1- Avrupa'nın Müslümanlarla ilk ciddi karşılaşması Endülüs İslam Devleti sayesinde oldu. Bugünkü İspanya, Portekiz ve Prenelere kadar Fransa'yı içine alan bir coğrafyaya yayılan Müslümanlar, tarihleri boyunca bir "öteki" icad etmekte mahir olan batılıların en dişli "ötekisi" haline geldi. 11 Eylül'ün ardından Avrupa'ya da sıçrayan ve son olarak Hollanda'daki Müslümanlara yönelik artan şiddet, bu tarihselliğin nüksetmesi olarak algılanabilir mi? Yani Batının bilinçaltındaki Haçlı Ruhu, bu vesilelerle yine hortluyor mu?
CEVAP:
Kolektif kimliklerin oluşmasında “öteki” olarak tanımlanan toplulukların belirgin bir etkisinin olduğu sosyolojik bir gerçek. Batı kimliğinin oluşmasında İslam kuşkusuz başlıca “öteki” rolünü oynamıştır. Özellikle kolektif Hıristiyan dini kimliğinin inşasında İslam dünyası ile yüz yüze gelmenin, uzun asırlar süren sürtüşme ve çatışmaların etkisi olmuştur. Batı kamuoyunda İslami tehdit olarak algılanmasının tarihsel kökenleri vardır. Örneğin Fransız yazar Maxime Rodinson, Batı Hıristiyanlığının İslamiyeti bir problem olarak görmeye başlamadan çok önce bir tehdit ve tehlike olarak algılamaya başladığını belirttir. Albert Hourani’ye göre de İslamiyet ortaya çıktığı ilk andan itibaren Batılı Hıristiyanlar için bir sorun olmuştur. İslam ve Batı arasındaki ilişkiler iki ayrı uygarlığın mücadelesi olarak devam etmiş ve her ne kadar zaman zaman birbirinden etkilenmiş olsalar da geriye sürtüşmelerle dolu bir miras bırakmıştır. Batı sömürgeciliğinin İslam coğrafyasında bıraktığı izler hala canlılığını koruyor.
Osmanlı ile Viyana kapılarına yani Avrupa’nın merkezine kadar ulaşan bir “tehdit” ve “tehlike” olarak görülen Müslümanlar 11 Eylül ile tekrar aynı konumda algılanmaya başlamıştır. Bu tarihten önce de var olan “İslamofobi” (İslam korkusu) ciddi bir yükseliş trendi kazanmıştır. Haçlı ruhu olarak tanımlamak mümkün olmasa da Batı bilinçaltına yerleştirilen İslam korkusu tekrar hissedilmeye başlanmıştır denilebilir. 11 Eylül ile birlikte zaten kurumsallaşmakta olan ve geniş bir tabana yayılmakta olan İslamofobi (İslam korkusu) dizginlerinden tamamen boşandı.
2- Avrupa'daki Müslümanların, Batılı yaşam tarzına entegre olmaması ya da çok yavaş bir seyirde asimile olmasında İslam'ın etkisi ne ölçüdedir?
CEVAP: Dini kimlikler yabancılaşma, kültürel sürtüşme ve savrulmalar karşısında en kuvvetli kalkan olarak karşımıza çıkmaktadır. Dini inanç ve semboller müminler için koruyucu kalkan olmanın yanında, toplumsal varoluş kimliklerini tanımlama ve sürdürmede de kaynaklık etmektedir. Batıda, farklı hayat biçimleri, siyasi kültürler ve toplumsal ilişkilerle karşı karşıya gelen Müslümanlar için İslami inançlar bir siper olmaktadır. Aslında çokkültürlü ve liberal toplumlarda bunun bir sakıncası yok. Herkes kendi inancını yaşatma hakkında sahip. Ancak söz konusu Müslümanlar olunca hemen dini inançların uzlaşma, toplumsal değerler ile barışma ve uyum içinde yaşamaya engel olduğu propagandası yapılıyor. Bu tür yaklaşımlar çokkültürlü ve eşitlikçi anlayışla bağdaşmıyor. Herkes gibi Batıdaki Müslümanların da dinlerine sahip çıkma ve onu günlük hayatlarında yaşama hakkı olmalıdır.
3- Haçlı Seferleri'nin yalınkat bir çapulcu saldırısı olmadığı tarihi bir gerçek. Bu bir "ortak değer etrafında" birleşemeyen Avrupa'nın bir "ortak düşmana karşı" birleştirilmesi projesi. Acaba, bu proje, paramparça olmuş İslam dünyasının yeniden toparlanmasına ve yeni güç odaklarının zuhuruna katkıda bulunmuş mudur?
CEVAP:
İslam dünyası geçmişte büyük bir medeniyet oluşturmuştur. Bir medeniyet inşası için gereken bütün alt yapı üretilmişti. Yani siyasi, askeri, ekonomik ve ilmi güç ve birikim evrensel bir medeniyetin inşası ve yayılmasında katalizör rol oynamıştı. İslam dünyası Osmanlı imparatorluğunun çöküşü ile bu medeniyeti temsil eden siyasi ve askeri güçten mahrum kaldı. Ulus devletlerin kurulması ile paramparça oldu. Saldırı, tehdit ve sürtüşmeler kuşkusuz siyasi ve kültürel ortaklıkları olan toplulukları ortak çatılar altında toplayabilir. Ancak İslam medeniyeti tehdit algısından değil fikri özgünlük ve bunu toplumsal-siyasal hayata yansıtabilme gücü ve isteğinden üretilmişti. Ayrıca aklı ve vahyi sentezleyen düşünce/inanç dengesine dayalı yapısıyla zirvedeki varlığını uzun süre devam ettirdi. Konuya bu açıdan bakıldığında karşımıza çıkan manzara parçalanmış İslam dünyasının ortak değerler/amaçlar etrafında birleşmesinden çok ulus devletler bazında yeni oluşumlar şeklinde kendisini göstermiştir denilebilir.
4- İslam'ın son "vurucu gücü" olan Osmanlı, İslam'ın Batıya doğru çok engelli koşusunu sürdürmüştü. Ancak en sonunda Batılılaşmada karar kılınmış olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Batı ile tekrar bir 'izdivaç' talebinde bulunmamızın sonucu sizce reye varır?
CEVAP:
Osmanlının son dönemlerinde Batılılaşma bir arayışın sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Geleneğin yeniden üretilememesi, ekonomik durgunluk, askeri ve teknolojik yeniliklerin gerçekleştirilememesi gibi nedenlerden dolayı imparatorluk ciddi sorunlarla karşı karşıya kalmıştır. Fransız devrimi ile Batıda başlayan gelişmeler Osmanlı aydın ve yönetim kadrosunu etkilemiştir. Batılılaşma karşıtı olanların imparatorluğun sorunlarının çözümü için önerdikleri etkili olmamıştır. Aslında Batılılaşma ilk dönemlerde imparatorluğu kurtarmak için bir çare olarak görülmüştür. Özellikle ekonomi, teknoloji ve askeri alandaki yenilikler eğitim vasıtasıyla aktarılmıştır. Ne var ki bu alandaki yeniliklerin tümü aslında bir fikri paket ile ülkeye gelmiştir. Batılı eğitim alanların seçkin bir sınıf oluşturması ve yönetim mekanizmalarında etkin konuma geçmesi ile birlikte bu devletin resmi politikası haline dönüşmüştür. Türkiye Cumhuriyeti de bu mirası devralmış ve hızlandırarak reformlar aracılığıyla sürdürmüştür.
Tarihsel ve sosyolojik olarak bakıldığında güçlü toplumların fikri bakımdan zayıf veya gerileme sürecinde olan toplulukları etkilediği bir gerçektir. Osmanlı da bunu yaşamıştır. Aslında uygarlıklar düzeyinde de benzer bir durum söz konusudur. İslam uygarlığının dinamik biçimde üretildiği ve askeri/ekonomik başarıların devam dönemlerde Osmanlı Batı düşüncesinden etkilenmemiştir. Tam tersine Osmanlı topraklarındaki bazı pratikler batılılar tarafından taklit edilmiştir. Tarihsel olarak biraz daha geriye gidildiğinde İslam uygarlığının zirve isimlerinden İbni Sina ve Farabi gibi düşünürlerin batılıların zihin ve eğitim dünyasın derin etkiler bıraktığını söylemek mümkündür. Modern dönemde de benzer bir durum söz konusudur. Türkiye siyasi çıkar çatışmalarının ve yozlaşmanın girdabında savrulan bir ülke görünümü vermektedir. Batı saydam, demokrat ve gelişmiş görüntüsü ile tekrar bir kurtuluş yolu olarak görülmektedir. Uygarlık birikimlerini kullanmak anlamında Batıyla partnerlik kurmanın bir sorun olacağını sanmıyorum. Ancak bu özellikle kendine güveni olan, kendi kültürel değerlerini modern dönemlerde de tekrar üretebilme derinliğine sahip topluluklar için geçerlidir. Toplumlar gittikçe küreselleşen dünyamızda kendi gettolarında yaşayamaz artık. Öteki ile iletişim kurmak, kendini yeniden tanımlamak ve konumlandırmak zorundadır. Bu açıdan bakıldığında Batı ile yüzleşmek yararlı olacaktır. Korkunun ecele faydası yok. Türkiye kendi kültürel değerlerini yeniden keşfetmek ve uygarlık birikimini dış dünyaya taşımak zorundadır. Gerek batı gerekse doğu ile iletişim kurmak ve yakınlıklar tesis etmek bu açıdan zararlı değil tam tersine yararlı olacaktır.
5- Özellikle 1990’larla birlikte “Avrupa İslamı” kavramı sıkça tartışılmaya başladı. Diasporadaki Müslüman aydınların ortaya attığı bu kavramın, negatif bir dönüştürücü etkisi ve bir Batı kompleksi barındırdığını düşünüyor musunuz?
CEVAP:
Avrupa-İslamı kavramını ilk ortaya atanlar Müslümanlar değil batılı aydınlar olmuştur. Avrupa-İslamı inşasının temel amacı Avrupa ülkelerinde yaşayan Müslümanların geldikleri ülkelerle olan bağlarını koparmak. Avrupa’daki Müslümanlar topluluklar ve kurumlar ile dini hareketler söz konusu Müslümanların geldikleri ülkelerden esinlenmiştir. Grup ve kuruluşların merkezleri aslında göçmenleri gönderen ülkelerde. Bugün Batı ülkelerindeki müslüman topluluklar arasındaki İslami hareketlere bakıldığında şöyle bir manzara ile karşılaşılır. Batıdaki yaygın İslami hareketler ve guruplar gelinen ülkelerdeki hareket ve gurupların damgasını taşımaktadır. Bu anlamda Avrupa’da ortaya çıkan ve buraya özgü hareketlerin varlığından değil, çeşitli İslam ülkelerinde ortaya çıkmış ve Avrupa’daki müslümanlar arasında yayılmış hareketlerden söz etmek mümkündür.
Bu durum Avrupalıları rahatsız ediyor. Bu nedenle Avrupa-İslamı inşası sürecini destekliyorlar. Öte yandan Avrupa’da yetişen Müslüman genç kuşaklar da tabiiki aldıkları eğitim ve maruz kaldıkları sosyalleşme süreçlerinin bir parçası olarak farklı din algısı geliştiriyor. Her ne kadar İslamın mesajı evrensel olsa da din anlayışı toplumdan topluma, coğrafyadan coğrafyaya değişiyor.
Avrupalı bazı gözlemcilere göre Avrupa’da doğup büyüyen müslümanlar arasında yeni bir İslam anlayışı gelişmektedir. Bunlar iddialarını çeşitli guruplardan bağımsız olarak açılmaya başlayan camiler ve bazı gençler arasındaki yayılmakta olan fikirlere ilişkin gözlemlerine dayandırmaktadır. İddiaya göre oluşum sürecindeki Avrupa İslamı daha liberal özellikler taşımaktadır. Ne var ki bunun dışında da Avrupa İslamını tanımlayacak ya da içeriğini anlatacak bir açıklama yapılmamaktadır. Kuşkusuz Avrupa’da doğup büyüyen, yaşadıkları ülke okullarında eğitim gören, bu ülke şartlarında sosyalleşen ve kimlik inşa eden müslüman topluluklara mensup gençlerin anne-babalarından daha farklı bir din anlayışı geliştirmeleri doğaldır. Ancak bu anlayış farklılığını Avrupa İslamı biçiminde tanımlamak ve bu tanıma sadece liberal bazı anlamlar yüklemek biraz abartılı bir anlatım gibi gözükmektedir. Yeni bir İslam anlayışı inşası için öncelikle sağlam bir eğitim temelinin bulunması, ana kaynaklara erişimin sorunsuz olması ve hepsinde de öte yeni bir anlayış geliştirecek derinlikte kültürel birikim ve entelektüel sermayenin kazanılmış olması gerekir. Batıdaki müslüman toplulukların ne eğitim ne de bilgi derinliği açısından böyle bir sermaye birikimine sahip olduğunu söylemek için henüz çok erken. Avrupalı müslümanların kendi entelektüellerini ve fikri geleneklerini oluşturmadan yeni bir İslam anlayışı geliştirmeleri mümkün değildir. Bugün bazılarının Avrupa İslamı olarak tanımladıkları ılımlı İslam anlayışı sadece Avrupa’da değil Türkiye de dahil zaten bir çok İslam ülkesinde kendisine yer bulmaktadır.
Avrupa İslamı diye farklı bir anlayışın oluşabilmesi için Avrupa ülkelerinde yaşayan müslümanların fikri açıdan özgürleşmesi ve geldikleri ülke geleneklerini eleştirel bir şekilde değerlendirebilecek felsefi yeterlilik ve bağımsızlık düzeyine ulaşmış olmaları gerekir. Böyle bir özgürleşme olmadan yeni fikirlerin üretilmesi mümkün olmayacaktır.
6- Genç Avrupalı Müslümanlar, bu projelerle modern hayata çabucak adapte olup "kimlik sorununu" gerçekten de aşabilir mi?
CEVAP:
Avrupa’da kimlik sorunu yaşayan sadece Müslüman gençler değil. Avrupalılar da ciddi kimlik kırılmaları ile karşı karşıya. Artık demografik, sosyal ve kültürel açından homojen bir Avrupa ve Avrupa kimliğinden bahsetmek mümkün değil. Avrupa’da 13 milyon Müslüman yaşıyor. Balkanlardaki Müslümanlarla bu rakam 30 milyonu, Türkiye’nin AB’ye üyeliği durumunda ise 100 milyonu bulacak. Bu Avrupa’da derin kimlik tartışmalarına neden olmuştur. Müslümanları da içinde barındıran bir Avrupa kimliği nasıl tanımlanmalıdır sorusunu saygın düşünürler tartışmaya başlamıştır. O nedenle hem Avrupalıların hem de Müslümanların kimlik krizleri veya sürtüşmeleri ile sorunlarının çözümü Avrupa-İslamı inşasından çok Avrupa kimliğinin yeniden ve daha kapsamlı tanımlanmasında yatmaktadır. Kuşkusuz genç Müslümanlar kimlik sürtüşmelerinden en çok etkilenen gruplar arasında yer almaktadır. Din özellikle diyasporada çok güçlü bir kimlik kaynağı olarak karşımıza çıkmaktadır. Dini ve kültürel değerlerin yeniden inşası ve kimlik kaynağı olarak gençler tarafından benimsenmesi karşılaştıkları sürtüşme ve bunalımlarla başa çıkma süreçlerini olumlu yönde etkileyecektir. Bilgi ve kültürle donanmış bir gençli kendi gettosundan çıkarak toplumun bütün kesimleri ile iletişim kurarak uyum sürecinin içinde yer alabilir. Kimlik sürekli değişen ve yeniden tanımlanan dinamik bir inşa ve algıdır. Statik ve donuk değildir. Avrupalı Müslümanlar da içinde yaşadıkları toplumla çatışmadan birlikte yaşamanın formülünü aramak ve kimliklerini yeniden tanımlamak durumundadır. Müslümanlar, geldikleri ülkelerin siyasi ve dini havasını sürekli olarak Avrupa’ya taşıma işine son vermelidir. Kendi düşünürlerini ve ilim adamlarını yetiştirerek kendi ayakları üzerinde durmanın yollarını aramalıdır.
7- 11 Eylül'ün ardından hem ABD'nin, hem de AB'nin Türkiye'ye bakışı, salt jeopolitik gerekçelerin ötesine geçti. Türkiye'nin AB üyeliği tartışması, müzakere tarihinin yakınlaşmasıyla din/kültür/medeniyet alanına kayıyor. Buradan hareketle şunu söyleyebilir miyiz; İslam'ın meydan okuyuşuna karşı Türkiye kalkan olarak kullanılmak isteniyor olabilir mi?
CEVAP:
Halkının büyük bir çoğunluğu Müslüman olan bir ülkenin diğer İslam ülkelerine karşı kalkan olarak kullanılması düşünülemez. İslamın meydan okuyuşu ne yazık ki entelektüel ve fikri olmaktan çok siyasi söylem olarak karşımıza çıkıyor. Bugün İslam dünyasına bakıldığında bir perişanlığın hüküm sürdüğünü görüyoruz. Bir çok İslam ülkesinde halk otoriter rejimlerin baskısıyla eziliyor. Siyasi yapılar katılımcı değil. Ekonomik göstergeler kötü. Dünyaya kapalı sistemler var yoksulluk diz boyu. Böyle bir manzarası olan İslam dünyası kime nasıl meydan okuyabilir? Müslümanlar dış dünyayı eleştirdikleri kadar kendi iç yapılarını da eleştirmek zorundadır. Kendi içindeki çıkmazları, çelişkileri ve duyarsızlıkları görmezden gelen ve bunların çözümü için adım atmayan bir İslam dünyası hangi kaynakları ve gücü ile meydan okuyacak? Ayrıca şunu da ilave etmek gerekir ki Avrupa’da Türkiye’nin üyeliğine kültürel ve dini gerekçelerle sert tepkiler gösteren ve direnen çevreler de var. Türkiye kalkan olarak görülse böyle bir manzara çıkmazdı.
Bu konuyu biraz daha açmak gerekirse şunlar söylenebilir. Türkiye’nin üyeliğini bir tehdit olarak algılayanların din farklılığını da tartışma konusu yaptığı görülmektedir. Örneğin IPSOS araştırma şirketi tarafından Le Figaro gazetesi için yapılan bir kamuoyu araştırmasında Fransız halkının yüzde 56’sı bir İslam ülkesi olarak gördükleri Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesine karşı olduklarını belirtmiştir. Öte yandan Fransa Başbakan’ı Jean-Pierre Raffarin Türkiye’nin kültürel kimliğine karşı açık bir duruş sergilemiş ve “İslam ırmağının laikliğin nehir yatağına akmasını mı istiyoruz?” sorusuyla din farkından dolayı Türkiye’nin üyeliğine karşı olduğunu ima etmiştir. Diğer yandan AB'nin Hollandalı müzakerecisi Fritez Bulkashtian 'AB'nin Türkiye'nin katılımına izin vermesinin, Avrupa'nın Viyana Savaşı'na boşuna girdiği anlamına geleceği' yollu benzer bir açıklamada bulunmuştur. Bütün bunlar bize Türkiye’nin İslam dünyasında karşı kullanılacağına ilişkin tezlerin temelsiz olduğunu göstermektedir.
8- Doğu'dan bakınca Batılı, Batı'dan bakınca doğulu görünen Türkiye, bu jeostratejik ve jeopolitik dinamizmini AB'ye eklemlenmek yerine hangi alternatiflerle güçlendirebilir sizce?
Uluslar arası ilişkilerde bağımsız ve tarafsız hareket edebilmek ve mevcut oluşumlara karşı eşit mesafeli politikalar üretebilmek için ülke birikimlerinin hem bölge hem de dünya ölçeğinde saygın ve etkin bir düzeyde olması gerekmektedir. Türkiye kuşkusuz zengin birikimlere sahip olan bir ülke. Doğu ile Batının hem içinde hem ortasında. Ancak uzun yıllar Türkiye kısır ve verimsiz iç çekişmelerle enerji kaybetti. Türkiye ne kadar birikimli olursa olsun uluslar arası ilişkilerde muhataplarının duruşu da belirgin etkiler doğurmaktadır. Türkiye birikimlerin kendi bölgesinde veya ortak tarihi/kültürel/coğrafi değerleri paylaşan ülkelerle paylaşma istese bile söz konusu ülkelerdeki siyasi yapılanmalar iş birliğine kapalı bir manzara içindedir. Türkiye saydam, açık ve katılımcı yönetim anlayışı ve demokratik siyasi yapısı olmayan ülkelerle verimli bir ortaklık kuramaz. Ancak yukarıda da işaret edildiği gibi derin bir iç/öz eleştiriden sonra yeni ve dinamik alternatiflerin ortaya çıkmaması için bir neden görünmüyor. Ne var ki bu sadece Türkiye’nin istek ve çabası ile gerçekleşemez.
9- İslam Dünyasında aydınlar ve halk kitleleri arasında, dünya genelinde şiddetin tetikleyici durumunda olan ABD ve İsrail politikalarına tepki istenilen seviyede mi? İlim ve irfandan uzak bir şekilde sadece sloganik çözümlerin tüketildiği bu coğrafya da alternatif mekanizmalar nasıl devreye sokulabilir? Yani, siz ümit ışığı görüyor musunuz?
Ne yazık ki İslam dünyasında öteden beri çarpıklıklara ve haksızlıklara karşı tepki vermek değil sessiz ve seyirci kalmak gelenek haline gelmiştir. Sivil toplumun ve ifade hürriyetinin olmadığı veya çok az geliştiği toplumlarda güçlü tepki sesleri çıkmaz. İslam dünyasında aydınların geniş bağımsızlıkları olduğu söylenemez. Doğrusunu söylemek gerekirse Müslüman aydınların ilk eleştirmesi ve tepki göstermesi gereken kendi ülkelerindeki yönetim anlayışı, siyasi kültür anlayışı ve idare biçimi olmalıdır. Bu özgürlüklere sahip olmayan aydınların ABD veya İsrail gibi ülkelerin politikalarını eleştirmesi ne kadar ciddiye alınabilir ki?
Kuşkusuz İslam dünyasını ateş çemberine alan sorunların çözümünde Müslüman aydınlara önemli görevler düşüyor. Ama bu görevin önce evde yani her aydının kendi ülke ve toplumunda başlatması gerekiyor. İlim ve irfana dayalı sosyal ağlar genişledikçe Müslümanların toplumsal sermayeleri büyüyecek ve sorunlarla etkin mücadele etme gerçekleşecektir. Sadece ötekileri suçlayarak bir yere varılmaz. Bir taraftan çuvaldızı kendimize de batırmalı öte yandan da boğazımı sıkan elden kurtulmaya çalışmalıyız.
Avrupa’daki Müslümanların tahmini sayısı ve ülkelere dağılımı
Ülke
Toplam nüfus
Müslüman nüfus
Avusturta
8,102,600
300,000
Belçika
10,192,240
370,000
Danimarka
5,330,020
150,000
Fransa
56,000,000
4,000,000 - 5,000,000
Almanya
82,000,000
3,040,000
Yunanistan
10,000,000
370,000
İtalya
56,778,031
700,000
Portekiz
9,853,000
30,000 - 38,000
İspanya
40,202,160
300,000 - 400,000
Britanya
55,000,000
1,406,000
İsveç
8,876,611
250,000 - 300,000
Hollanda
15,760,225
695,600
İsviçre
7,304,109
300,000
Bu Blogda ekonomik büyüme potansiyeli ile küresel jeopolitik gelişmelerde etkisini artıran ASYA'dan gözlemler paylaşmaya çalışacağım. Pergelin sabit ucu dünyanın dördüncü, İslam Dünyası'nın en büyük nüfusuna sahip Endonezya'da olacak.
8 Mart 2007 Perşembe
Toplumsal Kalkınmanın Temelleri: Denetim ve Güven
Modern toplumların karşılaştığı en ciddi sorunlar arasında denetimsizlik ve güvensizlik ilk sıralarda yer alıyor. Denetimsizlik ve güvensizlik bir yandan toplumun enerjisini tüketirken, bir yandan da kalkınmanın başlıca gereği olan “toplumsal sermaye”yi eritiyor ve üretimi olumsuz yönde etkiliyor. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde, iç ve dış denetimin devreye girmediği ve güvensizlik yaşanan toplumlarda gittikçe artan bir yolsuzluk, tembellik, sorumsuzluk ve kaynak israfı görülüyor. İç ve dış denetime önem verilmeyen toplumlarda saydamlık zamanla ortadan kalkıyor ve bireysel çıkarlar, toplumsal çıkarların önüne geçiyor. İşte bu noktada etik değerler, sorumluluk ve saydamlık duygusu yaratacak iç ve dış kontrol ve kalkınmanın başlıca unsurlarından olan “toplumsal sermaye” yani bireylerin ve grupların birbirlerine güvenmeleri tekrar gündeme gelmektedir.
