İstanbul iki önemli toplantıya ev sahipliği yapıyor. Biri perşembe diğer ise cuma günü yapılacak olan iki uluslar arası toplantı var önümüzde. Her ikisi de birbirinden önemli ve çok etkin kurumların deneyimli kişiler tarafından temsil edildiği toplantılar. Bu toplantılar hem bölgesel hem de küresel barış, hoşgörü ve diyalog arayışlarına katkıda bulunmayı amaçlıyor. Tabi ki Türkiye her iki toplantıda da başlıca aktörlerden biri olarak rol alıyor. Zaten toplantıların İstanbul’da yapılması da bu mesajı vermeyi amaçlıyor. Toplantılara ilişkin bilgileri aşağıda detaylı olarak vereceğim.
Sizin de farkında olduğunuz gibi Türkiye son yıllarda aktif bir dış politika izliyor. Artık kenarda, köşede ve olayların arkasında değil, yeni proje ve girişimlerde rol alan, komşu ülkeleri ile iyi geçinerek bölgesel etki alanını genişleten ve ayrıca Güney Amerika ve Afrika gibi yeni açılımları ile küresel bir aktör olma yolunda emin adımlarla ilerliyor. Ülkemiz adına bundan gurur duymalı ve bu tür açılımlara desteklerimizi sürdürmeliyiz.
Türkiye’nin küresel boyutta önemini gösteren en son girişim bilindiği gibi “Medeniyetler İttifakı” projesi idi. İspanya ve Türkiye’nin eş başkanlığını yürüttüğü bu proje dünyanın en saygın düşünür, lider ve bilim adamlarını bir araya getirdi. “Medeniyetler İttifakı” projesinin final toplantısına İstanbul ev sahipliği yaptı. BM Genel Sekreteri de dahil olmaz üzere çok sayıda önemli figür İstanbul’a, yani farklı medeniyet birikimlerinin kentin her yanında görülebileceği bu müthiş şehre geldi. “Medeniyetler İttifakı” projesi, Türkiye’nin sadece bölgesel değil aynı zamanda küresel bir saygınlık ve etki gücü taşıdığına işaret ediyor. Benzer girişimlerin başarıyla sonuçlanması, sadece bölgede değil dünyanın çeşitli yerlerinde yaşayan Türk ve Müslüman toplulukları da etkiyecek bir içeriğe sahip.
Türkiye artık korku ve kuşkulara göre değil, ulusal ve bölgesel çıkarlara bakarak ve bunların küresel yansımalarını görerek politikalar üretmeye çalışıyor. İşte bunun bir neticesi olarak ta aşağıda kısaca bahsedeceğim girişimlere ev sahipliği yapıyor.
Bu girişimlerden ilki “Strategic Vision Group “Russia-Islamic World” adını taşıyor. Bilindiği gibi soğuk savaşın bitiminden ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Rusya sınırları içinde kalan yirmi milyondan fazla Müslüman var. Ayrıca Rusya sahip olduğu askeri, ekonomik ve enerji kaynaklarından dolayı bölgenin en güçlü aktörelerinden biri. Hem Rusya hem de İslam dünyasının, çok karmaşık bir dönemden geçtiğimiz şu günlerde yeni müttefiklere ihtiyacı var. Küresel gelişmeler de zaten bunu gösteriyor.
İşte bu nedenle Türkiye’nin de aktif olarak rol aldığı bir girişim var: Rusya-İslam dünyası yakınlaşması. İstanbul’da iki gün sürecek Stratejik Vizyon Grubu toplantısına İslam Konferansı Örgütü de (İKÖ) destek veriyor. Toplantıya, Tataristan cumhurbaşkanı da dahil olmak üzere çok sayıda etkin devlet adamı ve düşünür katılıyor. Bu toplantıya ben de katılarak Rusya-İslam dünyası yakınlaşmasının entelektüel ve pratik temelleri neler olabilir ve hangi somut projeler gerçekleştirilebilir konularında katkıda bulunacağım.
Türkiye’nin ev sahipliği yaptığı diğer önemli toplantı İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) öncülünde yapılacak. Toplantının konusu İslam fobisi ile mücadele. Toplantı özellikle Batı ülkelerinde gittikçe yükselen İslam ve Müslüman korkusu ile nasıl baş edilebilir sorusu üzerine yoğunlaşacak. Benim de davetli olduğum bu toplantıya hem Türkiye, hem İslam ülkeleri hem de Avrupalı Müslümanlardan temsilciler katılacak. Çok az sayıda ancak kendi alanlarında uzmanların katılacağı bu toplantıda İslam korkusunun kökenleri, Batı’daki Müslüman imajı ve medyada yer alan söylemler tartışılacak. Bunun da ötesinde İslam korkusunu yenmeye yönelik somut projeler gündeme gelecek. Yani her iki toplantıda da uygulanabilir projeler gündeme gelecek. Sadece olup bitenler tartışılmayacak. Acaba mevcut durumu daha da iyileştirmek, Müslümanlara sürülen kara lekeyi silmek, Türkler de dahil olmak üzere Avrupa ve ABD’de yaşayan Müslümanların imajını hak ettikleri olumlu yöne çevirmek için ne yapabiliriz ve bunları hangi ortaklarla gerçekleştirebiliriz soruları üzerinde durulacak.
Her iki toplantıyı da içerden izleme ve katkıda bulunma fırsatım olacak. Toplantılardaki tartışma ve gözlemlerimi bu köşede okurlarla paylaşacağım.
Bu Blogda ekonomik büyüme potansiyeli ile küresel jeopolitik gelişmelerde etkisini artıran ASYA'dan gözlemler paylaşmaya çalışacağım. Pergelin sabit ucu dünyanın dördüncü, İslam Dünyası'nın en büyük nüfusuna sahip Endonezya'da olacak.
31 Ocak 2007 Çarşamba
İngiltere Türkleri ve yerel medya
Son yıllarda İngiltere Türk toplumunda medya alanında bir hareketlilik gözlendi. Yeni gazeteler çıkarıldı. Bir kısmı uzun bir kısmı kısa ömürlü olan gazeteler bir taraftan istihdam yaratırken bir taraftan da farklı kesimlerin seslerini duyurmalarına aracılık etti.
Medya, sivil toplumun en önemli ifade araçlarından birisidir.
Demokratik, çoğulcu ve katılımcı bir toplumsal düzenin kurumsallaşmasında medya önemli rol oynar.
Yerel medya diye adlandırabileceğimiz bölgesel radyo, televizyon ve dergi gibi araçlar da yerel demokrasilerin güçlenmesine katkıda ulunur.
İletişim devrimi ve küreselleşmenin hızıyla dünya küçüldü. Birçok ulusal medya organı global bir karakter taşıyor. Global olan medya türü yapısal olarak yerel sorunlara mesafeli duruyor.
İşte bu noktada yerel medyanın önemi ortaya çıkıyor. Yerel medya daha dar ve sınırlı bir alanda ama daha özgün haber ve yorum peşindedir.
Global medyalar aşağı yukarı aynı haberlerle doludur. Kendinizle ilgili pek fazla şey bulamazsınız onlarda. Size özgü sorunlara uzaktır onlar.
Kısaca söylemek gerekirse global medya sizin sesiniz olmaya çalışmaz.
Buna karşılık yerel medya sizin sesiniz olmaya özen gösterir. Varlığını sizin sorunlarınıza adar. Her sayfasında kendi toplumunuzun öncelikli konularıyla ilgili haberler ve yorumlar bulursunuz.
Global medyaların tersine, yerel medya organları sizin sesinizdir, sizi dış dünyaya taşıyan etkin organlardır ve toplumsal uzlaşmaya katkıda bulunan tartışmaların ev sahibidir.
Yerel medyalarda kendi sesinizi duyarsınız. Size ait görüşlerin, yorumların ve haberlerin yansımasını bulursunuz yerel medya organlarında.
Yerel medyalar her anlamda sizin sesiniz, sizin soluğunuzdur.
Yerel medya çok daha özgün ve orijinaldir. BBC, CNN ve SkY gibi global medya organlarında aşağı yukarı aynı haberleri izleyebilirsiniz.
Ama Londra'nın güneyinde çıkan yerel bir gazete ile aynı kentin kuzeyinde çıkan yerel gazete arasında pek ortak yön bulamazsınız. Aynı şey yerel radyo istasyonları için de geçerlidir.
İşte yerel medyanın güzelliği de buradadır. Kendi okulunuz, işyeriniz, kültürel faaliyetleriniz, iş dünyanız ve mahalleniz hakkındaki haberleri ancak yerel medyada görebilirsiniz.
Son yıllarda sevindirici bir gelişme göze çarpıyor. Londra'da yeni yeni Türkçe ve İngilizce yerel gazeteler çıkıyor. Yerel gazetelerin Türk toplumuna dinamizm kattığına kuşku yok. Zaman zaman anavatanla ilgili haber ve yorumlara yer verilse de yerel medyanın ana odak noktası İngiltere Türkleri. Türklerin kültür, sanat, ekonomi, siyaset ve eğitim gibi önemli alanlardaki faaliyetlerini, sorunlarını ve tartışmalarını yerel medya dışında nerede okuyabilirsiniz, nerede takip edebilirsiniz. Londra’da genç gazetecilerin yetiştiği bir ocak ve okul da sayılır yerel medya organları.
Londra’ki basılı yerel medya organlarına ilaveten bir de yerel radyomuz var. Kuşkusuz gazeteler gibi radyonun da yayın politikası, yayın akışı ve programları tartışılabilir ve eleşritilebilir. Hatta bu tartışma ve eleştiriler düzenli olarak yapılmalıdır. Çünkü amaç radyoyu ortadan kaldırmak değil daha geniş temsilin sağlanması ve daha doyurucu yayınların yapılmasına katkıda bulunmaktır. Zaman zaman radyo lisansı ile bazı sürtüşmeler olsa da bunları toplumun iç dinamizminin derinliğinden kaynaklanıyor şeklinde yorumlamak daha uygun olacaktır. Ayrıca yasal düzenlemelerin izin vermesi durumunda katılımcılığı genişletmek, çoğulculuğu sağlamak ve rekabeti teşvik için yeni yeni Türkçe radyolar yayına başlamalıdır.
Radyonun kurulduğu yılları hatırlayanlar bilir. Radyoyla birlikte topluma bir canlılık ve dinamizm geldi. Yerel sorunlar artık herkesin tartıştığı konular haline geldi.
Bu radyo sayesinde millet Türkçe müziğe doydu. Umarız radyo gelişerek bu canlı ve neşeli yayınlarını sürdürmeye devam eder.
Londra'daki Türkçe yerel gazeteler de ilk acemiliklerini çoktan geride bıraktı. Bu alanda yeni atılımların yapılması toplum için büyük bir kazanç olacaktır.
Çok seslilik ancak bu gazeteler sayesinde mümkün. O nedenle yerel gazetelerin, haber kapılarını belirli kesimlerle sınırlı tutmaları yanlıştır. Her kesime hitap etmenin yolu her görüşün gazete yer bulmasından, toplumun her kesiminin sorunlarının gazete sayfalarına yansımasından geçer.
Yerel Türk medyası gelişme döneminde. Umarız sağlıklı bir şekilde kök salar.
Kuşkusuz radyo ve gazeteler yanında bir de yerel Türkçe/İngilizce bir TV kanalına ihtiyaç var. Çoğu kişinin evinde Türkiye’den yayın yapan TV kanallarını izleme imkanı var. Bu nedenle yerel TV kanalına pek ihtiyaç duyulmuyor gibi. Halbuki yerel TV gazete ve radyo gibi son derece önemli bir medya türü. Bu nedenle ihmal edilmeden bu konuya da el atılmalıdır.
Medya, sivil toplumun en önemli ifade araçlarından birisidir.
Demokratik, çoğulcu ve katılımcı bir toplumsal düzenin kurumsallaşmasında medya önemli rol oynar.
Yerel medya diye adlandırabileceğimiz bölgesel radyo, televizyon ve dergi gibi araçlar da yerel demokrasilerin güçlenmesine katkıda ulunur.
İletişim devrimi ve küreselleşmenin hızıyla dünya küçüldü. Birçok ulusal medya organı global bir karakter taşıyor. Global olan medya türü yapısal olarak yerel sorunlara mesafeli duruyor.
İşte bu noktada yerel medyanın önemi ortaya çıkıyor. Yerel medya daha dar ve sınırlı bir alanda ama daha özgün haber ve yorum peşindedir.
Global medyalar aşağı yukarı aynı haberlerle doludur. Kendinizle ilgili pek fazla şey bulamazsınız onlarda. Size özgü sorunlara uzaktır onlar.
Kısaca söylemek gerekirse global medya sizin sesiniz olmaya çalışmaz.
Buna karşılık yerel medya sizin sesiniz olmaya özen gösterir. Varlığını sizin sorunlarınıza adar. Her sayfasında kendi toplumunuzun öncelikli konularıyla ilgili haberler ve yorumlar bulursunuz.
Global medyaların tersine, yerel medya organları sizin sesinizdir, sizi dış dünyaya taşıyan etkin organlardır ve toplumsal uzlaşmaya katkıda bulunan tartışmaların ev sahibidir.
Yerel medyalarda kendi sesinizi duyarsınız. Size ait görüşlerin, yorumların ve haberlerin yansımasını bulursunuz yerel medya organlarında.
Yerel medyalar her anlamda sizin sesiniz, sizin soluğunuzdur.
Yerel medya çok daha özgün ve orijinaldir. BBC, CNN ve SkY gibi global medya organlarında aşağı yukarı aynı haberleri izleyebilirsiniz.
Ama Londra'nın güneyinde çıkan yerel bir gazete ile aynı kentin kuzeyinde çıkan yerel gazete arasında pek ortak yön bulamazsınız. Aynı şey yerel radyo istasyonları için de geçerlidir.
İşte yerel medyanın güzelliği de buradadır. Kendi okulunuz, işyeriniz, kültürel faaliyetleriniz, iş dünyanız ve mahalleniz hakkındaki haberleri ancak yerel medyada görebilirsiniz.
Son yıllarda sevindirici bir gelişme göze çarpıyor. Londra'da yeni yeni Türkçe ve İngilizce yerel gazeteler çıkıyor. Yerel gazetelerin Türk toplumuna dinamizm kattığına kuşku yok. Zaman zaman anavatanla ilgili haber ve yorumlara yer verilse de yerel medyanın ana odak noktası İngiltere Türkleri. Türklerin kültür, sanat, ekonomi, siyaset ve eğitim gibi önemli alanlardaki faaliyetlerini, sorunlarını ve tartışmalarını yerel medya dışında nerede okuyabilirsiniz, nerede takip edebilirsiniz. Londra’da genç gazetecilerin yetiştiği bir ocak ve okul da sayılır yerel medya organları.
Londra’ki basılı yerel medya organlarına ilaveten bir de yerel radyomuz var. Kuşkusuz gazeteler gibi radyonun da yayın politikası, yayın akışı ve programları tartışılabilir ve eleşritilebilir. Hatta bu tartışma ve eleştiriler düzenli olarak yapılmalıdır. Çünkü amaç radyoyu ortadan kaldırmak değil daha geniş temsilin sağlanması ve daha doyurucu yayınların yapılmasına katkıda bulunmaktır. Zaman zaman radyo lisansı ile bazı sürtüşmeler olsa da bunları toplumun iç dinamizminin derinliğinden kaynaklanıyor şeklinde yorumlamak daha uygun olacaktır. Ayrıca yasal düzenlemelerin izin vermesi durumunda katılımcılığı genişletmek, çoğulculuğu sağlamak ve rekabeti teşvik için yeni yeni Türkçe radyolar yayına başlamalıdır.
Radyonun kurulduğu yılları hatırlayanlar bilir. Radyoyla birlikte topluma bir canlılık ve dinamizm geldi. Yerel sorunlar artık herkesin tartıştığı konular haline geldi.
Bu radyo sayesinde millet Türkçe müziğe doydu. Umarız radyo gelişerek bu canlı ve neşeli yayınlarını sürdürmeye devam eder.
Londra'daki Türkçe yerel gazeteler de ilk acemiliklerini çoktan geride bıraktı. Bu alanda yeni atılımların yapılması toplum için büyük bir kazanç olacaktır.
Çok seslilik ancak bu gazeteler sayesinde mümkün. O nedenle yerel gazetelerin, haber kapılarını belirli kesimlerle sınırlı tutmaları yanlıştır. Her kesime hitap etmenin yolu her görüşün gazete yer bulmasından, toplumun her kesiminin sorunlarının gazete sayfalarına yansımasından geçer.
Yerel Türk medyası gelişme döneminde. Umarız sağlıklı bir şekilde kök salar.
Kuşkusuz radyo ve gazeteler yanında bir de yerel Türkçe/İngilizce bir TV kanalına ihtiyaç var. Çoğu kişinin evinde Türkiye’den yayın yapan TV kanallarını izleme imkanı var. Bu nedenle yerel TV kanalına pek ihtiyaç duyulmuyor gibi. Halbuki yerel TV gazete ve radyo gibi son derece önemli bir medya türü. Bu nedenle ihmal edilmeden bu konuya da el atılmalıdır.
Din farkı AB üyeliğine engel mi?
Nikolas Sarkozy, cumhurbaşkanlığı adaylığı açıklandıktan sonraki ilk demecinde “Türkiye’nin Avrupa Birliği’nde yeri yoktur” diyerek son yıllarda yükselen kültürcü söylemi ne kadar içselleştirdiğini bir kez daha göstermiş oldu. Avrupa’da, Türkiye’nin üyeliğine kuşku ile bakanlar veya tamamen karşı çıkanların öne sürdüğü itiraz nedenlerine bakıldığında karşımıza bazı korkular, önyargılar ve tehdit algılarının çıktığını görüyoruz. Türkiye’nin AB üyeliğine karşı kamuoyu oluşturmaya çalışanların her platformda dile getirdiği noktalar arasında Türkiye'nin nüfus büyüklüğü, hızlı nüfus artışı, genç nüfusun oransal yüksekliği, işsizlik, geleneksel ve kültürel kimlik farklılıkları ve Müslümanlık faktörü, Türkiye’nin Batı uygarlığının bir üyesi olmadığı ve karar alma mekanizmalarında sivil olmayan çevrelerin etkinlikleri gibi konuları saymak mümkün. Özellikle Fransa ve Hollanda AB Anayasası’na hayır dedikten sonra Türkiye aleyhtarı olanların sesi daha da yükseldi.
Kültürcü yaklaşımın popüler anlamda da etkili olduğuna ilişkin bazı bulgular var. Hatırlanacağı üzere IPSOS araştırma şirketi tarafından Le Figaro gazetesi için yapılan bir kamuoyu araştırmasında Fransız halkının yüzde 56’sı bir İslam ülkesi olarak gördükleri Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesine karşı olduklarını belirtmişti. Türkiye’nin üyeliğine hayır diyenlerin yüzde 40’ı Türkiye’den bir göç dalgası geleceğini, bunun da istihdam olanaklarını olumsuz etkileyeceği kaygısını taşıdıklarını belirtirken yüzde 26’sı Türkiye’nin bir Asya ülkesi olduğunu ve yüzde 25’i de halkının Müslüman olduğunu belirtmişti. Yaklaşık yüzde 30’luk bir kesim ise dini ve kültürel nedenlerden dolayı Türkiye’nin “asla” üye olmaması görüşünde olduklarını ifade etmiştir. Fransa Başbakan’ı Jean-Pierre Raffarin Türkiye’nin kültürel kimliğine karşı açık bir duruş sergilemiş ve “İslam ırmağının laikliğin nehir yatağına akmasını mı istiyoruz?” sorusuyla din farkından dolayı Türkiye’nin üyeliğine karşı olduğunu ima etmişti. Diğer yandan AB'nin Hollandalı müzakerecisi Fritez Bulkashtian 'AB'nin Türkiye'nin katılımına izin vermesinin, Avrupa'nın Viyana Savaşı'na boşuna girdiği anlamına geleceği' yollu benzer bir açıklamada bulunmuştur. Öyle görünüyor ki Katolikliğin dogmalarına karşı verilen rasyonel mücadele unutulmuş, din ve kültür merkezli kültürcü söylem tekrar yeşermiş Avrupa’da.
Türkiye’nin AB üyeliğine karşı duruşun temel nedenleri arasında Türkiye ile ilgili bilinmezlerin de rol oynadığını belirtmek gerek. Türkiye’nin belki ekonomik yapısı ve siyasi dengeleri gibi konular biliniyor. Ne var ki Türkiye’de din, Avrupalıların yeterince bilmediği hatta birçok yönden kalıp yargılara neden olan bilinmezlerin başında geliyor. İşte bu nedenle Kopenhag Üniversitesi ve Danimarka Uluslararası Araştırmalar Enstitüsü Türkiye-AB ilişkilerinin din boyutunu tartışmak üzere uluslar arası bir konferans düzenledi. “Turkey in Europe:Role of Religion in the current debate. Should Turkey become a member of EU?” (Avrupa’daki Türkiye: Güncel tartışmalarda dinin rolü. Türkiye AB üyesi olmalı mıdır?) başlıklı konferansın odağındaki konu “din” idi. Yani Türkiye-AB ilişkilerinde dinin rolü nedir? Türkiye nereye aittir? Avrupa’ya mı yoksa başka bir uygarlık alanına mı? Müslüman bir nüfusa sahip olan Türkiye AB’ye üye olmalı mıdır? Konuşmacılar işte bu çerçevedeki sorulara cevap vermeye çalıştı.
