ettiği düşünülen Türklerin etkin bir rol oynadığını söylemek mümkündür. Öte yandan Avrupalılar da Türk kimliğinin oluşmasına benzer şekilde etki etmiştir. Gerek Osmanlının son iki yüzyılındaki batılılaşma hareketleri, gerekse Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana takip edilen politikalar, Türk toplumunun kültürel kimliğini ve ben algısını etkilemiştir. Ancak farklı dini ve etnik grupların bir arada yaşaması, dini ve kültürel çoğulcuğun korunması söz konusu olduğunda Avrupa deneyiminde zaman zaman ciddi kırılmalar yaşandığı gözlenmiştir. Buna uygarlık krizleri de denilebilir. Bu krizlerin en çarpıcı sonuçlarından biri ikinci dünya savaşında yaşanmıştır. Aynı kültür ve uygarlık köklerine sahip oldukları varsayılan Avrupa devletleri birbirleriyle savaşmakla kalmamış, dini hoşgörüsüzlüğün bir sonucu olarak Yahudi soykırımına da tanıklık etmişlerdir.
Avrupa Birliği fikrinin doğmasında da Batının yaşadığı uygarlık krizlerinin önemli bir rolü olmuştur. Temelleri ikinci dünya savaşından sonra atılan ve Avrupa devletleri arasında ekonomik işbirliğine dayalı karşılıklı dayanışmayı öngören bu yapı zamanla kültürel boyut kazanmış ve ortak bir Avrupa kimliği ve Anayasası inşa etmeyi amaçlayan bir projeye dönüşmüştür. Her ne kadar bugün ortak Avrupa Birliği değerlerinden bahsedilse de homojen, tek boyutlu ve tek kimlikli bir Avrupa Birliği’nden söz etmek henüz mümkün değildir. Türkiye’nin de tam üye olmaya çalıştığı Avrupa Birliği’nin bugün yirmi yedi üyesi bulunmaktadır. Yirmi yedi ülkenin kültürel kimlikleri ve ulusal öncelikleri birbirinden farklıdır. Bu nedenle Avrupa Birliği ülkelerinden bahsederken zihnimizde tek bir yapı, değişken olmayan bir kimlik algısı ve tüm üye ülkelerde geçerli bir politik kültür ve gelenek oluşmamalılıdır. Her ne kadar Avrupa Birliği üyesi ülkeler bazı temel konularda ortak bir görüşü benimsemiş olsa da Avrupa Birliği müktesebatı her konuyu düzenlememekte, iç hukuka geniş bir hareket alanı bırakmaktadır. Bu esneklik Avrupa Birliği üyesi ülkelerin din, kültür, kimlik, azınlıklar, göçmenler ve yabancılar konularında kendi düzenlelemelerine zemin hazırlamaktadır. İşte bu nedenle Avrupa Birliği üyesi ülkelerden bahsederken yeknesak bir yapıyla değil, üye ülkelerin öncelikleri ve siyasal geleneklerinin belirlediği bir çeşitlilikle karşı karşıya olduğumuzu belirtmekte yarar var.
Bugün Avrupa Birliği ülkelerinde 1960’lardan itibaren işçi göçüyle, Almanya başta olmak üzere, çok sayıda farklı ülkeye giden, aile birleşmesi ve vatandaşlık kazanımı ile yerleşik hayata geçen yaklaşık 4,7 milyon Türk yaşamaktadır. Avrupa Birliği ülkelerinde yaşayan Türklerin, Avrupalılarla bir arada yaşama tecrübesi söz konusu olduğunda da karşımıza siyasi, sosyal, dini, kültürel ve ekonomik değişkenlerin çıktığını görmekteyiz. Türkiye – Avrupa Birliği ilişkileri de bu bağlamda üzerinde önemle durulması gereken konular arasında yer almaktadır.
Siyasi değişkenlerden kastımız şu: AB ülkelerindeki “göçmen” ve “yabancı” topluluklara ilişkin mevcut politika ve uygulamaların tekil, yeknesak ve statik olmadığı; her ülkenin tarihsel ve toplumsal deneyimlerinin birikim ve izdüşümlerini taşıdığı; gelişen dünya şartlarına göre yeniden düzenlenebilecek esneklikte olduğu görülmektedir. AB ülkelerinde göçmen politikalarının geçirdiği evrelerin monolitik olmadığı örneğin vatandaşlık yasası, azınlıkların dil ve kültürüne bakış, çok kültürlülük söylemleri ve entegrasyon politikalarının farklılar gösterdiği varsayılmaktadır. Avrupa’daki Türklerin ortak yaşama deneyimini etkileyen en önemli unsurlardan biri siyasal modellerdir. Bu açıdan bakıldığından karşımıza üç model çıkıyor.
1. Entegrasyonist model. Fransa’nın ısrarla takip ettiği bu modelde Fransa üst kimliği, Fransız değerlerinin benimsenmesi, vatandaşlık şemsiyesi altında çok kültürlülük yapısının eritilmesi amaçlanıyor. Entegrasyon yanında asimilasyonu da çağrıştıran bu modelin istenen hedefe ulaşmadığı Fransa’da yaşayan Arap kökenli gençlerin sokak isyanı ile gündeme gelmiştir. Fransız modeli, yeterince çoğulcu ve özgürlükçü olmamakla eleştirilmektedir.
2. Çok kültürlülük modeli. İngiltere’nin öncülük ettiği bu model, farklı dini, kültürel ve etnik kimliklerin kendilerini ifade etmelerine ve kurumsallaşmalarına imkan tanımaktadır. Bu anlayışa göre farklı grupların kendi kimliklerine sahip çıkmaları ve korumları entegrasyonu engellememektedir. Bu nedenle İngiltere’de yaşayan Türkler ve diğer azınlık gruplar kendi kimliklerini korurken topluma uyum sağlama çabası göstermektedir.
3. Asimilasyonist model. Avrupa Birliği ülkelerinde göçe katı bir şekilde karşı çıkanların savunduğu bu model, azınlıkların ulusal kimlik ve bütünlük açısından tehdit oluşturduğunu savunmakta ve topluma eklemlenen yeni grupların kendi kimliklerinden bütünüyle vazgeçmelerini ve içinde yaşadıkları toplumun kimliğini tüm yönleri ile benimsemelerini savunmaktadır.
Yukarıda özetlenen bu modeller çerçevesinde oluşturulan ve sürdürülen politikalar hem Türklerin hem de diğer grupların Avrupa Birliği’ndeki toplumsal uyumlarını doğrudan etkilemektedir. Özgürlükçü modelin uygulandığı ülkelerde çatışma ve sürtüşmelerin az olduğu, kısıtlamların olduğu ülkelerde ise sürtüşme eğilimin arttığı görülmektedir. Avrupa Birliği’ndeki Türkler söz konusu olduğunda karşımıza şöyle bir manzara çıkmaktadır. Yükselen ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve İslamofobiye rağmen Avrupa’daki Türkler kendi kimliklerini koruyarak yaşadıkları ülke toplumlarına uyum sağlamaya çalışmaktadır. Uyum sağlama istek ve çabasının farklı siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik göstergeleri vardır:
AB’deki Türkler artan oranda yaşadıkları ülkelerin vatandaşlığına geçmektedir. Vatandaşlığa geçiş aslında temel hak ve özgürlükler bağlamında devlet ve toplum ile bir sözleşme imzalamak anlamına gelmektedir. Bu açıdan Türkler de vatandaş olarak yaşadıkları ülkelerin yasalarına uymaya ve topluma entegre olmaya hazır olduklarını güstermektedir. Ancak AB ülkelerindeki ayrımcılık, ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve dışlanma şeklinde kendini gösteren negatif milliyetçiliğin, Türklerin çoğunluk toplumdan soyutlanmasına, kendi içine kapanmasına neden olduğu ve dolayısıyla entegrasyonu olumsuz etkilediği görülmektedir.