Şimdi “denetim” ve “toplumsal sermaye” konularını daha detaylı ele alarak bu unsurların toplumsal yaşantımıza olan etkilerini tartışalım. Denetim genel hatlarıyla iç ve dış denetim olarak ikiye ayrılabilir. İç denetim bireysel bir süreçtir. Bireyin bizatihi kendi içindeki gözüdür. Bunu en genel anlamda “vicdan” olarak tanımlamak mümkündür. İç ya da deruni denetim, insanın kendi içindeki hak, dürüstlük, paylaşma, çalışma ve üretme, sorumluluk ve saydamlık duygularına hayat veren gözdür. İç denetim yani kişinin vicdanı ve bilincindeki göz, işte bu anlamda kalkınmanın temel unsurlarından biridir. İç denetim ve vicdan bir ölçektir. Bu ölçek etik değerler ve ahlaki inançlar etrafında oluşur. İnsanda sorumluluk, üretme, paylaşma ve güven duygusu yoksa iç denetimin devreye girmesi mümkün değildir. İç denetimin olmadığı yani hak, adalet, paylaşım ve saydamlık gibi unsurların devre dışı kaldığı toplumlarda üretim gerilerken, refahın adaletsiz bir dağılım gösterdiği, yolsuzlukların toplumsal dokuyu kemirdiği ve bireylerin en yakınlarına bile güvenmediği bir toplumsal süreç başlar. Böyle bir sürecin sonucu hem moral değerlerin daha da çözülmesi hem de çoğu insanda bezginlik ve adaletsizlik duygusunun artması sonucunu doğurur.
İnanç sistemleri bu noktada topluma önemli referanslar, modeller ve yapısal örnekler sunar. Örneğin İslam dinindeki çalışma etiği, dürüstlük ve paylaşma gibi konulardaki ilkeler ve tavsiyeler yukarıda sözünü ettiğimiz iç denetimin, yani vicdani sesin ne kadar önemli olduğunu gösterir. Bu nedenle İslam dini moral değerlere büyük bir önem verir ve insanın iç dünyasında bir ölçek kurmaya özen gösterir. İnancın kalkınmadaki rolünü sadece İslam dininde değil başka dinlerde de görmek mümkündür. Örneğin sosyolojinin kurucularından Max Weber, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu başlıklı eserinde dini inanç ve ilkelerin çalışma ahlakı ve iş motivasyonuna katkılarını anlatmaktadır. Weber bu çalışmasında dinin çalışma, üretme ve kalkınmaya verdiği önemi anlatmakta, mülk edinme ve girişimde bulunma gibi konularda inananları cesaretlendiğini ve teşvik ettiğini belirtmektedir. Özetle söylemek gerekirse, dini inanç ve ilkelerin iş ahlakı, çalışma, üretme, mülkiyet, girişimcilik ve dünyayı imar etme hususlarında motive edici gücü olduğunu ve bu anlamda kalkınmanın temel unsurları arasında yer aldığını söylemek mümkündür.
İç denetim kendi başına kalkınmanın katalizörü olabilir mi? İnsanın deruni gözü, iç ölçeği ve denetimi yani vicdanı en iyi şekilde bireyin davranışına yansısa bile hedeflenen üretim, paylaşım, girişim ruhu, güven ve saydamlık sağlanabilir mi? Toplumsal hayatın sadece bireylerin vicdani denetimine bağlı olmayacak kadar geniş kurumlar ve örgütlenmelerden oluştuğunu düşünecek olursak bu soruya “evet” cevabı vermenin zor olduğu anlaşılacaktır. Bu, hedeflenen kalkınmaya erişebilmek için, iç denetim yani vicdani öz ve etik ölçütler yanında bir de dış denetimin olması gerektiği anlamına gelmektedir. Dış denetimin temel unsuru hukuktur. Yani bireylerin davranışlarını belli ilkeler doğrultusunda denetime tutacak olan yasal düzenlemelerdir. İç denetimin bir sonuca ulaşamadığı veya zayıf olduğu durumlar da hukuk denetimine duyulan ihtiyaç daha belirgin olarak hissedilir. Hukukun olmadığı veya hukuk denetiminin yetersiz olduğu toplumlarda yolsuzluk, haksızlık ve güven kaybına daha sık ve daha yoğun olarak rastlanır. Dış denetimin önemli unsurlarından biri de sivil toplumdur. Sivil toplum örgütleri, meslek kuruluşları, vakıflar ve dernekler bireyler adına denetim yapma işlevi görürler. Demokrasinin geliştiği katılımcı toplumlarda sivil toplum etkin bir denetim ve motivasyon gücüne sahiptir. Ama sonuçta iç denetim ve dış denetim yani vicdan ve hukuk birbirinin tamamlayıcısıdır. Vicdani denetimin güçlü olduğu toplumlarda hukuk zayıf ise, veya hukuki denetim olsa da vicdani denetim zayıf ise sürekli olarak kalkınmayı engelleyici sorunların çıkması muhtemeldir. Çünkü tek başına ne vicdan en de hukuk ideal anlamda gereken denetimi sağlayamaz. Bu nedenle her iki denetim aktörünü aynı anda hayata geçirmek gerekir.
Toplumsal ve ekonomik kalkınma açısından önemli olan bir başka teşvik edici ve sürükleyici unsur “güven”dir. Yani potansiyel gücün harekete geçmesi ve toplumsal dayanışmanın sağlanması da iç ve dış denetim kadar gereklidir.. Aslında “güven” çok önemli bir sosyal sermayedir. O nedenle çalışanlar ve işverenler arasındaki güven duygusunu güçlendirmeye yönelik girişimlere öncelik verilmelidir. Güvene dayalı ortak güç hem dayanışmayı artıracak, hem de girişimcilik ve kalkınma açısından yeni kapılar açacaktır. Karşılıklı güvenin ekonomik dayanışma ve kalkınma açısından ne kadar önemli olduğunun en iyi örneği Uzak Doğu toplumlarında görüldü. Bu konuyla ilgili çalışmalar yapan Francis Fukuyama “Trust: The Social Virtues and the Creation of Prosperity” (Güven: Toplumsal Erdemler ve Refah Yaratımı) başlığını taşıyan araştırmasında, ekonomik gelişmenin ve refaha ulaşmanın temelinde yatan nedenleri keşfetmeye ve ekonomik sıçramanın toplumsal temellerini gün yüzüne çıkarmaya çalışır. Fukuyama bu konuyu karşılaştırmalı bir perspektifle ele alıyor ve “Asya mucizesi” olarak anılan ekonomik patlama ile Batı ülkelerindeki kapitalist ekonomik gelişmenin arka planlarındaki farklılıkları ve benzerlikleri anlamaya çalıyor.
Karşılık güven duygusu ekonomik gelişme ve büyümenin sağlam temellerinden biridir. Özellikle karşılıklı güven duygusunun yoksunluğu bireyler ve guruplar arasındaki dayanışmanın önündeki en büyük engeli teşkil ediyor. Uzak Doğu toplumlarında güven duygusunun ekonomik gücü artırmaya yarayan bir sermaye işlevi gördüğü biliniyor. Fukuyama’ya göre Japonya başta olmak üzere Asya’da bulunan “ekonomik devler” kısa sürede ulaştıkları gelişmişlik düzeylerini bazı "değerlere" borçlu. Fukuyama, batı kapitalizmi ile yarışa giren “Asya mucizesi”nin temelinde “toplumsal kapital” veya “toplumsal erdemler”in olduğu düşüncesinde. Fukuyama’nın Asya’daki iktisadi kalkınmayı açıklama tarzı, Max Weber’in bundan yaklaşık yüz yıl önce ortaya attığı teorileri çağrıştırıyor. Fukuyama, Weber’in kapitalizmin ortaya çıkışını Protestan ahlakı ile açıklama tarzına benzer bir yaklaşımla “Asya mucizesi”nin kökenlerini bulmaya çalışıyor ve dünyanın bu bölgesindeki ekonomik sıçramanın temelinde toplumsal kapital olarak adlandırdığı sosyal meziyetlerin ve toplumsal hasletlerin olduğunu savunuyor.
Fukuyama’ya göre ekonomik faaliyetlerin kişisel davranışla sınırlı değildir. Bu faaliyetler kurumsallaşmış şekilde çok sayıda insanın katılımıyla gerçekleşir. Ekonomik faaliyetler, gerek küçük gerekse hacimli kurumlarda çalışan insanlar ve gruplar arasındaki işbirliği ve ortak değerlerin varlığına bağlıdır. Yani insanlar ve gruplar arasında, ekonomik atılım için varlığı zorunlu olan bir işbirliği ve dayanışma zeminini hazırlayacak olan unsur, aynı kültürel değerlerin taraflarca paylaşılmasıdır. Fukuyama, herkesin paylaşması gerektiği bu ortak kültür veya değerler bütününe “toplumsal kapital” diyor.
Sonuç olarak toplumsal ve ekonomik kalkınmanın temelinde iç ve dış denetimin yani vicdani/ahlaki ölçütler ve hukuki/yasal/sivil denetim aktörleri yanında ortak değerlerden oluşan toplumsal bir sermaye vardır.
Şimdi “denetim” ve “toplumsal sermaye” konularını daha detaylı ele alarak bu unsurların toplumsal yaşantımıza olan etkilerini tartışalım. Denetim genel hatlarıyla iç ve dış denetim olarak ikiye ayrılabilir. İç denetim bireysel bir süreçtir. Bireyin bizatihi kendi içindeki gözüdür. Bunu en genel anlamda “vicdan” olarak tanımlamak mümkündür. İç ya da deruni denetim, insanın kendi içindeki hak, dürüstlük, paylaşma, çalışma ve üretme, sorumluluk ve saydamlık duygularına hayat veren gözdür. İç denetim yani kişinin vicdanı ve bilincindeki göz, işte bu anlamda kalkınmanın temel unsurlarından biridir. İç denetim ve vicdan bir ölçektir. Bu ölçek etik değerler ve ahlaki inançlar etrafında oluşur. İnsanda sorumluluk, üretme, paylaşma ve güven duygusu yoksa iç denetimin devreye girmesi mümkün değildir. İç denetimin olmadığı yani hak, adalet, paylaşım ve saydamlık gibi unsurların devre dışı kaldığı toplumlarda üretim gerilerken, refahın adaletsiz bir dağılım gösterdiği, yolsuzlukların toplumsal dokuyu kemirdiği ve bireylerin en yakınlarına bile güvenmediği bir toplumsal süreç başlar. Böyle bir sürecin sonucu hem moral değerlerin daha da çözülmesi hem de çoğu insanda bezginlik ve adaletsizlik duygusunun artması sonucunu doğurur.
İnanç sistemleri bu noktada topluma önemli referanslar, modeller ve yapısal örnekler sunar. Örneğin İslam dinindeki çalışma etiği, dürüstlük ve paylaşma gibi konulardaki ilkeler ve tavsiyeler yukarıda sözünü ettiğimiz iç denetimin, yani vicdani sesin ne kadar önemli olduğunu gösterir. Bu nedenle İslam dini moral değerlere büyük bir önem verir ve insanın iç dünyasında bir ölçek kurmaya özen gösterir. İnancın kalkınmadaki rolünü sadece İslam dininde değil başka dinlerde de görmek mümkündür. Örneğin sosyolojinin kurucularından Max Weber, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu başlıklı eserinde dini inanç ve ilkelerin çalışma ahlakı ve iş motivasyonuna katkılarını anlatmaktadır. Weber bu çalışmasında dinin çalışma, üretme ve kalkınmaya verdiği önemi anlatmakta, mülk edinme ve girişimde bulunma gibi konularda inananları cesaretlendiğini ve teşvik ettiğini belirtmektedir. Özetle söylemek gerekirse, dini inanç ve ilkelerin iş ahlakı, çalışma, üretme, mülkiyet, girişimcilik ve dünyayı imar etme hususlarında motive edici gücü olduğunu ve bu anlamda kalkınmanın temel unsurları arasında yer aldığını söylemek mümkündür.
İç denetim kendi başına kalkınmanın katalizörü olabilir mi? İnsanın deruni gözü, iç ölçeği ve denetimi yani vicdanı en iyi şekilde bireyin davranışına yansısa bile hedeflenen üretim, paylaşım, girişim ruhu, güven ve saydamlık sağlanabilir mi? Toplumsal hayatın sadece bireylerin vicdani denetimine bağlı olmayacak kadar geniş kurumlar ve örgütlenmelerden oluştuğunu düşünecek olursak bu soruya “evet” cevabı vermenin zor olduğu anlaşılacaktır. Bu, hedeflenen kalkınmaya erişebilmek için, iç denetim yani vicdani öz ve etik ölçütler yanında bir de dış denetimin olması gerektiği anlamına gelmektedir. Dış denetimin temel unsuru hukuktur. Yani bireylerin davranışlarını belli ilkeler doğrultusunda denetime tutacak olan yasal düzenlemelerdir. İç denetimin bir sonuca ulaşamadığı veya zayıf olduğu durumlar da hukuk denetimine duyulan ihtiyaç daha belirgin olarak hissedilir. Hukukun olmadığı veya hukuk denetiminin yetersiz olduğu toplumlarda yolsuzluk, haksızlık ve güven kaybına daha sık ve daha yoğun olarak rastlanır. Dış denetimin önemli unsurlarından biri de sivil toplumdur. Sivil toplum örgütleri, meslek kuruluşları, vakıflar ve dernekler bireyler adına denetim yapma işlevi görürler. Demokrasinin geliştiği katılımcı toplumlarda sivil toplum etkin bir denetim ve motivasyon gücüne sahiptir. Ama sonuçta iç denetim ve dış denetim yani vicdan ve hukuk birbirinin tamamlayıcısıdır. Vicdani denetimin güçlü olduğu toplumlarda hukuk zayıf ise, veya hukuki denetim olsa da vicdani denetim zayıf ise sürekli olarak kalkınmayı engelleyici sorunların çıkması muhtemeldir. Çünkü tek başına ne vicdan en de hukuk ideal anlamda gereken denetimi sağlayamaz. Bu nedenle her iki denetim aktörünü aynı anda hayata geçirmek gerekir.
Toplumsal ve ekonomik kalkınma açısından önemli olan bir başka teşvik edici ve sürükleyici unsur “güven”dir. Yani potansiyel gücün harekete geçmesi ve toplumsal dayanışmanın sağlanması da iç ve dış denetim kadar gereklidir.. Aslında “güven” çok önemli bir sosyal sermayedir. O nedenle çalışanlar ve işverenler arasındaki güven duygusunu güçlendirmeye yönelik girişimlere öncelik verilmelidir. Güvene dayalı ortak güç hem dayanışmayı artıracak, hem de girişimcilik ve kalkınma açısından yeni kapılar açacaktır. Karşılıklı güvenin ekonomik dayanışma ve kalkınma açısından ne kadar önemli olduğunun en iyi örneği Uzak Doğu toplumlarında görüldü. Bu konuyla ilgili çalışmalar yapan Francis Fukuyama “Trust: The Social Virtues and the Creation of Prosperity” (Güven: Toplumsal Erdemler ve Refah Yaratımı) başlığını taşıyan araştırmasında, ekonomik gelişmenin ve refaha ulaşmanın temelinde yatan nedenleri keşfetmeye ve ekonomik sıçramanın toplumsal temellerini gün yüzüne çıkarmaya çalışır. Fukuyama bu konuyu karşılaştırmalı bir perspektifle ele alıyor ve “Asya mucizesi” olarak anılan ekonomik patlama ile Batı ülkelerindeki kapitalist ekonomik gelişmenin arka planlarındaki farklılıkları ve benzerlikleri anlamaya çalıyor.
Karşılık güven duygusu ekonomik gelişme ve büyümenin sağlam temellerinden biridir. Özellikle karşılıklı güven duygusunun yoksunluğu bireyler ve guruplar arasındaki dayanışmanın önündeki en büyük engeli teşkil ediyor. Uzak Doğu toplumlarında güven duygusunun ekonomik gücü artırmaya yarayan bir sermaye işlevi gördüğü biliniyor. Fukuyama’ya göre Japonya başta olmak üzere Asya’da bulunan “ekonomik devler” kısa sürede ulaştıkları gelişmişlik düzeylerini bazı "değerlere" borçlu. Fukuyama, batı kapitalizmi ile yarışa giren “Asya mucizesi”nin temelinde “toplumsal kapital” veya “toplumsal erdemler”in olduğu düşüncesinde. Fukuyama’nın Asya’daki iktisadi kalkınmayı açıklama tarzı, Max Weber’in bundan yaklaşık yüz yıl önce ortaya attığı teorileri çağrıştırıyor. Fukuyama, Weber’in kapitalizmin ortaya çıkışını Protestan ahlakı ile açıklama tarzına benzer bir yaklaşımla “Asya mucizesi”nin kökenlerini bulmaya çalışıyor ve dünyanın bu bölgesindeki ekonomik sıçramanın temelinde toplumsal kapital olarak adlandırdığı sosyal meziyetlerin ve toplumsal hasletlerin olduğunu savunuyor.
Fukuyama’ya göre ekonomik faaliyetlerin kişisel davranışla sınırlı değildir. Bu faaliyetler kurumsallaşmış şekilde çok sayıda insanın katılımıyla gerçekleşir. Ekonomik faaliyetler, gerek küçük gerekse hacimli kurumlarda çalışan insanlar ve gruplar arasındaki işbirliği ve ortak değerlerin varlığına bağlıdır. Yani insanlar ve gruplar arasında, ekonomik atılım için varlığı zorunlu olan bir işbirliği ve dayanışma zeminini hazırlayacak olan unsur, aynı kültürel değerlerin taraflarca paylaşılmasıdır. Fukuyama, herkesin paylaşması gerektiği bu ortak kültür veya değerler bütününe “toplumsal kapital” diyor.
Sonuç olarak toplumsal ve ekonomik kalkınmanın temelinde iç ve dış denetimin yani vicdani/ahlaki ölçütler ve hukuki/yasal/sivil denetim aktörleri yanında ortak değerlerden oluşan toplumsal bir sermaye vardır.
7 Mart 2007 Çarşamba
Turkey and the Iraqi conundrum
This comment was published in Today’s Zaman, 7 March 2007
We see shocking pictures from Iraq every day. Hundreds of people, old and young, men and women, lose their lives while those who are lucky to survive are destined to live with physical injuries and psychological trauma.
Iraq is going through turbulent times despite high expectations from the other side. The removal of Saddam, who was a brutal dictator, was a welcome development for the people of Iraq but unfolding events after the American military invasion brought chaos and carnage. The future of Iraq doesn’t look promising as far as the nature of current events and their costs are concerned.
Iraq is located in a volatile region and has strategic significance with enormous oil reserves. Neither the US nor the neighboring countries in the region can afford to see Iraq with no solution in the short, mid and long terms. Iraq today faces three main challenges that may have an imprint both on Iraq and the region.
The first is the territorial disintegration of Iraq, which is unacceptable to all parties and actors involved. The second is a power vacuum and deepening ethnic/sectarian conflicts if US forces leave before any settlement, which is not on the horizon yet. The third is cooperation among various effective actors in Iraq to build a new future by leaving their ethnic, sectarian and historical hostilities aside. That requires reconciliation, compromise and finding common grounds for coexistence. This option, however, sounds like wishful thinking, given the complex picture in the war-scarred country.
As dramatic events unfold in the region, Turkey can play a constructive role there because it has been pursuing a peaceful foreign policy with its neighbors since its establishment. Turkey’s other characteristics also qualify Turkey to be a powerful actor in the negotiations of conflicts and stabilization of political tensions.
First, Turkey is a democratic country, though it has some shortcomings, and Turkey’s experience with democracy, political participation and civil society may inspire other countries in the region to establish participatory, accountable and transparent governance. Second, one foot of Turkey is in Europe and the other is in the Middle East. Countries that would like establish contacts or deepen their existing relations with Europe may participate in Turkey’s initiatives. Political stability and economic development with increasing foreign investment also strengthen Turkey’s role in the region. In this context, Iraq might enjoy Turkey’s contributions if a sustainable trust and working relations can be established between the two sides.
Turkey has had constructive relations with Iraq in the past and suffered most as a result of economic sanctions on Iraq since the Gulf war. Therefore, it is in the best interest of Turkey to contribute to the solution of various problems in Iraq. However, such an action requires willingness to cooperate on the part of Iraqis as well.
Turkey can extend its help to reconstruct political stabilization, the economy and infrastructure in Iraq. Kurds in Iraq emerged as an actor since the US invasion of Iraq and established their authority in the northern territory.
Turkey has had always friendly relations with the Kurds in northern Iraq. There has been economic and cultural exchange for many years. Moreover, Turkey hosted and helped thousands of Kurds from Iraq when Saddam dropped chemical bombs on their villages.
In addition to such humanitarian relations, Turkey invited leading Kurdish leaders to Turkey and provided them with the Turkish passports in the past so that they could promote their cause for liberty under an authoritarian regime. These are just some points that Kurds in Iraq should remember now.
Turks, Kurds, Arabs and Iranians, to name a few, are natural allies in this region. The US is here because this country wants to protect its national interests. As the former US Secretary of State Henry Kissinger once said, the US foreign policy is based on national interests.
This means the US is not in the region for charity. In this context, then, Turkey and all groups in Iraq (Iraqi Kurds, Sunni and Shia Arabs, Turkomans) should be able to see that negotiations of current problems are in the interests of both parties. What needs to be done here is to find an effective language that would not hurt deeply rooted relations in the region. The Iraqi Kurds in particular should realize that when the US withdraws from the region, they will live side by side with Turkey, Syria and Iran.
As far as Turkey’s relations with the Iraqi Kurds are concerned, there is no consensus in Turkey. The current government signaled its willingness to establish relations with all sides including the Iraqi Kurds. Yet the president and the military seem to oppose such initiatives. Moreover, statements issued by some Kurdish politicians in Iraq have caused concern in Turkey, which complicates the question. If Kurdish leaders in Iraq use more tactful language and show that they can be reliable partners, the Turkish side might take faster steps to build channels of communication. In this context, statements by regional leader Massoud Barzani are not consistent. Sometimes he talks about cooperation with Turkey; other times he uses more hostile language. Such inconsistencies damage the trust that is the most missing element.
Moreover, Turkey considers the Kurdistan Workers’ Party (PKK) problem to be a domestic one and cannot tolerate any help provided to it in northern Iraq. Today, it is reported that PKK has camps in northern Iraq and the administration allows their activities in the region. This causes a huge setback in any attempts to establish working relations between Turkey and Kurdish leadership in northern Iraq. Despite all this, Turkey should consider taking all necessary steps to establish relations with all parties in the region, including Iraqi Kurds, as long as this contributes to solutions to the problems.
We see shocking pictures from Iraq every day. Hundreds of people, old and young, men and women, lose their lives while those who are lucky to survive are destined to live with physical injuries and psychological trauma.
Iraq is going through turbulent times despite high expectations from the other side. The removal of Saddam, who was a brutal dictator, was a welcome development for the people of Iraq but unfolding events after the American military invasion brought chaos and carnage. The future of Iraq doesn’t look promising as far as the nature of current events and their costs are concerned.
Iraq is located in a volatile region and has strategic significance with enormous oil reserves. Neither the US nor the neighboring countries in the region can afford to see Iraq with no solution in the short, mid and long terms. Iraq today faces three main challenges that may have an imprint both on Iraq and the region.
The first is the territorial disintegration of Iraq, which is unacceptable to all parties and actors involved. The second is a power vacuum and deepening ethnic/sectarian conflicts if US forces leave before any settlement, which is not on the horizon yet. The third is cooperation among various effective actors in Iraq to build a new future by leaving their ethnic, sectarian and historical hostilities aside. That requires reconciliation, compromise and finding common grounds for coexistence. This option, however, sounds like wishful thinking, given the complex picture in the war-scarred country.
As dramatic events unfold in the region, Turkey can play a constructive role there because it has been pursuing a peaceful foreign policy with its neighbors since its establishment. Turkey’s other characteristics also qualify Turkey to be a powerful actor in the negotiations of conflicts and stabilization of political tensions.
First, Turkey is a democratic country, though it has some shortcomings, and Turkey’s experience with democracy, political participation and civil society may inspire other countries in the region to establish participatory, accountable and transparent governance. Second, one foot of Turkey is in Europe and the other is in the Middle East. Countries that would like establish contacts or deepen their existing relations with Europe may participate in Turkey’s initiatives. Political stability and economic development with increasing foreign investment also strengthen Turkey’s role in the region. In this context, Iraq might enjoy Turkey’s contributions if a sustainable trust and working relations can be established between the two sides.
Turkey has had constructive relations with Iraq in the past and suffered most as a result of economic sanctions on Iraq since the Gulf war. Therefore, it is in the best interest of Turkey to contribute to the solution of various problems in Iraq. However, such an action requires willingness to cooperate on the part of Iraqis as well.
Turkey can extend its help to reconstruct political stabilization, the economy and infrastructure in Iraq. Kurds in Iraq emerged as an actor since the US invasion of Iraq and established their authority in the northern territory.
Turkey has had always friendly relations with the Kurds in northern Iraq. There has been economic and cultural exchange for many years. Moreover, Turkey hosted and helped thousands of Kurds from Iraq when Saddam dropped chemical bombs on their villages.
In addition to such humanitarian relations, Turkey invited leading Kurdish leaders to Turkey and provided them with the Turkish passports in the past so that they could promote their cause for liberty under an authoritarian regime. These are just some points that Kurds in Iraq should remember now.
Turks, Kurds, Arabs and Iranians, to name a few, are natural allies in this region. The US is here because this country wants to protect its national interests. As the former US Secretary of State Henry Kissinger once said, the US foreign policy is based on national interests.
This means the US is not in the region for charity. In this context, then, Turkey and all groups in Iraq (Iraqi Kurds, Sunni and Shia Arabs, Turkomans) should be able to see that negotiations of current problems are in the interests of both parties. What needs to be done here is to find an effective language that would not hurt deeply rooted relations in the region. The Iraqi Kurds in particular should realize that when the US withdraws from the region, they will live side by side with Turkey, Syria and Iran.