Konferans sırasında Türkiye nereye ait sorusu, yani kimlikle ilgili tartışmalar ister istemez Avrupa kimliğinin de tartışılmasına neden oldu. Mesela Avrupa nerde başlar nerde biter, Avrupa değerleri nelerdir, Avrupa’yı farklı kılan özellikler hangi alanlarda görülmektedir gibi sorular da tartışıldı. Bu tartışmalar sonunda görüldü ki kültürel anlamda içeriği ve sınırları belirgin hatlarla çizilmiş bir Avrupa yok Aynı pencereden bakıldığında İslam dünyasının da tek olmadığı, kendi içinde çeşitlilik barındırdığı ve işte Türkiye’nin de bu çeşitliğe bir katkı olduğu anlaşıldı. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılından itibaren modernleşme projelerinin başladığı, bu nedenle de imparatorluk mirasını devir alan Türkiye’nin aslında Avrupa’ya çok yakın olduğu ve onun bir parçası olması gerektiği üzerinde duruldu.
“Avrupa’daki Türkiye” konulu konferansın en çarpıcı konuşmalarından birini Almanya Trier Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Gerhard Robbers yaptı. Robbers, tam üyelik durumunda Avrupa Birliği ve Türkiye’nin birbirinden çok şey öğreneceğini ve Türkiye’nin Avrupa kültürünü zenginleştireceğini belirttiği konuşmasında yapay korkulara kapılmamak gerektiğini söyledi. Prof. Dr. Robbers büyük ilgi çeken konuşmasında Avrupa’daki mevcut din-devlet ilişkisi ve laiklik modelleri üzerinde durarak Türkiye’nin tam üyeliğe kabulü durumunda AB kimliğine yeni bir kültürel ve dini kimlik daha katılacağını, ayrıca Avrupa’daki mevcut din-devlet ilişkileri modellerine yeni bir modelin daha ekleneceğini söyledi. Robbers, Türkiye’nin sahip olduğu birikim ve Türk halkının benimsediği İslam kültürü ile Avrupa’ya farklı bir geleneği de taşıyacağını ve böylece AB’nin dini demografisini değiştireceğini açıkladı. AB’ye üyeliğin Türkiye için de kazanımlar getireceğini belirten Robbers, zaten Almanya başta olmak üzere yaklaşık dört milyon Türkün Avrupa’da yaşadığını ve bunların artık toplumun bir parçası olduğunun kabul edilmesi gerektiğinin altını çizdi. Robbers artık Avrupalıların kendi içindeki Türkleri kültürleri ile kabul etmek zorunda olduklarını çünkü bu insanların yaşadıkları ülkelere yerleştiklerini ve artan oranda vatandaş olduklarını anlattı ve bu noktada yapılması gereken şeyin ülkelerin kendi vatandaşlarını farklılıkları ile beraber kucaklamak olduğunu söyledi.
Türklerin Avrupa ülkelerinde zaten Avrupalılarla uzun yıllardır komşu olduklarını bu nedenle Türkiye’nin üyeliğinin AB için bir test olduğunu ifade eden Prof. Dr. Lykke Friis ise artık Türkiye’yi Avrupa’nın “ötekisi” olarak görmekten vazgeçmek gerektiğini söyledi. Konferansta konuşan Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Kemal Kirişçi ise sunduğu bildiride mevcut hükümetin çok sayıda reform gerçekleştirerek Türkiye’yi AB’ye yakınlaştırdığını, buna karşın AB’de bazı grupların Türkiye karşıtlığını giderek katılaştırdığının belirtti. Türkiye’de halkın çoğunluğunun Müslüman oluşunun yani din farkının zaman zaman bir araç olarak kullanıldığına işaret eden Kirişçi, yapılan bilimsel araştırmalarda halkın büyük bir çoğunluğunun modern değerleri benimsediğini ve bunun bir engel olarak görülmemesi gerektiğini söyledi. Türkiye’den konferansa katılan Prof. Dr. Elizabeth Özdalga, Prof. Dr. İştar Gözaydın ve Doç. Dr. Pınar Bilgin de yaptıkları konuşmalarda Türkiye’nin sahip olduğu kültürel birikimlerin AB’ye girmeye engel olmadığını vurguladı. Sonuç olarak konferans, Türkiye ile ilgili bir çok soruya cevap verdi. Bazı kuşkuları ortadan kaldırdı. Konferans sırasında bir daha görüldü ki Avrupalılar Türkiye ve Türk kültürü hakkında yüzeysel bilgilere sahip. Türkiye karşı çıkmaları da bu yüzden. Türkiye’nin kapsamlı ev uzun vadeli bir tanıtım atağına geçmesi gerekiyor.
Kültürcü yaklaşımın popüler anlamda da etkili olduğuna ilişkin bazı bulgular var. Hatırlanacağı üzere IPSOS araştırma şirketi tarafından Le Figaro gazetesi için yapılan bir kamuoyu araştırmasında Fransız halkının yüzde 56’sı bir İslam ülkesi olarak gördükleri Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesine karşı olduklarını belirtmişti. Türkiye’nin üyeliğine hayır diyenlerin yüzde 40’ı Türkiye’den bir göç dalgası geleceğini, bunun da istihdam olanaklarını olumsuz etkileyeceği kaygısını taşıdıklarını belirtirken yüzde 26’sı Türkiye’nin bir Asya ülkesi olduğunu ve yüzde 25’i de halkının Müslüman olduğunu belirtmişti. Yaklaşık yüzde 30’luk bir kesim ise dini ve kültürel nedenlerden dolayı Türkiye’nin “asla” üye olmaması görüşünde olduklarını ifade etmiştir. Fransa Başbakan’ı Jean-Pierre Raffarin Türkiye’nin kültürel kimliğine karşı açık bir duruş sergilemiş ve “İslam ırmağının laikliğin nehir yatağına akmasını mı istiyoruz?” sorusuyla din farkından dolayı Türkiye’nin üyeliğine karşı olduğunu ima etmişti. Diğer yandan AB'nin Hollandalı müzakerecisi Fritez Bulkashtian 'AB'nin Türkiye'nin katılımına izin vermesinin, Avrupa'nın Viyana Savaşı'na boşuna girdiği anlamına geleceği' yollu benzer bir açıklamada bulunmuştur. Öyle görünüyor ki Katolikliğin dogmalarına karşı verilen rasyonel mücadele unutulmuş, din ve kültür merkezli kültürcü söylem tekrar yeşermiş Avrupa’da.
Türkiye’nin AB üyeliğine karşı duruşun temel nedenleri arasında Türkiye ile ilgili bilinmezlerin de rol oynadığını belirtmek gerek. Türkiye’nin belki ekonomik yapısı ve siyasi dengeleri gibi konular biliniyor. Ne var ki Türkiye’de din, Avrupalıların yeterince bilmediği hatta birçok yönden kalıp yargılara neden olan bilinmezlerin başında geliyor. İşte bu nedenle Kopenhag Üniversitesi ve Danimarka Uluslararası Araştırmalar Enstitüsü Türkiye-AB ilişkilerinin din boyutunu tartışmak üzere uluslar arası bir konferans düzenledi. “Turkey in Europe:Role of Religion in the current debate. Should Turkey become a member of EU?” (Avrupa’daki Türkiye: Güncel tartışmalarda dinin rolü. Türkiye AB üyesi olmalı mıdır?) başlıklı konferansın odağındaki konu “din” idi. Yani Türkiye-AB ilişkilerinde dinin rolü nedir? Türkiye nereye aittir? Avrupa’ya mı yoksa başka bir uygarlık alanına mı? Müslüman bir nüfusa sahip olan Türkiye AB’ye üye olmalı mıdır? Konuşmacılar işte bu çerçevedeki sorulara cevap vermeye çalıştı.
Konferans sırasında Türkiye nereye ait sorusu, yani kimlikle ilgili tartışmalar ister istemez Avrupa kimliğinin de tartışılmasına neden oldu. Mesela Avrupa nerde başlar nerde biter, Avrupa değerleri nelerdir, Avrupa’yı farklı kılan özellikler hangi alanlarda görülmektedir gibi sorular da tartışıldı. Bu tartışmalar sonunda görüldü ki kültürel anlamda içeriği ve sınırları belirgin hatlarla çizilmiş bir Avrupa yok Aynı pencereden bakıldığında İslam dünyasının da tek olmadığı, kendi içinde çeşitlilik barındırdığı ve işte Türkiye’nin de bu çeşitliğe bir katkı olduğu anlaşıldı. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılından itibaren modernleşme projelerinin başladığı, bu nedenle de imparatorluk mirasını devir alan Türkiye’nin aslında Avrupa’ya çok yakın olduğu ve onun bir parçası olması gerektiği üzerinde duruldu.
“Avrupa’daki Türkiye” konulu konferansın en çarpıcı konuşmalarından birini Almanya Trier Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Gerhard Robbers yaptı. Robbers, tam üyelik durumunda Avrupa Birliği ve Türkiye’nin birbirinden çok şey öğreneceğini ve Türkiye’nin Avrupa kültürünü zenginleştireceğini belirttiği konuşmasında yapay korkulara kapılmamak gerektiğini söyledi. Prof. Dr. Robbers büyük ilgi çeken konuşmasında Avrupa’daki mevcut din-devlet ilişkisi ve laiklik modelleri üzerinde durarak Türkiye’nin tam üyeliğe kabulü durumunda AB kimliğine yeni bir kültürel ve dini kimlik daha katılacağını, ayrıca Avrupa’daki mevcut din-devlet ilişkileri modellerine yeni bir modelin daha ekleneceğini söyledi. Robbers, Türkiye’nin sahip olduğu birikim ve Türk halkının benimsediği İslam kültürü ile Avrupa’ya farklı bir geleneği de taşıyacağını ve böylece AB’nin dini demografisini değiştireceğini açıkladı. AB’ye üyeliğin Türkiye için de kazanımlar getireceğini belirten Robbers, zaten Almanya başta olmak üzere yaklaşık dört milyon Türkün Avrupa’da yaşadığını ve bunların artık toplumun bir parçası olduğunun kabul edilmesi gerektiğinin altını çizdi. Robbers artık Avrupalıların kendi içindeki Türkleri kültürleri ile kabul etmek zorunda olduklarını çünkü bu insanların yaşadıkları ülkelere yerleştiklerini ve artan oranda vatandaş olduklarını anlattı ve bu noktada yapılması gereken şeyin ülkelerin kendi vatandaşlarını farklılıkları ile beraber kucaklamak olduğunu söyledi.
Türklerin Avrupa ülkelerinde zaten Avrupalılarla uzun yıllardır komşu olduklarını bu nedenle Türkiye’nin üyeliğinin AB için bir test olduğunu ifade eden Prof. Dr. Lykke Friis ise artık Türkiye’yi Avrupa’nın “ötekisi” olarak görmekten vazgeçmek gerektiğini söyledi. Konferansta konuşan Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Kemal Kirişçi ise sunduğu bildiride mevcut hükümetin çok sayıda reform gerçekleştirerek Türkiye’yi AB’ye yakınlaştırdığını, buna karşın AB’de bazı grupların Türkiye karşıtlığını giderek katılaştırdığının belirtti. Türkiye’de halkın çoğunluğunun Müslüman oluşunun yani din farkının zaman zaman bir araç olarak kullanıldığına işaret eden Kirişçi, yapılan bilimsel araştırmalarda halkın büyük bir çoğunluğunun modern değerleri benimsediğini ve bunun bir engel olarak görülmemesi gerektiğini söyledi. Türkiye’den konferansa katılan Prof. Dr. Elizabeth Özdalga, Prof. Dr. İştar Gözaydın ve Doç. Dr. Pınar Bilgin de yaptıkları konuşmalarda Türkiye’nin sahip olduğu kültürel birikimlerin AB’ye girmeye engel olmadığını vurguladı. Sonuç olarak konferans, Türkiye ile ilgili bir çok soruya cevap verdi. Bazı kuşkuları ortadan kaldırdı. Konferans sırasında bir daha görüldü ki Avrupalılar Türkiye ve Türk kültürü hakkında yüzeysel bilgilere sahip. Türkiye karşı çıkmaları da bu yüzden. Türkiye’nin kapsamlı ev uzun vadeli bir tanıtım atağına geçmesi gerekiyor.
2007projelerinden bazıları
İyisi ve kötüsüyle, sevinci ve hüznüyle, savaşı ve barışıyla 2006 geride kaldı artık. Geride bıraktığımız yılı nasıl geçirdiğimiz üzerine düşünmemiz lazım. Hatalardan ders almak, yanlışları düzeltmek ve eksik kalan projelerin tamamlanması için çabalamak gerek. Geçmişe bakıp ahlamak vahlamak ve pişmanlık krizlerine girmenin artık anlamı yok. Anlamlı olan bir şey varsa, o da, geçmişten ders alıp daha dinamik ve enerjik biçimde hayallerimizin peşine düşmek olmalı. Bu nedenle elimize kalemi kağıdı alıp hem bir muhasebe hem de planlama yapmalıyız. Biliyorum, biz Türkler plandan ve programdan pek hazzetmeyiz ama dünyanın gerçekleri bize artık günübirlik ve rasgele yaşamayı zorlaştırıyor. İşte bu nedenle hem bireysel hem de kurumsal olarak 2007’de neler yapmak istiyoruz ve hangi projelerimizi gerçekleştirmeye çalışacağız sorularını cevaplamalıyız.
Kuşkusuz hepimizin bir şekilde işi, ailesi ve ülkesi ile bağı var. O halde kendimiz, ailemiz, dostlarımız, komşularımız, mahallemiz, ülkemiz ve işimiz için neler yapabiliriz? Bütün bu soruları tek tek cevaplamalıyız ki ne istediğimizi, neler başarabileceğimizi görelim. Ben kendi hesabıma 2006 yılını verimli geçirdiğimi düşünüyorum. Hem bu köşedeki yazılarımı aksatmadan yazmaya çalıştım hem de akademisyenlik mesleğimin gerektirdiği çalışmaları yaptım. Bunlar arasında İstanbul Ticaret Üniversitesinde ders vermek, SETA Vakfının kuruluşuna katkıda bulunmak, konferanslar düzenlemek ve kitap/makale yayınlamak gibi en azından manevi olarak son derece doyurucu projelere katıldım. Yapamadığım tek şey var o da tatil. Artık 2007’de bunu ihmal etmemeye çalışacağım.
2007 planlarımı sizinle paylaşmak istiyorum. Bu belki de hem kendime hem de size vereceğim bir söz anlamına geleceği için hepsini tek tek yerine getirmeye daha fazla özen göstereceğim demektir. Hemen belirteyim ki bu köşedeki yazılarımı sürdürmeye devam edeceğim. Her hafta sizinle buluşma keyfi yaşamak gerçekten güzel. Bu nedenle eleştiri ve önerilerinizi paylaşmanız beni çok sevindirecektir.
Yeni yılda tıpkı geçen yıl olduğu gibi üniversitede ders vermeye devam edeceğim. Bu yıl Fatih Üniversitesi sosyoloji bölümündeki öğrencilerle beraber olacağız. Toplumsal değişmeleri ve gelişmeleri anlamaya, göç ve kimlik konularını tartışmaya çalışacağız. Yeni yılın ilk dış gezisini Danimarka’ya yapacağım. Ocak ayının son haftasında Kopenhag Üniversitesi’nin düzenlediği “Türkiye-AB İlişkilerinde Dini Kimlik Boyutu” konulu bir konferansta “Avrupalı Türklerin AB’ye Bakışı”nı ele alan bir bildiri sunacağım.
Yeni yılda ikinci yurt dışı etkinliği 23-24 Şubat tarihlerinde Amsterdam’da düzenlenecek olan “6. Avrupa Türkçe Yayınlar Sempozyumu”na katılmak olacak. Sempozyum on beş-yirmi yayın temsilcisini bir araya getirip özellikle Avrupa’da Türkçe yayın yapan radyo, TV, gazete ve dergilerin sorunlarını tartışacak ve ortak projelerin oluşmasına katkıca bulunacak. Bu etkinliğe kıymetli dostumuz Mustafa Köker gazetemizi temsil etmek üzere davet edilecek.
Bu toplantının hemen ardından üç haftalık bir inceleme gezisi için ABD’ye gideceğim. Burada sivil toplum kuruluşları, düşünce kuruluşları, medya mensupları, kongre ve temsilciler meclisi üyeleri ve akademisyenler ile görüşmeler yapacağım. Bir Türk kurumu olarak sadece gazetenizin temsil edileceği bu inceleme gezisine diğer ülkelerden de on beş kişilik bir katılım olacak. Değişik eyaletleri kapsayan geziyle ilgili izlenimlerimi bu köşeden sizinle paylaşmaya çalışacağım.
Araştırma ve yayın konusunda da iki projemiz var. Yayın olarak “Turks in Europe” başlıklı İngilizce bir kitap çıkaracağız. Değişik Avrupa ülkelerindeki Türkleri konu alan kitapta uzmanların makaleleri olacak. Araştırma projesi olarak ta “Karma Evliliklerin Kültürel Kimlik Üzerine Etkisi”ni ala alan bir çalışma başlatacağız. Bu araştırma Hollanda’dan başlayacak ve finansal destek bulunursa İngiltere’yi de içine alacak.
Bu plan ve projelerle ilgili gelişmeleri mümkün olduğunca bu köşeden size aktaracağım. Bu vesileyle sağlıklı, huzurlu ve başarılı bir yeni diliyorum.
Kuşkusuz hepimizin bir şekilde işi, ailesi ve ülkesi ile bağı var. O halde kendimiz, ailemiz, dostlarımız, komşularımız, mahallemiz, ülkemiz ve işimiz için neler yapabiliriz? Bütün bu soruları tek tek cevaplamalıyız ki ne istediğimizi, neler başarabileceğimizi görelim. Ben kendi hesabıma 2006 yılını verimli geçirdiğimi düşünüyorum. Hem bu köşedeki yazılarımı aksatmadan yazmaya çalıştım hem de akademisyenlik mesleğimin gerektirdiği çalışmaları yaptım. Bunlar arasında İstanbul Ticaret Üniversitesinde ders vermek, SETA Vakfının kuruluşuna katkıda bulunmak, konferanslar düzenlemek ve kitap/makale yayınlamak gibi en azından manevi olarak son derece doyurucu projelere katıldım. Yapamadığım tek şey var o da tatil. Artık 2007’de bunu ihmal etmemeye çalışacağım.
2007 planlarımı sizinle paylaşmak istiyorum. Bu belki de hem kendime hem de size vereceğim bir söz anlamına geleceği için hepsini tek tek yerine getirmeye daha fazla özen göstereceğim demektir. Hemen belirteyim ki bu köşedeki yazılarımı sürdürmeye devam edeceğim. Her hafta sizinle buluşma keyfi yaşamak gerçekten güzel. Bu nedenle eleştiri ve önerilerinizi paylaşmanız beni çok sevindirecektir.
Yeni yılda tıpkı geçen yıl olduğu gibi üniversitede ders vermeye devam edeceğim. Bu yıl Fatih Üniversitesi sosyoloji bölümündeki öğrencilerle beraber olacağız. Toplumsal değişmeleri ve gelişmeleri anlamaya, göç ve kimlik konularını tartışmaya çalışacağız. Yeni yılın ilk dış gezisini Danimarka’ya yapacağım. Ocak ayının son haftasında Kopenhag Üniversitesi’nin düzenlediği “Türkiye-AB İlişkilerinde Dini Kimlik Boyutu” konulu bir konferansta “Avrupalı Türklerin AB’ye Bakışı”nı ele alan bir bildiri sunacağım.
Yeni yılda ikinci yurt dışı etkinliği 23-24 Şubat tarihlerinde Amsterdam’da düzenlenecek olan “6. Avrupa Türkçe Yayınlar Sempozyumu”na katılmak olacak. Sempozyum on beş-yirmi yayın temsilcisini bir araya getirip özellikle Avrupa’da Türkçe yayın yapan radyo, TV, gazete ve dergilerin sorunlarını tartışacak ve ortak projelerin oluşmasına katkıca bulunacak. Bu etkinliğe kıymetli dostumuz Mustafa Köker gazetemizi temsil etmek üzere davet edilecek.
Bu toplantının hemen ardından üç haftalık bir inceleme gezisi için ABD’ye gideceğim. Burada sivil toplum kuruluşları, düşünce kuruluşları, medya mensupları, kongre ve temsilciler meclisi üyeleri ve akademisyenler ile görüşmeler yapacağım. Bir Türk kurumu olarak sadece gazetenizin temsil edileceği bu inceleme gezisine diğer ülkelerden de on beş kişilik bir katılım olacak. Değişik eyaletleri kapsayan geziyle ilgili izlenimlerimi bu köşeden sizinle paylaşmaya çalışacağım.
Araştırma ve yayın konusunda da iki projemiz var. Yayın olarak “Turks in Europe” başlıklı İngilizce bir kitap çıkaracağız. Değişik Avrupa ülkelerindeki Türkleri konu alan kitapta uzmanların makaleleri olacak. Araştırma projesi olarak ta “Karma Evliliklerin Kültürel Kimlik Üzerine Etkisi”ni ala alan bir çalışma başlatacağız. Bu araştırma Hollanda’dan başlayacak ve finansal destek bulunursa İngiltere’yi de içine alacak.
Bu plan ve projelerle ilgili gelişmeleri mümkün olduğunca bu köşeden size aktaracağım. Bu vesileyle sağlıklı, huzurlu ve başarılı bir yeni diliyorum.