AB’deki Türklerin, içinde yaşadıkları toplumlarla iç içe yaşama iradesinin bir başka göstergesi son yıllarda artan siyasi katılımdır. Hemen hemen her AB ülkesinden yerel ve ulusal düzeyde Türklerin siyasete girdiği, belediye meclislerine girdikleri ve milletvekili seçildikleri görülmektedir. Bu manada Avrupalı Türkler geleceklerini Türkiye’de değil Avrupa’da görmekte ve bu nedenle de siyasi hayata aktif olarak katılmaktadırlar.
Türklerin Avrupa’da kök salmakta olduğunun bir başka göstergesi ise artan oranda bu ülkelerde eknonomik yatırım yapmalarıdır. Sadece Almanya’da 120 binden fazla işletmenin Türkler tarafından kurulup işletildiği düşünüldüğünde, yatırım tercihlerinin Türkiye değil Almanya olduğu görülecektir. Diğer AB ülkelerinde de çok sayıda Türk işletmesi olduğu, bu manada ekonomik yatırımların önemli bir entegrasyon enstrümanına dönüştüğü söylenebilir. Ekonomik işletme ve yatırımlar yanında Türklerin Avrupa’da çok sayıda sivil toplum örgütü kurduğu, eğitim, gençlik ve kültür etkinlikleriyle içinde yaşadıkları toplumla çatışmadan bir arama yaşama gayretinde oldukları görülmektedir.
Türkler artık Avrupa’nın toplumsal ve siyasal yapısının ayrılmaz bir parşası olmuştur. Bir taraftan yukarıda da işaret edildiği gibi vatandaşlığa geçiç diğer taraftan son yıllarda sayısı hızla artan karma evliliklerin yarattığı kültürel ve dini iletişim Türkleri sosyal dokunun bir parçası haline getirmiştir.
Sosyolojik olarak bakıldığında, Avrupa Türklerinin bir arada yaşamayı mümkün kılan ve kolaylaştıran enstümanlar da geliştirdikleri görülmektedir. Bunlardan birincisi genç kuşakların melez kimlikler inşa etmesidir. Avrupa’daki üçüncü ve dördüncü kuşak gençler bir taraftan Türk kültür değerlerini benimsemekte diğer taraftan ise yaşadıkları ülke değerlerini içselleştirmektedir. İlk bakışta çelişkili görülebilecek bu tutumun, detaylı bir şekilde analiz edildiğinde sürtüşmeden çok bir arada yaşama formulü arayışı olarak ortaya çıktığı görülecektir.
Türklerin Avrupa Birliği ülkelerinin toplumsal yapılarının ayrılmaz bir parçası olduklarının bir başka göstergesi ise bu ülkelerde inşa ettikleri kurumlardır. Bu kurumların başında dini ve kültürel kimliği canlı tutan, yeniden inşa eden ve Türk toplumunda ortak aidiyet duyguları uyandıran camiler bulunmaktadır. Türklerin ve diğer müslüman toplulukların, Londra’dan Berlin’e, Paris’ten Amsterdam’a kadar inşa ettiği dini yapılar, Avrupa kentlerinin kültürel ve mimari dokusuna farklı bir renk katmakktadır. Bazı ülkelerde buna şiddetle karşı çıkılması, camilerin kentlerin mimari dokularını bozacağının iddia edilmesi çoğulculuk konusunda ne kadar mesafe katedilğini göstermesi bakımından ise ibret vericidir.
Avrupa Birliği ülkelerinde yaşayan Türklerin Avrupa Birliği projesine bakışı, Avrupa Birliği kimliğini tanımlama biçimi de Türklerin farklı kültürlerle bir arada yaşama isteğiini göstermesi bakımından anlamlıdır. Yapılan araştırmalarda Türklerin Avrupa Birliği kimliğine dini ve kültüre değil, siyasi ve ekonomik bir kimlik atfettiklerini göstermektedir. Avrupa Türkleri bu nedenle Türkiye’nin AB’ye üye olmasını da büyük oranda desteklemektedir.
Sonuç olarak Avrupa’daki Türkler açısından bakıldığında, farklı dil, kültür ve din mensupları ile birlikte yaşama konusunda Türklerin istekli oldukları, bu nedenle toplumsal hayatın her alanına katılmaya çalıştıkları, hatta çatışma, sürtüşme ve gerginliklerini azaltmak için melez kimlikler inşa ettikleri görülmektedir. Avrupa Birliği üyesi ülkeler açısında bakıldığında ise şöyle bir görünüm ortaya çıkmaktadır. Son yıllarda entegrasyonu sağlamak için Türk göçmenlerin kimliklerindeki hangi kültürel unsurların geliştirilmesi, hoş görülmesi veya bunlardan hangilerine karşı çıkılması gerektiğinin, üstü kapalı da olsa, tartışmaya açıldığı görülmektedir. Böyle bir sorunun arkasında Türk kültürel kimliği, değerleri ve inanç aidiyetlerinin tanınması gerektiği fikri kadar, bütün bunların ancak ev sahibi ülke şartlarına uygun olması, yerel değerlerle çatışmaması ve bir anlamda topluma uyum sağlamaya engel unsurların ortadan kaldırılmasıyla mümkün olacağı fikri yatmaktadır.
Avrupa Türkleriyle ilgili konular nispeten yeni olmakla beraber, tarihsel olarak bakıldığında Türklerle Avrupalıların ilişkilerinin çok uzun bir geçmişi olduğu görülür. Bu ilişkiler çerçevesinde Avrupa kimliğinin oluşmasında özellike Osmanlı Türklerinin önemli etkileri olduğunu söylemek mümkündür. Her kimlik inşasının iç dinamikleri olduğu kadar dış dinamikleri de vardır ki işte Avrupa kimliğinin şekillenmesi söz konusu olduğunda Osmanlı Türklerinin belirieyici dış dinamikler arasında yer aldığı söylenebilir. Her ne kadar Osmanlı Türkleri ile Avrupalılar arasında ekonomik ve kültürel ilişkiler geniş yer tutsa da, kimlik inşası söz konusu olduğunda iki blok arasındaki savaş ve çatışmaların daha ön plana çıktığı görülmektedir. Bu açıdan bakıldığında Osmanlı-Avrupa ilişkileri ekonomik ve kültürel ilişkilerden çok çatışma ve sürtüşmelerin tarihi olarak anılabilir.
Avrupalarla Türkler arasındaki ilişkiler söz konusu olduğunda dini ve kültürel kimlik te kaçınılmaz olarak devreye girmektedir. Bu açıdan bakıldığında da Avrupa kimliğinin oluşmasında karşıt kültürü temsil ettiği düşünülen Türklerin etkin bir rol oynadığını söylemek mümkündür. Öte yandan Avrupalılar da Türk kimliğinin oluşmasına benzer şekilde etki etmiştir. Gerek Osmanlının son iki yüzyılındaki batılılaşma hareketleri, gerekse Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana takip edilen politikalar, Türk toplumunun kültürel kimliğini ve ben algısını etkilemiştir. Ancak farklı dini ve etnik grupların bir arada yaşaması, dini ve kültürel çoğulcuğun korunması söz konusu olduğunda Avrupa deneyiminde zaman zaman ciddi kırılmalar yaşandığı gözlenmiştir. Buna uygarlık krizleri de denilebilir. Bu krizlerin en çarpıcı sonuçlarından biri ikinci dünya savaşında yaşanmıştır. Aynı kültür ve uygarlık köklerine sahip oldukları varsayılan Avrupa devletleri birbirleriyle savaşmakla kalmamış, dini hoşgörüsüzlüğün bir sonucu olarak Yahudi soykırımına da tanıklık etmişlerdir.