As far as Turkey’s relations with the Iraqi Kurds are concerned, there is no consensus in Turkey. The current government signaled its willingness to establish relations with all sides including the Iraqi Kurds. Yet the president and the military seem to oppose such initiatives. Moreover, statements issued by some Kurdish politicians in Iraq have caused concern in Turkey, which complicates the question. If Kurdish leaders in Iraq use more tactful language and show that they can be reliable partners, the Turkish side might take faster steps to build channels of communication. In this context, statements by regional leader Massoud Barzani are not consistent. Sometimes he talks about cooperation with Turkey; other times he uses more hostile language. Such inconsistencies damage the trust that is the most missing element.
Moreover, Turkey considers the Kurdistan Workers’ Party (PKK) problem to be a domestic one and cannot tolerate any help provided to it in northern Iraq. Today, it is reported that PKK has camps in northern Iraq and the administration allows their activities in the region. This causes a huge setback in any attempts to establish working relations between Turkey and Kurdish leadership in northern Iraq. Despite all this, Turkey should consider taking all necessary steps to establish relations with all parties in the region, including Iraqi Kurds, as long as this contributes to solutions to the problems.
Strasburg’da bir gün
Geçen hafta Avrupa Konseyi'nin düzenlediği bir toplantı için Strasburg’a gittim. İstanbul’dan doğrudan her gün olmadığı için mecburen önce Frankfurt’a indik. Hemen tahmin edebileceğiniz gibi pasaport kontrolünde görevlilerin kuşkulu bakışları ile karşılaştık. Normalde bir iki dakika sürmesi gereken pasaport incelemesi, Türk pasaportu olunca uzuyor. Üstelik Avrupa Konseyi’nin resmi daveti olmasına karşın görevli bir pasaporta bir de yüzünüze bakıyor ikide bir. Sanki “burada ne işin var” der gibi bakıyor.
Hadi ben neyse. Sivil pasaport taşıdığım için belki inceleme uzun sürdü. Ama beraber tolculuk yaptığımız bir Meclis üyesi de aynı muamele ile karşılaştı. Kırmızı pasaportu ve dokunulmazlığı olan milletvekili de aynı muameleye muhatap oldu. Pasaport memuru nerdeyse her sayfayı tek tek çevirdi. Hâlbuki aynı vekil Avrupa Konseyi toplantılarına onlarca kez katılmış biriydi. Buna rağmen psikolojik tacize uğramaktan kurtulamadı. Evet, bu işlemlerin adı tek kelimeyle psikolojik taciz.
Bu manzaralara alıştık artık her ne kadar kabullenemesek de. Çünkü mesleğimiz sık sık yurt seyahat etmeyi gerektiriyor ve gittiğimiz çoğu ülke de Türk vatandaşlarından vize istiyor. Ama uluslar arası platformlarda Türkiye’yi anlatmak, kendi çıkarlarımızın korunmasını sağlamak için bütün bunlara göğüs germek zorundayız. Bunu da seve seve yapıyoruz. Strasburg yolculuğu meşakkatli olmasına rağmen toplantı davetine hayır diyemedik. Çünkü biz gitmesek başkaları gidecek ve bu önemli platformu dolduracaktı. Bunu tercih etmediğimiz için yukarda anlattığım psikolojik taciz başta olmak üzere zorluklara aldırmadan yola çıktık. Toplantı bir gündü ama Frankfurt üzeriden gidildiği için üç günümüzü aldı. Frankfurt havaalanına indikten sonra aktarmalı tren bileti aldık çünkü direkt giden tren yoktu. Yaklaşık iki buçuk saatlik bir yolculuktan sonra Strasburg’a ulaştığımızda akşam saat dokuz olmuştu. Tren istasyonunda bizi karşılayan bir dost ile yenilen akşam yemeğinden hemen sonra otele çekilip bir sonraki günün toplantısı için çalışmalar yaptık.
Toplantı, son zamanların oldukça önemli bir konusuna ilişkin rapor hazırlayan komisyonun isteği üzerine gerçekleşti. Rapor konusu “Intercultural and interreligious dialogue” (Kültürler ve Dinler Arası Diyalog) idi. Bu rapora ön hazırlık olarak bizim katıldığımız toplantı konusu ise “Questions related to State and Religion” (Din-Devlet İlişkilerine Hakkındaki Sorular) başlığını taşıyordu.
Toplantının ilk oturumunda uzmanlar dinlendi. Bunlar biri de bendim. Türkiye’de din-devlet ilişkileri nasıl, hangi zemine ve tarihi bağlama oturuyor, din, siyaset ve toplum ilişkisi nasıldır, Türkiye’nin hukuki sistemi dine nasıl bakıyor, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Türkiye’deki yeri, konumu ve işlevi nedir gibi soruları cevaplayan bir konuşma yaptım. Yabancıların en çok sorduğu sorulara cevap vererek Türkiye’nin modern birikimini anlatmaya, diğer İslam ülkelerinden farklılıklarını göstermeye çalıştım. Türklerin yüzyıllarda kültürler ve dinler arası diyalog deneyimi olduğunu, müslüman, yahudi, hristiyan, Türk, Ermeni ve Rum toplulukların aynı çatı altında, aynı mahallede, aynı havayı soluklayarak ortak bir sosyal hayat kurduklarını, ortak bir miras yarattıklarını anlattım.
Toplantıda söylediklerimi siz okurlarımız kuşkusuz benden daha iyi biliyordur. Çünkü hepimiz bu mirasın çocuklarıyız. Her ne kadar bu büyük mirasın üzeri biraz küllenmiş olsa da, aramıza bazı ayrılık tohumları serpiştirilmiş olsa da, bir aynı coğrafyanın insanlarıyız. Dinlerimiz, dillerimiz, renklerimiz ayrı da olsa büyük bir ortak paydamız var. Anadolu, Osmanlı ve Türkiye kültürü, uygarlığı, toprağı, tarihi ve ortak hafızası hepimizi kucaklayacak, bağrına basacak kadar büyük ve derin. Bize düşen işte bu hoşgörü ve sevgi medeniyetini tekrar canlandırmak ve hem içimizde hem de dışımızdakilerle paylaşmak olmalı. İşte ben de Avrupa Konseyi toplantısında bunu yapmaya çalıştım. Modern dünyanın Türkiye’nin zengin birikimi ve mirasından çok şeyler öğrenebileceğimi anlattım. Anlattıklarım ilgi çekmiş olmalı ki öğle yemeği için verilen arada aynı masada oturduklarımın tek konuştukları ülke Türkiye oldu.
Toplantı sonrasında bir saatlikte olsa Strasburg’un cadde ve sokaklarında yürüyebilir ve bir yorgunluk kahvesi içebilirim diye düşünmüştüm. Ne yazık ki havanın yağışlı olması buna izin vermedi. İlk gün bizi karşılayan dostla yenilen yemeğin ardından yorgun argın otele döndük. Dönüş Frankfurt’tan olduğu için sabah saat beşte kalkıp otobüsle Frankfurt hava alanına, oradan da İstanbul üzerinden Ankara’ya ulaştık. Ankara’ya vardığımızda saat akşam altı olmuştu. Yani tam on iki saatimiz yolda geçmişti.
Ama olsun, ülkemiz için daha nice saatler, günler, aylar ve yıllar harcamaya hazırız biz. Yeter ki sesimizi duyuracak bir platform bulalım.
Hadi ben neyse. Sivil pasaport taşıdığım için belki inceleme uzun sürdü. Ama beraber tolculuk yaptığımız bir Meclis üyesi de aynı muamele ile karşılaştı. Kırmızı pasaportu ve dokunulmazlığı olan milletvekili de aynı muameleye muhatap oldu. Pasaport memuru nerdeyse her sayfayı tek tek çevirdi. Hâlbuki aynı vekil Avrupa Konseyi toplantılarına onlarca kez katılmış biriydi. Buna rağmen psikolojik tacize uğramaktan kurtulamadı. Evet, bu işlemlerin adı tek kelimeyle psikolojik taciz.
Bu manzaralara alıştık artık her ne kadar kabullenemesek de. Çünkü mesleğimiz sık sık yurt seyahat etmeyi gerektiriyor ve gittiğimiz çoğu ülke de Türk vatandaşlarından vize istiyor. Ama uluslar arası platformlarda Türkiye’yi anlatmak, kendi çıkarlarımızın korunmasını sağlamak için bütün bunlara göğüs germek zorundayız. Bunu da seve seve yapıyoruz. Strasburg yolculuğu meşakkatli olmasına rağmen toplantı davetine hayır diyemedik. Çünkü biz gitmesek başkaları gidecek ve bu önemli platformu dolduracaktı. Bunu tercih etmediğimiz için yukarda anlattığım psikolojik taciz başta olmak üzere zorluklara aldırmadan yola çıktık. Toplantı bir gündü ama Frankfurt üzeriden gidildiği için üç günümüzü aldı. Frankfurt havaalanına indikten sonra aktarmalı tren bileti aldık çünkü direkt giden tren yoktu. Yaklaşık iki buçuk saatlik bir yolculuktan sonra Strasburg’a ulaştığımızda akşam saat dokuz olmuştu. Tren istasyonunda bizi karşılayan bir dost ile yenilen akşam yemeğinden hemen sonra otele çekilip bir sonraki günün toplantısı için çalışmalar yaptık.
Toplantı, son zamanların oldukça önemli bir konusuna ilişkin rapor hazırlayan komisyonun isteği üzerine gerçekleşti. Rapor konusu “Intercultural and interreligious dialogue” (Kültürler ve Dinler Arası Diyalog) idi. Bu rapora ön hazırlık olarak bizim katıldığımız toplantı konusu ise “Questions related to State and Religion” (Din-Devlet İlişkilerine Hakkındaki Sorular) başlığını taşıyordu.
Toplantının ilk oturumunda uzmanlar dinlendi. Bunlar biri de bendim. Türkiye’de din-devlet ilişkileri nasıl, hangi zemine ve tarihi bağlama oturuyor, din, siyaset ve toplum ilişkisi nasıldır, Türkiye’nin hukuki sistemi dine nasıl bakıyor, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Türkiye’deki yeri, konumu ve işlevi nedir gibi soruları cevaplayan bir konuşma yaptım. Yabancıların en çok sorduğu sorulara cevap vererek Türkiye’nin modern birikimini anlatmaya, diğer İslam ülkelerinden farklılıklarını göstermeye çalıştım. Türklerin yüzyıllarda kültürler ve dinler arası diyalog deneyimi olduğunu, müslüman, yahudi, hristiyan, Türk, Ermeni ve Rum toplulukların aynı çatı altında, aynı mahallede, aynı havayı soluklayarak ortak bir sosyal hayat kurduklarını, ortak bir miras yarattıklarını anlattım.
Toplantıda söylediklerimi siz okurlarımız kuşkusuz benden daha iyi biliyordur. Çünkü hepimiz bu mirasın çocuklarıyız. Her ne kadar bu büyük mirasın üzeri biraz küllenmiş olsa da, aramıza bazı ayrılık tohumları serpiştirilmiş olsa da, bir aynı coğrafyanın insanlarıyız. Dinlerimiz, dillerimiz, renklerimiz ayrı da olsa büyük bir ortak paydamız var. Anadolu, Osmanlı ve Türkiye kültürü, uygarlığı, toprağı, tarihi ve ortak hafızası hepimizi kucaklayacak, bağrına basacak kadar büyük ve derin. Bize düşen işte bu hoşgörü ve sevgi medeniyetini tekrar canlandırmak ve hem içimizde hem de dışımızdakilerle paylaşmak olmalı. İşte ben de Avrupa Konseyi toplantısında bunu yapmaya çalıştım. Modern dünyanın Türkiye’nin zengin birikimi ve mirasından çok şeyler öğrenebileceğimi anlattım. Anlattıklarım ilgi çekmiş olmalı ki öğle yemeği için verilen arada aynı masada oturduklarımın tek konuştukları ülke Türkiye oldu.
Toplantı sonrasında bir saatlikte olsa Strasburg’un cadde ve sokaklarında yürüyebilir ve bir yorgunluk kahvesi içebilirim diye düşünmüştüm. Ne yazık ki havanın yağışlı olması buna izin vermedi. İlk gün bizi karşılayan dostla yenilen yemeğin ardından yorgun argın otele döndük. Dönüş Frankfurt’tan olduğu için sabah saat beşte kalkıp otobüsle Frankfurt hava alanına, oradan da İstanbul üzerinden Ankara’ya ulaştık. Ankara’ya vardığımızda saat akşam altı olmuştu. Yani tam on iki saatimiz yolda geçmişti.
Ama olsun, ülkemiz için daha nice saatler, günler, aylar ve yıllar harcamaya hazırız biz. Yeter ki sesimizi duyuracak bir platform bulalım.
8 Şubat 2007 Perşembe
İngiltere’de Türk Sivil Toplum Kuruluşları Üzerine Araştırma Planı
Zaman zaman bu köşede sivil toplum kuruluşlarının yüzyılın en etkin aktörleri olacağından bahsediyorum. Devlet ve bürokrasiyi dengeleyen, toplumun taleplerini çeşitli kanallar ile karar alma ve politika belirleme makamlarına ulaştıran bu örgütler çağdaş demokrasilerin vazgeçilmez kurumları arasında yer alıyor. Bu bir anlamda şu demektir: Sivil toplum örgütleri ne kadar güçlü olursa, talepleri dile getirmek ve hakları elde etme girişiminde bulunmak ta o kadar etkili olacak demektir. Sivil toplumun (dernek, vakıf, sendika vb) zayıf olduğu toplumlarda ise insanlar doğru dürüst ne taleplerini yetkili makamlara duyurabilir ne de ne haklarını elde edebilir.
İngiltere’deki Türk sivil toplum kuruluşları sayısı hayli fazla. Türkler örgütleşme bakımından diğer topluluklara göre daha etkin bir görüntü veriyor. Ancak bu sivil kuruluşların ne kadarı etkin çalışıyor ne kadarı sadece tabela örgütünden ibaret bilinmiyor. Bu konuda bildiğim kadarıyla ciddi bir araştırma yapılmadı.
İşte bu alanda bir araştırma yapmak amacıyla bir araştırma projesi geliştirdim. Yazın uygulamaya koymayı planladığım bu araştırmada, İngiltere’deki (dernek, vakıf, federasyon, ve çatı kuruluşları gibi adlarla anılan) Türk sivil kuruluşlarının örgüt ve üyelik yapısı, amaç ve etkinlikleri ile Türk ve Avrupa kimliğine ilişkin değerlendirmelerine ilişkin bilgiler toplamaya ve bunları yorumlamaya çalışacağım. Araştırmanın yöntem olarak iki boyutu olacak. Biri araştırmaya katılmayı kabul eden kurumlar üzerinde bir anket uygulaması olacak. Diğeri ise bu kuruluşşarın yetkilileri, uzmanlar, gözlemciler ve medya mensupları ile derinlikli görüşmeler yapılacak. Elde edilen bilgiler yorumlanarak İngiltere’de Türk Sivil Toplum Kuruluşları Haritası çıkarılacak.
Araştırmanın temel amacı, İngiltere örneğinden hareketle Avrupa’daki Türk sivil toplumu örgütlerinin Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılım sürecinde yaratabileceği pozitif katkıları tespit etmek, Türkiye - Avrupa Birliği yakınlaşmasında bu tür kurumlara düşen rolleri belirlemek ve bu yönde atılacak adımların ve takip edilecek politikaların belirlenmesine katkıda bulunmak. Araştırma, İngiltere’deki Türk sivil toplum kuruluşlarının siyasal partiler, kamu kuruluşları, basın ve yayın organları ile eğitim kurumlarında Türkiye lehinde kamuoyu yaratma potansiyelinin nasıl formüle edileceğine ve bunun için hangi yöntemlere başvurulması gerektiğine ve ne tür somut projeler geliştirilmesine ilişkin öneriler sunmayı da amaçlıyor.
Yazın yapmayı planladığım araştırma ayrıca çeşitli alanlarda etkinlik yürüten İngiltere Türk sivil kuruluşlarının oluşturduğu toplumsal sermaye ve sosyal ağların potansiyel gücünü ve bu gücün Türkiye-AB ilişkilerine yapıcı bir şekilde yansımasının yöntemlerini tespit etmeyi amaçlamakta ve disiplinler arası bir yaklaşımla konuyla ilgili bilimsel tartışmalara katkıda bulunmayı hedefliyor. Diğer yandan bu araştırma Türkiye-AB ilişkileri çerçevesinde uzun vadeli politikaların belirlenmesinde karar verme mekanizmasında olan siyaset adamı, bürokrat ve uzmanlara doğru ve güvenilir bilgiler sunmayı amaçlıyor.
Araştırma İngiltere’deki Türk topluluğun kimlik algısı ve aidiyet tutumlarını, AB kimliğine ne anlam yüklediklerini, kendilerini AB kültür birikimi içerisinde nasıl konumlandırdıklarını, kimlik sürtüşmelerine nasıl baktıklarını, kendi anlam dünyalarını nasıl inşa ettiklerini ve varoluşsal sorunlar karşısında geliştirdikleri söylem biçimlerini göstermeyi, sivil toplum kuruluşlarının modern toplumların en etkin siyasi baskı ve toplumsal değişim aktörleri arasında yer aldığı günümüzde İngiltere’deki deki Türk topluluğun örgütlenme biçimlerinin temsil, siyasal katılım, sosyal ağ ve toplumsal kapital açısından taşıdığı potansiyeli göstermeyi amaçlıyor.
Bahsettiğim araştırma projesi kısmen TÜBİTAK tarafından desteklenecek. Ancak anket ve detaylı görüşmelerin yapılması ve kayıt çözümlemelerinin tamamlanması ilave desteği gerektiriyor. Bu nedenle konuya ilgi duyan kurumların desteğine ihtiyacımız olacak. Böyle bir destek olmadan araştırmanın bitmesi zor görünüyor. Bu amaçla bizim ilk başvuracağımız makam Türkiye’nin Londra Büyükelçiliği olacak.
İngiltere’deki Türk sivil toplum kuruluşları sayısı hayli fazla. Türkler örgütleşme bakımından diğer topluluklara göre daha etkin bir görüntü veriyor. Ancak bu sivil kuruluşların ne kadarı etkin çalışıyor ne kadarı sadece tabela örgütünden ibaret bilinmiyor. Bu konuda bildiğim kadarıyla ciddi bir araştırma yapılmadı.
İşte bu alanda bir araştırma yapmak amacıyla bir araştırma projesi geliştirdim. Yazın uygulamaya koymayı planladığım bu araştırmada, İngiltere’deki (dernek, vakıf, federasyon, ve çatı kuruluşları gibi adlarla anılan) Türk sivil kuruluşlarının örgüt ve üyelik yapısı, amaç ve etkinlikleri ile Türk ve Avrupa kimliğine ilişkin değerlendirmelerine ilişkin bilgiler toplamaya ve bunları yorumlamaya çalışacağım. Araştırmanın yöntem olarak iki boyutu olacak. Biri araştırmaya katılmayı kabul eden kurumlar üzerinde bir anket uygulaması olacak. Diğeri ise bu kuruluşşarın yetkilileri, uzmanlar, gözlemciler ve medya mensupları ile derinlikli görüşmeler yapılacak. Elde edilen bilgiler yorumlanarak İngiltere’de Türk Sivil Toplum Kuruluşları Haritası çıkarılacak.
Araştırmanın temel amacı, İngiltere örneğinden hareketle Avrupa’daki Türk sivil toplumu örgütlerinin Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılım sürecinde yaratabileceği pozitif katkıları tespit etmek, Türkiye - Avrupa Birliği yakınlaşmasında bu tür kurumlara düşen rolleri belirlemek ve bu yönde atılacak adımların ve takip edilecek politikaların belirlenmesine katkıda bulunmak. Araştırma, İngiltere’deki Türk sivil toplum kuruluşlarının siyasal partiler, kamu kuruluşları, basın ve yayın organları ile eğitim kurumlarında Türkiye lehinde kamuoyu yaratma potansiyelinin nasıl formüle edileceğine ve bunun için hangi yöntemlere başvurulması gerektiğine ve ne tür somut projeler geliştirilmesine ilişkin öneriler sunmayı da amaçlıyor.
Yazın yapmayı planladığım araştırma ayrıca çeşitli alanlarda etkinlik yürüten İngiltere Türk sivil kuruluşlarının oluşturduğu toplumsal sermaye ve sosyal ağların potansiyel gücünü ve bu gücün Türkiye-AB ilişkilerine yapıcı bir şekilde yansımasının yöntemlerini tespit etmeyi amaçlamakta ve disiplinler arası bir yaklaşımla konuyla ilgili bilimsel tartışmalara katkıda bulunmayı hedefliyor. Diğer yandan bu araştırma Türkiye-AB ilişkileri çerçevesinde uzun vadeli politikaların belirlenmesinde karar verme mekanizmasında olan siyaset adamı, bürokrat ve uzmanlara doğru ve güvenilir bilgiler sunmayı amaçlıyor.
Araştırma İngiltere’deki Türk topluluğun kimlik algısı ve aidiyet tutumlarını, AB kimliğine ne anlam yüklediklerini, kendilerini AB kültür birikimi içerisinde nasıl konumlandırdıklarını, kimlik sürtüşmelerine nasıl baktıklarını, kendi anlam dünyalarını nasıl inşa ettiklerini ve varoluşsal sorunlar karşısında geliştirdikleri söylem biçimlerini göstermeyi, sivil toplum kuruluşlarının modern toplumların en etkin siyasi baskı ve toplumsal değişim aktörleri arasında yer aldığı günümüzde İngiltere’deki deki Türk topluluğun örgütlenme biçimlerinin temsil, siyasal katılım, sosyal ağ ve toplumsal kapital açısından taşıdığı potansiyeli göstermeyi amaçlıyor.
Bahsettiğim araştırma projesi kısmen TÜBİTAK tarafından desteklenecek. Ancak anket ve detaylı görüşmelerin yapılması ve kayıt çözümlemelerinin tamamlanması ilave desteği gerektiriyor. Bu nedenle konuya ilgi duyan kurumların desteğine ihtiyacımız olacak. Böyle bir destek olmadan araştırmanın bitmesi zor görünüyor. Bu amaçla bizim ilk başvuracağımız makam Türkiye’nin Londra Büyükelçiliği olacak.
Search for A Strategic Partnership: Russia and Islamic World”
Russia and the Islamic World explore various fields of co-operation in the context of a changing international environment wherein a search for new allies and strategic partners are an ongoing reality. In order to facilitate discussions on possible avenues of partnership, Group of Strategic Vision “Russia-Islamic World” consisting high level members from Russia and some OIV countries was formed few years ago. The Third Meeting of the Group of Strategic Vision “Russia-Islamic World” was convened on February 2-3, 2007 in Istanbul, Turkey. Participants included distinguished representatives from Russian Federation and OIC member countries. H.E. Mintimier Shamiev, President of the Republic of Tatarstan and H.E. Yaşar Yakış, former Minister of Foreign Affairs of Turkey have co-chaired the meeting. H.E. Mintimier Shamiev, President of the Republic of Tatarstan gave the opening address to the 3rd meeting of the Group of Strategic Vision “Russia-Islamic World”. He stated that Istanbul as the venue of the meeting is not only a beautiful city but also a center of various symbols rooted in history. H.E. Mintimier Shamiev pointed out that religion has returned and experienced a revival at the present time. A similar process took place in Tatarstan but this has not caused divisions in society as happened elsewhere. Islam, with its emphasis on spirituality and justice can play a role in the regeneration of Europe. The task for us, he said, should not be limited to the question of what we understand from religion. Rather, we should ask as ourselves how we can contribute to religion and how we can transform out outlook. Islam is not against progress and scientific developments.
Participants addressed a number of timely and important questions which might have repercussions for Russia and the Muslim World. It has been argued that the group as a forum contributing to Russia-Muslim World relations has three essential foundations and objectives defined as Geographical, Cultural/Historical and Political. Geographical foundation indicates that Russia is in near proximity to the Muslim World and has a unique position having a vast geographical relation with Muslim countries. Cultural foundation refers to the mixture of ethnicities, demography, arts and cultures between Russia and the Muslim world starting from 9/10th centuries. Cultural relations have enabled Russians to develop a better understanding of Muslims. Political foundation indicates that Russia is a global power and strategic partner for the Muslim World. From cold war onwards, Russia has maintained constructive relations with the Muslim World. It has also been asserted that the forum has objectives on three levels: Global, Regional and Domestic. Global objective is to contribute to civilizational dialogue, peace and mutual understanding especially in the post 9/11 era. Regional objective is to contribute to the solution of regional problems and establish sustainable peace in the Balkans, the Middles East, Caucasia and Central Asia. Domestic objective is to improve working relations with Muslims living in Russia and enable them to be a bridge between Russia and the larger Muslim world. Participants pointed out that for the perspectives and objectives outlined above, Russia’s relations with the Muslims World as an observer state in the OIC is an important institutional link between the two sides.
Participants pointed out that the Group of Strategic Vision “Russia-Islamic World” has already started to make an impact as an important project to improve international and regional tolerance. It has been stressed that this project is a meaningful enterprise to strengthen dialogue between Christianity and Islam in general and Russia and the Muslim world in particular. In this context Russia’s a legacy of the co-existence of different ethnicities, nations and religions is underlined as a significant historical experience which could facilitate easing tensions between the West and the Muslim World. Participants underlined the fact that the world today has numerous problems. Honesty and sincerity are lacking as vital qualities in international relations and the Group of Strategic Vision “Russia-Islamic World” is expected to revive such qualities.