24 Ocak 2007 Çarşamba
“Avrupa’daki Türkiye” Konferansı
Talip Küçükcan
Geçen hafta Danimarka’nın Kopenhag şehrinde çok yoğun üç gün geçirdim. Kopenhag ziyaretinin amacı, bu kentin adını taşıyan üniversite ile Dışişleri Bakanlığı destekli Danimarka Uluslararası Araştırmalar Enstitüsü isimli kuruluşun beraber düzenledikleri bir konferansa katılmak ve bildiri sunmaktı. Kopenhag’a yağmurlu bir havada indim. Üç gün süresincede hem yağmur hem de rüzgarın eşlik ettiği şiddetli soğuktan dolayı bütün zamanı toplantıdaki tartışmalarla geçirdik. Bir anlamda toplantı salonuna kapandık ve yaklaşık yüz kişinin katıldığı çeşitli oturumlarda enine boyuna Türkiye-AB ilişkilerini tartıştık.
Hemen belirtelim ki konferans çok iyi organize edilmişti. Seçkin bilim adamları ve dinleyicilerin bulunması hem kaliteyi artırdı hem de tartışmalara bir derinlik kattı. Konferansa bilim çevreleri, medya mensupları diplomatlar ile sivil toplum kuruluşları yakın ilgi gösterdi. Ayrıca Türkiye’nin Danimarka Büyükelçiliği’nden çok sayıda görevli de takip etti. Konferansın ikinci günü akşamı da büyükelçilik konutunda konferansa katılanlar onuruna bir yemek verildi. Şimdi bu konferanstan bazı notları sizlerle paylaşmak istiyorum.
İsterseniz öncelikle konferansın isminden başlayalım çünkü tartışmalar başlıkta belirtilen konular üzerine yoğunlaştı. Konferansın tam başlığı şu idi: “Turkey in Europe:Role of Religion in the current debate. Should Turkey become a member of EU?” Başlıktan da anlaşıldığı gibi tartışmanın odağında olan konu “din” idi. Yani Türkiye-AB ilişkilerinde dinin rolü nedir? Türkiye nereye aittir? Avrupa’ya mı yoksa başka bir uygarlık alanına mı? Müslüman bir nüfusa sahip olan Türkiye AB’ye üye olmalı mıdır? Konuşmacılar işte bu çerçevedeki sorulara cevap vermeye çalıştılar.
Türkiye nereye ait sorusu, yani kimlikle ilgili tartışmalar ister istemez Avrupa kimliğinin de tartışılmasına neden oldu? Mesela Avrupa nerde başlar nerde biter, Avrupa değerleri nelerdir, Avrupa’yı farklı kılan özellikler hangi alanlarda görülmektedir gibi sorular da tartışıldı. Bu tartışmalar sonunda görüldü ki kültürel anlamda içeriği ve sınırları belirgin hatlarla çizilmiş bir Avrupa yok Aynı pencereden bakıldığında İslam dünyasının da tek olmadığı, kendi içinde çeşitlilik barındırdığı ve işte Türkiye’nin de bu çeşitliğe bir katkı olduğu anlaşıldı. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılından itibaren modernleşme projelerinin başladığı, bu nedenle de imparatorluk mirasını devir alan Türkiye’nin aslında Avrupa’ya çok yakın olduğu ve onun bir parçası olması gerektiği üzerinde duruldu.
Şimdi biraz daha spesifik olarak bazı katılımcıların gözlemlerini paylaşayım sizinle.
Kopenhag Üniversitesi ve Danimarka Uluslararası Araştırmalar Enstitüsü tarafından düzenlenen “Avrupa’daki Türkiye” konulu konferansın en çarpıcı konuşmalarından birini Almanya Trier Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Gerhard Robbers yaptı. Robbers, tam üyelik durumunda Avrupa Birliği ve Türkiye’nin birbirinden çok şey öğreneceğini ve Türkiye’nin Avrupa kültürünü zenginleştireceğini belirttiği konuşmasında yapay korkulara kapılmamak gerektiğini söyledi. Prof. Dr. Robbers büyük ilgi çeken konuşmasında Avrupa’daki mevcut din-devlet ilişkisi ve laiklik modelleri üzerinde durarak Türkiye’nin tam üyeliğe kabulü durumunda AB kimliğine yeni bir kültürel ve dini kimlik daha katılacağını, ayrıca Avrupa’daki mevcut din-devlet ilişkileri modellerine yeni bir modelin daha ekleneceğini söyledi. Robbers, Türkiye’nin sahip olduğu birikim ve Türk halkının benimsediği İslam kültürü ile Avrupa’ya farklı bir geleneği de taşıyacağını ve böylece AB’nin dini demografisini değiştireceğini açıkladı. AB’ye üyeliğin Türkiye için de kazanımlar getireceğini belirten Robbers, zaten Almanya başta olmak üzere yaklaşık dört milyon Türkün Avrupa’da yaşadığını ve bunların artık toplumun bir parçası olduğunun kabul edilmesi gerektiğinin altını çizdi. Robbers artık Avrupalıların kendi içindeki Türkleri kültürleri ile kabul etmek zorunda olduklarını çünkü bu insanların yaşadıkları ülkelere yerleştiklerini ve artan oranda vatandaş olduklarını anlattı ve bu noktada yapılması gereken şeyin ülkelerin kendi vatandaşlarını farklılıkları ile beraber kucaklamak olduğunu söyledi.
Türklerin Avrupa ülkelerinde zaten Avrupalılarla uzun yıllardır komşu olduklarını bu nedenle Türkiye’nin üyeliğinin AB için bir test olduğunu ifade eden Prof. Dr. Lykke Friis ise artık Türkiye’yi Avrupa’nın “ötekisi” olarak görmekten vazgeçmek gerektiğini söyledi. Konferansta konuşan Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Kemal Kirişçi ise sunduğu bildiride mevcut hükümetin çok sayıda reform gerçekleştirerek Türkiye’yi AB’ye yakınlaştırdığını, buna karşın AB’de bazı grupların Türkiye karşıtlığını giderek katılaştırdığının belirtti. Türkiye’de halkın çoğunluğunun Müslüman oluşunun yani din farkının zaman zaman bir araç olarak kullanıldığına işaret eden Kirişçi, yapılan bilimsel araştırmalarda halkın büyük bir çoğunluğunun modern değerleri benimsediğini ve bunun bir engel olarak görülmemesi gerektiğini söyledi. Türkiye’den konferansa katılan Prof. Dr. Elizabeth Özdalga, Prof. Dr. İştar Gözaydın ve Doç. Dr. Pınar Bilgin de yaptıkları konuşmalarda Türkiye’nin sahip olduğu kültürel birikimlerin AB’ye girmeye engel olmadığını vurguladı.
Sonuç olarak konferans, Türkiye ile ilgili bir çok soruya cevap verdi. Bazı kuşkuları ortadan kaldırdı. Konferans sırasında bir daha görüldü ki Avrupalılar Türkiye ve Türk kültürü hakkında yüzeysel bilgilere sahip. Türkiye karşı çıkmaları da bu yüzden. O nedenle İngiltereli Türkler de dahil olmak üzere Avrupa’daki Türklere şunu tekrar hatırlatmak gerekiyor: “Siz, Türkiye’nin Avrupa’daki gönüllü elçileri, temsilcileri ve tanıtıcılarınız. Türkiye’nin Avrupa’daki gözü ve kulağısınız”
Geçen hafta Danimarka’nın Kopenhag şehrinde çok yoğun üç gün geçirdim. Kopenhag ziyaretinin amacı, bu kentin adını taşıyan üniversite ile Dışişleri Bakanlığı destekli Danimarka Uluslararası Araştırmalar Enstitüsü isimli kuruluşun beraber düzenledikleri bir konferansa katılmak ve bildiri sunmaktı. Kopenhag’a yağmurlu bir havada indim. Üç gün süresincede hem yağmur hem de rüzgarın eşlik ettiği şiddetli soğuktan dolayı bütün zamanı toplantıdaki tartışmalarla geçirdik. Bir anlamda toplantı salonuna kapandık ve yaklaşık yüz kişinin katıldığı çeşitli oturumlarda enine boyuna Türkiye-AB ilişkilerini tartıştık.
Hemen belirtelim ki konferans çok iyi organize edilmişti. Seçkin bilim adamları ve dinleyicilerin bulunması hem kaliteyi artırdı hem de tartışmalara bir derinlik kattı. Konferansa bilim çevreleri, medya mensupları diplomatlar ile sivil toplum kuruluşları yakın ilgi gösterdi. Ayrıca Türkiye’nin Danimarka Büyükelçiliği’nden çok sayıda görevli de takip etti. Konferansın ikinci günü akşamı da büyükelçilik konutunda konferansa katılanlar onuruna bir yemek verildi. Şimdi bu konferanstan bazı notları sizlerle paylaşmak istiyorum.
İsterseniz öncelikle konferansın isminden başlayalım çünkü tartışmalar başlıkta belirtilen konular üzerine yoğunlaştı. Konferansın tam başlığı şu idi: “Turkey in Europe:Role of Religion in the current debate. Should Turkey become a member of EU?” Başlıktan da anlaşıldığı gibi tartışmanın odağında olan konu “din” idi. Yani Türkiye-AB ilişkilerinde dinin rolü nedir? Türkiye nereye aittir? Avrupa’ya mı yoksa başka bir uygarlık alanına mı? Müslüman bir nüfusa sahip olan Türkiye AB’ye üye olmalı mıdır? Konuşmacılar işte bu çerçevedeki sorulara cevap vermeye çalıştılar.
Türkiye nereye ait sorusu, yani kimlikle ilgili tartışmalar ister istemez Avrupa kimliğinin de tartışılmasına neden oldu? Mesela Avrupa nerde başlar nerde biter, Avrupa değerleri nelerdir, Avrupa’yı farklı kılan özellikler hangi alanlarda görülmektedir gibi sorular da tartışıldı. Bu tartışmalar sonunda görüldü ki kültürel anlamda içeriği ve sınırları belirgin hatlarla çizilmiş bir Avrupa yok Aynı pencereden bakıldığında İslam dünyasının da tek olmadığı, kendi içinde çeşitlilik barındırdığı ve işte Türkiye’nin de bu çeşitliğe bir katkı olduğu anlaşıldı. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılından itibaren modernleşme projelerinin başladığı, bu nedenle de imparatorluk mirasını devir alan Türkiye’nin aslında Avrupa’ya çok yakın olduğu ve onun bir parçası olması gerektiği üzerinde duruldu.
Şimdi biraz daha spesifik olarak bazı katılımcıların gözlemlerini paylaşayım sizinle.
Kopenhag Üniversitesi ve Danimarka Uluslararası Araştırmalar Enstitüsü tarafından düzenlenen “Avrupa’daki Türkiye” konulu konferansın en çarpıcı konuşmalarından birini Almanya Trier Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Gerhard Robbers yaptı. Robbers, tam üyelik durumunda Avrupa Birliği ve Türkiye’nin birbirinden çok şey öğreneceğini ve Türkiye’nin Avrupa kültürünü zenginleştireceğini belirttiği konuşmasında yapay korkulara kapılmamak gerektiğini söyledi. Prof. Dr. Robbers büyük ilgi çeken konuşmasında Avrupa’daki mevcut din-devlet ilişkisi ve laiklik modelleri üzerinde durarak Türkiye’nin tam üyeliğe kabulü durumunda AB kimliğine yeni bir kültürel ve dini kimlik daha katılacağını, ayrıca Avrupa’daki mevcut din-devlet ilişkileri modellerine yeni bir modelin daha ekleneceğini söyledi. Robbers, Türkiye’nin sahip olduğu birikim ve Türk halkının benimsediği İslam kültürü ile Avrupa’ya farklı bir geleneği de taşıyacağını ve böylece AB’nin dini demografisini değiştireceğini açıkladı. AB’ye üyeliğin Türkiye için de kazanımlar getireceğini belirten Robbers, zaten Almanya başta olmak üzere yaklaşık dört milyon Türkün Avrupa’da yaşadığını ve bunların artık toplumun bir parçası olduğunun kabul edilmesi gerektiğinin altını çizdi. Robbers artık Avrupalıların kendi içindeki Türkleri kültürleri ile kabul etmek zorunda olduklarını çünkü bu insanların yaşadıkları ülkelere yerleştiklerini ve artan oranda vatandaş olduklarını anlattı ve bu noktada yapılması gereken şeyin ülkelerin kendi vatandaşlarını farklılıkları ile beraber kucaklamak olduğunu söyledi.
Türklerin Avrupa ülkelerinde zaten Avrupalılarla uzun yıllardır komşu olduklarını bu nedenle Türkiye’nin üyeliğinin AB için bir test olduğunu ifade eden Prof. Dr. Lykke Friis ise artık Türkiye’yi Avrupa’nın “ötekisi” olarak görmekten vazgeçmek gerektiğini söyledi. Konferansta konuşan Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Kemal Kirişçi ise sunduğu bildiride mevcut hükümetin çok sayıda reform gerçekleştirerek Türkiye’yi AB’ye yakınlaştırdığını, buna karşın AB’de bazı grupların Türkiye karşıtlığını giderek katılaştırdığının belirtti. Türkiye’de halkın çoğunluğunun Müslüman oluşunun yani din farkının zaman zaman bir araç olarak kullanıldığına işaret eden Kirişçi, yapılan bilimsel araştırmalarda halkın büyük bir çoğunluğunun modern değerleri benimsediğini ve bunun bir engel olarak görülmemesi gerektiğini söyledi. Türkiye’den konferansa katılan Prof. Dr. Elizabeth Özdalga, Prof. Dr. İştar Gözaydın ve Doç. Dr. Pınar Bilgin de yaptıkları konuşmalarda Türkiye’nin sahip olduğu kültürel birikimlerin AB’ye girmeye engel olmadığını vurguladı.
Sonuç olarak konferans, Türkiye ile ilgili bir çok soruya cevap verdi. Bazı kuşkuları ortadan kaldırdı. Konferans sırasında bir daha görüldü ki Avrupalılar Türkiye ve Türk kültürü hakkında yüzeysel bilgilere sahip. Türkiye karşı çıkmaları da bu yüzden. O nedenle İngiltereli Türkler de dahil olmak üzere Avrupa’daki Türklere şunu tekrar hatırlatmak gerekiyor: “Siz, Türkiye’nin Avrupa’daki gönüllü elçileri, temsilcileri ve tanıtıcılarınız. Türkiye’nin Avrupa’daki gözü ve kulağısınız”
16 Ocak 2007 Salı
Turkiye-AB İlişkilerinde Din Tartışmaları Konferansı
Uluslararası gündemin önemli ülkelerinden birinin Türkiye olduğunu kuşkusuz hepimiz biliyoruz. Acaba Türkiye niçin sürekli gündemde olan bir ülke? Ülkeleri gündeme taşıyan bir dizi etken var. Bu etkenleri şöyle sınıflandırmak mümkün: 1) Ekonomi, sanat, siyaset, eğitim-bilim ve spor vb. sahalarda uluslararası başarılar başta gelir. 2) Söz konusu ülkenin coğrafi ve stratejik konumu, turizm, tarih ve kültür birikimleri de o ülkeyi önemli kılan unsurlar arasında yer alır. 3) Tabi ki bir de olumsuz yönleri ile yani savaş, çatışma, yoksulluk, yolsuzluk ve işsizlik gibi olumsuzlukları ile gündeme gelen ülkeler var.
Türkiye kuşkusuz ilk iki sınıfa giren özellikleri ile dünya gündeminde. Tabi ki her alanda çok başarılı değil ama yükselen bir trend yakalanmış durumda son yıllarda. Örneğin sık sık insan hakları derneklerinin hedef gösterdiği bir ülke değil artık Türkiye. Enflasyon oranlarının yüzde yüzlerin üzerinde olduğu bir ülke de değil. Bunun yanında AB ülkeleri kadar gelişmiş de değil. Ama her halükarda dünya gündeminde olan bir ülke.
Türkiye’nin AB üyeliği ile tartışmalar Türkiye’yi Avrupa’da sürekli gündemde tutuyor. Kimi üyeliğini destekliyor kimi desteklemiyor. Ama her ülkede tartışılıyor. Türkiye’nin tartışılmasına eşlik eden bir başka unsur ise Avrupa’daki Türkler. Hatta üyelik müzakereleri başlaman bile söz konusu değilken Avrupa’daki Türkler üzerinde çok sayıda araştırmalar yapılıyordu. Çoğu Avrupalı zaten Avrupalı Türkler üzerinden Türkiye, Türk kültürü ve Türk insanı ile tanıştı. Bu tanışıklık hala sürüyor. Bunun anlamı şu: Avrupalıların Türkiye’ye bakış açıslarının oluşmasında Avrupa’da yaşayan dört milyondan fazla Türkün doğrudan etkisi olmuştur. Hem olumlu hem de olumsuz imajların oluşmasına katkıda bulunmuştur.
Türkiye’yi tartışmayı önemli gören ülkelerden biri de Danimarka. Karikatür krizinin yaşandığı bu ülke, Türkiye-AB ilişkilerini masaya yatırıyor. Danimarka’da, Türkiye-AB ilişkileri söz konusu olduğunda şimdiye kadar derinlikli olarak tartışılmayan ancak son günlerde daha geniş çevreler tarafından üzerinde durulan konular ele alınacak. Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinde “din” boyutu tartışılacak. Siyaset, sosyoloji, hukuk ve kültür araştırmaları açısından “din”, “dini aidiyet”, “dini kimlik”, “din özgürlükleri”, “din, güvenlik ve şiddet” gibi konular uzmanlar tarafından ele alınacak. Bu konuların üyelik açısından ne anlama geldiği üzerinde durulacak ve Türkiye’nin çoğunluk nüfusunun Müslüman olmasının nasıl algılandığı, bu algının kaynaklarının ne olduğu ve değişip değişmeyeceği üzerinde durulacak.
Kopenhag Üniversitesi ve Danish Institute for International Studies tarafından düzenlenen konferansın başlığı: “Turkey in Europe – Religion, Politics and the Politics of Religion”. Türkiye-AB ilişkileri tartışılırken kuşkusuz Avrupa’daki Türkler de tartışmanın içine yer alıyor. İşte bu nedenle konferans düzenleyicileri özellikle Avrupa’daki Türk sivil kuruluşların üyelik ve AB kimliği konusunda neler düşündüklerini merak ediyor. Bu konuyla ilgili benden de bir bildiri istediler. Diğer bilim adamları ile birlikte ben de “Turkish Migrants, Social Capital and Culturalist Discourse in Turkey-EU- Relations” başlıklı bir bildiri sunmak üzere Kopenhaga davet edildim.
Konferansta Avrupalı Türklerin, Türkiye-AB arasında bir köprü oluşturup oluşturamayacağını, sivil örgütlenmelerinin yapısını, AB kimliğine bakış açılarını, yeni kimlikler geliştirme konusundaki eğilimlerini, sahip oldukları geniş sosyal ağlar ile AB ülkelerini etkileme kapasitelerini ele alacağım. Bu köşede zaman zaman yazdığım için Avrupalı Türkler büyük bir insan potansiyeline sahip ancak bu potansiyel hala etkin bir şekilde mobilize edilmiş değil.
17-20 Ocak 2007’ yapılacak konferansa aralarında Prof. Kemal Kirişçi, Prof. İştar Gözaydin, Prof. Lisbet Christoffersen, Prof. Gerhard Robbers, Prof. Elizabeth Özdalga, Prof. Ann-Kristin Jonasson, Prof. Pınar Bilgin ve Prof. Ole Wæver gibi uzmanlar katılıyor. Toplantıda bir taraftan bildiri sunarken diğer taraftan gazetemiz adına gözlem yapacağım ve tartışılanları sizinle paylaşacağım.
Türkiye kuşkusuz ilk iki sınıfa giren özellikleri ile dünya gündeminde. Tabi ki her alanda çok başarılı değil ama yükselen bir trend yakalanmış durumda son yıllarda. Örneğin sık sık insan hakları derneklerinin hedef gösterdiği bir ülke değil artık Türkiye. Enflasyon oranlarının yüzde yüzlerin üzerinde olduğu bir ülke de değil. Bunun yanında AB ülkeleri kadar gelişmiş de değil. Ama her halükarda dünya gündeminde olan bir ülke.
Türkiye’nin AB üyeliği ile tartışmalar Türkiye’yi Avrupa’da sürekli gündemde tutuyor. Kimi üyeliğini destekliyor kimi desteklemiyor. Ama her ülkede tartışılıyor. Türkiye’nin tartışılmasına eşlik eden bir başka unsur ise Avrupa’daki Türkler. Hatta üyelik müzakereleri başlaman bile söz konusu değilken Avrupa’daki Türkler üzerinde çok sayıda araştırmalar yapılıyordu. Çoğu Avrupalı zaten Avrupalı Türkler üzerinden Türkiye, Türk kültürü ve Türk insanı ile tanıştı. Bu tanışıklık hala sürüyor. Bunun anlamı şu: Avrupalıların Türkiye’ye bakış açıslarının oluşmasında Avrupa’da yaşayan dört milyondan fazla Türkün doğrudan etkisi olmuştur. Hem olumlu hem de olumsuz imajların oluşmasına katkıda bulunmuştur.