Avrupa Birliği fikrinin doğmasında da Batının yaşadığı uygarlık krizlerinin önemli bir rolü olmuştur. Temelleri ikinci dünya savaşından sonra atılan ve Avrupa devletleri arasında ekonomik işbirliğine dayalı karşılıklı dayanışmayı öngören bu yapı zamanla kültürel boyut kazanmış ve ortak bir Avrupa kimliği ve Anayasası inşa etmeyi amaçlayan bir projeye dönüşmüştür. Her ne kadar bugün ortak Avrupa Birliği değerlerinden bahsedilse de homojen, tek boyutlu ve tek kimlikli bir Avrupa Birliği’nden söz etmek henüz mümkün değildir. Türkiye’nin de tam üye olmaya çalıştığı Avrupa Birliği’nin bugün yirmi yedi üyesi bulunmaktadır. Yirmi yedi ülkenin kültürel kimlikleri ve ulusal öncelikleri birbirinden farklıdır. Bu nedenle Avrupa Birliği ülkelerinden bahsederken zihnimizde tek bir yapı, değişken olmayan bir kimlik algısı ve tüm üye ülkelerde geçerli bir politik kültür ve gelenek oluşmamalılıdır. Her ne kadar Avrupa Birliği üyesi ülkeler bazı temel konularda ortak bir görüşü benimsemiş olsa da Avrupa Birliği müktesebatı her konuyu düzenlememekte, iç hukuka geniş bir hareket alanı bırakmaktadır. Bu esneklik Avrupa Birliği üyesi ülkelerin din, kültür, kimlik, azınlıklar, göçmenler ve yabancılar konularında kendi düzenlelemelerine zemin hazırlamaktadır. İşte bu nedenle Avrupa Birliği üyesi ülkelerden bahsederken yeknesak bir yapıyla değil, üye ülkelerin öncelikleri ve siyasal geleneklerinin belirlediği bir çeşitlilikle karşı karşıya olduğumuzu belirtmekte yarar var.
Bugün Avrupa Birliği ülkelerinde 1960’lardan itibaren işçi göçüyle, Almanya başta olmak üzere, çok sayıda farklı ülkeye giden, aile birleşmesi ve vatandaşlık kazanımı ile yerleşik hayata geçen yaklaşık 4,7 milyon Türk yaşamaktadır. Avrupa Birliği ülkelerinde yaşayan Türklerin, Avrupalılarla bir arada yaşama tecrübesi söz konusu olduğunda da karşımıza siyasi, sosyal, dini, kültürel ve ekonomik değişkenlerin çıktığını görmekteyiz. Türkiye – Avrupa Birliği ilişkileri de bu bağlamda üzerinde önemle durulması gereken konular arasında yer almaktadır.
Siyasi değişkenlerden kastımız şu: AB ülkelerindeki “göçmen” ve “yabancı” topluluklara ilişkin mevcut politika ve uygulamaların tekil, yeknesak ve statik olmadığı; her ülkenin tarihsel ve toplumsal deneyimlerinin birikim ve izdüşümlerini taşıdığı; gelişen dünya şartlarına göre yeniden düzenlenebilecek esneklikte olduğu görülmektedir. AB ülkelerinde göçmen politikalarının geçirdiği evrelerin monolitik olmadığı örneğin vatandaşlık yasası, azınlıkların dil ve kültürüne bakış, çok kültürlülük söylemleri ve entegrasyon politikalarının farklılar gösterdiği varsayılmaktadır. Avrupa’daki Türklerin ortak yaşama deneyimini etkileyen en önemli unsurlardan biri siyasal modellerdir. Bu açıdan bakıldığından karşımıza üç model çıkıyor.
1. Entegrasyonist model. Fransa’nın ısrarla takip ettiği bu modelde Fransa üst kimliği, Fransız değerlerinin benimsenmesi, vatandaşlık şemsiyesi altında çok kültürlülük yapısının eritilmesi amaçlanıyor. Entegrasyon yanında asimilasyonu da çağrıştıran bu modelin istenen hedefe ulaşmadığı Fransa’da yaşayan Arap kökenli gençlerin sokak isyanı ile gündeme gelmiştir. Fransız modeli, yeterince çoğulcu ve özgürlükçü olmamakla eleştirilmektedir.
2. Çok kültürlülük modeli. İngiltere’nin öncülük ettiği bu model, farklı dini, kültürel ve etnik kimliklerin kendilerini ifade etmelerine ve kurumsallaşmalarına imkan tanımaktadır. Bu anlayışa göre farklı grupların kendi kimliklerine sahip çıkmaları ve korumları entegrasyonu engellememektedir. Bu nedenle İngiltere’de yaşayan Türkler ve diğer azınlık gruplar kendi kimliklerini korurken topluma uyum sağlama çabası göstermektedir.
3. Asimilasyonist model. Avrupa Birliği ülkelerinde göçe katı bir şekilde karşı çıkanların savunduğu bu model, azınlıkların ulusal kimlik ve bütünlük açısından tehdit oluşturduğunu savunmakta ve topluma eklemlenen yeni grupların kendi kimliklerinden bütünüyle vazgeçmelerini ve içinde yaşadıkları toplumun kimliğini tüm yönleri ile benimsemelerini savunmaktadır.
Yukarıda özetlenen bu modeller çerçevesinde oluşturulan ve sürdürülen politikalar hem Türklerin hem de diğer grupların Avrupa Birliği’ndeki toplumsal uyumlarını doğrudan etkilemektedir. Özgürlükçü modelin uygulandığı ülkelerde çatışma ve sürtüşmelerin az olduğu, kısıtlamların olduğu ülkelerde ise sürtüşme eğilimin arttığı görülmektedir. Avrupa Birliği’ndeki Türkler söz konusu olduğunda karşımıza şöyle bir manzara çıkmaktadır. Yükselen ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve İslamofobiye rağmen Avrupa’daki Türkler kendi kimliklerini koruyarak yaşadıkları ülke toplumlarına uyum sağlamaya çalışmaktadır. Uyum sağlama istek ve çabasının farklı siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik göstergeleri vardır:
AB’deki Türkler artan oranda yaşadıkları ülkelerin vatandaşlığına geçmektedir. Vatandaşlığa geçiş aslında temel hak ve özgürlükler bağlamında devlet ve toplum ile bir sözleşme imzalamak anlamına gelmektedir. Bu açıdan Türkler de vatandaş olarak yaşadıkları ülkelerin yasalarına uymaya ve topluma entegre olmaya hazır olduklarını güstermektedir. Ancak AB ülkelerindeki ayrımcılık, ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve dışlanma şeklinde kendini gösteren negatif milliyetçiliğin, Türklerin çoğunluk toplumdan soyutlanmasına, kendi içine kapanmasına neden olduğu ve dolayısıyla entegrasyonu olumsuz etkilediği görülmektedir.
AB’deki Türklerin, içinde yaşadıkları toplumlarla iç içe yaşama iradesinin bir başka göstergesi son yıllarda artan siyasi katılımdır. Hemen hemen her AB ülkesinden yerel ve ulusal düzeyde Türklerin siyasete girdiği, belediye meclislerine girdikleri ve milletvekili seçildikleri görülmektedir. Bu manada Avrupalı Türkler geleceklerini Türkiye’de değil Avrupa’da görmekte ve bu nedenle de siyasi hayata aktif olarak katılmaktadırlar.