Participants pointed out that Russian relations with the Muslim world are anchored in geography, culture and history. It is stated that the 3rd meeting of the Group of Strategic Vision “Russia-Islamic World” took place at a critical moment when Muslim are facing a number of challenges such as underdevelopment, political conflicts and foreign interventions. Israeli-Palestinian conflict and crisis in Iraq cause a great concern for all. Moreover, racism, xenophobia and Islamphobia are on the increase that needs to be tackled effectively. It is stated that consultation of the OIC member states with Russia on the solutions of such problems is an important enterprise. Another concern is establishing relations with the host countries of Muslim minorities. Russia has a long history and experience in this regard which developed closer relations with Muslims on shared grounds. Russian-Muslim relations have gone through different stages. Now the establishment of closer co-operation between Russia and OIC member states is important to resolve conflicts and to promote dialogue. In this context Russia can play an important role as a bridge between the Islamic World and the West.
Participants called for concrete project proposals in order to make improvement drawing upon the progress of the previous meetings. It is stressed that many people frequently discuss Huntington’s thesis of the clash of civilizations but no further action is taken. Therefore it is time to talk about new principles and concrete projects to carry on. It is stated that an action plan should be accepted and projects such as publication of a book on tolerance and on the life of Prophet of Islam, education of young people, training of journalists, publication of an online journal and a creation of a website to disseminate views of the Group should be launched. For an effective administration, Participants proposed the establishment an Executive Committee from High Level Group to supervise the work of the Group and a Secretary to facilitate communication.
Participants addressed a number of timely and important questions which might have repercussions for Russia and the Muslim World. It has been argued that the group as a forum contributing to Russia-Muslim World relations has three essential foundations and objectives defined as Geographical, Cultural/Historical and Political. Geographical foundation indicates that Russia is in near proximity to the Muslim World and has a unique position having a vast geographical relation with Muslim countries. Cultural foundation refers to the mixture of ethnicities, demography, arts and cultures between Russia and the Muslim world starting from 9/10th centuries. Cultural relations have enabled Russians to develop a better understanding of Muslims. Political foundation indicates that Russia is a global power and strategic partner for the Muslim World. From cold war onwards, Russia has maintained constructive relations with the Muslim World. It has also been asserted that the forum has objectives on three levels: Global, Regional and Domestic. Global objective is to contribute to civilizational dialogue, peace and mutual understanding especially in the post 9/11 era. Regional objective is to contribute to the solution of regional problems and establish sustainable peace in the Balkans, the Middles East, Caucasia and Central Asia. Domestic objective is to improve working relations with Muslims living in Russia and enable them to be a bridge between Russia and the larger Muslim world. Participants pointed out that for the perspectives and objectives outlined above, Russia’s relations with the Muslims World as an observer state in the OIC is an important institutional link between the two sides.
Participants pointed out that the Group of Strategic Vision “Russia-Islamic World” has already started to make an impact as an important project to improve international and regional tolerance. It has been stressed that this project is a meaningful enterprise to strengthen dialogue between Christianity and Islam in general and Russia and the Muslim world in particular. In this context Russia’s a legacy of the co-existence of different ethnicities, nations and religions is underlined as a significant historical experience which could facilitate easing tensions between the West and the Muslim World. Participants underlined the fact that the world today has numerous problems. Honesty and sincerity are lacking as vital qualities in international relations and the Group of Strategic Vision “Russia-Islamic World” is expected to revive such qualities.
Participants pointed out that Russian relations with the Muslim world are anchored in geography, culture and history. It is stated that the 3rd meeting of the Group of Strategic Vision “Russia-Islamic World” took place at a critical moment when Muslim are facing a number of challenges such as underdevelopment, political conflicts and foreign interventions. Israeli-Palestinian conflict and crisis in Iraq cause a great concern for all. Moreover, racism, xenophobia and Islamphobia are on the increase that needs to be tackled effectively. It is stated that consultation of the OIC member states with Russia on the solutions of such problems is an important enterprise. Another concern is establishing relations with the host countries of Muslim minorities. Russia has a long history and experience in this regard which developed closer relations with Muslims on shared grounds. Russian-Muslim relations have gone through different stages. Now the establishment of closer co-operation between Russia and OIC member states is important to resolve conflicts and to promote dialogue. In this context Russia can play an important role as a bridge between the Islamic World and the West.
Participants called for concrete project proposals in order to make improvement drawing upon the progress of the previous meetings. It is stressed that many people frequently discuss Huntington’s thesis of the clash of civilizations but no further action is taken. Therefore it is time to talk about new principles and concrete projects to carry on. It is stated that an action plan should be accepted and projects such as publication of a book on tolerance and on the life of Prophet of Islam, education of young people, training of journalists, publication of an online journal and a creation of a website to disseminate views of the Group should be launched. For an effective administration, Participants proposed the establishment an Executive Committee from High Level Group to supervise the work of the Group and a Secretary to facilitate communication.
31 Ocak 2007 Çarşamba
Türkiye’nin küresel rolü
İstanbul iki önemli toplantıya ev sahipliği yapıyor. Biri perşembe diğer ise cuma günü yapılacak olan iki uluslar arası toplantı var önümüzde. Her ikisi de birbirinden önemli ve çok etkin kurumların deneyimli kişiler tarafından temsil edildiği toplantılar. Bu toplantılar hem bölgesel hem de küresel barış, hoşgörü ve diyalog arayışlarına katkıda bulunmayı amaçlıyor. Tabi ki Türkiye her iki toplantıda da başlıca aktörlerden biri olarak rol alıyor. Zaten toplantıların İstanbul’da yapılması da bu mesajı vermeyi amaçlıyor. Toplantılara ilişkin bilgileri aşağıda detaylı olarak vereceğim.
Sizin de farkında olduğunuz gibi Türkiye son yıllarda aktif bir dış politika izliyor. Artık kenarda, köşede ve olayların arkasında değil, yeni proje ve girişimlerde rol alan, komşu ülkeleri ile iyi geçinerek bölgesel etki alanını genişleten ve ayrıca Güney Amerika ve Afrika gibi yeni açılımları ile küresel bir aktör olma yolunda emin adımlarla ilerliyor. Ülkemiz adına bundan gurur duymalı ve bu tür açılımlara desteklerimizi sürdürmeliyiz.
Türkiye’nin küresel boyutta önemini gösteren en son girişim bilindiği gibi “Medeniyetler İttifakı” projesi idi. İspanya ve Türkiye’nin eş başkanlığını yürüttüğü bu proje dünyanın en saygın düşünür, lider ve bilim adamlarını bir araya getirdi. “Medeniyetler İttifakı” projesinin final toplantısına İstanbul ev sahipliği yaptı. BM Genel Sekreteri de dahil olmaz üzere çok sayıda önemli figür İstanbul’a, yani farklı medeniyet birikimlerinin kentin her yanında görülebileceği bu müthiş şehre geldi. “Medeniyetler İttifakı” projesi, Türkiye’nin sadece bölgesel değil aynı zamanda küresel bir saygınlık ve etki gücü taşıdığına işaret ediyor. Benzer girişimlerin başarıyla sonuçlanması, sadece bölgede değil dünyanın çeşitli yerlerinde yaşayan Türk ve Müslüman toplulukları da etkiyecek bir içeriğe sahip.
Türkiye artık korku ve kuşkulara göre değil, ulusal ve bölgesel çıkarlara bakarak ve bunların küresel yansımalarını görerek politikalar üretmeye çalışıyor. İşte bunun bir neticesi olarak ta aşağıda kısaca bahsedeceğim girişimlere ev sahipliği yapıyor.
Bu girişimlerden ilki “Strategic Vision Group “Russia-Islamic World” adını taşıyor. Bilindiği gibi soğuk savaşın bitiminden ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Rusya sınırları içinde kalan yirmi milyondan fazla Müslüman var. Ayrıca Rusya sahip olduğu askeri, ekonomik ve enerji kaynaklarından dolayı bölgenin en güçlü aktörelerinden biri. Hem Rusya hem de İslam dünyasının, çok karmaşık bir dönemden geçtiğimiz şu günlerde yeni müttefiklere ihtiyacı var. Küresel gelişmeler de zaten bunu gösteriyor.
İşte bu nedenle Türkiye’nin de aktif olarak rol aldığı bir girişim var: Rusya-İslam dünyası yakınlaşması. İstanbul’da iki gün sürecek Stratejik Vizyon Grubu toplantısına İslam Konferansı Örgütü de (İKÖ) destek veriyor. Toplantıya, Tataristan cumhurbaşkanı da dahil olmak üzere çok sayıda etkin devlet adamı ve düşünür katılıyor. Bu toplantıya ben de katılarak Rusya-İslam dünyası yakınlaşmasının entelektüel ve pratik temelleri neler olabilir ve hangi somut projeler gerçekleştirilebilir konularında katkıda bulunacağım.
Türkiye’nin ev sahipliği yaptığı diğer önemli toplantı İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) öncülünde yapılacak. Toplantının konusu İslam fobisi ile mücadele. Toplantı özellikle Batı ülkelerinde gittikçe yükselen İslam ve Müslüman korkusu ile nasıl baş edilebilir sorusu üzerine yoğunlaşacak. Benim de davetli olduğum bu toplantıya hem Türkiye, hem İslam ülkeleri hem de Avrupalı Müslümanlardan temsilciler katılacak. Çok az sayıda ancak kendi alanlarında uzmanların katılacağı bu toplantıda İslam korkusunun kökenleri, Batı’daki Müslüman imajı ve medyada yer alan söylemler tartışılacak. Bunun da ötesinde İslam korkusunu yenmeye yönelik somut projeler gündeme gelecek. Yani her iki toplantıda da uygulanabilir projeler gündeme gelecek. Sadece olup bitenler tartışılmayacak. Acaba mevcut durumu daha da iyileştirmek, Müslümanlara sürülen kara lekeyi silmek, Türkler de dahil olmak üzere Avrupa ve ABD’de yaşayan Müslümanların imajını hak ettikleri olumlu yöne çevirmek için ne yapabiliriz ve bunları hangi ortaklarla gerçekleştirebiliriz soruları üzerinde durulacak.
Her iki toplantıyı da içerden izleme ve katkıda bulunma fırsatım olacak. Toplantılardaki tartışma ve gözlemlerimi bu köşede okurlarla paylaşacağım.
Sizin de farkında olduğunuz gibi Türkiye son yıllarda aktif bir dış politika izliyor. Artık kenarda, köşede ve olayların arkasında değil, yeni proje ve girişimlerde rol alan, komşu ülkeleri ile iyi geçinerek bölgesel etki alanını genişleten ve ayrıca Güney Amerika ve Afrika gibi yeni açılımları ile küresel bir aktör olma yolunda emin adımlarla ilerliyor. Ülkemiz adına bundan gurur duymalı ve bu tür açılımlara desteklerimizi sürdürmeliyiz.
Türkiye’nin küresel boyutta önemini gösteren en son girişim bilindiği gibi “Medeniyetler İttifakı” projesi idi. İspanya ve Türkiye’nin eş başkanlığını yürüttüğü bu proje dünyanın en saygın düşünür, lider ve bilim adamlarını bir araya getirdi. “Medeniyetler İttifakı” projesinin final toplantısına İstanbul ev sahipliği yaptı. BM Genel Sekreteri de dahil olmaz üzere çok sayıda önemli figür İstanbul’a, yani farklı medeniyet birikimlerinin kentin her yanında görülebileceği bu müthiş şehre geldi. “Medeniyetler İttifakı” projesi, Türkiye’nin sadece bölgesel değil aynı zamanda küresel bir saygınlık ve etki gücü taşıdığına işaret ediyor. Benzer girişimlerin başarıyla sonuçlanması, sadece bölgede değil dünyanın çeşitli yerlerinde yaşayan Türk ve Müslüman toplulukları da etkiyecek bir içeriğe sahip.
Türkiye artık korku ve kuşkulara göre değil, ulusal ve bölgesel çıkarlara bakarak ve bunların küresel yansımalarını görerek politikalar üretmeye çalışıyor. İşte bunun bir neticesi olarak ta aşağıda kısaca bahsedeceğim girişimlere ev sahipliği yapıyor.
Bu girişimlerden ilki “Strategic Vision Group “Russia-Islamic World” adını taşıyor. Bilindiği gibi soğuk savaşın bitiminden ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Rusya sınırları içinde kalan yirmi milyondan fazla Müslüman var. Ayrıca Rusya sahip olduğu askeri, ekonomik ve enerji kaynaklarından dolayı bölgenin en güçlü aktörelerinden biri. Hem Rusya hem de İslam dünyasının, çok karmaşık bir dönemden geçtiğimiz şu günlerde yeni müttefiklere ihtiyacı var. Küresel gelişmeler de zaten bunu gösteriyor.
İşte bu nedenle Türkiye’nin de aktif olarak rol aldığı bir girişim var: Rusya-İslam dünyası yakınlaşması. İstanbul’da iki gün sürecek Stratejik Vizyon Grubu toplantısına İslam Konferansı Örgütü de (İKÖ) destek veriyor. Toplantıya, Tataristan cumhurbaşkanı da dahil olmak üzere çok sayıda etkin devlet adamı ve düşünür katılıyor. Bu toplantıya ben de katılarak Rusya-İslam dünyası yakınlaşmasının entelektüel ve pratik temelleri neler olabilir ve hangi somut projeler gerçekleştirilebilir konularında katkıda bulunacağım.
Türkiye’nin ev sahipliği yaptığı diğer önemli toplantı İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) öncülünde yapılacak. Toplantının konusu İslam fobisi ile mücadele. Toplantı özellikle Batı ülkelerinde gittikçe yükselen İslam ve Müslüman korkusu ile nasıl baş edilebilir sorusu üzerine yoğunlaşacak. Benim de davetli olduğum bu toplantıya hem Türkiye, hem İslam ülkeleri hem de Avrupalı Müslümanlardan temsilciler katılacak. Çok az sayıda ancak kendi alanlarında uzmanların katılacağı bu toplantıda İslam korkusunun kökenleri, Batı’daki Müslüman imajı ve medyada yer alan söylemler tartışılacak. Bunun da ötesinde İslam korkusunu yenmeye yönelik somut projeler gündeme gelecek. Yani her iki toplantıda da uygulanabilir projeler gündeme gelecek. Sadece olup bitenler tartışılmayacak. Acaba mevcut durumu daha da iyileştirmek, Müslümanlara sürülen kara lekeyi silmek, Türkler de dahil olmak üzere Avrupa ve ABD’de yaşayan Müslümanların imajını hak ettikleri olumlu yöne çevirmek için ne yapabiliriz ve bunları hangi ortaklarla gerçekleştirebiliriz soruları üzerinde durulacak.
Her iki toplantıyı da içerden izleme ve katkıda bulunma fırsatım olacak. Toplantılardaki tartışma ve gözlemlerimi bu köşede okurlarla paylaşacağım.
İngiltere Türkleri ve yerel medya
Son yıllarda İngiltere Türk toplumunda medya alanında bir hareketlilik gözlendi. Yeni gazeteler çıkarıldı. Bir kısmı uzun bir kısmı kısa ömürlü olan gazeteler bir taraftan istihdam yaratırken bir taraftan da farklı kesimlerin seslerini duyurmalarına aracılık etti.
Medya, sivil toplumun en önemli ifade araçlarından birisidir.
Demokratik, çoğulcu ve katılımcı bir toplumsal düzenin kurumsallaşmasında medya önemli rol oynar.
Yerel medya diye adlandırabileceğimiz bölgesel radyo, televizyon ve dergi gibi araçlar da yerel demokrasilerin güçlenmesine katkıda ulunur.
İletişim devrimi ve küreselleşmenin hızıyla dünya küçüldü. Birçok ulusal medya organı global bir karakter taşıyor. Global olan medya türü yapısal olarak yerel sorunlara mesafeli duruyor.
İşte bu noktada yerel medyanın önemi ortaya çıkıyor. Yerel medya daha dar ve sınırlı bir alanda ama daha özgün haber ve yorum peşindedir.
Global medyalar aşağı yukarı aynı haberlerle doludur. Kendinizle ilgili pek fazla şey bulamazsınız onlarda. Size özgü sorunlara uzaktır onlar.
Kısaca söylemek gerekirse global medya sizin sesiniz olmaya çalışmaz.
Buna karşılık yerel medya sizin sesiniz olmaya özen gösterir. Varlığını sizin sorunlarınıza adar. Her sayfasında kendi toplumunuzun öncelikli konularıyla ilgili haberler ve yorumlar bulursunuz.
Global medyaların tersine, yerel medya organları sizin sesinizdir, sizi dış dünyaya taşıyan etkin organlardır ve toplumsal uzlaşmaya katkıda bulunan tartışmaların ev sahibidir.
Yerel medyalarda kendi sesinizi duyarsınız. Size ait görüşlerin, yorumların ve haberlerin yansımasını bulursunuz yerel medya organlarında.
Yerel medyalar her anlamda sizin sesiniz, sizin soluğunuzdur.
Yerel medya çok daha özgün ve orijinaldir. BBC, CNN ve SkY gibi global medya organlarında aşağı yukarı aynı haberleri izleyebilirsiniz.
Ama Londra'nın güneyinde çıkan yerel bir gazete ile aynı kentin kuzeyinde çıkan yerel gazete arasında pek ortak yön bulamazsınız. Aynı şey yerel radyo istasyonları için de geçerlidir.
İşte yerel medyanın güzelliği de buradadır. Kendi okulunuz, işyeriniz, kültürel faaliyetleriniz, iş dünyanız ve mahalleniz hakkındaki haberleri ancak yerel medyada görebilirsiniz.
Son yıllarda sevindirici bir gelişme göze çarpıyor. Londra'da yeni yeni Türkçe ve İngilizce yerel gazeteler çıkıyor. Yerel gazetelerin Türk toplumuna dinamizm kattığına kuşku yok. Zaman zaman anavatanla ilgili haber ve yorumlara yer verilse de yerel medyanın ana odak noktası İngiltere Türkleri. Türklerin kültür, sanat, ekonomi, siyaset ve eğitim gibi önemli alanlardaki faaliyetlerini, sorunlarını ve tartışmalarını yerel medya dışında nerede okuyabilirsiniz, nerede takip edebilirsiniz. Londra’da genç gazetecilerin yetiştiği bir ocak ve okul da sayılır yerel medya organları.
Londra’ki basılı yerel medya organlarına ilaveten bir de yerel radyomuz var. Kuşkusuz gazeteler gibi radyonun da yayın politikası, yayın akışı ve programları tartışılabilir ve eleşritilebilir. Hatta bu tartışma ve eleştiriler düzenli olarak yapılmalıdır. Çünkü amaç radyoyu ortadan kaldırmak değil daha geniş temsilin sağlanması ve daha doyurucu yayınların yapılmasına katkıda bulunmaktır. Zaman zaman radyo lisansı ile bazı sürtüşmeler olsa da bunları toplumun iç dinamizminin derinliğinden kaynaklanıyor şeklinde yorumlamak daha uygun olacaktır. Ayrıca yasal düzenlemelerin izin vermesi durumunda katılımcılığı genişletmek, çoğulculuğu sağlamak ve rekabeti teşvik için yeni yeni Türkçe radyolar yayına başlamalıdır.
Radyonun kurulduğu yılları hatırlayanlar bilir. Radyoyla birlikte topluma bir canlılık ve dinamizm geldi. Yerel sorunlar artık herkesin tartıştığı konular haline geldi.
Bu radyo sayesinde millet Türkçe müziğe doydu. Umarız radyo gelişerek bu canlı ve neşeli yayınlarını sürdürmeye devam eder.
Londra'daki Türkçe yerel gazeteler de ilk acemiliklerini çoktan geride bıraktı. Bu alanda yeni atılımların yapılması toplum için büyük bir kazanç olacaktır.
Çok seslilik ancak bu gazeteler sayesinde mümkün. O nedenle yerel gazetelerin, haber kapılarını belirli kesimlerle sınırlı tutmaları yanlıştır. Her kesime hitap etmenin yolu her görüşün gazete yer bulmasından, toplumun her kesiminin sorunlarının gazete sayfalarına yansımasından geçer.
Yerel Türk medyası gelişme döneminde. Umarız sağlıklı bir şekilde kök salar.
Kuşkusuz radyo ve gazeteler yanında bir de yerel Türkçe/İngilizce bir TV kanalına ihtiyaç var. Çoğu kişinin evinde Türkiye’den yayın yapan TV kanallarını izleme imkanı var. Bu nedenle yerel TV kanalına pek ihtiyaç duyulmuyor gibi. Halbuki yerel TV gazete ve radyo gibi son derece önemli bir medya türü. Bu nedenle ihmal edilmeden bu konuya da el atılmalıdır.
Medya, sivil toplumun en önemli ifade araçlarından birisidir.
Demokratik, çoğulcu ve katılımcı bir toplumsal düzenin kurumsallaşmasında medya önemli rol oynar.
Yerel medya diye adlandırabileceğimiz bölgesel radyo, televizyon ve dergi gibi araçlar da yerel demokrasilerin güçlenmesine katkıda ulunur.
İletişim devrimi ve küreselleşmenin hızıyla dünya küçüldü. Birçok ulusal medya organı global bir karakter taşıyor. Global olan medya türü yapısal olarak yerel sorunlara mesafeli duruyor.
İşte bu noktada yerel medyanın önemi ortaya çıkıyor. Yerel medya daha dar ve sınırlı bir alanda ama daha özgün haber ve yorum peşindedir.
Global medyalar aşağı yukarı aynı haberlerle doludur. Kendinizle ilgili pek fazla şey bulamazsınız onlarda. Size özgü sorunlara uzaktır onlar.
Kısaca söylemek gerekirse global medya sizin sesiniz olmaya çalışmaz.
Buna karşılık yerel medya sizin sesiniz olmaya özen gösterir. Varlığını sizin sorunlarınıza adar. Her sayfasında kendi toplumunuzun öncelikli konularıyla ilgili haberler ve yorumlar bulursunuz.
Global medyaların tersine, yerel medya organları sizin sesinizdir, sizi dış dünyaya taşıyan etkin organlardır ve toplumsal uzlaşmaya katkıda bulunan tartışmaların ev sahibidir.
Yerel medyalarda kendi sesinizi duyarsınız. Size ait görüşlerin, yorumların ve haberlerin yansımasını bulursunuz yerel medya organlarında.
Yerel medyalar her anlamda sizin sesiniz, sizin soluğunuzdur.
Yerel medya çok daha özgün ve orijinaldir. BBC, CNN ve SkY gibi global medya organlarında aşağı yukarı aynı haberleri izleyebilirsiniz.
Ama Londra'nın güneyinde çıkan yerel bir gazete ile aynı kentin kuzeyinde çıkan yerel gazete arasında pek ortak yön bulamazsınız. Aynı şey yerel radyo istasyonları için de geçerlidir.
İşte yerel medyanın güzelliği de buradadır. Kendi okulunuz, işyeriniz, kültürel faaliyetleriniz, iş dünyanız ve mahalleniz hakkındaki haberleri ancak yerel medyada görebilirsiniz.
Son yıllarda sevindirici bir gelişme göze çarpıyor. Londra'da yeni yeni Türkçe ve İngilizce yerel gazeteler çıkıyor. Yerel gazetelerin Türk toplumuna dinamizm kattığına kuşku yok. Zaman zaman anavatanla ilgili haber ve yorumlara yer verilse de yerel medyanın ana odak noktası İngiltere Türkleri. Türklerin kültür, sanat, ekonomi, siyaset ve eğitim gibi önemli alanlardaki faaliyetlerini, sorunlarını ve tartışmalarını yerel medya dışında nerede okuyabilirsiniz, nerede takip edebilirsiniz. Londra’da genç gazetecilerin yetiştiği bir ocak ve okul da sayılır yerel medya organları.
Londra’ki basılı yerel medya organlarına ilaveten bir de yerel radyomuz var. Kuşkusuz gazeteler gibi radyonun da yayın politikası, yayın akışı ve programları tartışılabilir ve eleşritilebilir. Hatta bu tartışma ve eleştiriler düzenli olarak yapılmalıdır. Çünkü amaç radyoyu ortadan kaldırmak değil daha geniş temsilin sağlanması ve daha doyurucu yayınların yapılmasına katkıda bulunmaktır. Zaman zaman radyo lisansı ile bazı sürtüşmeler olsa da bunları toplumun iç dinamizminin derinliğinden kaynaklanıyor şeklinde yorumlamak daha uygun olacaktır. Ayrıca yasal düzenlemelerin izin vermesi durumunda katılımcılığı genişletmek, çoğulculuğu sağlamak ve rekabeti teşvik için yeni yeni Türkçe radyolar yayına başlamalıdır.
Radyonun kurulduğu yılları hatırlayanlar bilir. Radyoyla birlikte topluma bir canlılık ve dinamizm geldi. Yerel sorunlar artık herkesin tartıştığı konular haline geldi.
Bu radyo sayesinde millet Türkçe müziğe doydu. Umarız radyo gelişerek bu canlı ve neşeli yayınlarını sürdürmeye devam eder.
Londra'daki Türkçe yerel gazeteler de ilk acemiliklerini çoktan geride bıraktı. Bu alanda yeni atılımların yapılması toplum için büyük bir kazanç olacaktır.
Çok seslilik ancak bu gazeteler sayesinde mümkün. O nedenle yerel gazetelerin, haber kapılarını belirli kesimlerle sınırlı tutmaları yanlıştır. Her kesime hitap etmenin yolu her görüşün gazete yer bulmasından, toplumun her kesiminin sorunlarının gazete sayfalarına yansımasından geçer.
Yerel Türk medyası gelişme döneminde. Umarız sağlıklı bir şekilde kök salar.
Kuşkusuz radyo ve gazeteler yanında bir de yerel Türkçe/İngilizce bir TV kanalına ihtiyaç var. Çoğu kişinin evinde Türkiye’den yayın yapan TV kanallarını izleme imkanı var. Bu nedenle yerel TV kanalına pek ihtiyaç duyulmuyor gibi. Halbuki yerel TV gazete ve radyo gibi son derece önemli bir medya türü. Bu nedenle ihmal edilmeden bu konuya da el atılmalıdır.