Türkiye’yi tartışmayı önemli gören ülkelerden biri de Danimarka. Karikatür krizinin yaşandığı bu ülke, Türkiye-AB ilişkilerini masaya yatırıyor. Danimarka’da, Türkiye-AB ilişkileri söz konusu olduğunda şimdiye kadar derinlikli olarak tartışılmayan ancak son günlerde daha geniş çevreler tarafından üzerinde durulan konular ele alınacak. Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinde “din” boyutu tartışılacak. Siyaset, sosyoloji, hukuk ve kültür araştırmaları açısından “din”, “dini aidiyet”, “dini kimlik”, “din özgürlükleri”, “din, güvenlik ve şiddet” gibi konular uzmanlar tarafından ele alınacak. Bu konuların üyelik açısından ne anlama geldiği üzerinde durulacak ve Türkiye’nin çoğunluk nüfusunun Müslüman olmasının nasıl algılandığı, bu algının kaynaklarının ne olduğu ve değişip değişmeyeceği üzerinde durulacak.
Kopenhag Üniversitesi ve Danish Institute for International Studies tarafından düzenlenen konferansın başlığı: “Turkey in Europe – Religion, Politics and the Politics of Religion”. Türkiye-AB ilişkileri tartışılırken kuşkusuz Avrupa’daki Türkler de tartışmanın içine yer alıyor. İşte bu nedenle konferans düzenleyicileri özellikle Avrupa’daki Türk sivil kuruluşların üyelik ve AB kimliği konusunda neler düşündüklerini merak ediyor. Bu konuyla ilgili benden de bir bildiri istediler. Diğer bilim adamları ile birlikte ben de “Turkish Migrants, Social Capital and Culturalist Discourse in Turkey-EU- Relations” başlıklı bir bildiri sunmak üzere Kopenhaga davet edildim.
Konferansta Avrupalı Türklerin, Türkiye-AB arasında bir köprü oluşturup oluşturamayacağını, sivil örgütlenmelerinin yapısını, AB kimliğine bakış açılarını, yeni kimlikler geliştirme konusundaki eğilimlerini, sahip oldukları geniş sosyal ağlar ile AB ülkelerini etkileme kapasitelerini ele alacağım. Bu köşede zaman zaman yazdığım için Avrupalı Türkler büyük bir insan potansiyeline sahip ancak bu potansiyel hala etkin bir şekilde mobilize edilmiş değil.
17-20 Ocak 2007’ yapılacak konferansa aralarında Prof. Kemal Kirişçi, Prof. İştar Gözaydin, Prof. Lisbet Christoffersen, Prof. Gerhard Robbers, Prof. Elizabeth Özdalga, Prof. Ann-Kristin Jonasson, Prof. Pınar Bilgin ve Prof. Ole Wæver gibi uzmanlar katılıyor. Toplantıda bir taraftan bildiri sunarken diğer taraftan gazetemiz adına gözlem yapacağım ve tartışılanları sizinle paylaşacağım.
12 Ocak 2007 Cuma
Modernlik adına ahlaktan vazgeçilebilir mi?
İngiltere beş kadının öldürülmesi olayı ile çalkalanıyor. Beş kadını da aynı kişinin öldürdüğünden kuşkulanan polis bu yazı kaleme alınana kadar iki zanlıyı gözaltına aldı. İngiltere yasalarına göre polis bu zanlıları doksan saat gözaltında tutabilecek ve tutuklama kararı verilmezse serbest bırakacak. Yaptıkları iş ne olursa olsun beş kadının cinayete kurban gitmesi toplumda sapkın eğilimlerini olduğunu, hiç tahmin edilmeyen yer ve zamanda benzer tehlikeler ile hepimizin karşı karşıya gelebileceğini gösteriyor.
Doğrusunu söylemek gerekirse dışardan bakıldığında normal görünen, hatta bazen iyi eğitimli ve saygın olarak görülen insanların bile gerçek yüzlerini göremediğimiz oluyor. Tabiî ki bu dostlarımızdan ve arkadaşlarımızdan kuşku duyalım, herkesten şüphelenelim ve araya mesafe koyalım anlamına gelmiyor. Ancak hemen altını çizerek belirtelim ki, artık kendimizi, eşimizi, dostumuzu ve çocuklarımızı korumak için daha dikkatli olmak zorundayız. Bu konu ihmale gelecek bir konu değil. Niçin mi?
Bu sorunun cevabı aslında günlük olaylar zincirine bakıldığında kendiliğinden ortaya çıkıyor. İngiliz medyasını dikkatle takip edenler şimdi sıralayacağımız konuları hemen hemen her gün haber olarak okuyor. Şimdi bu haberleri okuyup kaygılanmamak elde mi? İsterseniz son günlerde basına yansıya olaylara bir bakalım.
İngiliz basınında en sık haber olan konulardan biri, gençler arasında uyuşturucu madde kullanımı oranlarının hızla yükseliyor olmasıdır. Normalde uyuşturucudan uzak olanlar bile denetimden uzak eğlence mekânlarında biraz alkolün etkisi, biraz da arkadaşlarının baskısı ise bu tür zararlı maddeleri kullanıyorlar. Bir kısmı bunları bir kez deneyip bırakıyor ama bir kısmı da bağımlı hale geliyor. Tabi aralarında doz aşımından dolayı hayatını kaybedenler de var. Bağımlı hale gelenler ise pahalı olan bu alışkanlıklarını devam ettirebilmek için hırsızlık, sahtekârlık ve fuhuş da dâhil her işi yapmaya eğilimli oluyor. Görüldüğü gibi bir yanlış seçim beraberinde bir yıkımı da getiriyor.
Gazetelere konu olan bir başka konu da ergenlik dönemi gebeliklerinde görülen artış. Anne-babaların korkulu rüyalarından biri de günün birinde ergenliğe yeni adım atmış çocuk yaştaki kızlarının eve hamile gelmesi. İngiltere’de de diğer birçok Avrupa ülkesinde olduğu gibi cinsel özgürlük adına moral değer ve ilkelerin feda edilmesinin faturası bir hayli ağır. Hatta İngilizler bu konuda diğer Avrupa ülkeleri ile karşılaştırıldığında daha büyük sorunlarla karşı karşıya. Avrupa ülkelerinde ergenlik dönemi kızlar arasında en yüksek gebelik oranı İngiltere’de. Kuşkusuz bu durum İngiliz toplumundaki ahlak ve etik anlayışının bir sonucu. Gençlere, cinsel dürtü ve arzularını serbestçe tatmin etme ruhsatı veren bir ahlak anlayışı yaygın bu ülkede. Hatta gençlere bu kadar küçük yaşta cinsel ilişkiye girmeyin diye öğüt vermek yerine bu işi daha güvenli nasıl yaparsınız diye dersler bile veriyorlar. Yani, hamile kalmadan ya da cinsel ilişki ile bulaşan hastalıklardan korunarak cinsellik yaşayın deniyor.
Cinsel ilişki yolu ile bulaşan hastalıkların da giderek yaygınlaşmasına neden olan bu anlayışın neden olduğu sorunları azaltmak için okullarda “cinsel eğitim” (sex education) verilmeye başlandı. Umarız okurlar arasında anne-baba olanların ve okul çağında çocukları olanların bu derslerden haberi vardır. Ne yazık ki bu dersleri çok küçük yaşlarda çocuklara verme eğilimi var. Normal gelişim sürecinde cinsellik konusunda aklına bir şey gelmeyecek çocuklar adı geçen dersler nedeniyle belki de normalden daha genç yaşta cinselliklerini keşfedecekler.
Eğer çocuklar ve gençler ailede bu konularda moral değerleri almayacak olurlarsa onları ciddi bir tehlike bekliyor demektir. Çünkü toplum on dört - on beş yaşlarından itibaren gençlerin cinselliklerini yaşamalarına pek karşı çıkmıyor. İşte böyle bir ahlak anlayışının yaygın olduğu bir toplumda her aile kendi çocuklarını cinsel yoldan bulaşan hastalıklardan ve evlilik dışı erken gebeliklerden korumanın yolları aramalıdır. Bunun en sağlam yolu sağlam bir ahlak eğitimidir. Yoksa günün birinde kızlarımızın eve hamile dönmesi ve çocukların sağdan soldan hastalık kapması çok şaşırtıcı olmayacaktır.
Doğrusunu söylemek gerekirse dışardan bakıldığında normal görünen, hatta bazen iyi eğitimli ve saygın olarak görülen insanların bile gerçek yüzlerini göremediğimiz oluyor. Tabiî ki bu dostlarımızdan ve arkadaşlarımızdan kuşku duyalım, herkesten şüphelenelim ve araya mesafe koyalım anlamına gelmiyor. Ancak hemen altını çizerek belirtelim ki, artık kendimizi, eşimizi, dostumuzu ve çocuklarımızı korumak için daha dikkatli olmak zorundayız. Bu konu ihmale gelecek bir konu değil. Niçin mi?
Bu sorunun cevabı aslında günlük olaylar zincirine bakıldığında kendiliğinden ortaya çıkıyor. İngiliz medyasını dikkatle takip edenler şimdi sıralayacağımız konuları hemen hemen her gün haber olarak okuyor. Şimdi bu haberleri okuyup kaygılanmamak elde mi? İsterseniz son günlerde basına yansıya olaylara bir bakalım.
İngiliz basınında en sık haber olan konulardan biri, gençler arasında uyuşturucu madde kullanımı oranlarının hızla yükseliyor olmasıdır. Normalde uyuşturucudan uzak olanlar bile denetimden uzak eğlence mekânlarında biraz alkolün etkisi, biraz da arkadaşlarının baskısı ise bu tür zararlı maddeleri kullanıyorlar. Bir kısmı bunları bir kez deneyip bırakıyor ama bir kısmı da bağımlı hale geliyor. Tabi aralarında doz aşımından dolayı hayatını kaybedenler de var. Bağımlı hale gelenler ise pahalı olan bu alışkanlıklarını devam ettirebilmek için hırsızlık, sahtekârlık ve fuhuş da dâhil her işi yapmaya eğilimli oluyor. Görüldüğü gibi bir yanlış seçim beraberinde bir yıkımı da getiriyor.
Gazetelere konu olan bir başka konu da ergenlik dönemi gebeliklerinde görülen artış. Anne-babaların korkulu rüyalarından biri de günün birinde ergenliğe yeni adım atmış çocuk yaştaki kızlarının eve hamile gelmesi. İngiltere’de de diğer birçok Avrupa ülkesinde olduğu gibi cinsel özgürlük adına moral değer ve ilkelerin feda edilmesinin faturası bir hayli ağır. Hatta İngilizler bu konuda diğer Avrupa ülkeleri ile karşılaştırıldığında daha büyük sorunlarla karşı karşıya. Avrupa ülkelerinde ergenlik dönemi kızlar arasında en yüksek gebelik oranı İngiltere’de. Kuşkusuz bu durum İngiliz toplumundaki ahlak ve etik anlayışının bir sonucu. Gençlere, cinsel dürtü ve arzularını serbestçe tatmin etme ruhsatı veren bir ahlak anlayışı yaygın bu ülkede. Hatta gençlere bu kadar küçük yaşta cinsel ilişkiye girmeyin diye öğüt vermek yerine bu işi daha güvenli nasıl yaparsınız diye dersler bile veriyorlar. Yani, hamile kalmadan ya da cinsel ilişki ile bulaşan hastalıklardan korunarak cinsellik yaşayın deniyor.
Cinsel ilişki yolu ile bulaşan hastalıkların da giderek yaygınlaşmasına neden olan bu anlayışın neden olduğu sorunları azaltmak için okullarda “cinsel eğitim” (sex education) verilmeye başlandı. Umarız okurlar arasında anne-baba olanların ve okul çağında çocukları olanların bu derslerden haberi vardır. Ne yazık ki bu dersleri çok küçük yaşlarda çocuklara verme eğilimi var. Normal gelişim sürecinde cinsellik konusunda aklına bir şey gelmeyecek çocuklar adı geçen dersler nedeniyle belki de normalden daha genç yaşta cinselliklerini keşfedecekler.
Eğer çocuklar ve gençler ailede bu konularda moral değerleri almayacak olurlarsa onları ciddi bir tehlike bekliyor demektir. Çünkü toplum on dört - on beş yaşlarından itibaren gençlerin cinselliklerini yaşamalarına pek karşı çıkmıyor. İşte böyle bir ahlak anlayışının yaygın olduğu bir toplumda her aile kendi çocuklarını cinsel yoldan bulaşan hastalıklardan ve evlilik dışı erken gebeliklerden korumanın yolları aramalıdır. Bunun en sağlam yolu sağlam bir ahlak eğitimidir. Yoksa günün birinde kızlarımızın eve hamile dönmesi ve çocukların sağdan soldan hastalık kapması çok şaşırtıcı olmayacaktır.
Türkiye-AB Arasında Sivil Köprü Kurmak
Türkiye-AB ilişkilerinde bazı müzakere maddelerinin askıya alınması bu konuya yeni bir boyut kazandırdı. Türkiye AB’ye girmeye çalışıyor, bunun için yüzlerce reform gerçekleştirdi ve bunları uygulamaya koymaya başladı. Zaman zaman aksamalar olsa da bu reformların Türk halkının geleceği için olumlu sonuçlar vermeye başladığını görüyoruz. Türkiye, ülke olarak AB’ye henüz girmemiş olmakla birlikte aslında yıllardır burada temsil ediliyor. Bugün sayıları dört milyona dayanmış olan Avrupalı Türkler iş, eğitim, sanat ve medya sektörlerinde Türkleri Avrupa’nın birçok kentinde temsil ediyor.
Avrupalı Türklerin temsil gücü yavaş yavaş siyaset alanına da yansıyor. Bir çok ülkede yerel ve ulusal düzeyde Türk kökenli politikacıların seçimle iş başına geldikleri, hem kendi toplumlarını hem de daha geniş anlamda yaşadıkları ülke toplumlarını siyaset sahnesinde temsil ettiklerini görüyoruz. Bunlar son derece anlamlı ve önemli gelişmeler. Çünkü siyaset ya da politika farkında olalım ya da olmayalım hayatımızı düzenleyen bir mekanizma. Sosyal ve ekonomik haklar, eğitim ve sağlık hizmetlerinden yararlanma, eşitlik ve adalet gibi uygulamaların hepsi siyasi kararlar ile doğrudan ilintilidir. İşte bu nedenle Avrupalı Türkler siyasetin merkezinde yer almalıdır. Yoksa kendilerini temsil etme görevini başkalarına bırakmak gibi biz zayıflık ve pısırıklık içine gömülmeleri kaçınılmaz olur.
Bu noktada Türkiye-AB ilişkilerinde gittikçe önem kazanan sivil boyuta değinmekte yarar var çünkü resmi kanalların dışındaki kanallar da bu süreçte çok önemli bir rol oynuyor. Sivil boyutun kuşkusuz en önemli aktörleri dernekler, vakıflar, sendikalar, federasyonlar ve benzeri şekillerde örgütlenmiş sivil kuruluşlardır. Bu sivil kuruluşlar zaman zaman politikacıların yapmakta güçlük çektiği etkinlikleri gerçekleştirir. Örneğin politikacıların ulaşmakta zorluk çektiği kitlelere daha çabuk ulaşabilirler. Daha esnek ve dinamik yapılarından dolayı değişime çabucak ayak uydurabilir, hızlı kararlar verebilir ve geniş kitlelerde yeni fikirlerin oluşmasına katkıda bulanabilirler. İşte bu nedenledir ki AB, ilişkilerinde sivil boyutu destekleme kararı aldı. Türkiye ve AB arasında siyasi olduğu kadar hatta ondan daha güçlü ve derin bir sivil köprü kurulması gerekiyor. Halkların birbirini daha iyi tanıması ve kaynaşması için bu köprünün bir an önce atılması gerekiyor. Bu köprünün kurulması için İngiltere’deki Türk sivil kuruluşlarına da önemli görevler düşüyor.
Bu konuyla ilgili önemli bir proje gerçekleştiriliyor. Şimdi bununla ilgili bilgi sunmak istiyorum. Hollanda’da faaliyet sürdüren Türkevi Araştırmalar Merkezi, Türkiye-AB arasında sivil köprü kurulması için büyük bir projeye imza attı. Konya’dan başlayan bu sivil girişim, geçen hafta Avrupa Komisyonu Türkiye Temsilciliği Sivil Sektör Bölümü sorumlusu Alexander Fricke’nin de katıldığı bir toplantı ile tanıtıldı. Toplantının açılış konuşmasını yapan Türkevi Araştırmalar Merkezi Müdürü Veyis Güngör, Konya’da gerçekleştirilen demokrasi okulu hakkında bilgi vererek, iki ay süreyle üniversite öğrencilerine sivil katılım, sivil örgütler, sivil toplum, insan hakları, Türkiye-AB ilişkilerinde sivil boyut gibi konularda uzmanlar tarafından dersler verildiğini söyledi.
Konya’daki çok sayıda sivil toplum kuruluşu temsilcisinin takip ettiği toplantıda konuşan Alexander Fricke, Türkiye-AB ilişkilerinde sivil toplum kuruluşlarının önemli roller üstlenebileceğini, AB’nin iki tarafı temsil edecek kuruluşlara destek vermeye hazır olduğunu ve Türkiye’den başvuru beklediklerini belirtti. Kısaca sivil toplum diyaloğu diyebileceğimiz bu girişimin amacı Türkiye ve AB’deki sivil toplum kuruluşlarını aynı platformlarda buluşturmak, aralarında yakınlık kurulmasını sağlamak ve daha yakın ilişkiler kurulmasını sağlayacak ortak projelerin gerçekleştirilmesine katkıda bulunmak.
Sivil köprü kuruluşu çalışmalarına katkıda bulunmak amacıyla ben de Konya’daki toplantıya katıldım. Toplantıda somut olarak hangi konularda, hangi alanlarda ve hangi sivil toplum kuruluşları ile işbirliği yapılabileceği üzerinde durdum. Ayrıca ilgili birimlere fon almak için yapılan başvurularda sonuç alınabilmesinin uzmanlık ve deneyim gerektirdiğini, sivil toplum kuruluşlarının daha profesyonelce yönetilmesi gerektiğini, bunun için eğitim ve insana yatırım yapılmasını gerektiğini vurguladım.
İngiltere’de yaşayan Türklerin kafası da diğer AB ülkelerinde yaşayan Türkler gibi kısmen de olsa Türkiye’de. Türkiye’yi düşünmeden ve konuşmadan geçen günümüz yok gibi. Sanırım artık sadece konuşmakla yetinmek yerine somut adımlar atma zamanı geldi. İşte bu noktada İngiltere’de bulunan Türk kökenli sivil toplum kuruluşları için yeni bir kapı aralanıyor. Bu kapı iyi açılabilirse çok başarılı sonuçlar alınabilir. Türkevi Araştırmalar Merkezi’nin Konya’dan başlattığı girişim örneğinde olduğu, İngiltere’deki Türk kuruluşlar Türkiye’de kendilerine kardeş kuruluşlar bulabilir ve Türkiye-AB arasında sivil bir köprünün kuruluşuna katkıda bulunabilirler.
İyi bayramlar ve iyi yıllar dileğiyle...
Avrupalı Türklerin temsil gücü yavaş yavaş siyaset alanına da yansıyor. Bir çok ülkede yerel ve ulusal düzeyde Türk kökenli politikacıların seçimle iş başına geldikleri, hem kendi toplumlarını hem de daha geniş anlamda yaşadıkları ülke toplumlarını siyaset sahnesinde temsil ettiklerini görüyoruz. Bunlar son derece anlamlı ve önemli gelişmeler. Çünkü siyaset ya da politika farkında olalım ya da olmayalım hayatımızı düzenleyen bir mekanizma. Sosyal ve ekonomik haklar, eğitim ve sağlık hizmetlerinden yararlanma, eşitlik ve adalet gibi uygulamaların hepsi siyasi kararlar ile doğrudan ilintilidir. İşte bu nedenle Avrupalı Türkler siyasetin merkezinde yer almalıdır. Yoksa kendilerini temsil etme görevini başkalarına bırakmak gibi biz zayıflık ve pısırıklık içine gömülmeleri kaçınılmaz olur.
Bu noktada Türkiye-AB ilişkilerinde gittikçe önem kazanan sivil boyuta değinmekte yarar var çünkü resmi kanalların dışındaki kanallar da bu süreçte çok önemli bir rol oynuyor. Sivil boyutun kuşkusuz en önemli aktörleri dernekler, vakıflar, sendikalar, federasyonlar ve benzeri şekillerde örgütlenmiş sivil kuruluşlardır. Bu sivil kuruluşlar zaman zaman politikacıların yapmakta güçlük çektiği etkinlikleri gerçekleştirir. Örneğin politikacıların ulaşmakta zorluk çektiği kitlelere daha çabuk ulaşabilirler. Daha esnek ve dinamik yapılarından dolayı değişime çabucak ayak uydurabilir, hızlı kararlar verebilir ve geniş kitlelerde yeni fikirlerin oluşmasına katkıda bulanabilirler. İşte bu nedenledir ki AB, ilişkilerinde sivil boyutu destekleme kararı aldı. Türkiye ve AB arasında siyasi olduğu kadar hatta ondan daha güçlü ve derin bir sivil köprü kurulması gerekiyor. Halkların birbirini daha iyi tanıması ve kaynaşması için bu köprünün bir an önce atılması gerekiyor. Bu köprünün kurulması için İngiltere’deki Türk sivil kuruluşlarına da önemli görevler düşüyor.