Türklerin Avrupa’da kök salmakta olduğunun bir başka göstergesi ise artan oranda bu ülkelerde eknonomik yatırım yapmalarıdır. Sadece Almanya’da 120 binden fazla işletmenin Türkler tarafından kurulup işletildiği düşünüldüğünde, yatırım tercihlerinin Türkiye değil Almanya olduğu görülecektir. Diğer AB ülkelerinde de çok sayıda Türk işletmesi olduğu, bu manada ekonomik yatırımların önemli bir entegrasyon enstrümanına dönüştüğü söylenebilir. Ekonomik işletme ve yatırımlar yanında Türklerin Avrupa’da çok sayıda sivil toplum örgütü kurduğu, eğitim, gençlik ve kültür etkinlikleriyle içinde yaşadıkları toplumla çatışmadan bir arama yaşama gayretinde oldukları görülmektedir.
Türkler artık Avrupa’nın toplumsal ve siyasal yapısının ayrılmaz bir parşası olmuştur. Bir taraftan yukarıda da işaret edildiği gibi vatandaşlığa geçiç diğer taraftan son yıllarda sayısı hızla artan karma evliliklerin yarattığı kültürel ve dini iletişim Türkleri sosyal dokunun bir parçası haline getirmiştir.
Sosyolojik olarak bakıldığında, Avrupa Türklerinin bir arada yaşamayı mümkün kılan ve kolaylaştıran enstümanlar da geliştirdikleri görülmektedir. Bunlardan birincisi genç kuşakların melez kimlikler inşa etmesidir. Avrupa’daki üçüncü ve dördüncü kuşak gençler bir taraftan Türk kültür değerlerini benimsemekte diğer taraftan ise yaşadıkları ülke değerlerini içselleştirmektedir. İlk bakışta çelişkili görülebilecek bu tutumun, detaylı bir şekilde analiz edildiğinde sürtüşmeden çok bir arada yaşama formulü arayışı olarak ortaya çıktığı görülecektir.
Türklerin Avrupa Birliği ülkelerinin toplumsal yapılarının ayrılmaz bir parçası olduklarının bir başka göstergesi ise bu ülkelerde inşa ettikleri kurumlardır. Bu kurumların başında dini ve kültürel kimliği canlı tutan, yeniden inşa eden ve Türk toplumunda ortak aidiyet duyguları uyandıran camiler bulunmaktadır. Türklerin ve diğer müslüman toplulukların, Londra’dan Berlin’e, Paris’ten Amsterdam’a kadar inşa ettiği dini yapılar, Avrupa kentlerinin kültürel ve mimari dokusuna farklı bir renk katmakktadır. Bazı ülkelerde buna şiddetle karşı çıkılması, camilerin kentlerin mimari dokularını bozacağının iddia edilmesi çoğulculuk konusunda ne kadar mesafe katedilğini göstermesi bakımından ise ibret vericidir.
Avrupa Birliği ülkelerinde yaşayan Türklerin Avrupa Birliği projesine bakışı, Avrupa Birliği kimliğini tanımlama biçimi de Türklerin farklı kültürlerle bir arada yaşama isteğiini göstermesi bakımından anlamlıdır. Yapılan araştırmalarda Türklerin Avrupa Birliği kimliğine dini ve kültüre değil, siyasi ve ekonomik bir kimlik atfettiklerini göstermektedir. Avrupa Türkleri bu nedenle Türkiye’nin AB’ye üye olmasını da büyük oranda desteklemektedir.
Sonuç olarak Avrupa’daki Türkler açısından bakıldığında, farklı dil, kültür ve din mensupları ile birlikte yaşama konusunda Türklerin istekli oldukları, bu nedenle toplumsal hayatın her alanına katılmaya çalıştıkları, hatta çatışma, sürtüşme ve gerginliklerini azaltmak için melez kimlikler inşa ettikleri görülmektedir. Avrupa Birliği üyesi ülkeler açısında bakıldığında ise şöyle bir görünüm ortaya çıkmaktadır. Son yıllarda entegrasyonu sağlamak için Türk göçmenlerin kimliklerindeki hangi kültürel unsurların geliştirilmesi, hoş görülmesi veya bunlardan hangilerine karşı çıkılması gerektiğinin, üstü kapalı da olsa, tartışmaya açıldığı görülmektedir. Böyle bir sorunun arkasında Türk kültürel kimliği, değerleri ve inanç aidiyetlerinin tanınması gerektiği fikri kadar, bütün bunların ancak ev sahibi ülke şartlarına uygun olması, yerel değerlerle çatışmaması ve bir anlamda topluma uyum sağlamaya engel unsurların ortadan kaldırılmasıyla mümkün olacağı fikri yatmaktadır.
5 Temmuz 2008 Cumartesi
Avrupa Futbol Şampiyonası büyük bir fırsat
Futbol milli takımımız zorlu bir mücadeleden sonra Bosna-Hersek milli takımını yendi ve bu sonuçla hem Türkiye hem de Avrupa Türkleri rahat bir nefes aldı. Norveç galibiyetinden sonra ilaç gibi gelen Bosna-Hersek zaferiyle herkes sokaklara döküldü İstanbul ve diğer büyük kentlerde. 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası elemelerinde yaşadığımız stresli günler geride kaldı. Artık bütün dikkatler Avusturya ve İsviçre’nin ev sahipliğini yapacağı final maçlarına odaklanacak.
Avrupalı Türkler gerçek bir futbol şöleni izleyecek. Bu noktada iki kesim çok şanslı. Birincisi Avrupalı Türkler. Çünkü Avrupa’nın en iyi takımlarını ve en büyük yıldızlarını seyretme imkanı bulacaklar. Şölen sadece bununla sınırlı kalmayacak. Ayrıca ayaklarına kadar gelen Türk milli takımını da ellerinde bayrak ve filamalarla izleyecekler.
Düşünün! Türkiye’nin onlarca futbol kulübünden özenle seçilen genç yıldızlar Avrupa’da sahaya çıkacaklar. Türkiye’de futbolseverler bu yıldızları izleyebilmek için neler vermez neler… Ama şampiyona Türkiye’de olmadığı için ancak uzaktan izleme imkanı olacak. Halbuki Avrupalı Türkler kendilerinden bir-iki saat mesafe uzakta olan Avusturya ve İsviçre stadyumlarında yıldız futbolcularımızı izleme fırsatı bulacaklar. Bu şansı kaçırmamak lazım. Her dört yılda bir ancak böyle bir şans doğuyor. Ayrıca Türk milli futbol takımı tarihinde bu, üçüncü kez Avrupa futbol şampiyonasına katılım olacak. Yani her dört yılda katılma imkanı da olmayabiliyor.
Avrupa futbol şampiyonasındaki diğer şanslı kesim tabiî ki bize zafer şenlikleri yaşatmalarını umduğumuz yıldız futbolcularımız. Neden mi? Çünkü Türkiye’den uzakta olacaklar ama yalnız olmayacaklar. Avrupalı Türkler büyük bir coşku ile onları yalnız bırakmayacak ve tüm maçlarda destek verecekler.
Avusturya ve İsviçre Türk futbolcular için gurbet olmayacak. Hem bu ülkelerde hem de diğer Avrupa ülkelerinde yaşayan milyonlarca Türk, futbolcularımızı bağırlarına basacak, her maçta onların yanında olacak ve moral destek verecek.
Her futbolcu milli maçlarda bayrak görmek ister, İstiklal marşımızın büyük bir heyecan ve coşku ile söylenmesini ister. İşte bu noktada da yalnız kalmayacaklar. Avrupalı Türkler hem sokakları hem de stadyumları ay-yıldızlı bayraklar ile süsleyecekler. Futbolcularımız sahaya indiklerinde kendilerini yabancı bir ülkede değil, Türklerin damgasını vurduğu bir yerde bulacaklar.