Din farkı AB üyeliğine engel mi?
Nikolas Sarkozy, cumhurbaşkanlığı adaylığı açıklandıktan sonraki ilk demecinde “Türkiye’nin Avrupa Birliği’nde yeri yoktur” diyerek son yıllarda yükselen kültürcü söylemi ne kadar içselleştirdiğini bir kez daha göstermiş oldu. Avrupa’da, Türkiye’nin üyeliğine kuşku ile bakanlar veya tamamen karşı çıkanların öne sürdüğü itiraz nedenlerine bakıldığında karşımıza bazı korkular, önyargılar ve tehdit algılarının çıktığını görüyoruz. Türkiye’nin AB üyeliğine karşı kamuoyu oluşturmaya çalışanların her platformda dile getirdiği noktalar arasında Türkiye'nin nüfus büyüklüğü, hızlı nüfus artışı, genç nüfusun oransal yüksekliği, işsizlik, geleneksel ve kültürel kimlik farklılıkları ve Müslümanlık faktörü, Türkiye’nin Batı uygarlığının bir üyesi olmadığı ve karar alma mekanizmalarında sivil olmayan çevrelerin etkinlikleri gibi konuları saymak mümkün. Özellikle Fransa ve Hollanda AB Anayasası’na hayır dedikten sonra Türkiye aleyhtarı olanların sesi daha da yükseldi.
Kültürcü yaklaşımın popüler anlamda da etkili olduğuna ilişkin bazı bulgular var. Hatırlanacağı üzere IPSOS araştırma şirketi tarafından Le Figaro gazetesi için yapılan bir kamuoyu araştırmasında Fransız halkının yüzde 56’sı bir İslam ülkesi olarak gördükleri Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesine karşı olduklarını belirtmişti. Türkiye’nin üyeliğine hayır diyenlerin yüzde 40’ı Türkiye’den bir göç dalgası geleceğini, bunun da istihdam olanaklarını olumsuz etkileyeceği kaygısını taşıdıklarını belirtirken yüzde 26’sı Türkiye’nin bir Asya ülkesi olduğunu ve yüzde 25’i de halkının Müslüman olduğunu belirtmişti. Yaklaşık yüzde 30’luk bir kesim ise dini ve kültürel nedenlerden dolayı Türkiye’nin “asla” üye olmaması görüşünde olduklarını ifade etmiştir. Fransa Başbakan’ı Jean-Pierre Raffarin Türkiye’nin kültürel kimliğine karşı açık bir duruş sergilemiş ve “İslam ırmağının laikliğin nehir yatağına akmasını mı istiyoruz?” sorusuyla din farkından dolayı Türkiye’nin üyeliğine karşı olduğunu ima etmişti. Diğer yandan AB'nin Hollandalı müzakerecisi Fritez Bulkashtian 'AB'nin Türkiye'nin katılımına izin vermesinin, Avrupa'nın Viyana Savaşı'na boşuna girdiği anlamına geleceği' yollu benzer bir açıklamada bulunmuştur. Öyle görünüyor ki Katolikliğin dogmalarına karşı verilen rasyonel mücadele unutulmuş, din ve kültür merkezli kültürcü söylem tekrar yeşermiş Avrupa’da.
Türkiye’nin AB üyeliğine karşı duruşun temel nedenleri arasında Türkiye ile ilgili bilinmezlerin de rol oynadığını belirtmek gerek. Türkiye’nin belki ekonomik yapısı ve siyasi dengeleri gibi konular biliniyor. Ne var ki Türkiye’de din, Avrupalıların yeterince bilmediği hatta birçok yönden kalıp yargılara neden olan bilinmezlerin başında geliyor. İşte bu nedenle Kopenhag Üniversitesi ve Danimarka Uluslararası Araştırmalar Enstitüsü Türkiye-AB ilişkilerinin din boyutunu tartışmak üzere uluslar arası bir konferans düzenledi. “Turkey in Europe:Role of Religion in the current debate. Should Turkey become a member of EU?” (Avrupa’daki Türkiye: Güncel tartışmalarda dinin rolü. Türkiye AB üyesi olmalı mıdır?) başlıklı konferansın odağındaki konu “din” idi. Yani Türkiye-AB ilişkilerinde dinin rolü nedir? Türkiye nereye aittir? Avrupa’ya mı yoksa başka bir uygarlık alanına mı? Müslüman bir nüfusa sahip olan Türkiye AB’ye üye olmalı mıdır? Konuşmacılar işte bu çerçevedeki sorulara cevap vermeye çalıştı.
Konferans sırasında Türkiye nereye ait sorusu, yani kimlikle ilgili tartışmalar ister istemez Avrupa kimliğinin de tartışılmasına neden oldu. Mesela Avrupa nerde başlar nerde biter, Avrupa değerleri nelerdir, Avrupa’yı farklı kılan özellikler hangi alanlarda görülmektedir gibi sorular da tartışıldı. Bu tartışmalar sonunda görüldü ki kültürel anlamda içeriği ve sınırları belirgin hatlarla çizilmiş bir Avrupa yok Aynı pencereden bakıldığında İslam dünyasının da tek olmadığı, kendi içinde çeşitlilik barındırdığı ve işte Türkiye’nin de bu çeşitliğe bir katkı olduğu anlaşıldı. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılından itibaren modernleşme projelerinin başladığı, bu nedenle de imparatorluk mirasını devir alan Türkiye’nin aslında Avrupa’ya çok yakın olduğu ve onun bir parçası olması gerektiği üzerinde duruldu.
“Avrupa’daki Türkiye” konulu konferansın en çarpıcı konuşmalarından birini Almanya Trier Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Gerhard Robbers yaptı. Robbers, tam üyelik durumunda Avrupa Birliği ve Türkiye’nin birbirinden çok şey öğreneceğini ve Türkiye’nin Avrupa kültürünü zenginleştireceğini belirttiği konuşmasında yapay korkulara kapılmamak gerektiğini söyledi. Prof. Dr. Robbers büyük ilgi çeken konuşmasında Avrupa’daki mevcut din-devlet ilişkisi ve laiklik modelleri üzerinde durarak Türkiye’nin tam üyeliğe kabulü durumunda AB kimliğine yeni bir kültürel ve dini kimlik daha katılacağını, ayrıca Avrupa’daki mevcut din-devlet ilişkileri modellerine yeni bir modelin daha ekleneceğini söyledi. Robbers, Türkiye’nin sahip olduğu birikim ve Türk halkının benimsediği İslam kültürü ile Avrupa’ya farklı bir geleneği de taşıyacağını ve böylece AB’nin dini demografisini değiştireceğini açıkladı. AB’ye üyeliğin Türkiye için de kazanımlar getireceğini belirten Robbers, zaten Almanya başta olmak üzere yaklaşık dört milyon Türkün Avrupa’da yaşadığını ve bunların artık toplumun bir parçası olduğunun kabul edilmesi gerektiğinin altını çizdi. Robbers artık Avrupalıların kendi içindeki Türkleri kültürleri ile kabul etmek zorunda olduklarını çünkü bu insanların yaşadıkları ülkelere yerleştiklerini ve artan oranda vatandaş olduklarını anlattı ve bu noktada yapılması gereken şeyin ülkelerin kendi vatandaşlarını farklılıkları ile beraber kucaklamak olduğunu söyledi.
Türklerin Avrupa ülkelerinde zaten Avrupalılarla uzun yıllardır komşu olduklarını bu nedenle Türkiye’nin üyeliğinin AB için bir test olduğunu ifade eden Prof. Dr. Lykke Friis ise artık Türkiye’yi Avrupa’nın “ötekisi” olarak görmekten vazgeçmek gerektiğini söyledi. Konferansta konuşan Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Kemal Kirişçi ise sunduğu bildiride mevcut hükümetin çok sayıda reform gerçekleştirerek Türkiye’yi AB’ye yakınlaştırdığını, buna karşın AB’de bazı grupların Türkiye karşıtlığını giderek katılaştırdığının belirtti. Türkiye’de halkın çoğunluğunun Müslüman oluşunun yani din farkının zaman zaman bir araç olarak kullanıldığına işaret eden Kirişçi, yapılan bilimsel araştırmalarda halkın büyük bir çoğunluğunun modern değerleri benimsediğini ve bunun bir engel olarak görülmemesi gerektiğini söyledi. Türkiye’den konferansa katılan Prof. Dr. Elizabeth Özdalga, Prof. Dr. İştar Gözaydın ve Doç. Dr. Pınar Bilgin de yaptıkları konuşmalarda Türkiye’nin sahip olduğu kültürel birikimlerin AB’ye girmeye engel olmadığını vurguladı. Sonuç olarak konferans, Türkiye ile ilgili bir çok soruya cevap verdi. Bazı kuşkuları ortadan kaldırdı. Konferans sırasında bir daha görüldü ki Avrupalılar Türkiye ve Türk kültürü hakkında yüzeysel bilgilere sahip. Türkiye karşı çıkmaları da bu yüzden. Türkiye’nin kapsamlı ev uzun vadeli bir tanıtım atağına geçmesi gerekiyor.
Kültürcü yaklaşımın popüler anlamda da etkili olduğuna ilişkin bazı bulgular var. Hatırlanacağı üzere IPSOS araştırma şirketi tarafından Le Figaro gazetesi için yapılan bir kamuoyu araştırmasında Fransız halkının yüzde 56’sı bir İslam ülkesi olarak gördükleri Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesine karşı olduklarını belirtmişti. Türkiye’nin üyeliğine hayır diyenlerin yüzde 40’ı Türkiye’den bir göç dalgası geleceğini, bunun da istihdam olanaklarını olumsuz etkileyeceği kaygısını taşıdıklarını belirtirken yüzde 26’sı Türkiye’nin bir Asya ülkesi olduğunu ve yüzde 25’i de halkının Müslüman olduğunu belirtmişti. Yaklaşık yüzde 30’luk bir kesim ise dini ve kültürel nedenlerden dolayı Türkiye’nin “asla” üye olmaması görüşünde olduklarını ifade etmiştir. Fransa Başbakan’ı Jean-Pierre Raffarin Türkiye’nin kültürel kimliğine karşı açık bir duruş sergilemiş ve “İslam ırmağının laikliğin nehir yatağına akmasını mı istiyoruz?” sorusuyla din farkından dolayı Türkiye’nin üyeliğine karşı olduğunu ima etmişti. Diğer yandan AB'nin Hollandalı müzakerecisi Fritez Bulkashtian 'AB'nin Türkiye'nin katılımına izin vermesinin, Avrupa'nın Viyana Savaşı'na boşuna girdiği anlamına geleceği' yollu benzer bir açıklamada bulunmuştur. Öyle görünüyor ki Katolikliğin dogmalarına karşı verilen rasyonel mücadele unutulmuş, din ve kültür merkezli kültürcü söylem tekrar yeşermiş Avrupa’da.
Türkiye’nin AB üyeliğine karşı duruşun temel nedenleri arasında Türkiye ile ilgili bilinmezlerin de rol oynadığını belirtmek gerek. Türkiye’nin belki ekonomik yapısı ve siyasi dengeleri gibi konular biliniyor. Ne var ki Türkiye’de din, Avrupalıların yeterince bilmediği hatta birçok yönden kalıp yargılara neden olan bilinmezlerin başında geliyor. İşte bu nedenle Kopenhag Üniversitesi ve Danimarka Uluslararası Araştırmalar Enstitüsü Türkiye-AB ilişkilerinin din boyutunu tartışmak üzere uluslar arası bir konferans düzenledi. “Turkey in Europe:Role of Religion in the current debate. Should Turkey become a member of EU?” (Avrupa’daki Türkiye: Güncel tartışmalarda dinin rolü. Türkiye AB üyesi olmalı mıdır?) başlıklı konferansın odağındaki konu “din” idi. Yani Türkiye-AB ilişkilerinde dinin rolü nedir? Türkiye nereye aittir? Avrupa’ya mı yoksa başka bir uygarlık alanına mı? Müslüman bir nüfusa sahip olan Türkiye AB’ye üye olmalı mıdır? Konuşmacılar işte bu çerçevedeki sorulara cevap vermeye çalıştı.
Konferans sırasında Türkiye nereye ait sorusu, yani kimlikle ilgili tartışmalar ister istemez Avrupa kimliğinin de tartışılmasına neden oldu. Mesela Avrupa nerde başlar nerde biter, Avrupa değerleri nelerdir, Avrupa’yı farklı kılan özellikler hangi alanlarda görülmektedir gibi sorular da tartışıldı. Bu tartışmalar sonunda görüldü ki kültürel anlamda içeriği ve sınırları belirgin hatlarla çizilmiş bir Avrupa yok Aynı pencereden bakıldığında İslam dünyasının da tek olmadığı, kendi içinde çeşitlilik barındırdığı ve işte Türkiye’nin de bu çeşitliğe bir katkı olduğu anlaşıldı. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılından itibaren modernleşme projelerinin başladığı, bu nedenle de imparatorluk mirasını devir alan Türkiye’nin aslında Avrupa’ya çok yakın olduğu ve onun bir parçası olması gerektiği üzerinde duruldu.
“Avrupa’daki Türkiye” konulu konferansın en çarpıcı konuşmalarından birini Almanya Trier Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Gerhard Robbers yaptı. Robbers, tam üyelik durumunda Avrupa Birliği ve Türkiye’nin birbirinden çok şey öğreneceğini ve Türkiye’nin Avrupa kültürünü zenginleştireceğini belirttiği konuşmasında yapay korkulara kapılmamak gerektiğini söyledi. Prof. Dr. Robbers büyük ilgi çeken konuşmasında Avrupa’daki mevcut din-devlet ilişkisi ve laiklik modelleri üzerinde durarak Türkiye’nin tam üyeliğe kabulü durumunda AB kimliğine yeni bir kültürel ve dini kimlik daha katılacağını, ayrıca Avrupa’daki mevcut din-devlet ilişkileri modellerine yeni bir modelin daha ekleneceğini söyledi. Robbers, Türkiye’nin sahip olduğu birikim ve Türk halkının benimsediği İslam kültürü ile Avrupa’ya farklı bir geleneği de taşıyacağını ve böylece AB’nin dini demografisini değiştireceğini açıkladı. AB’ye üyeliğin Türkiye için de kazanımlar getireceğini belirten Robbers, zaten Almanya başta olmak üzere yaklaşık dört milyon Türkün Avrupa’da yaşadığını ve bunların artık toplumun bir parçası olduğunun kabul edilmesi gerektiğinin altını çizdi. Robbers artık Avrupalıların kendi içindeki Türkleri kültürleri ile kabul etmek zorunda olduklarını çünkü bu insanların yaşadıkları ülkelere yerleştiklerini ve artan oranda vatandaş olduklarını anlattı ve bu noktada yapılması gereken şeyin ülkelerin kendi vatandaşlarını farklılıkları ile beraber kucaklamak olduğunu söyledi.
Türklerin Avrupa ülkelerinde zaten Avrupalılarla uzun yıllardır komşu olduklarını bu nedenle Türkiye’nin üyeliğinin AB için bir test olduğunu ifade eden Prof. Dr. Lykke Friis ise artık Türkiye’yi Avrupa’nın “ötekisi” olarak görmekten vazgeçmek gerektiğini söyledi. Konferansta konuşan Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Kemal Kirişçi ise sunduğu bildiride mevcut hükümetin çok sayıda reform gerçekleştirerek Türkiye’yi AB’ye yakınlaştırdığını, buna karşın AB’de bazı grupların Türkiye karşıtlığını giderek katılaştırdığının belirtti. Türkiye’de halkın çoğunluğunun Müslüman oluşunun yani din farkının zaman zaman bir araç olarak kullanıldığına işaret eden Kirişçi, yapılan bilimsel araştırmalarda halkın büyük bir çoğunluğunun modern değerleri benimsediğini ve bunun bir engel olarak görülmemesi gerektiğini söyledi. Türkiye’den konferansa katılan Prof. Dr. Elizabeth Özdalga, Prof. Dr. İştar Gözaydın ve Doç. Dr. Pınar Bilgin de yaptıkları konuşmalarda Türkiye’nin sahip olduğu kültürel birikimlerin AB’ye girmeye engel olmadığını vurguladı. Sonuç olarak konferans, Türkiye ile ilgili bir çok soruya cevap verdi. Bazı kuşkuları ortadan kaldırdı. Konferans sırasında bir daha görüldü ki Avrupalılar Türkiye ve Türk kültürü hakkında yüzeysel bilgilere sahip. Türkiye karşı çıkmaları da bu yüzden. Türkiye’nin kapsamlı ev uzun vadeli bir tanıtım atağına geçmesi gerekiyor.
2007projelerinden bazıları
İyisi ve kötüsüyle, sevinci ve hüznüyle, savaşı ve barışıyla 2006 geride kaldı artık. Geride bıraktığımız yılı nasıl geçirdiğimiz üzerine düşünmemiz lazım. Hatalardan ders almak, yanlışları düzeltmek ve eksik kalan projelerin tamamlanması için çabalamak gerek. Geçmişe bakıp ahlamak vahlamak ve pişmanlık krizlerine girmenin artık anlamı yok. Anlamlı olan bir şey varsa, o da, geçmişten ders alıp daha dinamik ve enerjik biçimde hayallerimizin peşine düşmek olmalı. Bu nedenle elimize kalemi kağıdı alıp hem bir muhasebe hem de planlama yapmalıyız. Biliyorum, biz Türkler plandan ve programdan pek hazzetmeyiz ama dünyanın gerçekleri bize artık günübirlik ve rasgele yaşamayı zorlaştırıyor. İşte bu nedenle hem bireysel hem de kurumsal olarak 2007’de neler yapmak istiyoruz ve hangi projelerimizi gerçekleştirmeye çalışacağız sorularını cevaplamalıyız.
Kuşkusuz hepimizin bir şekilde işi, ailesi ve ülkesi ile bağı var. O halde kendimiz, ailemiz, dostlarımız, komşularımız, mahallemiz, ülkemiz ve işimiz için neler yapabiliriz? Bütün bu soruları tek tek cevaplamalıyız ki ne istediğimizi, neler başarabileceğimizi görelim. Ben kendi hesabıma 2006 yılını verimli geçirdiğimi düşünüyorum. Hem bu köşedeki yazılarımı aksatmadan yazmaya çalıştım hem de akademisyenlik mesleğimin gerektirdiği çalışmaları yaptım. Bunlar arasında İstanbul Ticaret Üniversitesinde ders vermek, SETA Vakfının kuruluşuna katkıda bulunmak, konferanslar düzenlemek ve kitap/makale yayınlamak gibi en azından manevi olarak son derece doyurucu projelere katıldım. Yapamadığım tek şey var o da tatil. Artık 2007’de bunu ihmal etmemeye çalışacağım.
2007 planlarımı sizinle paylaşmak istiyorum. Bu belki de hem kendime hem de size vereceğim bir söz anlamına geleceği için hepsini tek tek yerine getirmeye daha fazla özen göstereceğim demektir. Hemen belirteyim ki bu köşedeki yazılarımı sürdürmeye devam edeceğim. Her hafta sizinle buluşma keyfi yaşamak gerçekten güzel. Bu nedenle eleştiri ve önerilerinizi paylaşmanız beni çok sevindirecektir.
Yeni yılda tıpkı geçen yıl olduğu gibi üniversitede ders vermeye devam edeceğim. Bu yıl Fatih Üniversitesi sosyoloji bölümündeki öğrencilerle beraber olacağız. Toplumsal değişmeleri ve gelişmeleri anlamaya, göç ve kimlik konularını tartışmaya çalışacağız. Yeni yılın ilk dış gezisini Danimarka’ya yapacağım. Ocak ayının son haftasında Kopenhag Üniversitesi’nin düzenlediği “Türkiye-AB İlişkilerinde Dini Kimlik Boyutu” konulu bir konferansta “Avrupalı Türklerin AB’ye Bakışı”nı ele alan bir bildiri sunacağım.
Yeni yılda ikinci yurt dışı etkinliği 23-24 Şubat tarihlerinde Amsterdam’da düzenlenecek olan “6. Avrupa Türkçe Yayınlar Sempozyumu”na katılmak olacak. Sempozyum on beş-yirmi yayın temsilcisini bir araya getirip özellikle Avrupa’da Türkçe yayın yapan radyo, TV, gazete ve dergilerin sorunlarını tartışacak ve ortak projelerin oluşmasına katkıca bulunacak. Bu etkinliğe kıymetli dostumuz Mustafa Köker gazetemizi temsil etmek üzere davet edilecek.
Bu toplantının hemen ardından üç haftalık bir inceleme gezisi için ABD’ye gideceğim. Burada sivil toplum kuruluşları, düşünce kuruluşları, medya mensupları, kongre ve temsilciler meclisi üyeleri ve akademisyenler ile görüşmeler yapacağım. Bir Türk kurumu olarak sadece gazetenizin temsil edileceği bu inceleme gezisine diğer ülkelerden de on beş kişilik bir katılım olacak. Değişik eyaletleri kapsayan geziyle ilgili izlenimlerimi bu köşeden sizinle paylaşmaya çalışacağım.
Araştırma ve yayın konusunda da iki projemiz var. Yayın olarak “Turks in Europe” başlıklı İngilizce bir kitap çıkaracağız. Değişik Avrupa ülkelerindeki Türkleri konu alan kitapta uzmanların makaleleri olacak. Araştırma projesi olarak ta “Karma Evliliklerin Kültürel Kimlik Üzerine Etkisi”ni ala alan bir çalışma başlatacağız. Bu araştırma Hollanda’dan başlayacak ve finansal destek bulunursa İngiltere’yi de içine alacak.
Bu plan ve projelerle ilgili gelişmeleri mümkün olduğunca bu köşeden size aktaracağım. Bu vesileyle sağlıklı, huzurlu ve başarılı bir yeni diliyorum.
Kuşkusuz hepimizin bir şekilde işi, ailesi ve ülkesi ile bağı var. O halde kendimiz, ailemiz, dostlarımız, komşularımız, mahallemiz, ülkemiz ve işimiz için neler yapabiliriz? Bütün bu soruları tek tek cevaplamalıyız ki ne istediğimizi, neler başarabileceğimizi görelim. Ben kendi hesabıma 2006 yılını verimli geçirdiğimi düşünüyorum. Hem bu köşedeki yazılarımı aksatmadan yazmaya çalıştım hem de akademisyenlik mesleğimin gerektirdiği çalışmaları yaptım. Bunlar arasında İstanbul Ticaret Üniversitesinde ders vermek, SETA Vakfının kuruluşuna katkıda bulunmak, konferanslar düzenlemek ve kitap/makale yayınlamak gibi en azından manevi olarak son derece doyurucu projelere katıldım. Yapamadığım tek şey var o da tatil. Artık 2007’de bunu ihmal etmemeye çalışacağım.
2007 planlarımı sizinle paylaşmak istiyorum. Bu belki de hem kendime hem de size vereceğim bir söz anlamına geleceği için hepsini tek tek yerine getirmeye daha fazla özen göstereceğim demektir. Hemen belirteyim ki bu köşedeki yazılarımı sürdürmeye devam edeceğim. Her hafta sizinle buluşma keyfi yaşamak gerçekten güzel. Bu nedenle eleştiri ve önerilerinizi paylaşmanız beni çok sevindirecektir.
Yeni yılda tıpkı geçen yıl olduğu gibi üniversitede ders vermeye devam edeceğim. Bu yıl Fatih Üniversitesi sosyoloji bölümündeki öğrencilerle beraber olacağız. Toplumsal değişmeleri ve gelişmeleri anlamaya, göç ve kimlik konularını tartışmaya çalışacağız. Yeni yılın ilk dış gezisini Danimarka’ya yapacağım. Ocak ayının son haftasında Kopenhag Üniversitesi’nin düzenlediği “Türkiye-AB İlişkilerinde Dini Kimlik Boyutu” konulu bir konferansta “Avrupalı Türklerin AB’ye Bakışı”nı ele alan bir bildiri sunacağım.
Yeni yılda ikinci yurt dışı etkinliği 23-24 Şubat tarihlerinde Amsterdam’da düzenlenecek olan “6. Avrupa Türkçe Yayınlar Sempozyumu”na katılmak olacak. Sempozyum on beş-yirmi yayın temsilcisini bir araya getirip özellikle Avrupa’da Türkçe yayın yapan radyo, TV, gazete ve dergilerin sorunlarını tartışacak ve ortak projelerin oluşmasına katkıca bulunacak. Bu etkinliğe kıymetli dostumuz Mustafa Köker gazetemizi temsil etmek üzere davet edilecek.
Bu toplantının hemen ardından üç haftalık bir inceleme gezisi için ABD’ye gideceğim. Burada sivil toplum kuruluşları, düşünce kuruluşları, medya mensupları, kongre ve temsilciler meclisi üyeleri ve akademisyenler ile görüşmeler yapacağım. Bir Türk kurumu olarak sadece gazetenizin temsil edileceği bu inceleme gezisine diğer ülkelerden de on beş kişilik bir katılım olacak. Değişik eyaletleri kapsayan geziyle ilgili izlenimlerimi bu köşeden sizinle paylaşmaya çalışacağım.
Araştırma ve yayın konusunda da iki projemiz var. Yayın olarak “Turks in Europe” başlıklı İngilizce bir kitap çıkaracağız. Değişik Avrupa ülkelerindeki Türkleri konu alan kitapta uzmanların makaleleri olacak. Araştırma projesi olarak ta “Karma Evliliklerin Kültürel Kimlik Üzerine Etkisi”ni ala alan bir çalışma başlatacağız. Bu araştırma Hollanda’dan başlayacak ve finansal destek bulunursa İngiltere’yi de içine alacak.