Bu konuyla ilgili önemli bir proje gerçekleştiriliyor. Şimdi bununla ilgili bilgi sunmak istiyorum. Hollanda’da faaliyet sürdüren Türkevi Araştırmalar Merkezi, Türkiye-AB arasında sivil köprü kurulması için büyük bir projeye imza attı. Konya’dan başlayan bu sivil girişim, geçen hafta Avrupa Komisyonu Türkiye Temsilciliği Sivil Sektör Bölümü sorumlusu Alexander Fricke’nin de katıldığı bir toplantı ile tanıtıldı. Toplantının açılış konuşmasını yapan Türkevi Araştırmalar Merkezi Müdürü Veyis Güngör, Konya’da gerçekleştirilen demokrasi okulu hakkında bilgi vererek, iki ay süreyle üniversite öğrencilerine sivil katılım, sivil örgütler, sivil toplum, insan hakları, Türkiye-AB ilişkilerinde sivil boyut gibi konularda uzmanlar tarafından dersler verildiğini söyledi.
Konya’daki çok sayıda sivil toplum kuruluşu temsilcisinin takip ettiği toplantıda konuşan Alexander Fricke, Türkiye-AB ilişkilerinde sivil toplum kuruluşlarının önemli roller üstlenebileceğini, AB’nin iki tarafı temsil edecek kuruluşlara destek vermeye hazır olduğunu ve Türkiye’den başvuru beklediklerini belirtti. Kısaca sivil toplum diyaloğu diyebileceğimiz bu girişimin amacı Türkiye ve AB’deki sivil toplum kuruluşlarını aynı platformlarda buluşturmak, aralarında yakınlık kurulmasını sağlamak ve daha yakın ilişkiler kurulmasını sağlayacak ortak projelerin gerçekleştirilmesine katkıda bulunmak.
Sivil köprü kuruluşu çalışmalarına katkıda bulunmak amacıyla ben de Konya’daki toplantıya katıldım. Toplantıda somut olarak hangi konularda, hangi alanlarda ve hangi sivil toplum kuruluşları ile işbirliği yapılabileceği üzerinde durdum. Ayrıca ilgili birimlere fon almak için yapılan başvurularda sonuç alınabilmesinin uzmanlık ve deneyim gerektirdiğini, sivil toplum kuruluşlarının daha profesyonelce yönetilmesi gerektiğini, bunun için eğitim ve insana yatırım yapılmasını gerektiğini vurguladım.
İngiltere’de yaşayan Türklerin kafası da diğer AB ülkelerinde yaşayan Türkler gibi kısmen de olsa Türkiye’de. Türkiye’yi düşünmeden ve konuşmadan geçen günümüz yok gibi. Sanırım artık sadece konuşmakla yetinmek yerine somut adımlar atma zamanı geldi. İşte bu noktada İngiltere’de bulunan Türk kökenli sivil toplum kuruluşları için yeni bir kapı aralanıyor. Bu kapı iyi açılabilirse çok başarılı sonuçlar alınabilir. Türkevi Araştırmalar Merkezi’nin Konya’dan başlattığı girişim örneğinde olduğu, İngiltere’deki Türk kuruluşlar Türkiye’de kendilerine kardeş kuruluşlar bulabilir ve Türkiye-AB arasında sivil bir köprünün kuruluşuna katkıda bulunabilirler.
İyi bayramlar ve iyi yıllar dileğiyle...
İngiltereli Türkler el uzatmalı
Yeni yıla gireli daha iki-üç hafta oldu. Hepimizin yeni dilekleri, düşleri ve planları vardır eminim yeni yıl için. İngiltereli Türkler olarak bireysel olduğu kadar kolektif hayallerimiz ve projelerimizin de olması gerektiğini düşünüyorum. Sayımız kesin olarak bilinmese de iki yüz bini çoktan aşmış bir Türk nüfusu yaşıyor İngiltere’de. İster Türkiye ister KKTC kökenli olsun, İngiltere’deki Türkler, hem Türkiye hem de KKTC için son derece önemli ve değerli beşeri sermaye anlamına geliyor. Kuşkusuz bu beşeri sermaye eğitim, ekonomi ve sivil güçleri ile kimsenin göz ardı edemeyeceği kadar ciddi bir birikime sahip. Bu birikim zaman zaman kendini gösteriyor ama bana kalırsa yeterince mobilize olmuş durumda değil.
İngiltereli Türkler niçin yeterince mobilize değil sorusunun cevabını başka bir yazıda tartışmaya çalışacağım. Bu yazıda Türklerin potansiyel güçlerinin Türkiye ve KKTC açısından hangi alanlarda acilen harekete geçmesi gerektiği üzerinde duracağım. Unutmayalım ki hem Türkiye hem de KKTC sınırlı ekonomik güçlere sahip. Batının kalkınmışlık standartlarına sahip değil. Eğitim seviyesi Avrupa ülkelerine göre düşük. Halbuki, İngiltereli Türkler, yıllardır bu gelişmiş ülkede yaşamanın getirdiği imkanları kullanarak kendilerini geliştirmiş, belirli bir ekonomik birikime ve bunlardan da önemlisi örgütlenme ve çeşitli fonları kullanma açısından ciddi bir birikime ulaşmıtır. Şimdi bu birikimin Türkiye ve KKTC için harekete geçmesi gerekiyor. Bunun için mükemmel bir zaman dilimi içindeyiz. Bir taraftan Türkiye AB’ye girmek istiyor, diğer taraftan KKTC’ye uygulanan ambargoların kaldırılması için çalışılıyor. İşte böyle bir politik ortamda İngiltereli Türkler aşağıdaki konularda Türkiye-KKTC ve Avrupa arasında köprüler kurabilir.
İlk köprü sivil kuruluşlar arasında kurulabilir. Zaman zaman bu köşede AB’nin sivil kuruluşlara kapsamlı finansal destekler verdiğini yazıyorum. Yine öyle bir dönemdeyiz. Milyonlarca Euro’luk hibe şeklindeki yardım sivil kuruluşlarını bekliyor. Şimdi yapılacak iş İngiltere’de kurulu sivil kuruluşların ortak projeler için Türkiye ve KKTC’den ortaklar bularak eğitim, sağlık, kalkınma ve imaj çalışmaları alanlarında yeni girişimlerde bulunmak üzere ilgili kurumlara başvurmaları.
Hemen belirtelim ki, Türkiye ve KKTC’de sivil toplum kuruluşları İngiltere Türklerine kıyasla daha az, zayıf ve yetersiz bir görüntü içinde. Yapılacak her türlü ortak girişim bu kuruluşların deneyimlerini ve kapasiteleri artıracak. Hem know-how (uzmanlık, bilgi ve deneyim) aktarım ve paylaşımı hem de son derece kıt imkanlarla faaliyet yürüten dernek ve vakıflara destek sağlanmış olacaktır. Türkiye ve KKTC’de sivil girişimlerin güçlenmesi gerektiğinde hemfikir olduğumuzu düşünüyorum.
Bilindiği gibi ne KKTC, ne de Türkiye’de sivil toplum henüz istenilen düzeyde güce ve imkana sahip değil. Bu nedenle İngiltereli Türklerin hem insan kaynaklarını, bilgi, beceri ve deneyimlerini hem de finansal kaynaklarını paylaşmaları devrim niteliğinde sonuçlar doğuracaktır. Gerek Türkiye gerekse KKTC’de, iç ve dış politikadaki açılımların sivil ayağının olması böyle girişimlerin yapılmasına bağlı. Halen bazı düşünce kuruluşları ve sivil örgütler politika belirleme süreçlerine dahil olmaya çalışsalar da, yeterli donanımları olmadığından etkileri çok sınırlı kalmaktadır.
Bana kalırsa ilk projeler sivil kuruluşların kapasite artırımlarına ve insan kaynaklarını geliştirmelerine yönelik olmalı. Çünkü sağlam bir bilgi ve insan altyapısı olmadan hiçbir kurum sürekli olamaz. Yapılan işler amatörce ve yarım yamalak olur ki bu da yeni kuşakların cesaretlerini kırıcı bir etki yapar. İşte bu nedenle İngiltereli Türkler ellerindeki bütün imkanları seferber ederek Türkiye ve KKTC’de dernek, vakıf ve sendika gibi kuruluşların kapasitelerini artırmaya yönelik faaliyetler içine girmelidir. Bunun için gerekli olan insan ve finansal kaynak var. Eğitim ve deneyim de var. Şimdilerde eksik gibi görünen veya potansiyel olarak var olup ta henüz gün yüzüne çıkmayan şey ise ortaklaşa iş yapma, projeler başlatma ve yürütme niyeti ve arzusu sadece.
Unutmayanız ki Türkiye ve KKTC’nin geleceğinde bugün küçük ve sıradan gördüğümüz katkılarınız büyük etkileri olacaktır. İngiltere’de ne kadar zamandır yaşıyor olursanız olun, yıllar geçmesine rağmen ne Türkiye ne de KKTC aklınızdan ve gönlümüzden çıkmadı ve çıkmayacak. Hatta ölene kadar bu sevgi ve bağlılık ilişkisi devam edecek. O halde ne bekliyoruz? Türkiye ve KKTC’ye el uzatma zamanı değil mi şimdi?
İngiltereli Türkler niçin yeterince mobilize değil sorusunun cevabını başka bir yazıda tartışmaya çalışacağım. Bu yazıda Türklerin potansiyel güçlerinin Türkiye ve KKTC açısından hangi alanlarda acilen harekete geçmesi gerektiği üzerinde duracağım. Unutmayalım ki hem Türkiye hem de KKTC sınırlı ekonomik güçlere sahip. Batının kalkınmışlık standartlarına sahip değil. Eğitim seviyesi Avrupa ülkelerine göre düşük. Halbuki, İngiltereli Türkler, yıllardır bu gelişmiş ülkede yaşamanın getirdiği imkanları kullanarak kendilerini geliştirmiş, belirli bir ekonomik birikime ve bunlardan da önemlisi örgütlenme ve çeşitli fonları kullanma açısından ciddi bir birikime ulaşmıtır. Şimdi bu birikimin Türkiye ve KKTC için harekete geçmesi gerekiyor. Bunun için mükemmel bir zaman dilimi içindeyiz. Bir taraftan Türkiye AB’ye girmek istiyor, diğer taraftan KKTC’ye uygulanan ambargoların kaldırılması için çalışılıyor. İşte böyle bir politik ortamda İngiltereli Türkler aşağıdaki konularda Türkiye-KKTC ve Avrupa arasında köprüler kurabilir.
İlk köprü sivil kuruluşlar arasında kurulabilir. Zaman zaman bu köşede AB’nin sivil kuruluşlara kapsamlı finansal destekler verdiğini yazıyorum. Yine öyle bir dönemdeyiz. Milyonlarca Euro’luk hibe şeklindeki yardım sivil kuruluşlarını bekliyor. Şimdi yapılacak iş İngiltere’de kurulu sivil kuruluşların ortak projeler için Türkiye ve KKTC’den ortaklar bularak eğitim, sağlık, kalkınma ve imaj çalışmaları alanlarında yeni girişimlerde bulunmak üzere ilgili kurumlara başvurmaları.
Hemen belirtelim ki, Türkiye ve KKTC’de sivil toplum kuruluşları İngiltere Türklerine kıyasla daha az, zayıf ve yetersiz bir görüntü içinde. Yapılacak her türlü ortak girişim bu kuruluşların deneyimlerini ve kapasiteleri artıracak. Hem know-how (uzmanlık, bilgi ve deneyim) aktarım ve paylaşımı hem de son derece kıt imkanlarla faaliyet yürüten dernek ve vakıflara destek sağlanmış olacaktır. Türkiye ve KKTC’de sivil girişimlerin güçlenmesi gerektiğinde hemfikir olduğumuzu düşünüyorum.
Bilindiği gibi ne KKTC, ne de Türkiye’de sivil toplum henüz istenilen düzeyde güce ve imkana sahip değil. Bu nedenle İngiltereli Türklerin hem insan kaynaklarını, bilgi, beceri ve deneyimlerini hem de finansal kaynaklarını paylaşmaları devrim niteliğinde sonuçlar doğuracaktır. Gerek Türkiye gerekse KKTC’de, iç ve dış politikadaki açılımların sivil ayağının olması böyle girişimlerin yapılmasına bağlı. Halen bazı düşünce kuruluşları ve sivil örgütler politika belirleme süreçlerine dahil olmaya çalışsalar da, yeterli donanımları olmadığından etkileri çok sınırlı kalmaktadır.
Bana kalırsa ilk projeler sivil kuruluşların kapasite artırımlarına ve insan kaynaklarını geliştirmelerine yönelik olmalı. Çünkü sağlam bir bilgi ve insan altyapısı olmadan hiçbir kurum sürekli olamaz. Yapılan işler amatörce ve yarım yamalak olur ki bu da yeni kuşakların cesaretlerini kırıcı bir etki yapar. İşte bu nedenle İngiltereli Türkler ellerindeki bütün imkanları seferber ederek Türkiye ve KKTC’de dernek, vakıf ve sendika gibi kuruluşların kapasitelerini artırmaya yönelik faaliyetler içine girmelidir. Bunun için gerekli olan insan ve finansal kaynak var. Eğitim ve deneyim de var. Şimdilerde eksik gibi görünen veya potansiyel olarak var olup ta henüz gün yüzüne çıkmayan şey ise ortaklaşa iş yapma, projeler başlatma ve yürütme niyeti ve arzusu sadece.
Unutmayanız ki Türkiye ve KKTC’nin geleceğinde bugün küçük ve sıradan gördüğümüz katkılarınız büyük etkileri olacaktır. İngiltere’de ne kadar zamandır yaşıyor olursanız olun, yıllar geçmesine rağmen ne Türkiye ne de KKTC aklınızdan ve gönlümüzden çıkmadı ve çıkmayacak. Hatta ölene kadar bu sevgi ve bağlılık ilişkisi devam edecek. O halde ne bekliyoruz? Türkiye ve KKTC’ye el uzatma zamanı değil mi şimdi?
“Avrupa Birliği Ülkelerinde Din-Devlet İlişkisi” Sempozyumu İSAM’da Yapıldı
TDV İslam Araştırmaları Merkezi’nin desteklediği araştırma projesi sonuçlarının tartışıldığı “Avrupa Birliği Ülkelerinde Din-Devlet İlişkisi: Hukuki Yapı, Din Hizmetleri ev Din Eğitimi” konulu uluslar arası sempozyum, 9-10 Aralık 2006 tarihinde İSAM konferans salonunda yapıldı. Açılışını Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu ve İSAM Başkanı Mehmet Akif Aydın’ın sempozyumda Grace Davie, Silvio Ferrari ve Cole Durham birer çerçeve konuşması yaptı. Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Mehmet Görmez’in Türkiye’yi konu alan bildirisinden sonra İngiltere, Fransa, Almanya, İsveç, Hollanda, Danimarka, Yunanistan, İspanya, Belçika, Polonya, İtalya ve Avustur’yada din-devlet ilişkilerinin farklı boyutlarını içeren bildiriler sunuldu. Gerhard Robbers, Rik Torfs, Francis Messner, Sophie van Bijsterveld, Rebecca Catto, Alessandro Ferrari, Javier Martinz-Torron, Lars Friedner, Prof. Michal Rynkowski, Charalambos Papasthatis ve Lisbet Christoffersen katıldığı sempozyumun kapanış konuşmasını Devlet Bakanı Mehmet S. Aydın Yaptı.
Geniş bir izleyici kitlesinin hazır bulunduğu sempozyuma bilim çevreleri, sivil toplum kuruluşu temsilcileri, düşünce kuruluşu temsilcileri, üniversite mensupları, YÖK temsilcisi ve medya mensupları katıldı. Konuyla ilgili Türkiye’deki en kapsamlı sempozyum olan bu etkinlikte on iki Avrupa ülkesi hakkında karşılaştırmalı veriler ele alındı. Sempozyumdaki sunumlar, Diyanet İşleri Başkanlığı, bu kurumdan sorumlu Devlet Bakanlığı, AB üyelik müzakerelerinden sorumlu kurumlar, Avrupa Birliği Genel Sekreterliği, Milli Eğitim Bakanlığı ve Din Öğretimi Genel Müdürlüğü, Yurt Dışında Yaşayan Türk Vatandaşlarının Sorunlarından Sorumlu Devlet Bakanlığı, İlahiyat Fakülteleri ve AB konularında çalışan uzmanlar, eğitimciler, araştırma merkezleri ve sivil toplum kuruluşlarının çalışmaları katkıda bulunacak bilgiler sağladı. Sempozyum, Türk ve Avrupalı bilim insanlarını aynı platformda buluşturmuş, ortak ilgi alanları olanların fikir-alış verişinde bulunmasına imkan sağlayarak yeni araştırma ağları oluşmasına ve Türk bilim insanlarının mevcut ağlara katılmasına fırsat yaratmıştır.
Geniş bir izleyici kitlesinin hazır bulunduğu sempozyuma bilim çevreleri, sivil toplum kuruluşu temsilcileri, düşünce kuruluşu temsilcileri, üniversite mensupları, YÖK temsilcisi ve medya mensupları katıldı. Konuyla ilgili Türkiye’deki en kapsamlı sempozyum olan bu etkinlikte on iki Avrupa ülkesi hakkında karşılaştırmalı veriler ele alındı. Sempozyumdaki sunumlar, Diyanet İşleri Başkanlığı, bu kurumdan sorumlu Devlet Bakanlığı, AB üyelik müzakerelerinden sorumlu kurumlar, Avrupa Birliği Genel Sekreterliği, Milli Eğitim Bakanlığı ve Din Öğretimi Genel Müdürlüğü, Yurt Dışında Yaşayan Türk Vatandaşlarının Sorunlarından Sorumlu Devlet Bakanlığı, İlahiyat Fakülteleri ve AB konularında çalışan uzmanlar, eğitimciler, araştırma merkezleri ve sivil toplum kuruluşlarının çalışmaları katkıda bulunacak bilgiler sağladı. Sempozyum, Türk ve Avrupalı bilim insanlarını aynı platformda buluşturmuş, ortak ilgi alanları olanların fikir-alış verişinde bulunmasına imkan sağlayarak yeni araştırma ağları oluşmasına ve Türk bilim insanlarının mevcut ağlara katılmasına fırsat yaratmıştır.
Avrupalılar Türklerin İmajını Nasıl Görüyor?
Avrupalıların, Türkler hakkındaki fikirleri ve düşünceleri kuşkusuz farklılıklar içeriyor. Gerek kendi gözlemlerimize gerekse şimdiye kadar yapılan bilimsel araştırmalara dayanarak şunu söylemek mümkün: Batı Avrupalıların Türkler hakkındaki tutum ve düşünceleri yüzeysel bilgilere, yetersiz deneyimlere ve bazen de önyargılara dayalı oluşuyor. Zamanla bu düşüncelerin kalıp yargılara ve değişmesi zor imajlara dönüşme olasılığı taşıdığını da belirtmekte yarar var. Özellikle olumsuz düşünceleri ve önyargıları besleyen deneyimlerin yaşanması veya olayların gözlemlenmesi Türkler hakkında oluşan imajların kurumsallaşmasına katkıda bulunuyor.
“Öteki” olmak
Geldiğiniz farklı köken, kullandığınız başka dil, taşıdığınız farklı inanç ve kültürel kimlik sizi sadece yabancı ve “öteki” yapmakla kalmaz bu farklılıklarınızdan dolayı gördüğünüz işlemler veya karşılaştığınız davranışlar aynı zaman da sizin de kendinizi “farklı” olarak görme eğiliminizi pekiştirir. Genel olarak Avrupa’ya bakıldığında azınlıklar hakkında olumlu düşüncelerin pek yaygın olmadığı, bunun tam tersine yabancı olarak tanımlanan topluluklara ilişkin olumsuz, mesnetsiz ve yüzeysel önyargıların ve kalıplaşmış düşüncelerin yaygın olduğunu görüyoruz. Yani bizim dışımızdakilerin yani “öteki” veya “diğerleri” dediğimiz insanların bize bakışı, yani kendi açılarından “öteki”lere bakışının çok ta olumlu olmadığını görürüz.
Avrupalı Türkler hakkındaki fikir ve imajların oluşmasında başlıca iki aktör var. Biri “biz”, diğeri ise “öteki”ler. Bir ülkede göçmen ve yabancı olmak otomatikman sizi “öteki” yapar. Sayısal olarak azınlıkta iseniz, siyasi gücünüz yoksa, çoğunluğun dilinden farklı bir dil, çoğunluğun inancından faklı bir inancınız, renginiz veya etnik kökeniniz varsa bu da sizi kolayca “öteki”, “diğeri” veya “yabancı” yapar.
İmaj İnşasında Türklerin Rolü
Farklı milli, dini, kültürel ve etnik kökenden gelen ve Avrupa ülkelerine yerleşen, bu ülkelerin vatandaşı olan insanların ve hatta onların bu ülkede doğan çocuklarının bile “ötekiler” olarak görüldüğünü söylemek abartı olmaz. Ancak Avrupa’nın çeşitli ülkelerine ve kentlerine dağılmış bu yerleşik “yabancıların” bir kısmının olumsuz önyargıları besleyen, bir anlamda yabancı düşmanlarına koz veren davranışlar içinde bulunduklarını da belirtmekte yarar. Arada sırada çuvaldızı kendimize de batırmalı ve hakkımızdaki yalan-dolan ve yanlış imajların oluşmasında katkımız olup olmadığını sormalıyız.
Türklerin imajları hakkında Avrupa’da günümüzde genelde şöyle bir manzara var: Diğer yabancı kökenliler gibi Türkler de uyumsuz, başarısız, içine kapanık, suç işlemeye eğilimli, devletin sosyal yardımlarından geçinen, girişimcilik ruhu zayıf, eğitime önem vermeyen, değişime kapalı ve ortak yaşam kurulması kolay olmayan bir gurup olarak görülüyor.