Hangi takım istemez böyle bir desteği? Tabi ki hepsi ister. Ancak hiçbir Avrupa ülkesinin bu kadar fazla ülkeye yayılmış taraftarı yok. Avrupa’nın hangi şehrine ve kasabasına giderseniz gibin mutlaka Türklere rastlarsınız. Ama her yerde Alman, Fransız, İngiliz ve Yunanlıya rastlamanız mümkün değil. İşte bu nedenle Avrupa futbol şampiyonasında en büyük desteği Türk milli takımının alacağı ortada. Futbolcular ve teknik adamlar bu desteğin farkına şimdiden varmalı ve kendilerine verilecek desteğin karşılığını verebilecek inanca ve istehe ulaşmalı.
Avrupalı Türkler fedakardır. Türkiye için bütün varlıklarını feda edecek kadar Anavatanı severler. Bir kıvılcım bile yeter içlerindeki Türkiye aşkını alevlendirmek için. İşte Anavatan aşkının tazeleneceği zaman yaklaşıyor. 2008 yazında Avrupa, Türklerle bir kez daha tanışacak.
Türkiye sevdalıları olarak, Avrupa futbol şampiyonasını bir fırsata dönüştürmek zorundayız. Avrupa futbol şampiyonası en büyük ve kapsamlı reklam yapma ve imaj yaratma imkanı sunuyor. Milyonların gözü Avrupa futbol şampiyonasında olacağına göre bizim bundan yararlanmamız kaçınılmaz olacaktır.
Avrupa futbol şampiyonasını nasıl bir fırsata dönüştürürüz sorusuna farklı cevaplar verebilir bunun için çeşitli projeler üretebiliriz. Şimdiden bu konulara kafa yormanın yararlı olduğunu söyleyemeye bir gerek yok. Ancak zamanın da hızlı akıp gittiğini hatırlamakta yarar var.
Sözün özü şu: Avrupa futbol şampiyonası ülkemizi ve kültürümüzü tanıtmak, Avrupa’da daha görünür hale gelmek ve beklentilerimizi dile getirmek için inanılmaz bir fırsat sunuyor. Bize düşen bu fırsatı kaçırmamak…
Avrupalı Türkler gerçek bir futbol şöleni izleyecek. Bu noktada iki kesim çok şanslı. Birincisi Avrupalı Türkler. Çünkü Avrupa’nın en iyi takımlarını ve en büyük yıldızlarını seyretme imkanı bulacaklar. Şölen sadece bununla sınırlı kalmayacak. Ayrıca ayaklarına kadar gelen Türk milli takımını da ellerinde bayrak ve filamalarla izleyecekler.
Düşünün! Türkiye’nin onlarca futbol kulübünden özenle seçilen genç yıldızlar Avrupa’da sahaya çıkacaklar. Türkiye’de futbolseverler bu yıldızları izleyebilmek için neler vermez neler… Ama şampiyona Türkiye’de olmadığı için ancak uzaktan izleme imkanı olacak. Halbuki Avrupalı Türkler kendilerinden bir-iki saat mesafe uzakta olan Avusturya ve İsviçre stadyumlarında yıldız futbolcularımızı izleme fırsatı bulacaklar. Bu şansı kaçırmamak lazım. Her dört yılda bir ancak böyle bir şans doğuyor. Ayrıca Türk milli futbol takımı tarihinde bu, üçüncü kez Avrupa futbol şampiyonasına katılım olacak. Yani her dört yılda katılma imkanı da olmayabiliyor.
Avrupa futbol şampiyonasındaki diğer şanslı kesim tabiî ki bize zafer şenlikleri yaşatmalarını umduğumuz yıldız futbolcularımız. Neden mi? Çünkü Türkiye’den uzakta olacaklar ama yalnız olmayacaklar. Avrupalı Türkler büyük bir coşku ile onları yalnız bırakmayacak ve tüm maçlarda destek verecekler.
Avusturya ve İsviçre Türk futbolcular için gurbet olmayacak. Hem bu ülkelerde hem de diğer Avrupa ülkelerinde yaşayan milyonlarca Türk, futbolcularımızı bağırlarına basacak, her maçta onların yanında olacak ve moral destek verecek.
Her futbolcu milli maçlarda bayrak görmek ister, İstiklal marşımızın büyük bir heyecan ve coşku ile söylenmesini ister. İşte bu noktada da yalnız kalmayacaklar. Avrupalı Türkler hem sokakları hem de stadyumları ay-yıldızlı bayraklar ile süsleyecekler. Futbolcularımız sahaya indiklerinde kendilerini yabancı bir ülkede değil, Türklerin damgasını vurduğu bir yerde bulacaklar.
Hangi takım istemez böyle bir desteği? Tabi ki hepsi ister. Ancak hiçbir Avrupa ülkesinin bu kadar fazla ülkeye yayılmış taraftarı yok. Avrupa’nın hangi şehrine ve kasabasına giderseniz gibin mutlaka Türklere rastlarsınız. Ama her yerde Alman, Fransız, İngiliz ve Yunanlıya rastlamanız mümkün değil. İşte bu nedenle Avrupa futbol şampiyonasında en büyük desteği Türk milli takımının alacağı ortada. Futbolcular ve teknik adamlar bu desteğin farkına şimdiden varmalı ve kendilerine verilecek desteğin karşılığını verebilecek inanca ve istehe ulaşmalı.
Avrupalı Türkler fedakardır. Türkiye için bütün varlıklarını feda edecek kadar Anavatanı severler. Bir kıvılcım bile yeter içlerindeki Türkiye aşkını alevlendirmek için. İşte Anavatan aşkının tazeleneceği zaman yaklaşıyor. 2008 yazında Avrupa, Türklerle bir kez daha tanışacak.
Türkiye sevdalıları olarak, Avrupa futbol şampiyonasını bir fırsata dönüştürmek zorundayız. Avrupa futbol şampiyonası en büyük ve kapsamlı reklam yapma ve imaj yaratma imkanı sunuyor. Milyonların gözü Avrupa futbol şampiyonasında olacağına göre bizim bundan yararlanmamız kaçınılmaz olacaktır.
Avrupa futbol şampiyonasını nasıl bir fırsata dönüştürürüz sorusuna farklı cevaplar verebilir bunun için çeşitli projeler üretebiliriz. Şimdiden bu konulara kafa yormanın yararlı olduğunu söyleyemeye bir gerek yok. Ancak zamanın da hızlı akıp gittiğini hatırlamakta yarar var.
Sözün özü şu: Avrupa futbol şampiyonası ülkemizi ve kültürümüzü tanıtmak, Avrupa’da daha görünür hale gelmek ve beklentilerimizi dile getirmek için inanılmaz bir fırsat sunuyor. Bize düşen bu fırsatı kaçırmamak…
Uluslararası Göç ve Kadın Sempozyumu –II-
İstanbul Zeytinburnu Belediyesi tarafından düzenlenen “Uluslararası Göç ve Kadın Sempozyumu”da kendi sunduğum bildiride hangi konulardan bahsettiğime ve sonuç bildirgesine değineceğim bu yazıda. Önce kendi sunduğum bildiriden bazı görüşleri size aktarayım. “İki Kültür ve Kimliği Buluşturmak: Avrupa’da Türk Sivil Sermayesi” başlığını taşıyan bildirimde Avrupalı Türklerin ik kültür ve kimlik arasında köprü olabileceğini, Türkiye ve Avrupa’yı yakınlaştıracağını, bunun da ötesinde Batı-İslam Dünyası arasında bir iletişim kanalı işlevi görebileceğini anlattım.