Bu plan ve projelerle ilgili gelişmeleri mümkün olduğunca bu köşeden size aktaracağım. Bu vesileyle sağlıklı, huzurlu ve başarılı bir yeni diliyorum.
24 Ocak 2007 Çarşamba
“Avrupa’daki Türkiye” Konferansı
Talip Küçükcan
Geçen hafta Danimarka’nın Kopenhag şehrinde çok yoğun üç gün geçirdim. Kopenhag ziyaretinin amacı, bu kentin adını taşıyan üniversite ile Dışişleri Bakanlığı destekli Danimarka Uluslararası Araştırmalar Enstitüsü isimli kuruluşun beraber düzenledikleri bir konferansa katılmak ve bildiri sunmaktı. Kopenhag’a yağmurlu bir havada indim. Üç gün süresincede hem yağmur hem de rüzgarın eşlik ettiği şiddetli soğuktan dolayı bütün zamanı toplantıdaki tartışmalarla geçirdik. Bir anlamda toplantı salonuna kapandık ve yaklaşık yüz kişinin katıldığı çeşitli oturumlarda enine boyuna Türkiye-AB ilişkilerini tartıştık.
Hemen belirtelim ki konferans çok iyi organize edilmişti. Seçkin bilim adamları ve dinleyicilerin bulunması hem kaliteyi artırdı hem de tartışmalara bir derinlik kattı. Konferansa bilim çevreleri, medya mensupları diplomatlar ile sivil toplum kuruluşları yakın ilgi gösterdi. Ayrıca Türkiye’nin Danimarka Büyükelçiliği’nden çok sayıda görevli de takip etti. Konferansın ikinci günü akşamı da büyükelçilik konutunda konferansa katılanlar onuruna bir yemek verildi. Şimdi bu konferanstan bazı notları sizlerle paylaşmak istiyorum.
İsterseniz öncelikle konferansın isminden başlayalım çünkü tartışmalar başlıkta belirtilen konular üzerine yoğunlaştı. Konferansın tam başlığı şu idi: “Turkey in Europe:Role of Religion in the current debate. Should Turkey become a member of EU?” Başlıktan da anlaşıldığı gibi tartışmanın odağında olan konu “din” idi. Yani Türkiye-AB ilişkilerinde dinin rolü nedir? Türkiye nereye aittir? Avrupa’ya mı yoksa başka bir uygarlık alanına mı? Müslüman bir nüfusa sahip olan Türkiye AB’ye üye olmalı mıdır? Konuşmacılar işte bu çerçevedeki sorulara cevap vermeye çalıştılar.
Türkiye nereye ait sorusu, yani kimlikle ilgili tartışmalar ister istemez Avrupa kimliğinin de tartışılmasına neden oldu? Mesela Avrupa nerde başlar nerde biter, Avrupa değerleri nelerdir, Avrupa’yı farklı kılan özellikler hangi alanlarda görülmektedir gibi sorular da tartışıldı. Bu tartışmalar sonunda görüldü ki kültürel anlamda içeriği ve sınırları belirgin hatlarla çizilmiş bir Avrupa yok Aynı pencereden bakıldığında İslam dünyasının da tek olmadığı, kendi içinde çeşitlilik barındırdığı ve işte Türkiye’nin de bu çeşitliğe bir katkı olduğu anlaşıldı. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılından itibaren modernleşme projelerinin başladığı, bu nedenle de imparatorluk mirasını devir alan Türkiye’nin aslında Avrupa’ya çok yakın olduğu ve onun bir parçası olması gerektiği üzerinde duruldu.
Şimdi biraz daha spesifik olarak bazı katılımcıların gözlemlerini paylaşayım sizinle.
Kopenhag Üniversitesi ve Danimarka Uluslararası Araştırmalar Enstitüsü tarafından düzenlenen “Avrupa’daki Türkiye” konulu konferansın en çarpıcı konuşmalarından birini Almanya Trier Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Gerhard Robbers yaptı. Robbers, tam üyelik durumunda Avrupa Birliği ve Türkiye’nin birbirinden çok şey öğreneceğini ve Türkiye’nin Avrupa kültürünü zenginleştireceğini belirttiği konuşmasında yapay korkulara kapılmamak gerektiğini söyledi. Prof. Dr. Robbers büyük ilgi çeken konuşmasında Avrupa’daki mevcut din-devlet ilişkisi ve laiklik modelleri üzerinde durarak Türkiye’nin tam üyeliğe kabulü durumunda AB kimliğine yeni bir kültürel ve dini kimlik daha katılacağını, ayrıca Avrupa’daki mevcut din-devlet ilişkileri modellerine yeni bir modelin daha ekleneceğini söyledi. Robbers, Türkiye’nin sahip olduğu birikim ve Türk halkının benimsediği İslam kültürü ile Avrupa’ya farklı bir geleneği de taşıyacağını ve böylece AB’nin dini demografisini değiştireceğini açıkladı. AB’ye üyeliğin Türkiye için de kazanımlar getireceğini belirten Robbers, zaten Almanya başta olmak üzere yaklaşık dört milyon Türkün Avrupa’da yaşadığını ve bunların artık toplumun bir parçası olduğunun kabul edilmesi gerektiğinin altını çizdi. Robbers artık Avrupalıların kendi içindeki Türkleri kültürleri ile kabul etmek zorunda olduklarını çünkü bu insanların yaşadıkları ülkelere yerleştiklerini ve artan oranda vatandaş olduklarını anlattı ve bu noktada yapılması gereken şeyin ülkelerin kendi vatandaşlarını farklılıkları ile beraber kucaklamak olduğunu söyledi.
Türklerin Avrupa ülkelerinde zaten Avrupalılarla uzun yıllardır komşu olduklarını bu nedenle Türkiye’nin üyeliğinin AB için bir test olduğunu ifade eden Prof. Dr. Lykke Friis ise artık Türkiye’yi Avrupa’nın “ötekisi” olarak görmekten vazgeçmek gerektiğini söyledi. Konferansta konuşan Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Kemal Kirişçi ise sunduğu bildiride mevcut hükümetin çok sayıda reform gerçekleştirerek Türkiye’yi AB’ye yakınlaştırdığını, buna karşın AB’de bazı grupların Türkiye karşıtlığını giderek katılaştırdığının belirtti. Türkiye’de halkın çoğunluğunun Müslüman oluşunun yani din farkının zaman zaman bir araç olarak kullanıldığına işaret eden Kirişçi, yapılan bilimsel araştırmalarda halkın büyük bir çoğunluğunun modern değerleri benimsediğini ve bunun bir engel olarak görülmemesi gerektiğini söyledi. Türkiye’den konferansa katılan Prof. Dr. Elizabeth Özdalga, Prof. Dr. İştar Gözaydın ve Doç. Dr. Pınar Bilgin de yaptıkları konuşmalarda Türkiye’nin sahip olduğu kültürel birikimlerin AB’ye girmeye engel olmadığını vurguladı.
Sonuç olarak konferans, Türkiye ile ilgili bir çok soruya cevap verdi. Bazı kuşkuları ortadan kaldırdı. Konferans sırasında bir daha görüldü ki Avrupalılar Türkiye ve Türk kültürü hakkında yüzeysel bilgilere sahip. Türkiye karşı çıkmaları da bu yüzden. O nedenle İngiltereli Türkler de dahil olmak üzere Avrupa’daki Türklere şunu tekrar hatırlatmak gerekiyor: “Siz, Türkiye’nin Avrupa’daki gönüllü elçileri, temsilcileri ve tanıtıcılarınız. Türkiye’nin Avrupa’daki gözü ve kulağısınız”
Geçen hafta Danimarka’nın Kopenhag şehrinde çok yoğun üç gün geçirdim. Kopenhag ziyaretinin amacı, bu kentin adını taşıyan üniversite ile Dışişleri Bakanlığı destekli Danimarka Uluslararası Araştırmalar Enstitüsü isimli kuruluşun beraber düzenledikleri bir konferansa katılmak ve bildiri sunmaktı. Kopenhag’a yağmurlu bir havada indim. Üç gün süresincede hem yağmur hem de rüzgarın eşlik ettiği şiddetli soğuktan dolayı bütün zamanı toplantıdaki tartışmalarla geçirdik. Bir anlamda toplantı salonuna kapandık ve yaklaşık yüz kişinin katıldığı çeşitli oturumlarda enine boyuna Türkiye-AB ilişkilerini tartıştık.
Hemen belirtelim ki konferans çok iyi organize edilmişti. Seçkin bilim adamları ve dinleyicilerin bulunması hem kaliteyi artırdı hem de tartışmalara bir derinlik kattı. Konferansa bilim çevreleri, medya mensupları diplomatlar ile sivil toplum kuruluşları yakın ilgi gösterdi. Ayrıca Türkiye’nin Danimarka Büyükelçiliği’nden çok sayıda görevli de takip etti. Konferansın ikinci günü akşamı da büyükelçilik konutunda konferansa katılanlar onuruna bir yemek verildi. Şimdi bu konferanstan bazı notları sizlerle paylaşmak istiyorum.
İsterseniz öncelikle konferansın isminden başlayalım çünkü tartışmalar başlıkta belirtilen konular üzerine yoğunlaştı. Konferansın tam başlığı şu idi: “Turkey in Europe:Role of Religion in the current debate. Should Turkey become a member of EU?” Başlıktan da anlaşıldığı gibi tartışmanın odağında olan konu “din” idi. Yani Türkiye-AB ilişkilerinde dinin rolü nedir? Türkiye nereye aittir? Avrupa’ya mı yoksa başka bir uygarlık alanına mı? Müslüman bir nüfusa sahip olan Türkiye AB’ye üye olmalı mıdır? Konuşmacılar işte bu çerçevedeki sorulara cevap vermeye çalıştılar.
Türkiye nereye ait sorusu, yani kimlikle ilgili tartışmalar ister istemez Avrupa kimliğinin de tartışılmasına neden oldu? Mesela Avrupa nerde başlar nerde biter, Avrupa değerleri nelerdir, Avrupa’yı farklı kılan özellikler hangi alanlarda görülmektedir gibi sorular da tartışıldı. Bu tartışmalar sonunda görüldü ki kültürel anlamda içeriği ve sınırları belirgin hatlarla çizilmiş bir Avrupa yok Aynı pencereden bakıldığında İslam dünyasının da tek olmadığı, kendi içinde çeşitlilik barındırdığı ve işte Türkiye’nin de bu çeşitliğe bir katkı olduğu anlaşıldı. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılından itibaren modernleşme projelerinin başladığı, bu nedenle de imparatorluk mirasını devir alan Türkiye’nin aslında Avrupa’ya çok yakın olduğu ve onun bir parçası olması gerektiği üzerinde duruldu.
Şimdi biraz daha spesifik olarak bazı katılımcıların gözlemlerini paylaşayım sizinle.
Kopenhag Üniversitesi ve Danimarka Uluslararası Araştırmalar Enstitüsü tarafından düzenlenen “Avrupa’daki Türkiye” konulu konferansın en çarpıcı konuşmalarından birini Almanya Trier Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Gerhard Robbers yaptı. Robbers, tam üyelik durumunda Avrupa Birliği ve Türkiye’nin birbirinden çok şey öğreneceğini ve Türkiye’nin Avrupa kültürünü zenginleştireceğini belirttiği konuşmasında yapay korkulara kapılmamak gerektiğini söyledi. Prof. Dr. Robbers büyük ilgi çeken konuşmasında Avrupa’daki mevcut din-devlet ilişkisi ve laiklik modelleri üzerinde durarak Türkiye’nin tam üyeliğe kabulü durumunda AB kimliğine yeni bir kültürel ve dini kimlik daha katılacağını, ayrıca Avrupa’daki mevcut din-devlet ilişkileri modellerine yeni bir modelin daha ekleneceğini söyledi. Robbers, Türkiye’nin sahip olduğu birikim ve Türk halkının benimsediği İslam kültürü ile Avrupa’ya farklı bir geleneği de taşıyacağını ve böylece AB’nin dini demografisini değiştireceğini açıkladı. AB’ye üyeliğin Türkiye için de kazanımlar getireceğini belirten Robbers, zaten Almanya başta olmak üzere yaklaşık dört milyon Türkün Avrupa’da yaşadığını ve bunların artık toplumun bir parçası olduğunun kabul edilmesi gerektiğinin altını çizdi. Robbers artık Avrupalıların kendi içindeki Türkleri kültürleri ile kabul etmek zorunda olduklarını çünkü bu insanların yaşadıkları ülkelere yerleştiklerini ve artan oranda vatandaş olduklarını anlattı ve bu noktada yapılması gereken şeyin ülkelerin kendi vatandaşlarını farklılıkları ile beraber kucaklamak olduğunu söyledi.
Türklerin Avrupa ülkelerinde zaten Avrupalılarla uzun yıllardır komşu olduklarını bu nedenle Türkiye’nin üyeliğinin AB için bir test olduğunu ifade eden Prof. Dr. Lykke Friis ise artık Türkiye’yi Avrupa’nın “ötekisi” olarak görmekten vazgeçmek gerektiğini söyledi. Konferansta konuşan Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Kemal Kirişçi ise sunduğu bildiride mevcut hükümetin çok sayıda reform gerçekleştirerek Türkiye’yi AB’ye yakınlaştırdığını, buna karşın AB’de bazı grupların Türkiye karşıtlığını giderek katılaştırdığının belirtti. Türkiye’de halkın çoğunluğunun Müslüman oluşunun yani din farkının zaman zaman bir araç olarak kullanıldığına işaret eden Kirişçi, yapılan bilimsel araştırmalarda halkın büyük bir çoğunluğunun modern değerleri benimsediğini ve bunun bir engel olarak görülmemesi gerektiğini söyledi. Türkiye’den konferansa katılan Prof. Dr. Elizabeth Özdalga, Prof. Dr. İştar Gözaydın ve Doç. Dr. Pınar Bilgin de yaptıkları konuşmalarda Türkiye’nin sahip olduğu kültürel birikimlerin AB’ye girmeye engel olmadığını vurguladı.
Sonuç olarak konferans, Türkiye ile ilgili bir çok soruya cevap verdi. Bazı kuşkuları ortadan kaldırdı. Konferans sırasında bir daha görüldü ki Avrupalılar Türkiye ve Türk kültürü hakkında yüzeysel bilgilere sahip. Türkiye karşı çıkmaları da bu yüzden. O nedenle İngiltereli Türkler de dahil olmak üzere Avrupa’daki Türklere şunu tekrar hatırlatmak gerekiyor: “Siz, Türkiye’nin Avrupa’daki gönüllü elçileri, temsilcileri ve tanıtıcılarınız. Türkiye’nin Avrupa’daki gözü ve kulağısınız”
16 Ocak 2007 Salı
Turkiye-AB İlişkilerinde Din Tartışmaları Konferansı
Uluslararası gündemin önemli ülkelerinden birinin Türkiye olduğunu kuşkusuz hepimiz biliyoruz. Acaba Türkiye niçin sürekli gündemde olan bir ülke? Ülkeleri gündeme taşıyan bir dizi etken var. Bu etkenleri şöyle sınıflandırmak mümkün: 1) Ekonomi, sanat, siyaset, eğitim-bilim ve spor vb. sahalarda uluslararası başarılar başta gelir. 2) Söz konusu ülkenin coğrafi ve stratejik konumu, turizm, tarih ve kültür birikimleri de o ülkeyi önemli kılan unsurlar arasında yer alır. 3) Tabi ki bir de olumsuz yönleri ile yani savaş, çatışma, yoksulluk, yolsuzluk ve işsizlik gibi olumsuzlukları ile gündeme gelen ülkeler var.
Türkiye kuşkusuz ilk iki sınıfa giren özellikleri ile dünya gündeminde. Tabi ki her alanda çok başarılı değil ama yükselen bir trend yakalanmış durumda son yıllarda. Örneğin sık sık insan hakları derneklerinin hedef gösterdiği bir ülke değil artık Türkiye. Enflasyon oranlarının yüzde yüzlerin üzerinde olduğu bir ülke de değil. Bunun yanında AB ülkeleri kadar gelişmiş de değil. Ama her halükarda dünya gündeminde olan bir ülke.
Türkiye’nin AB üyeliği ile tartışmalar Türkiye’yi Avrupa’da sürekli gündemde tutuyor. Kimi üyeliğini destekliyor kimi desteklemiyor. Ama her ülkede tartışılıyor. Türkiye’nin tartışılmasına eşlik eden bir başka unsur ise Avrupa’daki Türkler. Hatta üyelik müzakereleri başlaman bile söz konusu değilken Avrupa’daki Türkler üzerinde çok sayıda araştırmalar yapılıyordu. Çoğu Avrupalı zaten Avrupalı Türkler üzerinden Türkiye, Türk kültürü ve Türk insanı ile tanıştı. Bu tanışıklık hala sürüyor. Bunun anlamı şu: Avrupalıların Türkiye’ye bakış açıslarının oluşmasında Avrupa’da yaşayan dört milyondan fazla Türkün doğrudan etkisi olmuştur. Hem olumlu hem de olumsuz imajların oluşmasına katkıda bulunmuştur.
Türkiye’yi tartışmayı önemli gören ülkelerden biri de Danimarka. Karikatür krizinin yaşandığı bu ülke, Türkiye-AB ilişkilerini masaya yatırıyor. Danimarka’da, Türkiye-AB ilişkileri söz konusu olduğunda şimdiye kadar derinlikli olarak tartışılmayan ancak son günlerde daha geniş çevreler tarafından üzerinde durulan konular ele alınacak. Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinde “din” boyutu tartışılacak. Siyaset, sosyoloji, hukuk ve kültür araştırmaları açısından “din”, “dini aidiyet”, “dini kimlik”, “din özgürlükleri”, “din, güvenlik ve şiddet” gibi konular uzmanlar tarafından ele alınacak. Bu konuların üyelik açısından ne anlama geldiği üzerinde durulacak ve Türkiye’nin çoğunluk nüfusunun Müslüman olmasının nasıl algılandığı, bu algının kaynaklarının ne olduğu ve değişip değişmeyeceği üzerinde durulacak.
Kopenhag Üniversitesi ve Danish Institute for International Studies tarafından düzenlenen konferansın başlığı: “Turkey in Europe – Religion, Politics and the Politics of Religion”. Türkiye-AB ilişkileri tartışılırken kuşkusuz Avrupa’daki Türkler de tartışmanın içine yer alıyor. İşte bu nedenle konferans düzenleyicileri özellikle Avrupa’daki Türk sivil kuruluşların üyelik ve AB kimliği konusunda neler düşündüklerini merak ediyor. Bu konuyla ilgili benden de bir bildiri istediler. Diğer bilim adamları ile birlikte ben de “Turkish Migrants, Social Capital and Culturalist Discourse in Turkey-EU- Relations” başlıklı bir bildiri sunmak üzere Kopenhaga davet edildim.
Konferansta Avrupalı Türklerin, Türkiye-AB arasında bir köprü oluşturup oluşturamayacağını, sivil örgütlenmelerinin yapısını, AB kimliğine bakış açılarını, yeni kimlikler geliştirme konusundaki eğilimlerini, sahip oldukları geniş sosyal ağlar ile AB ülkelerini etkileme kapasitelerini ele alacağım. Bu köşede zaman zaman yazdığım için Avrupalı Türkler büyük bir insan potansiyeline sahip ancak bu potansiyel hala etkin bir şekilde mobilize edilmiş değil.
17-20 Ocak 2007’ yapılacak konferansa aralarında Prof. Kemal Kirişçi, Prof. İştar Gözaydin, Prof. Lisbet Christoffersen, Prof. Gerhard Robbers, Prof. Elizabeth Özdalga, Prof. Ann-Kristin Jonasson, Prof. Pınar Bilgin ve Prof. Ole Wæver gibi uzmanlar katılıyor. Toplantıda bir taraftan bildiri sunarken diğer taraftan gazetemiz adına gözlem yapacağım ve tartışılanları sizinle paylaşacağım.
Türkiye kuşkusuz ilk iki sınıfa giren özellikleri ile dünya gündeminde. Tabi ki her alanda çok başarılı değil ama yükselen bir trend yakalanmış durumda son yıllarda. Örneğin sık sık insan hakları derneklerinin hedef gösterdiği bir ülke değil artık Türkiye. Enflasyon oranlarının yüzde yüzlerin üzerinde olduğu bir ülke de değil. Bunun yanında AB ülkeleri kadar gelişmiş de değil. Ama her halükarda dünya gündeminde olan bir ülke.
Türkiye’nin AB üyeliği ile tartışmalar Türkiye’yi Avrupa’da sürekli gündemde tutuyor. Kimi üyeliğini destekliyor kimi desteklemiyor. Ama her ülkede tartışılıyor. Türkiye’nin tartışılmasına eşlik eden bir başka unsur ise Avrupa’daki Türkler. Hatta üyelik müzakereleri başlaman bile söz konusu değilken Avrupa’daki Türkler üzerinde çok sayıda araştırmalar yapılıyordu. Çoğu Avrupalı zaten Avrupalı Türkler üzerinden Türkiye, Türk kültürü ve Türk insanı ile tanıştı. Bu tanışıklık hala sürüyor. Bunun anlamı şu: Avrupalıların Türkiye’ye bakış açıslarının oluşmasında Avrupa’da yaşayan dört milyondan fazla Türkün doğrudan etkisi olmuştur. Hem olumlu hem de olumsuz imajların oluşmasına katkıda bulunmuştur.
Türkiye’yi tartışmayı önemli gören ülkelerden biri de Danimarka. Karikatür krizinin yaşandığı bu ülke, Türkiye-AB ilişkilerini masaya yatırıyor. Danimarka’da, Türkiye-AB ilişkileri söz konusu olduğunda şimdiye kadar derinlikli olarak tartışılmayan ancak son günlerde daha geniş çevreler tarafından üzerinde durulan konular ele alınacak. Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinde “din” boyutu tartışılacak. Siyaset, sosyoloji, hukuk ve kültür araştırmaları açısından “din”, “dini aidiyet”, “dini kimlik”, “din özgürlükleri”, “din, güvenlik ve şiddet” gibi konular uzmanlar tarafından ele alınacak. Bu konuların üyelik açısından ne anlama geldiği üzerinde durulacak ve Türkiye’nin çoğunluk nüfusunun Müslüman olmasının nasıl algılandığı, bu algının kaynaklarının ne olduğu ve değişip değişmeyeceği üzerinde durulacak.
Kopenhag Üniversitesi ve Danish Institute for International Studies tarafından düzenlenen konferansın başlığı: “Turkey in Europe – Religion, Politics and the Politics of Religion”. Türkiye-AB ilişkileri tartışılırken kuşkusuz Avrupa’daki Türkler de tartışmanın içine yer alıyor. İşte bu nedenle konferans düzenleyicileri özellikle Avrupa’daki Türk sivil kuruluşların üyelik ve AB kimliği konusunda neler düşündüklerini merak ediyor. Bu konuyla ilgili benden de bir bildiri istediler. Diğer bilim adamları ile birlikte ben de “Turkish Migrants, Social Capital and Culturalist Discourse in Turkey-EU- Relations” başlıklı bir bildiri sunmak üzere Kopenhaga davet edildim.
Konferansta Avrupalı Türklerin, Türkiye-AB arasında bir köprü oluşturup oluşturamayacağını, sivil örgütlenmelerinin yapısını, AB kimliğine bakış açılarını, yeni kimlikler geliştirme konusundaki eğilimlerini, sahip oldukları geniş sosyal ağlar ile AB ülkelerini etkileme kapasitelerini ele alacağım. Bu köşede zaman zaman yazdığım için Avrupalı Türkler büyük bir insan potansiyeline sahip ancak bu potansiyel hala etkin bir şekilde mobilize edilmiş değil.
17-20 Ocak 2007’ yapılacak konferansa aralarında Prof. Kemal Kirişçi, Prof. İştar Gözaydin, Prof. Lisbet Christoffersen, Prof. Gerhard Robbers, Prof. Elizabeth Özdalga, Prof. Ann-Kristin Jonasson, Prof. Pınar Bilgin ve Prof. Ole Wæver gibi uzmanlar katılıyor. Toplantıda bir taraftan bildiri sunarken diğer taraftan gazetemiz adına gözlem yapacağım ve tartışılanları sizinle paylaşacağım.
12 Ocak 2007 Cuma
Modernlik adına ahlaktan vazgeçilebilir mi?
İngiltere beş kadının öldürülmesi olayı ile çalkalanıyor. Beş kadını da aynı kişinin öldürdüğünden kuşkulanan polis bu yazı kaleme alınana kadar iki zanlıyı gözaltına aldı. İngiltere yasalarına göre polis bu zanlıları doksan saat gözaltında tutabilecek ve tutuklama kararı verilmezse serbest bırakacak. Yaptıkları iş ne olursa olsun beş kadının cinayete kurban gitmesi toplumda sapkın eğilimlerini olduğunu, hiç tahmin edilmeyen yer ve zamanda benzer tehlikeler ile hepimizin karşı karşıya gelebileceğini gösteriyor.
Doğrusunu söylemek gerekirse dışardan bakıldığında normal görünen, hatta bazen iyi eğitimli ve saygın olarak görülen insanların bile gerçek yüzlerini göremediğimiz oluyor. Tabiî ki bu dostlarımızdan ve arkadaşlarımızdan kuşku duyalım, herkesten şüphelenelim ve araya mesafe koyalım anlamına gelmiyor. Ancak hemen altını çizerek belirtelim ki, artık kendimizi, eşimizi, dostumuzu ve çocuklarımızı korumak için daha dikkatli olmak zorundayız. Bu konu ihmale gelecek bir konu değil. Niçin mi?