Avrupa’da ırkçılığın, ayrımcılığın ve yabancı düşmanlığının arttığı siyasi ve sosyal bir ortamda yabancı kökenlilere hoş gözle bakılmıyor. Avrupa’da yabancılar arasındaki işsizlik oranları ve yoksulluk düzeyi gibi değişkenlere bakıldığında, bundan da daha vahimi yabancıları hedef alan siyasal, sosyal ve ekonomik açıdan dışlayıcı ve küçük düşürücü politikalara bir göz atıldığında dediğimiz ayrımcılık ve dışlama kendiliğinden görülecektir.
Önyargıların tarihsel kaynakları
Diğer yabancı kökenliler gibi Avrupa’daki Türkler de bazı önyargıların, kalıplaşmış düşüncelerin ve ayrımcı politikaların hem hedefi hem de kurbanı olabilecek bir çevrede yaşıyor. Türklerle ilgili önyargıları, kalıplaşmış fikirleri ve şablonlara dayalı düşünceleri besleyen iki şey var. Bunlardan birincisi Türkler ve Avrupalılar arasında yüzyıllar süren sürtüşmeler, çatışmalar, savaşlar ve kavgalardır. İkincisi ise bugün Avrupa’da yaşayan Türklerin temsil sorunlarının ciddi boyutlara ulaşmış olmasıdır ve Türklerin genelde olumsuz ve onaylanması mümkün olmayan davranışlarla kamuoyu gündemine gelmesi.
Kuşkusuz, Viyana kapılarına kadar dayanan Türklerin uzun yıllardır ders kitaplarında barbarlar olarak okutulması, Avrupalıların Türklere bakışını derinden etkilemiştir. Türkler şiddet yanlısı, savaşçı, kavgacı, işgalci, talancı ve kendi dinlerini empoze etmeye çalışan bir millet olarak lanse edilmiştir. Böylesi bir kampanya Avrupalıların zihinlerinde derin ve olumsuz izler bırakmıştır. Bugün bile Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesine karşı çıkanların bazıları, kafalarının arka planında, Türklerin farklı bir uygarlık dünyasına ait olduğunu, Avrupa ile uzlaşamayacağını düşünüyorsa, bu, tesadüfi değildir. Geçmişe ait izlenimleri değiştirmek, özellikle bunu yaşı ilerlemiş kuşakların zihninden silmek kolay değil. Çünkü bir anlamda burada kurumsallaşmış bir imaj söz konusu.
Türklerin imajı neden olumsuz?
Avrupalıların Türkler hakkında daha olumlu düşünceler edinmelerine ve Türklere bakışlarındaki önyargılarından kurtulmalarına katkıda bulunmak mümkün. Ya da tam tersi bazı yanlış davranışlarla yanlış imajların kökleşmesine ve bir daha silinmeyecek kadar derinlik kazanmasına neden olunabilir.
Türklerin imajını en çok zedeleyen şeylerden birisi, Türkiye kökenli olduğu söylenen bazı kendini bilmezlerin işledikleri suçlarla basında sık sık yer almalarıdır. Özellikle uyuşturucu kaçakçılığı, insan ticareti ve benzeri olaylara karışanlar arasında Türklerin de olması, yabancı düşmanlığı yanında, Türk düşmanlığını da körüklemektedir.
Eğitimde en başarısız öğrenciler arasında Türk çocuklarının da bulunması bir başka önyargı kaynağıdır. Sürekli başarısız olan ve doğru dürüst üniversitelere öğrenci gönderemeyen bir toplum hakkında olumlu yargıların oluşması bir hayli zor görünüyor. Ayrıca Türklerin kamuoyunda daha iyi temsil edilmesini sağlayacak siyasal katılımın az olması, bazı başarılı iş adamlarımız olmasına karşın ekonomik alanda kurumsallaşmanın hala ciddi boyutlarda olmayışı, Türklerin sanatsal ve kültürel birikimlerini aktaracak, tanıtacak ve yayacak kurumların yetersizliği, yukarıda bahsettiğimiz olumsuz yargıların sürmesine katkıda bulunuyor. Eğer bugün bir imaj sorunumuz varsa bunun nedenlerini iyi araştırmak ve ona göre kalıcı tedbirler almak zorundayız. Yoksa “bunlar bizi sevmiyor, istemiyor” edebiyatına devam eder dururuz. Uzun lafın kısası Avrupalı Türklerin imaj sorunu Türklerin kendilerine çeki düzen vermedikleri sürece çözülemez.
“Öteki” olmak
Geldiğiniz farklı köken, kullandığınız başka dil, taşıdığınız farklı inanç ve kültürel kimlik sizi sadece yabancı ve “öteki” yapmakla kalmaz bu farklılıklarınızdan dolayı gördüğünüz işlemler veya karşılaştığınız davranışlar aynı zaman da sizin de kendinizi “farklı” olarak görme eğiliminizi pekiştirir. Genel olarak Avrupa’ya bakıldığında azınlıklar hakkında olumlu düşüncelerin pek yaygın olmadığı, bunun tam tersine yabancı olarak tanımlanan topluluklara ilişkin olumsuz, mesnetsiz ve yüzeysel önyargıların ve kalıplaşmış düşüncelerin yaygın olduğunu görüyoruz. Yani bizim dışımızdakilerin yani “öteki” veya “diğerleri” dediğimiz insanların bize bakışı, yani kendi açılarından “öteki”lere bakışının çok ta olumlu olmadığını görürüz.
Avrupalı Türkler hakkındaki fikir ve imajların oluşmasında başlıca iki aktör var. Biri “biz”, diğeri ise “öteki”ler. Bir ülkede göçmen ve yabancı olmak otomatikman sizi “öteki” yapar. Sayısal olarak azınlıkta iseniz, siyasi gücünüz yoksa, çoğunluğun dilinden farklı bir dil, çoğunluğun inancından faklı bir inancınız, renginiz veya etnik kökeniniz varsa bu da sizi kolayca “öteki”, “diğeri” veya “yabancı” yapar.
İmaj İnşasında Türklerin Rolü
Farklı milli, dini, kültürel ve etnik kökenden gelen ve Avrupa ülkelerine yerleşen, bu ülkelerin vatandaşı olan insanların ve hatta onların bu ülkede doğan çocuklarının bile “ötekiler” olarak görüldüğünü söylemek abartı olmaz. Ancak Avrupa’nın çeşitli ülkelerine ve kentlerine dağılmış bu yerleşik “yabancıların” bir kısmının olumsuz önyargıları besleyen, bir anlamda yabancı düşmanlarına koz veren davranışlar içinde bulunduklarını da belirtmekte yarar. Arada sırada çuvaldızı kendimize de batırmalı ve hakkımızdaki yalan-dolan ve yanlış imajların oluşmasında katkımız olup olmadığını sormalıyız.
Türklerin imajları hakkında Avrupa’da günümüzde genelde şöyle bir manzara var: Diğer yabancı kökenliler gibi Türkler de uyumsuz, başarısız, içine kapanık, suç işlemeye eğilimli, devletin sosyal yardımlarından geçinen, girişimcilik ruhu zayıf, eğitime önem vermeyen, değişime kapalı ve ortak yaşam kurulması kolay olmayan bir gurup olarak görülüyor.
Avrupa’da ırkçılığın, ayrımcılığın ve yabancı düşmanlığının arttığı siyasi ve sosyal bir ortamda yabancı kökenlilere hoş gözle bakılmıyor. Avrupa’da yabancılar arasındaki işsizlik oranları ve yoksulluk düzeyi gibi değişkenlere bakıldığında, bundan da daha vahimi yabancıları hedef alan siyasal, sosyal ve ekonomik açıdan dışlayıcı ve küçük düşürücü politikalara bir göz atıldığında dediğimiz ayrımcılık ve dışlama kendiliğinden görülecektir.
Önyargıların tarihsel kaynakları
Diğer yabancı kökenliler gibi Avrupa’daki Türkler de bazı önyargıların, kalıplaşmış düşüncelerin ve ayrımcı politikaların hem hedefi hem de kurbanı olabilecek bir çevrede yaşıyor. Türklerle ilgili önyargıları, kalıplaşmış fikirleri ve şablonlara dayalı düşünceleri besleyen iki şey var. Bunlardan birincisi Türkler ve Avrupalılar arasında yüzyıllar süren sürtüşmeler, çatışmalar, savaşlar ve kavgalardır. İkincisi ise bugün Avrupa’da yaşayan Türklerin temsil sorunlarının ciddi boyutlara ulaşmış olmasıdır ve Türklerin genelde olumsuz ve onaylanması mümkün olmayan davranışlarla kamuoyu gündemine gelmesi.
Kuşkusuz, Viyana kapılarına kadar dayanan Türklerin uzun yıllardır ders kitaplarında barbarlar olarak okutulması, Avrupalıların Türklere bakışını derinden etkilemiştir. Türkler şiddet yanlısı, savaşçı, kavgacı, işgalci, talancı ve kendi dinlerini empoze etmeye çalışan bir millet olarak lanse edilmiştir. Böylesi bir kampanya Avrupalıların zihinlerinde derin ve olumsuz izler bırakmıştır. Bugün bile Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesine karşı çıkanların bazıları, kafalarının arka planında, Türklerin farklı bir uygarlık dünyasına ait olduğunu, Avrupa ile uzlaşamayacağını düşünüyorsa, bu, tesadüfi değildir. Geçmişe ait izlenimleri değiştirmek, özellikle bunu yaşı ilerlemiş kuşakların zihninden silmek kolay değil. Çünkü bir anlamda burada kurumsallaşmış bir imaj söz konusu.
Türklerin imajı neden olumsuz?
Avrupalıların Türkler hakkında daha olumlu düşünceler edinmelerine ve Türklere bakışlarındaki önyargılarından kurtulmalarına katkıda bulunmak mümkün. Ya da tam tersi bazı yanlış davranışlarla yanlış imajların kökleşmesine ve bir daha silinmeyecek kadar derinlik kazanmasına neden olunabilir.
Türklerin imajını en çok zedeleyen şeylerden birisi, Türkiye kökenli olduğu söylenen bazı kendini bilmezlerin işledikleri suçlarla basında sık sık yer almalarıdır. Özellikle uyuşturucu kaçakçılığı, insan ticareti ve benzeri olaylara karışanlar arasında Türklerin de olması, yabancı düşmanlığı yanında, Türk düşmanlığını da körüklemektedir.
Eğitimde en başarısız öğrenciler arasında Türk çocuklarının da bulunması bir başka önyargı kaynağıdır. Sürekli başarısız olan ve doğru dürüst üniversitelere öğrenci gönderemeyen bir toplum hakkında olumlu yargıların oluşması bir hayli zor görünüyor. Ayrıca Türklerin kamuoyunda daha iyi temsil edilmesini sağlayacak siyasal katılımın az olması, bazı başarılı iş adamlarımız olmasına karşın ekonomik alanda kurumsallaşmanın hala ciddi boyutlarda olmayışı, Türklerin sanatsal ve kültürel birikimlerini aktaracak, tanıtacak ve yayacak kurumların yetersizliği, yukarıda bahsettiğimiz olumsuz yargıların sürmesine katkıda bulunuyor. Eğer bugün bir imaj sorunumuz varsa bunun nedenlerini iyi araştırmak ve ona göre kalıcı tedbirler almak zorundayız. Yoksa “bunlar bizi sevmiyor, istemiyor” edebiyatına devam eder dururuz. Uzun lafın kısası Avrupalı Türklerin imaj sorunu Türklerin kendilerine çeki düzen vermedikleri sürece çözülemez.
13 Aralık 2006 Çarşamba
Avrupa Birliği Din Eğitimi Hakkında Ne Diyor?
Avrupa Birliği kurum ve organları ile bu kurum ve organların kabul ettiği belgeler, yasalar ve düzenlemeler karmaşık bir özellik taşıyor. Avrupa Birliği mevzuatında din eğitimi ve öğretiminin yerinin anlaşılabilmesi ve değerlendirilebilmesi bu karmaşık yapının çözümlenmesine bağlıdır. Avrupa Birliği mevzuatında din eğitimi ve öğretimini tartışan bu yazıda önemli konu kuşkusuz dolaylı ya da doğrudan din eğitimi ve öğretimini düzenleyen veya düzenlediği var sayılan yasa, yönetmelik ve mevzuat gibi belgelerin ortaya konmasıdır. Konuya bu açıdan bakıldığında Avrupa Birliği’nin yasal dayanakları ile ilgili olarak karşımıza ilk çıkan belgelerin üye ülkeler arasında yapılan anlaşmalar olduğunu görüyoruz. Bu anlaşmalara ilaveten üye ülkelerin tümü tarafından kabul edilen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile üye ülkelerin kabulüne sunulan Avrupa Anayasası’nın başlıca belgeler olarak karşımıza çıktığını görüyoruz. Yasal düzenlemeler, yönetmelik ve mevzuatın tümüne birden AB müktesabatı adı verilmektedir.
Yazımının konusu açısından burada sorulması gereken temel sorular şunlar: AB Müktesebatında din eğitimi ve öğretimini düzenleyen bir yasa, yönetmelik veya mevzuat var mıdır? AB Anayasası din eğitimi ve öğretimine herhangi bir göndermede bulunuyor mu? Eğer üye ülkelerin yaptıkları anlaşmalar ile bu temel belgede bir düzenlemeye işaret edilmiyorsa bu konu hangi zemin ve belgelerde ele alınmaktadır? AB müktesebatını oluşturan belgeler kapsamlı bir şekilde gözden geçirildiğinde, din eğitimi ve öğretimini düzenleyen özel bir yasa veya yönetmelik olmadığını, yani AB mevzuatının bu konuyu doğrudan ele almadığını söylemek mümkün.
AB müktesebatında konuyla ilgili doğrudan düzenleyici bir organ veya belge olmadığına göre, AB ve din eğitimi tartışmalarında hangi bilgi ve belgelerden yararlanmak mümkün olacaktır? Kanaatimizce bu sorunun cevabı, yani Avrupa Birliği’nde din eğitimi ve öğretiminin düzenlenmesi ve uygulama biçimlerinin anlaşılması, birbirleriyle iç içe geçmiş bulunan üç bağlamın çözümlenmesinde yatmaktadır. Bu bağlamları şu şekilde sıralamak mümkündür:
1-AB ülkelerinde din-devlet ilişkisi modelleri
2- Evrensel İnsan Hakları Belgeleri ve Avrupa’da İnsan Hakları ve Din Özgürlükleri
3-Yurttaşlık, Çok Kültürlülük ve Kültürlerarası Etkileşim Eğitimi
1-AB ülkelerinde din-devlet ilişkisi modelleri
Kamuoyundaki yaygın kanaatin aksine Avrupa Birliği ülkeleri tek tip din-devlet ilişkisi modeline sahip değil. Yirmi beş AB üyesi ülkenin her biri kendi tarihsel deneyimleri, toplumsal yapıları ve siyasal tercihleri doğrultusunda kurgulanmış ve kurumlaşmış din-devlet ilişkisi biçimine sahip. Kuşkusuz ülkelerin tercihleri, onların din eğitimi ve öğretimine bakışlarını da doğrudan veya dolaylı biçimde etkilemektedir. Gerek devlet okullarında gerekse özel okullarda din derslerinin yer alması, finansmanı ve uygulaması söz konusu ülkelerin siyasal ve kültürel gelenekleri ile yakında ilintilidir.
Bu açıdan bakıldığında somut olarak AB ülkelerinde geniş bir çeşitliliğin olduğu görülür. Örneğin Fransa’da, din-devlet ilişkilerinin diğer pek çok ülkeye göre daha keskin hatlarla ayrıldığı, bu nedenle kamu okullarında din eğitimi ve öğretimi dersi olmadığı görülmektedir. Ancak din veya dini topluluklar hakkında felsefe, edebiyat ve coğrafya gibi derslerde bilgiler verildiği görülmektedir. Öte yandan İngiltere gibi Devlet Başkanı’nın aynı zamanda İngiliz Kilisesi’nin (sembolik dahi olsa) başı olduğu bir ülkede ise laikliğin daha farklı yorumlandığı ve uygulandığı görülmektedir. Bu tercih İngiltere’deki din eğitimi ve öğretimi politikasına da yansımaktadır. İngiltere’de kamu okullarında din dersi okutulması zorunludur. Ancak isteyen veliler çocuklarını bu dersten çekme yetkisine sahiptir.
AB üyesi olan Yunanistan’da ise din-devlet ilişkilerinin daha yakın ve iç içe olduğu görülmekte, bu da din eğitimi ve öğretimi politikalarına yansımaktadır. İtalya’da din-devlet ilişkileri daha farklı algılanmakta, Almanya’da kilise hala bazı ayrıcalıklardan yararlanmaya devam etmekte, İsveç’te ulusal kiliseden vazgeçilmekte, Norveç’te ise benzer bir süreç yaşanmaktadır. Din-devlet ilişkilerindeki bütün bu çeşitlilik ilgili ülkelerin din eğitimi ve öğretimi politikalara da yansımaktadır. Bütün bunlar bize şunu göstermektedir: AB tek tip din-devlet ilişkisi empoze etmemektedir. Ayrıca din eğitimi ve öğretimini de her üye ülke için düzenleyen ortak bir mevzuat mevcut değildir. Bu konuyla ilgili düzenlemeler, üye ülkelerin iç hukukuna bırakılmıştır. Devlet, okul ve farklı inançlar arasındaki ilişkiler, AB bünyesinde üye ülkelerin hakimiyetine bağlı bulunmaktadır.
2- Evrensel İnsan Hakları Belgeleri ve Avrupa’da İnsan Hakları ve Din Özgürlükleri
Avrupa Birliği mevzuatında din eğitimi ve öğretimi konusunda belirleyici bir düzenleme olmadığı için bu konuyla ilgili çıkarımlar insan hakları, din ve vicdan özgürlükleri sözleşmelerinden çıkarılmaktadır. Temel insan hak ve özgürlükleri arasında vicdan ve din hürriyetlerinin çok önemli yeri olduğu küresel kabul görmektedir. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi (1948) ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (1950), Din ya da Kanaate Dayalı Her Türlü Hoşgörüsüzlük ve Ayrımcılığın Kaldırılmasına İlişkin Bildirge (1981) gibi belgeler, çağdaş uluslar arası hukukta evrensel düzeyde inanç özgürlüğünün korunması yolunda ciddi adımların atıldığını gösteriyor.
Din ve vicdan özgürlüğü, bireylerin kendi dinlerini öğrenme ve çocuklarına öğretme gibi eğitim ve öğretim içerikli özgürlükleri de kapsamaktadır. Örneğin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi bu konuda şunu söylemektedir: “Hiç kimsenin eğitim hakkı reddedilemez. Devlet, ebeveynlere kendi dini ve felsefi inançlarına uygun olarak bu eğitim ve öğretimi sağlama haklarına saygı gösterir”. Diğer taraftan Amsterdam Sözleşmesinin 11. maddesi “AB, üye ülkelerdeki kilise ve dini kurum ve toplulukların tabi olduğu statüye saygı duyar” ifadesine yer vermektedir. AB ülkelerindeki din eğitimi ve öğretimi doğrudan ve bağlayıcı bir mevzuata değil işte bu belgelere dayalı olarak sürdürülmektedir. Ancak her ülke bu özgürlüklerin hayata geçirilmesi konusunda kendi iç hukukunu uygulamaktadır.
3-Yurttaşlık, Çok Kültürlülük ve Kültürlerarası Etkileşim Eğitimi
Avrupa Birliği ülkeleri geniş bir kültürel zenginliğe sahiptir. Yirmi beş ayrı ülkenin üye olduğu bu topluluk farklı dinleri, kültürleri ve etnik toplulukları içinde barındırırken, mevcut farklılıklara saygı gösterilmesi, bireylerin öteki din ve kültürler hakkında bilgi edinerek iyi ve uyumlu birer yurttaş olarak yetişmeleri amaçlanmaktadır. Bu nedenle son yıllarda doğrudan din öğretimi dışında farklı dinleri ve kültürleri de tanıtan yurttaşlık ve kültürler arası ilişkiler dersleri de okutulmaktadır.
Özellikle 11 Eylül’den sonra gittikçe yükselen İslam fobisi bu tür derslere duyulan ihtiyacı daha belirgin hale getirmiştir. Çünkü Avrupa Birliği ülkelerinde sayıları 12-15 milyon olduğu tahmin edilen Müslüman nüfus yaşıyor. Ne var ki, Müslümanların inanç ve kültürlerine ilişkin bilgiler oldukça sığ ve çoğunluk yanlış bilgilere dayanmakta, kalıp yargıların etkisi her geçen artmakta ve bu gelişmeler toplumsal barışı tehdit etmektedir. İşte böylesine çeşitli unsurları barındıran sosyo-kültürel ve sosyo-politik ortamda, okullarda farklı din ve inançlara saygıyı hedefleyen derslerin konulması yönünde ciddi adımlar atılmaktadır. Din eğitim ve öğretiminin bir dayanağını işte da bu eğilim oluşturmaktadır.
Yazımının konusu açısından burada sorulması gereken temel sorular şunlar: AB Müktesebatında din eğitimi ve öğretimini düzenleyen bir yasa, yönetmelik veya mevzuat var mıdır? AB Anayasası din eğitimi ve öğretimine herhangi bir göndermede bulunuyor mu? Eğer üye ülkelerin yaptıkları anlaşmalar ile bu temel belgede bir düzenlemeye işaret edilmiyorsa bu konu hangi zemin ve belgelerde ele alınmaktadır? AB müktesebatını oluşturan belgeler kapsamlı bir şekilde gözden geçirildiğinde, din eğitimi ve öğretimini düzenleyen özel bir yasa veya yönetmelik olmadığını, yani AB mevzuatının bu konuyu doğrudan ele almadığını söylemek mümkün.