Gerçekten de Avrupa Türklerinin siyaset, kültür, ekonomik birikim ve nitelikli insan gücü gibi alanlarda ciddi bir toplumsal birikime ulaştığını araştırmalar bize gösteriyor. Toplumsal sermaye veya sosyal ağları genişleyen Türklerin önemi ve gücü de artıyor. Sosyolojik açıdan bu toplumsal sermaye, bütün sosyal ağların oluşturduğu kolektif değerlerin tümünü ve bu ağlarda yer alanların karşılıklı olarak birbirleri için bir şeyler yapma eğilimini ifade ediyor. Sosyolojik araştırmalar bize Türk göçmen toplulukların da benzer birikimlere ulaştığını gösteriyor. İşte bu açıdan bakarak, Hollanda’daki Türklerden hareketle, Avrupalı Türklerin oluşturdukları toplumsal sermaye ve sosyal ağ gücünün önemli bir potansiyele ulaştığını ve bu birikimin Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerine katkılarının olabileceğini göstermeye çalıştım bildiride.
Avrupalı Türkler, çatışmacı yaklaşımın yükseldiği, medeniyetler arası çatışma tezinin taraftar bulduğu ve Türkiye’nin kültürel kimliğinden dolayı AB’den dışlanmak istendiği bir ortamda iki kültür ve kimliği (Türkiye-Avrupa/Türkiye-Batı) yakınlaştıracak potansiyele sahip görünmekte. Ancak bu potansiyelin şimdiye kadar ne Avrupa, ne de Türkiye tarafından etkin bir şekilde mobilize edilmediği de anlaşılmaktadır. Yani Türklerin bu potansiyel gücü henüz uygulama alanına geçmedi veya geçemedi. Bunun en önemli sorumlusu Türk kuruluşların tepe yöneticileri ile bu konuya şimdiye kadar gereken ilgi ve desteği göstermeyen hükümet yetkilileridir.
Avrupa’daki Türkler ya da Avrupalı Türkler, hibrid, tireli ve geçişken kimlikler inşa ediyorlar. Bir taraftan Türk kültür değerlerini yeniden üretirken, bir yandan da içinde yaşadıkları Avrupa toplumunun kültürüne yaklaiyorlar. Bunun en belirgin göstergeleri arasında, gittikçe artan oranda Türklerin yaşadıkları ülke vatandaşlığına geçmeleri, siyasal süreçlere katılmaları, siyasi parti ve sivil toplum kuruluşlarında yer almaları ve yaşadıkları toplumun tüketim alışkanlıkları benimsemeleri sayılabilir. Bunun yanında Avrupa’daki göçmenler söz konusu olduğunda bu kadar fazla sayıda ülkede sosyal ağ oluşturan başka bir guruba rastlamak da mümkün değildir.
Kimlikler, kültürler ve uygarlıklar arası diyalog ve yakınlaşma arayışları çerçevesinde, gerek demografik yapı ve coğrafi dağılımları, gerekse yukarıda işaret edilen toplumsal sermayeleri ile Avrupa Türkleri, özelde Türkiye-AB, genelde de Batı-İslam arasında bir yakınlaşma ve geçişkenlik enstrümanı olarak mobilize edilmeyi bekliyor. Böyle bir mobilizasyon ve hareketlenme olursa kimsenin tahmin edemeyeceği kadar büyük bir güç ortaya çıkar. Bu noktada yapılması gereken şey orta ve uzun vadeli stratejiler geliştirerek Avrupa Türklerinin tarihsel bir misyonu üstlenmesini sağlamak olmalıdır.
Şimdi biraz da sempozyum sonuç bildirgesinden bahsedelim: Sempozyum kadınlar ile ilgili olduğu için bildirgede de bu konu vurgulanıyor. Örneğin “Sınır ötesi göç eden ya da göç etmeye zorlanan kadınların haklarını garanti altına alacak uluslar arası mekanizmalar yetersizdir ve hakların korunması yönünde devlet sorumluluklarında boşluklar bulunmaktadır” denilerek kadınların sorunlarına dikkat çekiliyor. Öte yandan bildiri de kadın ticareti ve istismarı da gündeme getirilmektedir: “İnsan ticareti ile cinsiyet ayrımcılığı, yoksulluk ve mahrumiyetin çok açık bir ilişkisi vardır. Örgütlü bir suç olan insan ticaretinin mağdurları daha çok kadın ve çocuklardır. Kadının insan haklarının korunması ve geliştirilmesi, kadınlara karşı her türlü ayrımcılığın önlenmesi devletlerin sorumluluğundadır. Çoğunlukla kadın ve kız çocuklarının cinsel istismarı şeklinde görünen insan ticareti konusunda ülkemiz mücadele kararlılığı içerisindedir. Mücadele stratejisinde yasal düzenlemeler ve bunların etkin kullanımı, uygun emniyet gücü, sanıktan çok mağdura odaklanmış anlayışın benimsenmesi, bu suçla mücadelenin vazgeçilmez unsurları olacaktır. “
Son derece başarılı geçen sempozyum geride tartışılası gereken fikirler bıraktı. Bunun yanında çözüme yönelik projeler üreterek karar vericilere sundu. Umarız sempozyumda gündeme getirilen konular ve önerilen çözümler, göçlerin neden olduğu travmaların hafifletilmesine katkıda bulunulur.
Gerçekten de Avrupa Türklerinin siyaset, kültür, ekonomik birikim ve nitelikli insan gücü gibi alanlarda ciddi bir toplumsal birikime ulaştığını araştırmalar bize gösteriyor. Toplumsal sermaye veya sosyal ağları genişleyen Türklerin önemi ve gücü de artıyor. Sosyolojik açıdan bu toplumsal sermaye, bütün sosyal ağların oluşturduğu kolektif değerlerin tümünü ve bu ağlarda yer alanların karşılıklı olarak birbirleri için bir şeyler yapma eğilimini ifade ediyor. Sosyolojik araştırmalar bize Türk göçmen toplulukların da benzer birikimlere ulaştığını gösteriyor. İşte bu açıdan bakarak, Hollanda’daki Türklerden hareketle, Avrupalı Türklerin oluşturdukları toplumsal sermaye ve sosyal ağ gücünün önemli bir potansiyele ulaştığını ve bu birikimin Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerine katkılarının olabileceğini göstermeye çalıştım bildiride.
Avrupalı Türkler, çatışmacı yaklaşımın yükseldiği, medeniyetler arası çatışma tezinin taraftar bulduğu ve Türkiye’nin kültürel kimliğinden dolayı AB’den dışlanmak istendiği bir ortamda iki kültür ve kimliği (Türkiye-Avrupa/Türkiye-Batı) yakınlaştıracak potansiyele sahip görünmekte. Ancak bu potansiyelin şimdiye kadar ne Avrupa, ne de Türkiye tarafından etkin bir şekilde mobilize edilmediği de anlaşılmaktadır. Yani Türklerin bu potansiyel gücü henüz uygulama alanına geçmedi veya geçemedi. Bunun en önemli sorumlusu Türk kuruluşların tepe yöneticileri ile bu konuya şimdiye kadar gereken ilgi ve desteği göstermeyen hükümet yetkilileridir.