Bu sorunun cevabı aslında günlük olaylar zincirine bakıldığında kendiliğinden ortaya çıkıyor. İngiliz medyasını dikkatle takip edenler şimdi sıralayacağımız konuları hemen hemen her gün haber olarak okuyor. Şimdi bu haberleri okuyup kaygılanmamak elde mi? İsterseniz son günlerde basına yansıya olaylara bir bakalım.
İngiliz basınında en sık haber olan konulardan biri, gençler arasında uyuşturucu madde kullanımı oranlarının hızla yükseliyor olmasıdır. Normalde uyuşturucudan uzak olanlar bile denetimden uzak eğlence mekânlarında biraz alkolün etkisi, biraz da arkadaşlarının baskısı ise bu tür zararlı maddeleri kullanıyorlar. Bir kısmı bunları bir kez deneyip bırakıyor ama bir kısmı da bağımlı hale geliyor. Tabi aralarında doz aşımından dolayı hayatını kaybedenler de var. Bağımlı hale gelenler ise pahalı olan bu alışkanlıklarını devam ettirebilmek için hırsızlık, sahtekârlık ve fuhuş da dâhil her işi yapmaya eğilimli oluyor. Görüldüğü gibi bir yanlış seçim beraberinde bir yıkımı da getiriyor.
Gazetelere konu olan bir başka konu da ergenlik dönemi gebeliklerinde görülen artış. Anne-babaların korkulu rüyalarından biri de günün birinde ergenliğe yeni adım atmış çocuk yaştaki kızlarının eve hamile gelmesi. İngiltere’de de diğer birçok Avrupa ülkesinde olduğu gibi cinsel özgürlük adına moral değer ve ilkelerin feda edilmesinin faturası bir hayli ağır. Hatta İngilizler bu konuda diğer Avrupa ülkeleri ile karşılaştırıldığında daha büyük sorunlarla karşı karşıya. Avrupa ülkelerinde ergenlik dönemi kızlar arasında en yüksek gebelik oranı İngiltere’de. Kuşkusuz bu durum İngiliz toplumundaki ahlak ve etik anlayışının bir sonucu. Gençlere, cinsel dürtü ve arzularını serbestçe tatmin etme ruhsatı veren bir ahlak anlayışı yaygın bu ülkede. Hatta gençlere bu kadar küçük yaşta cinsel ilişkiye girmeyin diye öğüt vermek yerine bu işi daha güvenli nasıl yaparsınız diye dersler bile veriyorlar. Yani, hamile kalmadan ya da cinsel ilişki ile bulaşan hastalıklardan korunarak cinsellik yaşayın deniyor.
Cinsel ilişki yolu ile bulaşan hastalıkların da giderek yaygınlaşmasına neden olan bu anlayışın neden olduğu sorunları azaltmak için okullarda “cinsel eğitim” (sex education) verilmeye başlandı. Umarız okurlar arasında anne-baba olanların ve okul çağında çocukları olanların bu derslerden haberi vardır. Ne yazık ki bu dersleri çok küçük yaşlarda çocuklara verme eğilimi var. Normal gelişim sürecinde cinsellik konusunda aklına bir şey gelmeyecek çocuklar adı geçen dersler nedeniyle belki de normalden daha genç yaşta cinselliklerini keşfedecekler.
Eğer çocuklar ve gençler ailede bu konularda moral değerleri almayacak olurlarsa onları ciddi bir tehlike bekliyor demektir. Çünkü toplum on dört - on beş yaşlarından itibaren gençlerin cinselliklerini yaşamalarına pek karşı çıkmıyor. İşte böyle bir ahlak anlayışının yaygın olduğu bir toplumda her aile kendi çocuklarını cinsel yoldan bulaşan hastalıklardan ve evlilik dışı erken gebeliklerden korumanın yolları aramalıdır. Bunun en sağlam yolu sağlam bir ahlak eğitimidir. Yoksa günün birinde kızlarımızın eve hamile dönmesi ve çocukların sağdan soldan hastalık kapması çok şaşırtıcı olmayacaktır.
Doğrusunu söylemek gerekirse dışardan bakıldığında normal görünen, hatta bazen iyi eğitimli ve saygın olarak görülen insanların bile gerçek yüzlerini göremediğimiz oluyor. Tabiî ki bu dostlarımızdan ve arkadaşlarımızdan kuşku duyalım, herkesten şüphelenelim ve araya mesafe koyalım anlamına gelmiyor. Ancak hemen altını çizerek belirtelim ki, artık kendimizi, eşimizi, dostumuzu ve çocuklarımızı korumak için daha dikkatli olmak zorundayız. Bu konu ihmale gelecek bir konu değil. Niçin mi?
Bu sorunun cevabı aslında günlük olaylar zincirine bakıldığında kendiliğinden ortaya çıkıyor. İngiliz medyasını dikkatle takip edenler şimdi sıralayacağımız konuları hemen hemen her gün haber olarak okuyor. Şimdi bu haberleri okuyup kaygılanmamak elde mi? İsterseniz son günlerde basına yansıya olaylara bir bakalım.
İngiliz basınında en sık haber olan konulardan biri, gençler arasında uyuşturucu madde kullanımı oranlarının hızla yükseliyor olmasıdır. Normalde uyuşturucudan uzak olanlar bile denetimden uzak eğlence mekânlarında biraz alkolün etkisi, biraz da arkadaşlarının baskısı ise bu tür zararlı maddeleri kullanıyorlar. Bir kısmı bunları bir kez deneyip bırakıyor ama bir kısmı da bağımlı hale geliyor. Tabi aralarında doz aşımından dolayı hayatını kaybedenler de var. Bağımlı hale gelenler ise pahalı olan bu alışkanlıklarını devam ettirebilmek için hırsızlık, sahtekârlık ve fuhuş da dâhil her işi yapmaya eğilimli oluyor. Görüldüğü gibi bir yanlış seçim beraberinde bir yıkımı da getiriyor.
Gazetelere konu olan bir başka konu da ergenlik dönemi gebeliklerinde görülen artış. Anne-babaların korkulu rüyalarından biri de günün birinde ergenliğe yeni adım atmış çocuk yaştaki kızlarının eve hamile gelmesi. İngiltere’de de diğer birçok Avrupa ülkesinde olduğu gibi cinsel özgürlük adına moral değer ve ilkelerin feda edilmesinin faturası bir hayli ağır. Hatta İngilizler bu konuda diğer Avrupa ülkeleri ile karşılaştırıldığında daha büyük sorunlarla karşı karşıya. Avrupa ülkelerinde ergenlik dönemi kızlar arasında en yüksek gebelik oranı İngiltere’de. Kuşkusuz bu durum İngiliz toplumundaki ahlak ve etik anlayışının bir sonucu. Gençlere, cinsel dürtü ve arzularını serbestçe tatmin etme ruhsatı veren bir ahlak anlayışı yaygın bu ülkede. Hatta gençlere bu kadar küçük yaşta cinsel ilişkiye girmeyin diye öğüt vermek yerine bu işi daha güvenli nasıl yaparsınız diye dersler bile veriyorlar. Yani, hamile kalmadan ya da cinsel ilişki ile bulaşan hastalıklardan korunarak cinsellik yaşayın deniyor.
Cinsel ilişki yolu ile bulaşan hastalıkların da giderek yaygınlaşmasına neden olan bu anlayışın neden olduğu sorunları azaltmak için okullarda “cinsel eğitim” (sex education) verilmeye başlandı. Umarız okurlar arasında anne-baba olanların ve okul çağında çocukları olanların bu derslerden haberi vardır. Ne yazık ki bu dersleri çok küçük yaşlarda çocuklara verme eğilimi var. Normal gelişim sürecinde cinsellik konusunda aklına bir şey gelmeyecek çocuklar adı geçen dersler nedeniyle belki de normalden daha genç yaşta cinselliklerini keşfedecekler.
Eğer çocuklar ve gençler ailede bu konularda moral değerleri almayacak olurlarsa onları ciddi bir tehlike bekliyor demektir. Çünkü toplum on dört - on beş yaşlarından itibaren gençlerin cinselliklerini yaşamalarına pek karşı çıkmıyor. İşte böyle bir ahlak anlayışının yaygın olduğu bir toplumda her aile kendi çocuklarını cinsel yoldan bulaşan hastalıklardan ve evlilik dışı erken gebeliklerden korumanın yolları aramalıdır. Bunun en sağlam yolu sağlam bir ahlak eğitimidir. Yoksa günün birinde kızlarımızın eve hamile dönmesi ve çocukların sağdan soldan hastalık kapması çok şaşırtıcı olmayacaktır.
Türkiye-AB Arasında Sivil Köprü Kurmak
Türkiye-AB ilişkilerinde bazı müzakere maddelerinin askıya alınması bu konuya yeni bir boyut kazandırdı. Türkiye AB’ye girmeye çalışıyor, bunun için yüzlerce reform gerçekleştirdi ve bunları uygulamaya koymaya başladı. Zaman zaman aksamalar olsa da bu reformların Türk halkının geleceği için olumlu sonuçlar vermeye başladığını görüyoruz. Türkiye, ülke olarak AB’ye henüz girmemiş olmakla birlikte aslında yıllardır burada temsil ediliyor. Bugün sayıları dört milyona dayanmış olan Avrupalı Türkler iş, eğitim, sanat ve medya sektörlerinde Türkleri Avrupa’nın birçok kentinde temsil ediyor.
Avrupalı Türklerin temsil gücü yavaş yavaş siyaset alanına da yansıyor. Bir çok ülkede yerel ve ulusal düzeyde Türk kökenli politikacıların seçimle iş başına geldikleri, hem kendi toplumlarını hem de daha geniş anlamda yaşadıkları ülke toplumlarını siyaset sahnesinde temsil ettiklerini görüyoruz. Bunlar son derece anlamlı ve önemli gelişmeler. Çünkü siyaset ya da politika farkında olalım ya da olmayalım hayatımızı düzenleyen bir mekanizma. Sosyal ve ekonomik haklar, eğitim ve sağlık hizmetlerinden yararlanma, eşitlik ve adalet gibi uygulamaların hepsi siyasi kararlar ile doğrudan ilintilidir. İşte bu nedenle Avrupalı Türkler siyasetin merkezinde yer almalıdır. Yoksa kendilerini temsil etme görevini başkalarına bırakmak gibi biz zayıflık ve pısırıklık içine gömülmeleri kaçınılmaz olur.
Bu noktada Türkiye-AB ilişkilerinde gittikçe önem kazanan sivil boyuta değinmekte yarar var çünkü resmi kanalların dışındaki kanallar da bu süreçte çok önemli bir rol oynuyor. Sivil boyutun kuşkusuz en önemli aktörleri dernekler, vakıflar, sendikalar, federasyonlar ve benzeri şekillerde örgütlenmiş sivil kuruluşlardır. Bu sivil kuruluşlar zaman zaman politikacıların yapmakta güçlük çektiği etkinlikleri gerçekleştirir. Örneğin politikacıların ulaşmakta zorluk çektiği kitlelere daha çabuk ulaşabilirler. Daha esnek ve dinamik yapılarından dolayı değişime çabucak ayak uydurabilir, hızlı kararlar verebilir ve geniş kitlelerde yeni fikirlerin oluşmasına katkıda bulanabilirler. İşte bu nedenledir ki AB, ilişkilerinde sivil boyutu destekleme kararı aldı. Türkiye ve AB arasında siyasi olduğu kadar hatta ondan daha güçlü ve derin bir sivil köprü kurulması gerekiyor. Halkların birbirini daha iyi tanıması ve kaynaşması için bu köprünün bir an önce atılması gerekiyor. Bu köprünün kurulması için İngiltere’deki Türk sivil kuruluşlarına da önemli görevler düşüyor.
Bu konuyla ilgili önemli bir proje gerçekleştiriliyor. Şimdi bununla ilgili bilgi sunmak istiyorum. Hollanda’da faaliyet sürdüren Türkevi Araştırmalar Merkezi, Türkiye-AB arasında sivil köprü kurulması için büyük bir projeye imza attı. Konya’dan başlayan bu sivil girişim, geçen hafta Avrupa Komisyonu Türkiye Temsilciliği Sivil Sektör Bölümü sorumlusu Alexander Fricke’nin de katıldığı bir toplantı ile tanıtıldı. Toplantının açılış konuşmasını yapan Türkevi Araştırmalar Merkezi Müdürü Veyis Güngör, Konya’da gerçekleştirilen demokrasi okulu hakkında bilgi vererek, iki ay süreyle üniversite öğrencilerine sivil katılım, sivil örgütler, sivil toplum, insan hakları, Türkiye-AB ilişkilerinde sivil boyut gibi konularda uzmanlar tarafından dersler verildiğini söyledi.
Konya’daki çok sayıda sivil toplum kuruluşu temsilcisinin takip ettiği toplantıda konuşan Alexander Fricke, Türkiye-AB ilişkilerinde sivil toplum kuruluşlarının önemli roller üstlenebileceğini, AB’nin iki tarafı temsil edecek kuruluşlara destek vermeye hazır olduğunu ve Türkiye’den başvuru beklediklerini belirtti. Kısaca sivil toplum diyaloğu diyebileceğimiz bu girişimin amacı Türkiye ve AB’deki sivil toplum kuruluşlarını aynı platformlarda buluşturmak, aralarında yakınlık kurulmasını sağlamak ve daha yakın ilişkiler kurulmasını sağlayacak ortak projelerin gerçekleştirilmesine katkıda bulunmak.
Sivil köprü kuruluşu çalışmalarına katkıda bulunmak amacıyla ben de Konya’daki toplantıya katıldım. Toplantıda somut olarak hangi konularda, hangi alanlarda ve hangi sivil toplum kuruluşları ile işbirliği yapılabileceği üzerinde durdum. Ayrıca ilgili birimlere fon almak için yapılan başvurularda sonuç alınabilmesinin uzmanlık ve deneyim gerektirdiğini, sivil toplum kuruluşlarının daha profesyonelce yönetilmesi gerektiğini, bunun için eğitim ve insana yatırım yapılmasını gerektiğini vurguladım.
İngiltere’de yaşayan Türklerin kafası da diğer AB ülkelerinde yaşayan Türkler gibi kısmen de olsa Türkiye’de. Türkiye’yi düşünmeden ve konuşmadan geçen günümüz yok gibi. Sanırım artık sadece konuşmakla yetinmek yerine somut adımlar atma zamanı geldi. İşte bu noktada İngiltere’de bulunan Türk kökenli sivil toplum kuruluşları için yeni bir kapı aralanıyor. Bu kapı iyi açılabilirse çok başarılı sonuçlar alınabilir. Türkevi Araştırmalar Merkezi’nin Konya’dan başlattığı girişim örneğinde olduğu, İngiltere’deki Türk kuruluşlar Türkiye’de kendilerine kardeş kuruluşlar bulabilir ve Türkiye-AB arasında sivil bir köprünün kuruluşuna katkıda bulunabilirler.
İyi bayramlar ve iyi yıllar dileğiyle...
Avrupalı Türklerin temsil gücü yavaş yavaş siyaset alanına da yansıyor. Bir çok ülkede yerel ve ulusal düzeyde Türk kökenli politikacıların seçimle iş başına geldikleri, hem kendi toplumlarını hem de daha geniş anlamda yaşadıkları ülke toplumlarını siyaset sahnesinde temsil ettiklerini görüyoruz. Bunlar son derece anlamlı ve önemli gelişmeler. Çünkü siyaset ya da politika farkında olalım ya da olmayalım hayatımızı düzenleyen bir mekanizma. Sosyal ve ekonomik haklar, eğitim ve sağlık hizmetlerinden yararlanma, eşitlik ve adalet gibi uygulamaların hepsi siyasi kararlar ile doğrudan ilintilidir. İşte bu nedenle Avrupalı Türkler siyasetin merkezinde yer almalıdır. Yoksa kendilerini temsil etme görevini başkalarına bırakmak gibi biz zayıflık ve pısırıklık içine gömülmeleri kaçınılmaz olur.
Bu noktada Türkiye-AB ilişkilerinde gittikçe önem kazanan sivil boyuta değinmekte yarar var çünkü resmi kanalların dışındaki kanallar da bu süreçte çok önemli bir rol oynuyor. Sivil boyutun kuşkusuz en önemli aktörleri dernekler, vakıflar, sendikalar, federasyonlar ve benzeri şekillerde örgütlenmiş sivil kuruluşlardır. Bu sivil kuruluşlar zaman zaman politikacıların yapmakta güçlük çektiği etkinlikleri gerçekleştirir. Örneğin politikacıların ulaşmakta zorluk çektiği kitlelere daha çabuk ulaşabilirler. Daha esnek ve dinamik yapılarından dolayı değişime çabucak ayak uydurabilir, hızlı kararlar verebilir ve geniş kitlelerde yeni fikirlerin oluşmasına katkıda bulanabilirler. İşte bu nedenledir ki AB, ilişkilerinde sivil boyutu destekleme kararı aldı. Türkiye ve AB arasında siyasi olduğu kadar hatta ondan daha güçlü ve derin bir sivil köprü kurulması gerekiyor. Halkların birbirini daha iyi tanıması ve kaynaşması için bu köprünün bir an önce atılması gerekiyor. Bu köprünün kurulması için İngiltere’deki Türk sivil kuruluşlarına da önemli görevler düşüyor.
Bu konuyla ilgili önemli bir proje gerçekleştiriliyor. Şimdi bununla ilgili bilgi sunmak istiyorum. Hollanda’da faaliyet sürdüren Türkevi Araştırmalar Merkezi, Türkiye-AB arasında sivil köprü kurulması için büyük bir projeye imza attı. Konya’dan başlayan bu sivil girişim, geçen hafta Avrupa Komisyonu Türkiye Temsilciliği Sivil Sektör Bölümü sorumlusu Alexander Fricke’nin de katıldığı bir toplantı ile tanıtıldı. Toplantının açılış konuşmasını yapan Türkevi Araştırmalar Merkezi Müdürü Veyis Güngör, Konya’da gerçekleştirilen demokrasi okulu hakkında bilgi vererek, iki ay süreyle üniversite öğrencilerine sivil katılım, sivil örgütler, sivil toplum, insan hakları, Türkiye-AB ilişkilerinde sivil boyut gibi konularda uzmanlar tarafından dersler verildiğini söyledi.
Konya’daki çok sayıda sivil toplum kuruluşu temsilcisinin takip ettiği toplantıda konuşan Alexander Fricke, Türkiye-AB ilişkilerinde sivil toplum kuruluşlarının önemli roller üstlenebileceğini, AB’nin iki tarafı temsil edecek kuruluşlara destek vermeye hazır olduğunu ve Türkiye’den başvuru beklediklerini belirtti. Kısaca sivil toplum diyaloğu diyebileceğimiz bu girişimin amacı Türkiye ve AB’deki sivil toplum kuruluşlarını aynı platformlarda buluşturmak, aralarında yakınlık kurulmasını sağlamak ve daha yakın ilişkiler kurulmasını sağlayacak ortak projelerin gerçekleştirilmesine katkıda bulunmak.
Sivil köprü kuruluşu çalışmalarına katkıda bulunmak amacıyla ben de Konya’daki toplantıya katıldım. Toplantıda somut olarak hangi konularda, hangi alanlarda ve hangi sivil toplum kuruluşları ile işbirliği yapılabileceği üzerinde durdum. Ayrıca ilgili birimlere fon almak için yapılan başvurularda sonuç alınabilmesinin uzmanlık ve deneyim gerektirdiğini, sivil toplum kuruluşlarının daha profesyonelce yönetilmesi gerektiğini, bunun için eğitim ve insana yatırım yapılmasını gerektiğini vurguladım.
İngiltere’de yaşayan Türklerin kafası da diğer AB ülkelerinde yaşayan Türkler gibi kısmen de olsa Türkiye’de. Türkiye’yi düşünmeden ve konuşmadan geçen günümüz yok gibi. Sanırım artık sadece konuşmakla yetinmek yerine somut adımlar atma zamanı geldi. İşte bu noktada İngiltere’de bulunan Türk kökenli sivil toplum kuruluşları için yeni bir kapı aralanıyor. Bu kapı iyi açılabilirse çok başarılı sonuçlar alınabilir. Türkevi Araştırmalar Merkezi’nin Konya’dan başlattığı girişim örneğinde olduğu, İngiltere’deki Türk kuruluşlar Türkiye’de kendilerine kardeş kuruluşlar bulabilir ve Türkiye-AB arasında sivil bir köprünün kuruluşuna katkıda bulunabilirler.
İyi bayramlar ve iyi yıllar dileğiyle...
İngiltereli Türkler el uzatmalı
Yeni yıla gireli daha iki-üç hafta oldu. Hepimizin yeni dilekleri, düşleri ve planları vardır eminim yeni yıl için. İngiltereli Türkler olarak bireysel olduğu kadar kolektif hayallerimiz ve projelerimizin de olması gerektiğini düşünüyorum. Sayımız kesin olarak bilinmese de iki yüz bini çoktan aşmış bir Türk nüfusu yaşıyor İngiltere’de. İster Türkiye ister KKTC kökenli olsun, İngiltere’deki Türkler, hem Türkiye hem de KKTC için son derece önemli ve değerli beşeri sermaye anlamına geliyor. Kuşkusuz bu beşeri sermaye eğitim, ekonomi ve sivil güçleri ile kimsenin göz ardı edemeyeceği kadar ciddi bir birikime sahip. Bu birikim zaman zaman kendini gösteriyor ama bana kalırsa yeterince mobilize olmuş durumda değil.
İngiltereli Türkler niçin yeterince mobilize değil sorusunun cevabını başka bir yazıda tartışmaya çalışacağım. Bu yazıda Türklerin potansiyel güçlerinin Türkiye ve KKTC açısından hangi alanlarda acilen harekete geçmesi gerektiği üzerinde duracağım. Unutmayalım ki hem Türkiye hem de KKTC sınırlı ekonomik güçlere sahip. Batının kalkınmışlık standartlarına sahip değil. Eğitim seviyesi Avrupa ülkelerine göre düşük. Halbuki, İngiltereli Türkler, yıllardır bu gelişmiş ülkede yaşamanın getirdiği imkanları kullanarak kendilerini geliştirmiş, belirli bir ekonomik birikime ve bunlardan da önemlisi örgütlenme ve çeşitli fonları kullanma açısından ciddi bir birikime ulaşmıtır. Şimdi bu birikimin Türkiye ve KKTC için harekete geçmesi gerekiyor. Bunun için mükemmel bir zaman dilimi içindeyiz. Bir taraftan Türkiye AB’ye girmek istiyor, diğer taraftan KKTC’ye uygulanan ambargoların kaldırılması için çalışılıyor. İşte böyle bir politik ortamda İngiltereli Türkler aşağıdaki konularda Türkiye-KKTC ve Avrupa arasında köprüler kurabilir.
İlk köprü sivil kuruluşlar arasında kurulabilir. Zaman zaman bu köşede AB’nin sivil kuruluşlara kapsamlı finansal destekler verdiğini yazıyorum. Yine öyle bir dönemdeyiz. Milyonlarca Euro’luk hibe şeklindeki yardım sivil kuruluşlarını bekliyor. Şimdi yapılacak iş İngiltere’de kurulu sivil kuruluşların ortak projeler için Türkiye ve KKTC’den ortaklar bularak eğitim, sağlık, kalkınma ve imaj çalışmaları alanlarında yeni girişimlerde bulunmak üzere ilgili kurumlara başvurmaları.
Hemen belirtelim ki, Türkiye ve KKTC’de sivil toplum kuruluşları İngiltere Türklerine kıyasla daha az, zayıf ve yetersiz bir görüntü içinde. Yapılacak her türlü ortak girişim bu kuruluşların deneyimlerini ve kapasiteleri artıracak. Hem know-how (uzmanlık, bilgi ve deneyim) aktarım ve paylaşımı hem de son derece kıt imkanlarla faaliyet yürüten dernek ve vakıflara destek sağlanmış olacaktır. Türkiye ve KKTC’de sivil girişimlerin güçlenmesi gerektiğinde hemfikir olduğumuzu düşünüyorum.
Bilindiği gibi ne KKTC, ne de Türkiye’de sivil toplum henüz istenilen düzeyde güce ve imkana sahip değil. Bu nedenle İngiltereli Türklerin hem insan kaynaklarını, bilgi, beceri ve deneyimlerini hem de finansal kaynaklarını paylaşmaları devrim niteliğinde sonuçlar doğuracaktır. Gerek Türkiye gerekse KKTC’de, iç ve dış politikadaki açılımların sivil ayağının olması böyle girişimlerin yapılmasına bağlı. Halen bazı düşünce kuruluşları ve sivil örgütler politika belirleme süreçlerine dahil olmaya çalışsalar da, yeterli donanımları olmadığından etkileri çok sınırlı kalmaktadır.
Bana kalırsa ilk projeler sivil kuruluşların kapasite artırımlarına ve insan kaynaklarını geliştirmelerine yönelik olmalı. Çünkü sağlam bir bilgi ve insan altyapısı olmadan hiçbir kurum sürekli olamaz. Yapılan işler amatörce ve yarım yamalak olur ki bu da yeni kuşakların cesaretlerini kırıcı bir etki yapar. İşte bu nedenle İngiltereli Türkler ellerindeki bütün imkanları seferber ederek Türkiye ve KKTC’de dernek, vakıf ve sendika gibi kuruluşların kapasitelerini artırmaya yönelik faaliyetler içine girmelidir. Bunun için gerekli olan insan ve finansal kaynak var. Eğitim ve deneyim de var. Şimdilerde eksik gibi görünen veya potansiyel olarak var olup ta henüz gün yüzüne çıkmayan şey ise ortaklaşa iş yapma, projeler başlatma ve yürütme niyeti ve arzusu sadece.