AB müktesebatında konuyla ilgili doğrudan düzenleyici bir organ veya belge olmadığına göre, AB ve din eğitimi tartışmalarında hangi bilgi ve belgelerden yararlanmak mümkün olacaktır? Kanaatimizce bu sorunun cevabı, yani Avrupa Birliği’nde din eğitimi ve öğretiminin düzenlenmesi ve uygulama biçimlerinin anlaşılması, birbirleriyle iç içe geçmiş bulunan üç bağlamın çözümlenmesinde yatmaktadır. Bu bağlamları şu şekilde sıralamak mümkündür:
1-AB ülkelerinde din-devlet ilişkisi modelleri
2- Evrensel İnsan Hakları Belgeleri ve Avrupa’da İnsan Hakları ve Din Özgürlükleri
3-Yurttaşlık, Çok Kültürlülük ve Kültürlerarası Etkileşim Eğitimi
1-AB ülkelerinde din-devlet ilişkisi modelleri
Kamuoyundaki yaygın kanaatin aksine Avrupa Birliği ülkeleri tek tip din-devlet ilişkisi modeline sahip değil. Yirmi beş AB üyesi ülkenin her biri kendi tarihsel deneyimleri, toplumsal yapıları ve siyasal tercihleri doğrultusunda kurgulanmış ve kurumlaşmış din-devlet ilişkisi biçimine sahip. Kuşkusuz ülkelerin tercihleri, onların din eğitimi ve öğretimine bakışlarını da doğrudan veya dolaylı biçimde etkilemektedir. Gerek devlet okullarında gerekse özel okullarda din derslerinin yer alması, finansmanı ve uygulaması söz konusu ülkelerin siyasal ve kültürel gelenekleri ile yakında ilintilidir.
Bu açıdan bakıldığında somut olarak AB ülkelerinde geniş bir çeşitliliğin olduğu görülür. Örneğin Fransa’da, din-devlet ilişkilerinin diğer pek çok ülkeye göre daha keskin hatlarla ayrıldığı, bu nedenle kamu okullarında din eğitimi ve öğretimi dersi olmadığı görülmektedir. Ancak din veya dini topluluklar hakkında felsefe, edebiyat ve coğrafya gibi derslerde bilgiler verildiği görülmektedir. Öte yandan İngiltere gibi Devlet Başkanı’nın aynı zamanda İngiliz Kilisesi’nin (sembolik dahi olsa) başı olduğu bir ülkede ise laikliğin daha farklı yorumlandığı ve uygulandığı görülmektedir. Bu tercih İngiltere’deki din eğitimi ve öğretimi politikasına da yansımaktadır. İngiltere’de kamu okullarında din dersi okutulması zorunludur. Ancak isteyen veliler çocuklarını bu dersten çekme yetkisine sahiptir.
AB üyesi olan Yunanistan’da ise din-devlet ilişkilerinin daha yakın ve iç içe olduğu görülmekte, bu da din eğitimi ve öğretimi politikalarına yansımaktadır. İtalya’da din-devlet ilişkileri daha farklı algılanmakta, Almanya’da kilise hala bazı ayrıcalıklardan yararlanmaya devam etmekte, İsveç’te ulusal kiliseden vazgeçilmekte, Norveç’te ise benzer bir süreç yaşanmaktadır. Din-devlet ilişkilerindeki bütün bu çeşitlilik ilgili ülkelerin din eğitimi ve öğretimi politikalara da yansımaktadır. Bütün bunlar bize şunu göstermektedir: AB tek tip din-devlet ilişkisi empoze etmemektedir. Ayrıca din eğitimi ve öğretimini de her üye ülke için düzenleyen ortak bir mevzuat mevcut değildir. Bu konuyla ilgili düzenlemeler, üye ülkelerin iç hukukuna bırakılmıştır. Devlet, okul ve farklı inançlar arasındaki ilişkiler, AB bünyesinde üye ülkelerin hakimiyetine bağlı bulunmaktadır.
2- Evrensel İnsan Hakları Belgeleri ve Avrupa’da İnsan Hakları ve Din Özgürlükleri
Avrupa Birliği mevzuatında din eğitimi ve öğretimi konusunda belirleyici bir düzenleme olmadığı için bu konuyla ilgili çıkarımlar insan hakları, din ve vicdan özgürlükleri sözleşmelerinden çıkarılmaktadır. Temel insan hak ve özgürlükleri arasında vicdan ve din hürriyetlerinin çok önemli yeri olduğu küresel kabul görmektedir. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi (1948) ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (1950), Din ya da Kanaate Dayalı Her Türlü Hoşgörüsüzlük ve Ayrımcılığın Kaldırılmasına İlişkin Bildirge (1981) gibi belgeler, çağdaş uluslar arası hukukta evrensel düzeyde inanç özgürlüğünün korunması yolunda ciddi adımların atıldığını gösteriyor.
Din ve vicdan özgürlüğü, bireylerin kendi dinlerini öğrenme ve çocuklarına öğretme gibi eğitim ve öğretim içerikli özgürlükleri de kapsamaktadır. Örneğin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi bu konuda şunu söylemektedir: “Hiç kimsenin eğitim hakkı reddedilemez. Devlet, ebeveynlere kendi dini ve felsefi inançlarına uygun olarak bu eğitim ve öğretimi sağlama haklarına saygı gösterir”. Diğer taraftan Amsterdam Sözleşmesinin 11. maddesi “AB, üye ülkelerdeki kilise ve dini kurum ve toplulukların tabi olduğu statüye saygı duyar” ifadesine yer vermektedir. AB ülkelerindeki din eğitimi ve öğretimi doğrudan ve bağlayıcı bir mevzuata değil işte bu belgelere dayalı olarak sürdürülmektedir. Ancak her ülke bu özgürlüklerin hayata geçirilmesi konusunda kendi iç hukukunu uygulamaktadır.
3-Yurttaşlık, Çok Kültürlülük ve Kültürlerarası Etkileşim Eğitimi
Avrupa Birliği ülkeleri geniş bir kültürel zenginliğe sahiptir. Yirmi beş ayrı ülkenin üye olduğu bu topluluk farklı dinleri, kültürleri ve etnik toplulukları içinde barındırırken, mevcut farklılıklara saygı gösterilmesi, bireylerin öteki din ve kültürler hakkında bilgi edinerek iyi ve uyumlu birer yurttaş olarak yetişmeleri amaçlanmaktadır. Bu nedenle son yıllarda doğrudan din öğretimi dışında farklı dinleri ve kültürleri de tanıtan yurttaşlık ve kültürler arası ilişkiler dersleri de okutulmaktadır.
Özellikle 11 Eylül’den sonra gittikçe yükselen İslam fobisi bu tür derslere duyulan ihtiyacı daha belirgin hale getirmiştir. Çünkü Avrupa Birliği ülkelerinde sayıları 12-15 milyon olduğu tahmin edilen Müslüman nüfus yaşıyor. Ne var ki, Müslümanların inanç ve kültürlerine ilişkin bilgiler oldukça sığ ve çoğunluk yanlış bilgilere dayanmakta, kalıp yargıların etkisi her geçen artmakta ve bu gelişmeler toplumsal barışı tehdit etmektedir. İşte böylesine çeşitli unsurları barındıran sosyo-kültürel ve sosyo-politik ortamda, okullarda farklı din ve inançlara saygıyı hedefleyen derslerin konulması yönünde ciddi adımlar atılmaktadır. Din eğitim ve öğretiminin bir dayanağını işte da bu eğilim oluşturmaktadır.
Türkiye Dindarlaşıyorsa Sekülerleşmeyi Nasıl Okumalıyız?
TESEV’in yayınladığı "Değişen Türkiye'de Din, Toplum ve Siyaset" başlıklı rapor Türkiye’de dindarlığın arttığını ancak bunun laiklik açısından bir tehdit ve tehlike olarak algılanmadığına işaret ediyor. Yani Türkiye’de gelişen dindarlık anlayışı ve pratikleri beraberinde bir din devleti kurulması talebini getirmiyor. Gerek TESEV raporunun gerekse diğer araştırmaların işaret ettiği toplumsal gerçekliği, yani Türk toplumunda dinin etkin bir kurum olduğu, demokratik ilkelerle harmanlandığı ve laik yapıyı dönüştürme iddiası taşımadığını nasıl okumalıyız? Türkiye’de din-modernite ve din-laiklik tartışmaları daha çok Batıda kabul görmüş söylemlerin gölgesinde tartışılıyor. Her ne kadar sosyal bilim çevrelerinde farklı modernitelerden bahsediliyor olsa da, Batı tecrübesinin verilerine dayalı kavramsallaştırmayı ve modernite-din arasında kurulan negatif korelasyonu vurgulayan yaklaşımlar ülkemizde hem entelektüel kesim arasında hem de bazı kurumlarda temel bakış açısı olma özelliğini sürdürüyor. Bu bakış açısıyla oluşturan siyasal söylemler, kültür politikaları ve popüler tartışmalar acaba genelde modern dünyada özelde ise Türkiye’de yaşanan toplumsal değişim, kültürel dönüşü ve kimlik söylemlerini ne öçlüde doğru yansıtıyor? Türkiye’deki yazar ve düşünürler Batı’da yükselen eleştirileri ne ölçüde kendi toplumlarına yansıtabiliyor? Batıda artan bir şekilde eleştirilen teorik çerçeveye dayalı şablon Türkiye gerçekleri ile ne kadar örtüşüyor? Bu soruların cevabı modernleşme ve sekülerleşme kuramlarının temellerine ilişkin sorgulamada yatmaktadır.
Modernleşme ve sekülerleşme kuramcıları, genel olarak modern değerler ve kurumları benimseyen ve bunları özümseyen toplumlarda, dinin toplumsal ve siyasal alanlardaki etkinliğinin ortadan kalkacağını, bireysel olarak ta dini pratikler ve ibadetlere katılım oranının düşeceğini savunuyordu. Halbuki, geride bıraktığımız yüzyılın son çeyreğinden itibaren dini eğilimlerin yükseliş trendi gösterdiği ve dini hareketlerin toplumsal ivme kazandığı gözleniyor. Yani modernizmin gelişmesi ile dinin gerileyeceğini ve toplumsal hayattaki etkisini kaybedeceğini öngören geleneksel sekülerleşme teorilerinin beklentilerinin aksine din hem sanayileşmiş ve gelişmiş ülkelerde hem de geleneksel kültür öğelerinin başat olduğu ülkelerde şaşırtıcı bir yükselişe geçmiş görünüyor.
Yeni gelişmeler ve eğilimler 19. yüzyılın büyük bir bölümünde baskın olan ve 20. yüzyılda da yaygın olarak kabul gören geleneksel sekülarizasyon kuramının yeniden ele alınması gerektiğini gösteriyor. 19. yüzyılda A. Comte, H. Spencer, E. Durkheim, M. Weber, K. Marks ve S. Freud gibi düşünürler sanayi toplumunun gelişimine paralel olarak dinin önem kaybedeceği görüşünü savunuyordu. "Dinin ölümü veya yok oluşu" şeklinde ifade edilebilecek bu yaklaşım 19. yüzyıl sosyal bilim anlayışına egemen olan anlayışı yansıtıyordu. C. Wright Mills Toplumbilimsel Düşün adlı eserinde bu yaklaşımı şu şekilde açıklar: "Dünya bir zamanlar düşünce, pratik ve kurumsal form alanlarında kutsal ile dolu idi. Reformasyon ve Rönesans'tan sonra modernleşme güçleri bütün dünyayı sardı ve modernleşme ile eşzamanlı tarihsel süreç olan sekülarizasyon kutsalın baskınlığını gevşetti. Özel alan hariç, zamanla kutsal bütünüyle yok olacaktır." Yirminci yüzyılın ortalarına gelindiğinde D. Martin, B. Wilson, P. L. Berger, S. Bruce, T. Luckmann ve K. Dobbelaere gibi toplumbilimciler de, Batı Avrupa’daki sekülerleşme deneyiminden hareketle dinin toplumsal hayat üzerindeki etkisinin yitireceği savunuyordu.
Toplumsal ve siyasal dönüşümlerin ortaya çıkardığı sekülerleşme süreci kuşkusuz farklı değişkenleri içinde barındıran çok katmanlı bir değişime işaret etmektedir. Yukarıda belirtilen toplumbilimcilerin savundukları sekülerleşme kuramları daha çok Batı Avrupa'daki din, toplum ve devlet ilişkilerinin tarihsel gelişimi bağlamında yaşanan süreçleri ele alması ve açıklaması bakından anlamlıdır. Peki, 19. yüzyıldan buügüne kadar sosyal bilimlerde ciddi bir şekilde eleştirilmeden yaygın kabul gören geleneksel sekülarizasyon kuramları günümüz dünyasındaki gelişmeleri yeterince açıklayabiliyor mu? Bu soruya evet cevabı vermek nerdeyse imkansız. Çünkü P. L. Berger ve G. Davie gibi bazı toplumbilimciler yaygın sekülerleşme kuramının Avrupa deneyimini yansıttığını, dünyanın diğer bölgelerindeki din-toplum ilişkilerini, dini davranışları ve dindarlık düzeylerini açıklayamadığını düşünmekteler. Bu nedenle özellikle Avrupa'nın geneli temsil etmediği tam tersine istisnai bir deneyimi temsil ettiğini savunmaktadırlar. Sekülarizasyonun son iki yüz yıl içinde Avrupa'nın dini hayatı ve yapısında ciddi etkiler yaptığı ve köklü değişimlere neden olduğu doğru olmakla birlikte Avrupa'nın deneyimi bir istisna olarak değerlendirilmektedir. Çünkü ABD, Hint yarımadası, Asya ülkeleri ve İslam dünyasındaki gelişmelere bir göz atıldığında, yani dinin toplum hayatında gittikçe artan önem kazanması gerçeğine bakıldığında geleneksel sekülarizasyon kuramının öngörülerinin Batı-Avrupa dışı toplumlarında doğru çıkmadığı görülmektedir.
Dini hareketlerin ivme kazanması, maneviyat ve anlam arayışının bir sonucu olarak yeni dini hareketlerin ortaya çıkması veya geleneksel dinlerde görülen ihya hareketleri, son yıllarda sekülarizasyon kuramı tarihindeki en çetin meydan okumayı ortaya çıkarmıştır. Örneğin 1960'larda sekülarizasyon kuramını savunan, yani modernleşmenin yükselişi ile dinin toplumsal hayattan çekileceği ve önemini kaybedeceğini savunanların bir kısmı yeni gelişmeler ve verileri göz önüne alarak bu görüşlerinin yanlış olduğunu kabul etmiştir. Sekülarizasyon kuramının yeniden gözden geçirilmesini savunanlar olduğu gibi bu kuramın analitik değerinin kalmadığını savunanlar da bulunmaktadır. Örneğin J. Hadden sekülarizasyon kuramının öne sürdüğü varsayımların iyi sınanmamış bir kuramdan çok bir doktrin veya ideolojik bir dogmaya dönüştürüldüğünü savunmaktadır. R. Stark ve R. Finke ise Hadden'den bir adım daha giderek nerdeyse iki yüzyıldır başarısız kehanetler öne sürerek geçmişi ve bugünü yanlış yansıtan sekülarizasyon doktrinin eleştirel bir gözle rafa kaldırılması gerektiğini görüşünü benimsemektedir.
Bir zamanlar sekülerleşme kuramını ısrarla savunan ancak artık bu kurama eleştiriler yönelten P. L. Berger de The Desecularization ofthe World: A Global Overview başlıklı makalesinde şu gözlemde bulunmaktadır: “Sekülerleşmiş bir dünyada yaşadığımız varsayımı yanlıştır. Bugün dünya bazı istisnalar dışında en az eskisi kadar hatta bazı yerlerde eskisinden daha fazla dindardır.” Berger'e göre sekülerleşme ve sekülerleşme süreçlerinin etkilerini içeren literatürün tümü esas itibariyle yanlışlıklar içermektedir. Modernleşme zorunlu olarak dinin gerilemesine neden olmamıştır. Hatta hayli modern toplumlarda bile din varlığını sürdürmüştür. Ancak modern toplumların bazılarında dinin varlığını sürdürmesi kurumsal anlamda çok etkin olmasa bile bireysel bilinç ve vicdan düzeyinde olmuştur. Örneğin Avrupa'daki sekülerleşme ve din ilişkisi söz olduğunda Fransız sosyolog D. Hervieu-Leger, dini bir hafıza zinciri olarak değerlendirir ve kolektif kimliğin önemli bir unsuru olduğunu savunur. Hervieu-Leger'e göre bir hafıza zinciri olarak din, inanan bireyi cemaate ve topluma bağlar, gelenek ise (ya da kolektif hafıza) bu insan topluluğunun varlığının temelini oluşturur. Hervieu-Leger, din konusunun merkezine geleneği, yani bir inanç zincirine referansı yerleştirmekle dinin geleceğinin birden bire kolektif hafıza problemi ile bağlantılı hale geleceğini belirtiyor. Hervieu-Leger modern Batı toplumlarının ve özelikle de Fransa'nın bir dereceye kadar kolektif hafıza krizi yaşadığını ve bu krizin, zincirde din hafızasından mahrum bırakacak bir kopuşa neden olduğunu iddia ediyor. Bütün bunlara rağmen Hervieu-Leger modern Avrupa toplumlarında (kolektif) hafıza ile din arasındaki zincirin kayıp halkasının tekrar keşfedildiğini savunuyor.
Geleneksel sekülerleşme kuramlarının beklentisinin tersine özellikle devlet müdahalesinin azaldığı, özgürlük alanlarının genişlediği, kurumsal rekabet ve yarışın günlük hayatın bir parçası haline geldiği toplumlarda dini cemaatler, gruplar, akımlar ve kurumlar sürekli bir rekabet halinde toplumsal hayatı paylaşma veya toplumdaki mevcut ekinlik alanlarını genişletme çabasına. Sivil yapı taşıyan bu örgütlenmeler ve kurumlar dini markette kendi kaynakları ile rekabet etmekte ve yukarıda zikredilen fırsat alanlarını kullanarak etkinlik kurmaya, görüşlerini yaymaya çalışmaktadır. Bu sosyolojik gerçekler ve yeni toplumsal yapı, geleneksel modernleşme ve sekülerleşme kuramlarının yeniden gözden geçirilmesini zorunlu kılıyor. Bir başka deyişle modernite-din ilişkileri ile ilgili soysal bilim araştırmalarında başlıca çerçeve olarak görülen sekülarizasyon paradigmasının günümüzde görülen dini farklılaşmayı ve hareketliliği de açıklayabilecek şekilde yeniden tanımlanması ve kamusal alanda din araştırmalarına meşru zemin yaratacak şekilde genişletilmesi gerekiyor.
Modernleşme ve sekülerleşme kuramcıları, genel olarak modern değerler ve kurumları benimseyen ve bunları özümseyen toplumlarda, dinin toplumsal ve siyasal alanlardaki etkinliğinin ortadan kalkacağını, bireysel olarak ta dini pratikler ve ibadetlere katılım oranının düşeceğini savunuyordu. Halbuki, geride bıraktığımız yüzyılın son çeyreğinden itibaren dini eğilimlerin yükseliş trendi gösterdiği ve dini hareketlerin toplumsal ivme kazandığı gözleniyor. Yani modernizmin gelişmesi ile dinin gerileyeceğini ve toplumsal hayattaki etkisini kaybedeceğini öngören geleneksel sekülerleşme teorilerinin beklentilerinin aksine din hem sanayileşmiş ve gelişmiş ülkelerde hem de geleneksel kültür öğelerinin başat olduğu ülkelerde şaşırtıcı bir yükselişe geçmiş görünüyor.
Yeni gelişmeler ve eğilimler 19. yüzyılın büyük bir bölümünde baskın olan ve 20. yüzyılda da yaygın olarak kabul gören geleneksel sekülarizasyon kuramının yeniden ele alınması gerektiğini gösteriyor. 19. yüzyılda A. Comte, H. Spencer, E. Durkheim, M. Weber, K. Marks ve S. Freud gibi düşünürler sanayi toplumunun gelişimine paralel olarak dinin önem kaybedeceği görüşünü savunuyordu. "Dinin ölümü veya yok oluşu" şeklinde ifade edilebilecek bu yaklaşım 19. yüzyıl sosyal bilim anlayışına egemen olan anlayışı yansıtıyordu. C. Wright Mills Toplumbilimsel Düşün adlı eserinde bu yaklaşımı şu şekilde açıklar: "Dünya bir zamanlar düşünce, pratik ve kurumsal form alanlarında kutsal ile dolu idi. Reformasyon ve Rönesans'tan sonra modernleşme güçleri bütün dünyayı sardı ve modernleşme ile eşzamanlı tarihsel süreç olan sekülarizasyon kutsalın baskınlığını gevşetti. Özel alan hariç, zamanla kutsal bütünüyle yok olacaktır." Yirminci yüzyılın ortalarına gelindiğinde D. Martin, B. Wilson, P. L. Berger, S. Bruce, T. Luckmann ve K. Dobbelaere gibi toplumbilimciler de, Batı Avrupa’daki sekülerleşme deneyiminden hareketle dinin toplumsal hayat üzerindeki etkisinin yitireceği savunuyordu.