Avrupa’daki Türkler ya da Avrupalı Türkler, hibrid, tireli ve geçişken kimlikler inşa ediyorlar. Bir taraftan Türk kültür değerlerini yeniden üretirken, bir yandan da içinde yaşadıkları Avrupa toplumunun kültürüne yaklaiyorlar. Bunun en belirgin göstergeleri arasında, gittikçe artan oranda Türklerin yaşadıkları ülke vatandaşlığına geçmeleri, siyasal süreçlere katılmaları, siyasi parti ve sivil toplum kuruluşlarında yer almaları ve yaşadıkları toplumun tüketim alışkanlıkları benimsemeleri sayılabilir. Bunun yanında Avrupa’daki göçmenler söz konusu olduğunda bu kadar fazla sayıda ülkede sosyal ağ oluşturan başka bir guruba rastlamak da mümkün değildir.
Kimlikler, kültürler ve uygarlıklar arası diyalog ve yakınlaşma arayışları çerçevesinde, gerek demografik yapı ve coğrafi dağılımları, gerekse yukarıda işaret edilen toplumsal sermayeleri ile Avrupa Türkleri, özelde Türkiye-AB, genelde de Batı-İslam arasında bir yakınlaşma ve geçişkenlik enstrümanı olarak mobilize edilmeyi bekliyor. Böyle bir mobilizasyon ve hareketlenme olursa kimsenin tahmin edemeyeceği kadar büyük bir güç ortaya çıkar. Bu noktada yapılması gereken şey orta ve uzun vadeli stratejiler geliştirerek Avrupa Türklerinin tarihsel bir misyonu üstlenmesini sağlamak olmalıdır.
Şimdi biraz da sempozyum sonuç bildirgesinden bahsedelim: Sempozyum kadınlar ile ilgili olduğu için bildirgede de bu konu vurgulanıyor. Örneğin “Sınır ötesi göç eden ya da göç etmeye zorlanan kadınların haklarını garanti altına alacak uluslar arası mekanizmalar yetersizdir ve hakların korunması yönünde devlet sorumluluklarında boşluklar bulunmaktadır” denilerek kadınların sorunlarına dikkat çekiliyor. Öte yandan bildiri de kadın ticareti ve istismarı da gündeme getirilmektedir: “İnsan ticareti ile cinsiyet ayrımcılığı, yoksulluk ve mahrumiyetin çok açık bir ilişkisi vardır. Örgütlü bir suç olan insan ticaretinin mağdurları daha çok kadın ve çocuklardır. Kadının insan haklarının korunması ve geliştirilmesi, kadınlara karşı her türlü ayrımcılığın önlenmesi devletlerin sorumluluğundadır. Çoğunlukla kadın ve kız çocuklarının cinsel istismarı şeklinde görünen insan ticareti konusunda ülkemiz mücadele kararlılığı içerisindedir. Mücadele stratejisinde yasal düzenlemeler ve bunların etkin kullanımı, uygun emniyet gücü, sanıktan çok mağdura odaklanmış anlayışın benimsenmesi, bu suçla mücadelenin vazgeçilmez unsurları olacaktır. “
Son derece başarılı geçen sempozyum geride tartışılası gereken fikirler bıraktı. Bunun yanında çözüme yönelik projeler üreterek karar vericilere sundu. Umarız sempozyumda gündeme getirilen konular ve önerilen çözümler, göçlerin neden olduğu travmaların hafifletilmesine katkıda bulunulur.
Uluslararası Göç ve Kadın Sempozyumu –I-
1-2 Aralık 2007 tarihlerinde, İstanbul Zeytinburnu Belediyesi uluslar arası bir konferansa ev sahipliği yaptı. Altmıştan fazla konuşmacının bildiri sunduğu sempozyum “Uluslararası Göç ve Kadın Sempozyumu” ana başlığını taşıyordu. Sempozyumda göçmen kadınların yaşadığı bir dizi sorun gündeme getirildi. Sağlık, eğitim, istihdam, entegrasyon, aile içi sorunlar ve kültür çatışmaları ele alındı. Avrupa’nın hemen her ülkesinden gelenler yaşadıkları ülkede karşılaştıkları sorunları dile getirdi.
Dikkatimi çeken noktalardan biri İngiltere’den katılımcı olmayışı idi. Sempozyuma ben de konuşmacı olarak katıldım. Benden istenen konuşmanın konusu Avrupalı Türklerin, Türkiye-AB arasında köprü olup olamayacakları idi. Sunduğum bildirinin başlığı “İki Kültür ve Kimliği Buluşturmak: Avrupa’da Türk Sivil Sermayesi” idi. Bildirinin ana hatlarını sizinle paylaşmak istiyorum.
Bildiride sosyal bilimler alanında son yıllarda gittikçe önem kazanan toplumsal sermaye ve sosyal ağ kuram ve yaklaşımları çerçevesinden hareketle, Avrupa Birliği ülkelerinde yaşayan Türklerin nüfus, ekonomik güç, siyasi katılım ve sivil kuruluşlarına dayalı oluşturdukları sosyal sermaye ve ağlarının etkilerini inceledim. Ayrıca Avrupa’daki Türklerin oluşturdukları sivil sosyal sermayenin iki kültür ve kimlik arasında köprü kurma potansiyelinin ne olduğu, Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri söz konusu olduğunda bu potansiyelin nasıl mobilize edilebileceği soruları üzerinde durdum.
Kimlikler ve Kültürler: Uzlaşmacı ve Çatışmacı Yaklaşım
Avrupa’daki Türklerin sosyal sermayesine ilişkin bulguları analiz etmeden önce üzerinde durulması gereken önemli bir konu var. O da göç, entegrasyon, vatandaşlık ve aidiyet gibi konuların tartışıldığı günümüzdeki sosyo-kültürel ve sosyo-politik gerçekliktir. Özellikle Avrupa’daki Türkler ve Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri söz konusu olduğunda işaret edilen bu gerçekliğe ilişkin iki yaklaşımın ortaya çıktığını görüyoruz.
Bunlardan biri “uzlaşmacı” yaklaşımdır. Bu yaklaşıma göre Avrupa demokrasi, insan hakları ve çoğulculuk ilkelerini benimseyen ve yaşatan bir uygarlık havzası olarak sonradan buraya gelen kültürlere ve gruplara hoşgörülü olmalı, farklılıkları bir zenginlik olarak görmeli ve faklı olanı “ötekileştirmeden” toplumsal hayata entegre edebilmelidir. Bu yaklaşımın siyasi projedeki karşılığının örnekleri arasında İngiltere’deki çok kültürlülük anlayışı ve Hollanda’da iki binli yıllara kadar süren ancak son yıllarda çözülmeye başlayan liberal politikalar gösterilebilir. Ne var ki uzlaşmacı yaklaşımı benimseyen ve destekleyenlerin sesleri cılız çıkmakta, savundukları politikalar artan oranda eleştirilmekte ve etkileri de gün geçtikçe azalmaktadır.
Bu konudaki diğer yaklaşım ise “çatışmacı” yaklaşımdır. Bu yaklaşım, Avrupa uygarlığını homojen bir kültürel yapı olarak görme eğilimindedir. Bu nedenle göçmenler ve onların temsil ettiği kültürel değerler ile Avrupa değerleri arasında biz uyum ve uzlaşmanın olması beklenemez. Bu uzlaşmazlığın ortadan kaldırılması içinde çok kültürlü bir toplumsal hayat ve siyasi proje yerine daha homojenleştirici bir kimliğin benimsenmesi öngörülmektedir. Fransa’nın ısrarla takip ettiği entegrasyon politikası, farklılıkları göz ardı eden siyasi projelerin en bilinen örnekleri arasında yer alır. Ancak, Fransa’nın uzun yıllardır takip ettiği entegrasyonist ve bir dereceye kadar da asimilasyonist politikaların pek başarılı olmadığı, binlerce göçmen kökenli gencin bu ülkede sokaklara dökülmesi ile görülmüş oldu. Bugün geldiğimiz noktada tartışılan konu şu: Çoğulculuğu ve farklılığı göz ardı etme eğiliminde olan entegrasyonist projemi mi, yoksa farklı kimlikleri ötekileştirme eğiliminde olmayan ve her kültüre var olma hakkı tanıyan çok kültürlülük projesi mi daha başarılıdır?