Unutmayanız ki Türkiye ve KKTC’nin geleceğinde bugün küçük ve sıradan gördüğümüz katkılarınız büyük etkileri olacaktır. İngiltere’de ne kadar zamandır yaşıyor olursanız olun, yıllar geçmesine rağmen ne Türkiye ne de KKTC aklınızdan ve gönlümüzden çıkmadı ve çıkmayacak. Hatta ölene kadar bu sevgi ve bağlılık ilişkisi devam edecek. O halde ne bekliyoruz? Türkiye ve KKTC’ye el uzatma zamanı değil mi şimdi?
İngiltereli Türkler niçin yeterince mobilize değil sorusunun cevabını başka bir yazıda tartışmaya çalışacağım. Bu yazıda Türklerin potansiyel güçlerinin Türkiye ve KKTC açısından hangi alanlarda acilen harekete geçmesi gerektiği üzerinde duracağım. Unutmayalım ki hem Türkiye hem de KKTC sınırlı ekonomik güçlere sahip. Batının kalkınmışlık standartlarına sahip değil. Eğitim seviyesi Avrupa ülkelerine göre düşük. Halbuki, İngiltereli Türkler, yıllardır bu gelişmiş ülkede yaşamanın getirdiği imkanları kullanarak kendilerini geliştirmiş, belirli bir ekonomik birikime ve bunlardan da önemlisi örgütlenme ve çeşitli fonları kullanma açısından ciddi bir birikime ulaşmıtır. Şimdi bu birikimin Türkiye ve KKTC için harekete geçmesi gerekiyor. Bunun için mükemmel bir zaman dilimi içindeyiz. Bir taraftan Türkiye AB’ye girmek istiyor, diğer taraftan KKTC’ye uygulanan ambargoların kaldırılması için çalışılıyor. İşte böyle bir politik ortamda İngiltereli Türkler aşağıdaki konularda Türkiye-KKTC ve Avrupa arasında köprüler kurabilir.
İlk köprü sivil kuruluşlar arasında kurulabilir. Zaman zaman bu köşede AB’nin sivil kuruluşlara kapsamlı finansal destekler verdiğini yazıyorum. Yine öyle bir dönemdeyiz. Milyonlarca Euro’luk hibe şeklindeki yardım sivil kuruluşlarını bekliyor. Şimdi yapılacak iş İngiltere’de kurulu sivil kuruluşların ortak projeler için Türkiye ve KKTC’den ortaklar bularak eğitim, sağlık, kalkınma ve imaj çalışmaları alanlarında yeni girişimlerde bulunmak üzere ilgili kurumlara başvurmaları.
Hemen belirtelim ki, Türkiye ve KKTC’de sivil toplum kuruluşları İngiltere Türklerine kıyasla daha az, zayıf ve yetersiz bir görüntü içinde. Yapılacak her türlü ortak girişim bu kuruluşların deneyimlerini ve kapasiteleri artıracak. Hem know-how (uzmanlık, bilgi ve deneyim) aktarım ve paylaşımı hem de son derece kıt imkanlarla faaliyet yürüten dernek ve vakıflara destek sağlanmış olacaktır. Türkiye ve KKTC’de sivil girişimlerin güçlenmesi gerektiğinde hemfikir olduğumuzu düşünüyorum.
Bilindiği gibi ne KKTC, ne de Türkiye’de sivil toplum henüz istenilen düzeyde güce ve imkana sahip değil. Bu nedenle İngiltereli Türklerin hem insan kaynaklarını, bilgi, beceri ve deneyimlerini hem de finansal kaynaklarını paylaşmaları devrim niteliğinde sonuçlar doğuracaktır. Gerek Türkiye gerekse KKTC’de, iç ve dış politikadaki açılımların sivil ayağının olması böyle girişimlerin yapılmasına bağlı. Halen bazı düşünce kuruluşları ve sivil örgütler politika belirleme süreçlerine dahil olmaya çalışsalar da, yeterli donanımları olmadığından etkileri çok sınırlı kalmaktadır.
Bana kalırsa ilk projeler sivil kuruluşların kapasite artırımlarına ve insan kaynaklarını geliştirmelerine yönelik olmalı. Çünkü sağlam bir bilgi ve insan altyapısı olmadan hiçbir kurum sürekli olamaz. Yapılan işler amatörce ve yarım yamalak olur ki bu da yeni kuşakların cesaretlerini kırıcı bir etki yapar. İşte bu nedenle İngiltereli Türkler ellerindeki bütün imkanları seferber ederek Türkiye ve KKTC’de dernek, vakıf ve sendika gibi kuruluşların kapasitelerini artırmaya yönelik faaliyetler içine girmelidir. Bunun için gerekli olan insan ve finansal kaynak var. Eğitim ve deneyim de var. Şimdilerde eksik gibi görünen veya potansiyel olarak var olup ta henüz gün yüzüne çıkmayan şey ise ortaklaşa iş yapma, projeler başlatma ve yürütme niyeti ve arzusu sadece.
Unutmayanız ki Türkiye ve KKTC’nin geleceğinde bugün küçük ve sıradan gördüğümüz katkılarınız büyük etkileri olacaktır. İngiltere’de ne kadar zamandır yaşıyor olursanız olun, yıllar geçmesine rağmen ne Türkiye ne de KKTC aklınızdan ve gönlümüzden çıkmadı ve çıkmayacak. Hatta ölene kadar bu sevgi ve bağlılık ilişkisi devam edecek. O halde ne bekliyoruz? Türkiye ve KKTC’ye el uzatma zamanı değil mi şimdi?
“Avrupa Birliği Ülkelerinde Din-Devlet İlişkisi” Sempozyumu İSAM’da Yapıldı
TDV İslam Araştırmaları Merkezi’nin desteklediği araştırma projesi sonuçlarının tartışıldığı “Avrupa Birliği Ülkelerinde Din-Devlet İlişkisi: Hukuki Yapı, Din Hizmetleri ev Din Eğitimi” konulu uluslar arası sempozyum, 9-10 Aralık 2006 tarihinde İSAM konferans salonunda yapıldı. Açılışını Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu ve İSAM Başkanı Mehmet Akif Aydın’ın sempozyumda Grace Davie, Silvio Ferrari ve Cole Durham birer çerçeve konuşması yaptı. Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Mehmet Görmez’in Türkiye’yi konu alan bildirisinden sonra İngiltere, Fransa, Almanya, İsveç, Hollanda, Danimarka, Yunanistan, İspanya, Belçika, Polonya, İtalya ve Avustur’yada din-devlet ilişkilerinin farklı boyutlarını içeren bildiriler sunuldu. Gerhard Robbers, Rik Torfs, Francis Messner, Sophie van Bijsterveld, Rebecca Catto, Alessandro Ferrari, Javier Martinz-Torron, Lars Friedner, Prof. Michal Rynkowski, Charalambos Papasthatis ve Lisbet Christoffersen katıldığı sempozyumun kapanış konuşmasını Devlet Bakanı Mehmet S. Aydın Yaptı.
Geniş bir izleyici kitlesinin hazır bulunduğu sempozyuma bilim çevreleri, sivil toplum kuruluşu temsilcileri, düşünce kuruluşu temsilcileri, üniversite mensupları, YÖK temsilcisi ve medya mensupları katıldı. Konuyla ilgili Türkiye’deki en kapsamlı sempozyum olan bu etkinlikte on iki Avrupa ülkesi hakkında karşılaştırmalı veriler ele alındı. Sempozyumdaki sunumlar, Diyanet İşleri Başkanlığı, bu kurumdan sorumlu Devlet Bakanlığı, AB üyelik müzakerelerinden sorumlu kurumlar, Avrupa Birliği Genel Sekreterliği, Milli Eğitim Bakanlığı ve Din Öğretimi Genel Müdürlüğü, Yurt Dışında Yaşayan Türk Vatandaşlarının Sorunlarından Sorumlu Devlet Bakanlığı, İlahiyat Fakülteleri ve AB konularında çalışan uzmanlar, eğitimciler, araştırma merkezleri ve sivil toplum kuruluşlarının çalışmaları katkıda bulunacak bilgiler sağladı. Sempozyum, Türk ve Avrupalı bilim insanlarını aynı platformda buluşturmuş, ortak ilgi alanları olanların fikir-alış verişinde bulunmasına imkan sağlayarak yeni araştırma ağları oluşmasına ve Türk bilim insanlarının mevcut ağlara katılmasına fırsat yaratmıştır.
Geniş bir izleyici kitlesinin hazır bulunduğu sempozyuma bilim çevreleri, sivil toplum kuruluşu temsilcileri, düşünce kuruluşu temsilcileri, üniversite mensupları, YÖK temsilcisi ve medya mensupları katıldı. Konuyla ilgili Türkiye’deki en kapsamlı sempozyum olan bu etkinlikte on iki Avrupa ülkesi hakkında karşılaştırmalı veriler ele alındı. Sempozyumdaki sunumlar, Diyanet İşleri Başkanlığı, bu kurumdan sorumlu Devlet Bakanlığı, AB üyelik müzakerelerinden sorumlu kurumlar, Avrupa Birliği Genel Sekreterliği, Milli Eğitim Bakanlığı ve Din Öğretimi Genel Müdürlüğü, Yurt Dışında Yaşayan Türk Vatandaşlarının Sorunlarından Sorumlu Devlet Bakanlığı, İlahiyat Fakülteleri ve AB konularında çalışan uzmanlar, eğitimciler, araştırma merkezleri ve sivil toplum kuruluşlarının çalışmaları katkıda bulunacak bilgiler sağladı. Sempozyum, Türk ve Avrupalı bilim insanlarını aynı platformda buluşturmuş, ortak ilgi alanları olanların fikir-alış verişinde bulunmasına imkan sağlayarak yeni araştırma ağları oluşmasına ve Türk bilim insanlarının mevcut ağlara katılmasına fırsat yaratmıştır.
Avrupalılar Türklerin İmajını Nasıl Görüyor?
Avrupalıların, Türkler hakkındaki fikirleri ve düşünceleri kuşkusuz farklılıklar içeriyor. Gerek kendi gözlemlerimize gerekse şimdiye kadar yapılan bilimsel araştırmalara dayanarak şunu söylemek mümkün: Batı Avrupalıların Türkler hakkındaki tutum ve düşünceleri yüzeysel bilgilere, yetersiz deneyimlere ve bazen de önyargılara dayalı oluşuyor. Zamanla bu düşüncelerin kalıp yargılara ve değişmesi zor imajlara dönüşme olasılığı taşıdığını da belirtmekte yarar var. Özellikle olumsuz düşünceleri ve önyargıları besleyen deneyimlerin yaşanması veya olayların gözlemlenmesi Türkler hakkında oluşan imajların kurumsallaşmasına katkıda bulunuyor.
“Öteki” olmak
Geldiğiniz farklı köken, kullandığınız başka dil, taşıdığınız farklı inanç ve kültürel kimlik sizi sadece yabancı ve “öteki” yapmakla kalmaz bu farklılıklarınızdan dolayı gördüğünüz işlemler veya karşılaştığınız davranışlar aynı zaman da sizin de kendinizi “farklı” olarak görme eğiliminizi pekiştirir. Genel olarak Avrupa’ya bakıldığında azınlıklar hakkında olumlu düşüncelerin pek yaygın olmadığı, bunun tam tersine yabancı olarak tanımlanan topluluklara ilişkin olumsuz, mesnetsiz ve yüzeysel önyargıların ve kalıplaşmış düşüncelerin yaygın olduğunu görüyoruz. Yani bizim dışımızdakilerin yani “öteki” veya “diğerleri” dediğimiz insanların bize bakışı, yani kendi açılarından “öteki”lere bakışının çok ta olumlu olmadığını görürüz.
Avrupalı Türkler hakkındaki fikir ve imajların oluşmasında başlıca iki aktör var. Biri “biz”, diğeri ise “öteki”ler. Bir ülkede göçmen ve yabancı olmak otomatikman sizi “öteki” yapar. Sayısal olarak azınlıkta iseniz, siyasi gücünüz yoksa, çoğunluğun dilinden farklı bir dil, çoğunluğun inancından faklı bir inancınız, renginiz veya etnik kökeniniz varsa bu da sizi kolayca “öteki”, “diğeri” veya “yabancı” yapar.
İmaj İnşasında Türklerin Rolü
Farklı milli, dini, kültürel ve etnik kökenden gelen ve Avrupa ülkelerine yerleşen, bu ülkelerin vatandaşı olan insanların ve hatta onların bu ülkede doğan çocuklarının bile “ötekiler” olarak görüldüğünü söylemek abartı olmaz. Ancak Avrupa’nın çeşitli ülkelerine ve kentlerine dağılmış bu yerleşik “yabancıların” bir kısmının olumsuz önyargıları besleyen, bir anlamda yabancı düşmanlarına koz veren davranışlar içinde bulunduklarını da belirtmekte yarar. Arada sırada çuvaldızı kendimize de batırmalı ve hakkımızdaki yalan-dolan ve yanlış imajların oluşmasında katkımız olup olmadığını sormalıyız.
Türklerin imajları hakkında Avrupa’da günümüzde genelde şöyle bir manzara var: Diğer yabancı kökenliler gibi Türkler de uyumsuz, başarısız, içine kapanık, suç işlemeye eğilimli, devletin sosyal yardımlarından geçinen, girişimcilik ruhu zayıf, eğitime önem vermeyen, değişime kapalı ve ortak yaşam kurulması kolay olmayan bir gurup olarak görülüyor.
Avrupa’da ırkçılığın, ayrımcılığın ve yabancı düşmanlığının arttığı siyasi ve sosyal bir ortamda yabancı kökenlilere hoş gözle bakılmıyor. Avrupa’da yabancılar arasındaki işsizlik oranları ve yoksulluk düzeyi gibi değişkenlere bakıldığında, bundan da daha vahimi yabancıları hedef alan siyasal, sosyal ve ekonomik açıdan dışlayıcı ve küçük düşürücü politikalara bir göz atıldığında dediğimiz ayrımcılık ve dışlama kendiliğinden görülecektir.
Önyargıların tarihsel kaynakları
Diğer yabancı kökenliler gibi Avrupa’daki Türkler de bazı önyargıların, kalıplaşmış düşüncelerin ve ayrımcı politikaların hem hedefi hem de kurbanı olabilecek bir çevrede yaşıyor. Türklerle ilgili önyargıları, kalıplaşmış fikirleri ve şablonlara dayalı düşünceleri besleyen iki şey var. Bunlardan birincisi Türkler ve Avrupalılar arasında yüzyıllar süren sürtüşmeler, çatışmalar, savaşlar ve kavgalardır. İkincisi ise bugün Avrupa’da yaşayan Türklerin temsil sorunlarının ciddi boyutlara ulaşmış olmasıdır ve Türklerin genelde olumsuz ve onaylanması mümkün olmayan davranışlarla kamuoyu gündemine gelmesi.
Kuşkusuz, Viyana kapılarına kadar dayanan Türklerin uzun yıllardır ders kitaplarında barbarlar olarak okutulması, Avrupalıların Türklere bakışını derinden etkilemiştir. Türkler şiddet yanlısı, savaşçı, kavgacı, işgalci, talancı ve kendi dinlerini empoze etmeye çalışan bir millet olarak lanse edilmiştir. Böylesi bir kampanya Avrupalıların zihinlerinde derin ve olumsuz izler bırakmıştır. Bugün bile Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesine karşı çıkanların bazıları, kafalarının arka planında, Türklerin farklı bir uygarlık dünyasına ait olduğunu, Avrupa ile uzlaşamayacağını düşünüyorsa, bu, tesadüfi değildir. Geçmişe ait izlenimleri değiştirmek, özellikle bunu yaşı ilerlemiş kuşakların zihninden silmek kolay değil. Çünkü bir anlamda burada kurumsallaşmış bir imaj söz konusu.
Türklerin imajı neden olumsuz?
Avrupalıların Türkler hakkında daha olumlu düşünceler edinmelerine ve Türklere bakışlarındaki önyargılarından kurtulmalarına katkıda bulunmak mümkün. Ya da tam tersi bazı yanlış davranışlarla yanlış imajların kökleşmesine ve bir daha silinmeyecek kadar derinlik kazanmasına neden olunabilir.
Türklerin imajını en çok zedeleyen şeylerden birisi, Türkiye kökenli olduğu söylenen bazı kendini bilmezlerin işledikleri suçlarla basında sık sık yer almalarıdır. Özellikle uyuşturucu kaçakçılığı, insan ticareti ve benzeri olaylara karışanlar arasında Türklerin de olması, yabancı düşmanlığı yanında, Türk düşmanlığını da körüklemektedir.
Eğitimde en başarısız öğrenciler arasında Türk çocuklarının da bulunması bir başka önyargı kaynağıdır. Sürekli başarısız olan ve doğru dürüst üniversitelere öğrenci gönderemeyen bir toplum hakkında olumlu yargıların oluşması bir hayli zor görünüyor. Ayrıca Türklerin kamuoyunda daha iyi temsil edilmesini sağlayacak siyasal katılımın az olması, bazı başarılı iş adamlarımız olmasına karşın ekonomik alanda kurumsallaşmanın hala ciddi boyutlarda olmayışı, Türklerin sanatsal ve kültürel birikimlerini aktaracak, tanıtacak ve yayacak kurumların yetersizliği, yukarıda bahsettiğimiz olumsuz yargıların sürmesine katkıda bulunuyor. Eğer bugün bir imaj sorunumuz varsa bunun nedenlerini iyi araştırmak ve ona göre kalıcı tedbirler almak zorundayız. Yoksa “bunlar bizi sevmiyor, istemiyor” edebiyatına devam eder dururuz. Uzun lafın kısası Avrupalı Türklerin imaj sorunu Türklerin kendilerine çeki düzen vermedikleri sürece çözülemez.
“Öteki” olmak
Geldiğiniz farklı köken, kullandığınız başka dil, taşıdığınız farklı inanç ve kültürel kimlik sizi sadece yabancı ve “öteki” yapmakla kalmaz bu farklılıklarınızdan dolayı gördüğünüz işlemler veya karşılaştığınız davranışlar aynı zaman da sizin de kendinizi “farklı” olarak görme eğiliminizi pekiştirir. Genel olarak Avrupa’ya bakıldığında azınlıklar hakkında olumlu düşüncelerin pek yaygın olmadığı, bunun tam tersine yabancı olarak tanımlanan topluluklara ilişkin olumsuz, mesnetsiz ve yüzeysel önyargıların ve kalıplaşmış düşüncelerin yaygın olduğunu görüyoruz. Yani bizim dışımızdakilerin yani “öteki” veya “diğerleri” dediğimiz insanların bize bakışı, yani kendi açılarından “öteki”lere bakışının çok ta olumlu olmadığını görürüz.
Avrupalı Türkler hakkındaki fikir ve imajların oluşmasında başlıca iki aktör var. Biri “biz”, diğeri ise “öteki”ler. Bir ülkede göçmen ve yabancı olmak otomatikman sizi “öteki” yapar. Sayısal olarak azınlıkta iseniz, siyasi gücünüz yoksa, çoğunluğun dilinden farklı bir dil, çoğunluğun inancından faklı bir inancınız, renginiz veya etnik kökeniniz varsa bu da sizi kolayca “öteki”, “diğeri” veya “yabancı” yapar.
İmaj İnşasında Türklerin Rolü
Farklı milli, dini, kültürel ve etnik kökenden gelen ve Avrupa ülkelerine yerleşen, bu ülkelerin vatandaşı olan insanların ve hatta onların bu ülkede doğan çocuklarının bile “ötekiler” olarak görüldüğünü söylemek abartı olmaz. Ancak Avrupa’nın çeşitli ülkelerine ve kentlerine dağılmış bu yerleşik “yabancıların” bir kısmının olumsuz önyargıları besleyen, bir anlamda yabancı düşmanlarına koz veren davranışlar içinde bulunduklarını da belirtmekte yarar. Arada sırada çuvaldızı kendimize de batırmalı ve hakkımızdaki yalan-dolan ve yanlış imajların oluşmasında katkımız olup olmadığını sormalıyız.
Türklerin imajları hakkında Avrupa’da günümüzde genelde şöyle bir manzara var: Diğer yabancı kökenliler gibi Türkler de uyumsuz, başarısız, içine kapanık, suç işlemeye eğilimli, devletin sosyal yardımlarından geçinen, girişimcilik ruhu zayıf, eğitime önem vermeyen, değişime kapalı ve ortak yaşam kurulması kolay olmayan bir gurup olarak görülüyor.
Avrupa’da ırkçılığın, ayrımcılığın ve yabancı düşmanlığının arttığı siyasi ve sosyal bir ortamda yabancı kökenlilere hoş gözle bakılmıyor. Avrupa’da yabancılar arasındaki işsizlik oranları ve yoksulluk düzeyi gibi değişkenlere bakıldığında, bundan da daha vahimi yabancıları hedef alan siyasal, sosyal ve ekonomik açıdan dışlayıcı ve küçük düşürücü politikalara bir göz atıldığında dediğimiz ayrımcılık ve dışlama kendiliğinden görülecektir.
Önyargıların tarihsel kaynakları
Diğer yabancı kökenliler gibi Avrupa’daki Türkler de bazı önyargıların, kalıplaşmış düşüncelerin ve ayrımcı politikaların hem hedefi hem de kurbanı olabilecek bir çevrede yaşıyor. Türklerle ilgili önyargıları, kalıplaşmış fikirleri ve şablonlara dayalı düşünceleri besleyen iki şey var. Bunlardan birincisi Türkler ve Avrupalılar arasında yüzyıllar süren sürtüşmeler, çatışmalar, savaşlar ve kavgalardır. İkincisi ise bugün Avrupa’da yaşayan Türklerin temsil sorunlarının ciddi boyutlara ulaşmış olmasıdır ve Türklerin genelde olumsuz ve onaylanması mümkün olmayan davranışlarla kamuoyu gündemine gelmesi.
Kuşkusuz, Viyana kapılarına kadar dayanan Türklerin uzun yıllardır ders kitaplarında barbarlar olarak okutulması, Avrupalıların Türklere bakışını derinden etkilemiştir. Türkler şiddet yanlısı, savaşçı, kavgacı, işgalci, talancı ve kendi dinlerini empoze etmeye çalışan bir millet olarak lanse edilmiştir. Böylesi bir kampanya Avrupalıların zihinlerinde derin ve olumsuz izler bırakmıştır. Bugün bile Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesine karşı çıkanların bazıları, kafalarının arka planında, Türklerin farklı bir uygarlık dünyasına ait olduğunu, Avrupa ile uzlaşamayacağını düşünüyorsa, bu, tesadüfi değildir. Geçmişe ait izlenimleri değiştirmek, özellikle bunu yaşı ilerlemiş kuşakların zihninden silmek kolay değil. Çünkü bir anlamda burada kurumsallaşmış bir imaj söz konusu.
Türklerin imajı neden olumsuz?
Avrupalıların Türkler hakkında daha olumlu düşünceler edinmelerine ve Türklere bakışlarındaki önyargılarından kurtulmalarına katkıda bulunmak mümkün. Ya da tam tersi bazı yanlış davranışlarla yanlış imajların kökleşmesine ve bir daha silinmeyecek kadar derinlik kazanmasına neden olunabilir.
Türklerin imajını en çok zedeleyen şeylerden birisi, Türkiye kökenli olduğu söylenen bazı kendini bilmezlerin işledikleri suçlarla basında sık sık yer almalarıdır. Özellikle uyuşturucu kaçakçılığı, insan ticareti ve benzeri olaylara karışanlar arasında Türklerin de olması, yabancı düşmanlığı yanında, Türk düşmanlığını da körüklemektedir.
Eğitimde en başarısız öğrenciler arasında Türk çocuklarının da bulunması bir başka önyargı kaynağıdır. Sürekli başarısız olan ve doğru dürüst üniversitelere öğrenci gönderemeyen bir toplum hakkında olumlu yargıların oluşması bir hayli zor görünüyor. Ayrıca Türklerin kamuoyunda daha iyi temsil edilmesini sağlayacak siyasal katılımın az olması, bazı başarılı iş adamlarımız olmasına karşın ekonomik alanda kurumsallaşmanın hala ciddi boyutlarda olmayışı, Türklerin sanatsal ve kültürel birikimlerini aktaracak, tanıtacak ve yayacak kurumların yetersizliği, yukarıda bahsettiğimiz olumsuz yargıların sürmesine katkıda bulunuyor. Eğer bugün bir imaj sorunumuz varsa bunun nedenlerini iyi araştırmak ve ona göre kalıcı tedbirler almak zorundayız. Yoksa “bunlar bizi sevmiyor, istemiyor” edebiyatına devam eder dururuz. Uzun lafın kısası Avrupalı Türklerin imaj sorunu Türklerin kendilerine çeki düzen vermedikleri sürece çözülemez.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Endonezya’da yeni hükümetin öncelikleri hangi konular?
Nüfus bakımından dünyanın en büyük dördüncü ülkesi olan Endonezya, 280 milyonluk nüfusu ile en büyük İslam ülkesi. G20 üyesi olan Endonezya ...
-
Prof. Dr. Talip Küçükcan Yükseköğretim bütün ülkeler için stratejik bir alan ve önemli bir ekonomik sektör. Üniversiteler nitelikli insan ...
-
Türkiye ve Endonezya arasındaki ikili ilişkiler olumlu ilerliyor. İki ülke arasında 2022 yılında Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi ...
-
Prof. Dr. Talip Küçükcan Endonezya Küreselleşme diye tanımladığımız olgu, soyut anlamda fiziki sınırları aşan bir hareketlilikle devam e...