Özellikle 11 Eylül 2001 terör olaylarından sonra daha açık ve net olarak ifade edilen çatışmacı görüşler, Samuel Huntington’un “medeniyetler çatışması” tezinin daha geniş kitleler tarafından tartışılması ve desteklenmesine neden olmuştur. “Uzlaşmacı” yaklaşımı benimseyenlerin söylemleri sadece sınırlı bir kesim tarafından duyulurken, çatışmacı söylemi dile getiren politikacı, aydın ve gazetecilerin iddiaları çok daha geniş bir kesime yayılmıştır. Bu süreçte üretilen korkular, kaygılar, endişeler ve tehdit algılamalarının hedefi ise genel olarak göçmenler, mülteciler ve yabancılar, özel olarak ise Batı’nın yeni ötekisi olarak görülen müslümanlar olmuştur. Avrupa’daki Türkler ve AB-Türkiye ilişkileri de bu çatışmacı yaklaşımdan nasibini almıştır.
Hafyata bildiride dile getirdiğim diğer konuları ve sonuç bildirisini sizinle paylaşacağım. Sempozyumla ilgili daha geniş bilgi için bkz. http://www.gocvekadin.org
Dikkatimi çeken noktalardan biri İngiltere’den katılımcı olmayışı idi. Sempozyuma ben de konuşmacı olarak katıldım. Benden istenen konuşmanın konusu Avrupalı Türklerin, Türkiye-AB arasında köprü olup olamayacakları idi. Sunduğum bildirinin başlığı “İki Kültür ve Kimliği Buluşturmak: Avrupa’da Türk Sivil Sermayesi” idi. Bildirinin ana hatlarını sizinle paylaşmak istiyorum.
Bildiride sosyal bilimler alanında son yıllarda gittikçe önem kazanan toplumsal sermaye ve sosyal ağ kuram ve yaklaşımları çerçevesinden hareketle, Avrupa Birliği ülkelerinde yaşayan Türklerin nüfus, ekonomik güç, siyasi katılım ve sivil kuruluşlarına dayalı oluşturdukları sosyal sermaye ve ağlarının etkilerini inceledim. Ayrıca Avrupa’daki Türklerin oluşturdukları sivil sosyal sermayenin iki kültür ve kimlik arasında köprü kurma potansiyelinin ne olduğu, Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri söz konusu olduğunda bu potansiyelin nasıl mobilize edilebileceği soruları üzerinde durdum.
Kimlikler ve Kültürler: Uzlaşmacı ve Çatışmacı Yaklaşım
Avrupa’daki Türklerin sosyal sermayesine ilişkin bulguları analiz etmeden önce üzerinde durulması gereken önemli bir konu var. O da göç, entegrasyon, vatandaşlık ve aidiyet gibi konuların tartışıldığı günümüzdeki sosyo-kültürel ve sosyo-politik gerçekliktir. Özellikle Avrupa’daki Türkler ve Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri söz konusu olduğunda işaret edilen bu gerçekliğe ilişkin iki yaklaşımın ortaya çıktığını görüyoruz.
Bunlardan biri “uzlaşmacı” yaklaşımdır. Bu yaklaşıma göre Avrupa demokrasi, insan hakları ve çoğulculuk ilkelerini benimseyen ve yaşatan bir uygarlık havzası olarak sonradan buraya gelen kültürlere ve gruplara hoşgörülü olmalı, farklılıkları bir zenginlik olarak görmeli ve faklı olanı “ötekileştirmeden” toplumsal hayata entegre edebilmelidir. Bu yaklaşımın siyasi projedeki karşılığının örnekleri arasında İngiltere’deki çok kültürlülük anlayışı ve Hollanda’da iki binli yıllara kadar süren ancak son yıllarda çözülmeye başlayan liberal politikalar gösterilebilir. Ne var ki uzlaşmacı yaklaşımı benimseyen ve destekleyenlerin sesleri cılız çıkmakta, savundukları politikalar artan oranda eleştirilmekte ve etkileri de gün geçtikçe azalmaktadır.
Bu konudaki diğer yaklaşım ise “çatışmacı” yaklaşımdır. Bu yaklaşım, Avrupa uygarlığını homojen bir kültürel yapı olarak görme eğilimindedir. Bu nedenle göçmenler ve onların temsil ettiği kültürel değerler ile Avrupa değerleri arasında biz uyum ve uzlaşmanın olması beklenemez. Bu uzlaşmazlığın ortadan kaldırılması içinde çok kültürlü bir toplumsal hayat ve siyasi proje yerine daha homojenleştirici bir kimliğin benimsenmesi öngörülmektedir. Fransa’nın ısrarla takip ettiği entegrasyon politikası, farklılıkları göz ardı eden siyasi projelerin en bilinen örnekleri arasında yer alır. Ancak, Fransa’nın uzun yıllardır takip ettiği entegrasyonist ve bir dereceye kadar da asimilasyonist politikaların pek başarılı olmadığı, binlerce göçmen kökenli gencin bu ülkede sokaklara dökülmesi ile görülmüş oldu. Bugün geldiğimiz noktada tartışılan konu şu: Çoğulculuğu ve farklılığı göz ardı etme eğiliminde olan entegrasyonist projemi mi, yoksa farklı kimlikleri ötekileştirme eğiliminde olmayan ve her kültüre var olma hakkı tanıyan çok kültürlülük projesi mi daha başarılıdır?
Özellikle 11 Eylül 2001 terör olaylarından sonra daha açık ve net olarak ifade edilen çatışmacı görüşler, Samuel Huntington’un “medeniyetler çatışması” tezinin daha geniş kitleler tarafından tartışılması ve desteklenmesine neden olmuştur. “Uzlaşmacı” yaklaşımı benimseyenlerin söylemleri sadece sınırlı bir kesim tarafından duyulurken, çatışmacı söylemi dile getiren politikacı, aydın ve gazetecilerin iddiaları çok daha geniş bir kesime yayılmıştır. Bu süreçte üretilen korkular, kaygılar, endişeler ve tehdit algılamalarının hedefi ise genel olarak göçmenler, mülteciler ve yabancılar, özel olarak ise Batı’nın yeni ötekisi olarak görülen müslümanlar olmuştur. Avrupa’daki Türkler ve AB-Türkiye ilişkileri de bu çatışmacı yaklaşımdan nasibini almıştır.
Hafyata bildiride dile getirdiğim diğer konuları ve sonuç bildirisini sizinle paylaşacağım. Sempozyumla ilgili daha geniş bilgi için bkz. http://www.gocvekadin.org
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Endonezya’da yeni hükümetin öncelikleri hangi konular?
Nüfus bakımından dünyanın en büyük dördüncü ülkesi olan Endonezya, 280 milyonluk nüfusu ile en büyük İslam ülkesi. G20 üyesi olan Endonezya ...
-
Prof. Dr. Talip Küçükcan Yükseköğretim bütün ülkeler için stratejik bir alan ve önemli bir ekonomik sektör. Üniversiteler nitelikli insan ...
-
Türkiye ve Endonezya arasındaki ikili ilişkiler olumlu ilerliyor. İki ülke arasında 2022 yılında Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi ...
-
Prof. Dr. Talip Küçükcan Endonezya Küreselleşme diye tanımladığımız olgu, soyut anlamda fiziki sınırları aşan bir hareketlilikle devam e...