Toplumsal ve siyasal dönüşümlerin ortaya çıkardığı sekülerleşme süreci kuşkusuz farklı değişkenleri içinde barındıran çok katmanlı bir değişime işaret etmektedir. Yukarıda belirtilen toplumbilimcilerin savundukları sekülerleşme kuramları daha çok Batı Avrupa'daki din, toplum ve devlet ilişkilerinin tarihsel gelişimi bağlamında yaşanan süreçleri ele alması ve açıklaması bakından anlamlıdır. Peki, 19. yüzyıldan buügüne kadar sosyal bilimlerde ciddi bir şekilde eleştirilmeden yaygın kabul gören geleneksel sekülarizasyon kuramları günümüz dünyasındaki gelişmeleri yeterince açıklayabiliyor mu? Bu soruya evet cevabı vermek nerdeyse imkansız. Çünkü P. L. Berger ve G. Davie gibi bazı toplumbilimciler yaygın sekülerleşme kuramının Avrupa deneyimini yansıttığını, dünyanın diğer bölgelerindeki din-toplum ilişkilerini, dini davranışları ve dindarlık düzeylerini açıklayamadığını düşünmekteler. Bu nedenle özellikle Avrupa'nın geneli temsil etmediği tam tersine istisnai bir deneyimi temsil ettiğini savunmaktadırlar. Sekülarizasyonun son iki yüz yıl içinde Avrupa'nın dini hayatı ve yapısında ciddi etkiler yaptığı ve köklü değişimlere neden olduğu doğru olmakla birlikte Avrupa'nın deneyimi bir istisna olarak değerlendirilmektedir. Çünkü ABD, Hint yarımadası, Asya ülkeleri ve İslam dünyasındaki gelişmelere bir göz atıldığında, yani dinin toplum hayatında gittikçe artan önem kazanması gerçeğine bakıldığında geleneksel sekülarizasyon kuramının öngörülerinin Batı-Avrupa dışı toplumlarında doğru çıkmadığı görülmektedir.
Dini hareketlerin ivme kazanması, maneviyat ve anlam arayışının bir sonucu olarak yeni dini hareketlerin ortaya çıkması veya geleneksel dinlerde görülen ihya hareketleri, son yıllarda sekülarizasyon kuramı tarihindeki en çetin meydan okumayı ortaya çıkarmıştır. Örneğin 1960'larda sekülarizasyon kuramını savunan, yani modernleşmenin yükselişi ile dinin toplumsal hayattan çekileceği ve önemini kaybedeceğini savunanların bir kısmı yeni gelişmeler ve verileri göz önüne alarak bu görüşlerinin yanlış olduğunu kabul etmiştir. Sekülarizasyon kuramının yeniden gözden geçirilmesini savunanlar olduğu gibi bu kuramın analitik değerinin kalmadığını savunanlar da bulunmaktadır. Örneğin J. Hadden sekülarizasyon kuramının öne sürdüğü varsayımların iyi sınanmamış bir kuramdan çok bir doktrin veya ideolojik bir dogmaya dönüştürüldüğünü savunmaktadır. R. Stark ve R. Finke ise Hadden'den bir adım daha giderek nerdeyse iki yüzyıldır başarısız kehanetler öne sürerek geçmişi ve bugünü yanlış yansıtan sekülarizasyon doktrinin eleştirel bir gözle rafa kaldırılması gerektiğini görüşünü benimsemektedir.
Bir zamanlar sekülerleşme kuramını ısrarla savunan ancak artık bu kurama eleştiriler yönelten P. L. Berger de The Desecularization ofthe World: A Global Overview başlıklı makalesinde şu gözlemde bulunmaktadır: “Sekülerleşmiş bir dünyada yaşadığımız varsayımı yanlıştır. Bugün dünya bazı istisnalar dışında en az eskisi kadar hatta bazı yerlerde eskisinden daha fazla dindardır.” Berger'e göre sekülerleşme ve sekülerleşme süreçlerinin etkilerini içeren literatürün tümü esas itibariyle yanlışlıklar içermektedir. Modernleşme zorunlu olarak dinin gerilemesine neden olmamıştır. Hatta hayli modern toplumlarda bile din varlığını sürdürmüştür. Ancak modern toplumların bazılarında dinin varlığını sürdürmesi kurumsal anlamda çok etkin olmasa bile bireysel bilinç ve vicdan düzeyinde olmuştur. Örneğin Avrupa'daki sekülerleşme ve din ilişkisi söz olduğunda Fransız sosyolog D. Hervieu-Leger, dini bir hafıza zinciri olarak değerlendirir ve kolektif kimliğin önemli bir unsuru olduğunu savunur. Hervieu-Leger'e göre bir hafıza zinciri olarak din, inanan bireyi cemaate ve topluma bağlar, gelenek ise (ya da kolektif hafıza) bu insan topluluğunun varlığının temelini oluşturur. Hervieu-Leger, din konusunun merkezine geleneği, yani bir inanç zincirine referansı yerleştirmekle dinin geleceğinin birden bire kolektif hafıza problemi ile bağlantılı hale geleceğini belirtiyor. Hervieu-Leger modern Batı toplumlarının ve özelikle de Fransa'nın bir dereceye kadar kolektif hafıza krizi yaşadığını ve bu krizin, zincirde din hafızasından mahrum bırakacak bir kopuşa neden olduğunu iddia ediyor. Bütün bunlara rağmen Hervieu-Leger modern Avrupa toplumlarında (kolektif) hafıza ile din arasındaki zincirin kayıp halkasının tekrar keşfedildiğini savunuyor.
Geleneksel sekülerleşme kuramlarının beklentisinin tersine özellikle devlet müdahalesinin azaldığı, özgürlük alanlarının genişlediği, kurumsal rekabet ve yarışın günlük hayatın bir parçası haline geldiği toplumlarda dini cemaatler, gruplar, akımlar ve kurumlar sürekli bir rekabet halinde toplumsal hayatı paylaşma veya toplumdaki mevcut ekinlik alanlarını genişletme çabasına. Sivil yapı taşıyan bu örgütlenmeler ve kurumlar dini markette kendi kaynakları ile rekabet etmekte ve yukarıda zikredilen fırsat alanlarını kullanarak etkinlik kurmaya, görüşlerini yaymaya çalışmaktadır. Bu sosyolojik gerçekler ve yeni toplumsal yapı, geleneksel modernleşme ve sekülerleşme kuramlarının yeniden gözden geçirilmesini zorunlu kılıyor. Bir başka deyişle modernite-din ilişkileri ile ilgili soysal bilim araştırmalarında başlıca çerçeve olarak görülen sekülarizasyon paradigmasının günümüzde görülen dini farklılaşmayı ve hareketliliği de açıklayabilecek şekilde yeniden tanımlanması ve kamusal alanda din araştırmalarına meşru zemin yaratacak şekilde genişletilmesi gerekiyor.
Avrupa Birliği Ülkelerinde Dini Yapı
TÜBİTAK Bilimsel Toplantı Destekleme Programı çerçevesinde desteklenmesine karar verilen “Avrupa Birliği Ülkelerinde Dini Yapı: Dini Kurumlar, Din Hizmetleri ve Örgün/Yaygın Din Eğitimi” konulu sempozyum önerildiği ve onaylandığı destekleme sözleşmesi kuralları çerçevesince 9-10 Aralık 2006 tarihinde TDV İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM) Konferans Salonu, İcadiye Bağlarbaşı Cd., NO. 40, 34662 Üsküdar/İstanbul adresinde gerçekleştirilmiştir.
Toplantı öngörüldüğü ve planlandığı biçimde gerçekleşmiş ve umulan bilimsel çıktılara ulaşılmıştır. Toplantıda, Türkiye de dahil, on üç ülke raporuna ilaveten üç çerçeve konuşması yapılmıştır. Devlet Bakanı Prof. Dr. Mehmet S. Aydın ve Diyanet İşleri Başkanı’nın birer değerlendirme konuşması yaptığı toplantıya Prof. Dr. Mehmet Görmez, Prof. Dr. Gerhard Robbers, Prof. Dr. Rik Torfs, Prof. Dr. Francis Messner, Prof. Dr. Sophie van Bijsterveld, Rebecca Catto, Prof. Dr. Alessandro Ferrari, Prof. Dr.Javier Martinz-Torron, Dr. Lars Friedner, Prof. Dr. Michal Rynkowski, Prof. Dr. Charalambos Papasthatis, Prof. Dr. Silvio Ferrari, Prof. Dr. Grace Davie, Prof. Dr. Cole Durham ve Prof. Dr. Lisbet Christoffersen bildiri ile katılmıştır.
Geniş bir izleyici kitlesinin hazır bulunduğu toplantıya bilim çevreleri, sivil toplum kuruluşu temsilcileri, düşünce kuruluşu temsilcileri, üniversite mensupları, YÖK temsilcisi ve medya mensupları katılmıştır. Konuyla ilgili Türkiye’deki en kapsamlı sempozyum olan bu etkinlikte on iki Avrupa ülkesi hakkında karşılaştırmalı veriler sağlanmış ve sempozyum konusu ile ilgili sistematik bilgi birikimine katkıda bulunulmuştur. Sempozyumdaki sunumlar, Diyanet İşleri Başkanlığı, bu kurumdan sorumlu Devlet Bakanlığı, AB üyelik müzakerelerinden sorumlu kurumlar, Avrupa Birliği Genel Sekreterliği, Milli Eğitim Bakanlığı ve Din Öğretimi Genel Müdürlüğü, Yurt Dışında Yaşayan Türk Vatandaşlarının Sorunlarından Sorumlu Devlet Bakanlığı, İlahiyat Fakülteleri ve AB konularında çalışan uzmanlar, eğitimciler, araştırma merkezleri ve sivil toplum kuruluşlarının çalışmaları katkıda bulunacak bilgiler sağlamıştır. Sempozyumdaki tartışmaların kapsamı ve derinliği konuyla ilgili yeni projelerin yürütülmesini gündeme getirmiş ve diğer on üç AB üyesi ülke hakkında da aynı konuları içeren çalışmalar yapılmasına karar verilmiştir.
Toplantı, Türk ve Avrupalı bilim insanlarını aynı platformda buluşturmuş, ortak ilgi alanları olanların fikir-alış verişinde bulunmasına imkan sağlayarak yeni araştırma ağları oluşmasına ve Türk bilim insanlarının mevcut ağlara katılmasına fırsat yaratmıştır. Toplantı, tartışmalar ve soru-cevaplar sırasında Türk bilim dünyasının birikimlerinin yansıtılmasına da fırsat yaratmıştır.
Toplantının somut çıktıları arasında hem Türkçe hem de İngilizce olarak yaklaşık 600 sayfalık bir hacimde basılarak katılımcılara verilen sempozyum kitabı yer almaktadır. Toplantıya bildiri ile katılanların tümü, sempozyum sırasındaki tartışmalar ışığında sunumlarını gözden geçirerek tekrar yürütücüye gönderecek ve bunlar hem Türkçe hem de İngilizce iki ayrı kitap halinde yayınlanarak kamuoyuna ve TÜBİTAK’a sunulacaktır.
TÜBİTAK, anılan etkinliğin gerçekleşmesini destekleyerek bilimsel çalışmalara çok yönlü katkıda sağlamış ve yeni projelerin hazırlanmasına öncelik etmiştir.
Toplantı öngörüldüğü ve planlandığı biçimde gerçekleşmiş ve umulan bilimsel çıktılara ulaşılmıştır. Toplantıda, Türkiye de dahil, on üç ülke raporuna ilaveten üç çerçeve konuşması yapılmıştır. Devlet Bakanı Prof. Dr. Mehmet S. Aydın ve Diyanet İşleri Başkanı’nın birer değerlendirme konuşması yaptığı toplantıya Prof. Dr. Mehmet Görmez, Prof. Dr. Gerhard Robbers, Prof. Dr. Rik Torfs, Prof. Dr. Francis Messner, Prof. Dr. Sophie van Bijsterveld, Rebecca Catto, Prof. Dr. Alessandro Ferrari, Prof. Dr.Javier Martinz-Torron, Dr. Lars Friedner, Prof. Dr. Michal Rynkowski, Prof. Dr. Charalambos Papasthatis, Prof. Dr. Silvio Ferrari, Prof. Dr. Grace Davie, Prof. Dr. Cole Durham ve Prof. Dr. Lisbet Christoffersen bildiri ile katılmıştır.
Geniş bir izleyici kitlesinin hazır bulunduğu toplantıya bilim çevreleri, sivil toplum kuruluşu temsilcileri, düşünce kuruluşu temsilcileri, üniversite mensupları, YÖK temsilcisi ve medya mensupları katılmıştır. Konuyla ilgili Türkiye’deki en kapsamlı sempozyum olan bu etkinlikte on iki Avrupa ülkesi hakkında karşılaştırmalı veriler sağlanmış ve sempozyum konusu ile ilgili sistematik bilgi birikimine katkıda bulunulmuştur. Sempozyumdaki sunumlar, Diyanet İşleri Başkanlığı, bu kurumdan sorumlu Devlet Bakanlığı, AB üyelik müzakerelerinden sorumlu kurumlar, Avrupa Birliği Genel Sekreterliği, Milli Eğitim Bakanlığı ve Din Öğretimi Genel Müdürlüğü, Yurt Dışında Yaşayan Türk Vatandaşlarının Sorunlarından Sorumlu Devlet Bakanlığı, İlahiyat Fakülteleri ve AB konularında çalışan uzmanlar, eğitimciler, araştırma merkezleri ve sivil toplum kuruluşlarının çalışmaları katkıda bulunacak bilgiler sağlamıştır. Sempozyumdaki tartışmaların kapsamı ve derinliği konuyla ilgili yeni projelerin yürütülmesini gündeme getirmiş ve diğer on üç AB üyesi ülke hakkında da aynı konuları içeren çalışmalar yapılmasına karar verilmiştir.
Toplantı, Türk ve Avrupalı bilim insanlarını aynı platformda buluşturmuş, ortak ilgi alanları olanların fikir-alış verişinde bulunmasına imkan sağlayarak yeni araştırma ağları oluşmasına ve Türk bilim insanlarının mevcut ağlara katılmasına fırsat yaratmıştır. Toplantı, tartışmalar ve soru-cevaplar sırasında Türk bilim dünyasının birikimlerinin yansıtılmasına da fırsat yaratmıştır.
Toplantının somut çıktıları arasında hem Türkçe hem de İngilizce olarak yaklaşık 600 sayfalık bir hacimde basılarak katılımcılara verilen sempozyum kitabı yer almaktadır. Toplantıya bildiri ile katılanların tümü, sempozyum sırasındaki tartışmalar ışığında sunumlarını gözden geçirerek tekrar yürütücüye gönderecek ve bunlar hem Türkçe hem de İngilizce iki ayrı kitap halinde yayınlanarak kamuoyuna ve TÜBİTAK’a sunulacaktır.
TÜBİTAK, anılan etkinliğin gerçekleşmesini destekleyerek bilimsel çalışmalara çok yönlü katkıda sağlamış ve yeni projelerin hazırlanmasına öncelik etmiştir.
Avrupa’da Din ve Toplum Üzerine
Geçtiğimiz hafta sonunda, yani 9-10 Aralık tarihinde İstanbul büyük bir konferansa ev sahipliği yaptı. “Avrupa Birliği Ülkelerinde Din-Devlet İlişkisi: Hukuki Yapı, Din Eğitimi ve Din Hizmetleri” konulu bilimsel araştırma projesinin sonuçlarının tartışıldığı topantıya 12 ülkeden toplam 20 bilim insanı katıldı. Açılış konuşmasını Prof. Dr. Ali Bardakoğlu (Diyanet İşleri Başkanı), Prof. Dr. M. Akif Aydın (İslam Araştırmaları Merkezi Başkanı) yaptığı toplantının kapanıl ve değerlendirme konuşmasını ise Devlet Bakanı Prof. Dr. Mehmet S. Aydın yaptı. Ayrıca proje kapsamındaki on iki ülkeden araştırmaya katılan Gerhard Robbers, Richard Potz, Rik Torfs, Francis Messner, Sophie van Bijsterveld, Alessandro Ferrari, Javier Martinez Torron, Lars Friedner, Michal Rynkowski, Charalambos Papasthatis, Lisbet Christoffersen, Grace Davie, Silvio Ferrari, Cole Durham ve Rebecca Catto’da İstanbul’e gelerek yaptıkları araştırmayı geniş bir kitle ile paylaştı.
Prof. Dr. Ali Bardakoğlu (Diyanet İşleri Başkanı) açış konuşmasında çok önemli konulara değindi ve tek bir Avrupa modeli olmadığını belirtti. Bardakoğlu konuşmasında farklı moderniteler olduğunu, hem modern hem de dindar olunabileceğini söyledi. Her modern toplumun dinden kopmak zorunda olmadığını belirten Bardakoğlu, bazı istisnalar dışında dünyanın eskisinden daha dindar olduğunu söyledi. Bunlar önemli tespitler çünkü modern dünya dinin gittikçe hayatımızdan çekileceğini söylüyordu. Halbuki bugün din hayatımızın içinde, önemli bir kimlik referansı ve daha da önemlisi bize hayat ve ölüm nedir sorularının cevabını veren önemli bir kaynak.
Toplantının ilk bildirisini İngiliz Profesör Grace Davie yaptı. Exeter Üniversitesi’nde hocalık yapan Prof. Davie konuşmasında “21. yüzyıl Avrupa’sında dinin yerini anlamak istiyorsak pek çok faktörü hesaba katmak durumundayız. Geçmişte Avrupa kültürünün şekillenmesinde kiliselerin oynadığı rol, çoğunluğun inanç ve davranışlarını kontrol edemese de kilisenin modern Avrupalının hayatında özel bir yere sahip olması, kiliseye düzenli olarak gitme oranlarındaki değişim ve Avrupa’da dünyanın farklı bölgelerinden değişik dini yönelimlere sahip insanların bulunması gibi faktörler bunlardan bazılarıdır” gözlemini dile getirdi.
Hıristiyan geleneğin, Avrupa’nın teşekkülünde etkili olan en önemli unsurlardan birisi olduğuna dikkat çeken Davie, modern İngiltere’de katedrallerin ve şehir merkezindeki kiliselerin popüler olduğunu belirtti. Katedraller ve onların eşdeğerleri farklı bireylere hitap etmektedir; düzenli ya da düzensiz olarak ibadet edenler, hacılar ve turistler tarafından ziyaret edilmektedir. Gelenler hem şehirli hem de dindar kimselerdir. Bu yüzden buraların bakımı ve imkânlarıyla ilgili bağlantılar, finans konusunda çözülmesi zor tartışmalara yol açmaktadır. Tüketim açısından konuya yaklaşıldığında katedraller, kendine has ürünleri olan yerlerdir: geleneksel komünyon (ekmek-şarap) ayini, üst sınıf müzik, şaşaalı bir vaaz ve bütün bunların tarihi ve güzel binalarda sunulması. Bir katedrali ziyaret etmek aynı zamanda çok rağbet gören estetik bir tecrübedir. Bu yerler müşterek aktivitelere katılmanın zorunlu olmadığı yerlerdir. Dolayısıyla katedraller evanjelik kiliselerin bir yansımasıdırlar.
Avrupa’da dini hayatın durumu nedir sorusunu da soran Davie bu konuda şunları söyledi: “Avrupa’da dini hayatın durumu yerli toplumlar ve göçmenlere bağlı olarak ülkeden ülkeye değişmektedir. Avrupa’nın dini hayatında aynı anda pek çok değişiklikler olmaktadır. Ortaya çıkan her şey aynı zamanda başka bir oluşuma denk düşmekte ve her bir oluşum diğerini tetiklemektedir. Tarihi kiliseler varlıklarını devam ettirmekle birlikte nüfusun büyük bir bölümünün dini düşüncesini kontrol etme kapasitesini yitirmektedirler. Aynı zamanda dini tercih alanı, kilise içinde ve dışında genişlemektedir. Avrupa’ya olan göçlerle birlikte yeni din formları da Avrupa’ya girmektedir. Sonuç olarak, en azından dışarıdan gelen insanlardan bir kısmı Avrupa toplumlarında dinin yeriyle ilgili öngörülen önermelere önemli itirazlarda bulunmaktadırlar”. Sempozyumdaki önemli tartışmaları zaman zaman burada dile getirmeye devam edeceğiz.
Prof. Dr. Ali Bardakoğlu (Diyanet İşleri Başkanı) açış konuşmasında çok önemli konulara değindi ve tek bir Avrupa modeli olmadığını belirtti. Bardakoğlu konuşmasında farklı moderniteler olduğunu, hem modern hem de dindar olunabileceğini söyledi. Her modern toplumun dinden kopmak zorunda olmadığını belirten Bardakoğlu, bazı istisnalar dışında dünyanın eskisinden daha dindar olduğunu söyledi. Bunlar önemli tespitler çünkü modern dünya dinin gittikçe hayatımızdan çekileceğini söylüyordu. Halbuki bugün din hayatımızın içinde, önemli bir kimlik referansı ve daha da önemlisi bize hayat ve ölüm nedir sorularının cevabını veren önemli bir kaynak.
Toplantının ilk bildirisini İngiliz Profesör Grace Davie yaptı. Exeter Üniversitesi’nde hocalık yapan Prof. Davie konuşmasında “21. yüzyıl Avrupa’sında dinin yerini anlamak istiyorsak pek çok faktörü hesaba katmak durumundayız. Geçmişte Avrupa kültürünün şekillenmesinde kiliselerin oynadığı rol, çoğunluğun inanç ve davranışlarını kontrol edemese de kilisenin modern Avrupalının hayatında özel bir yere sahip olması, kiliseye düzenli olarak gitme oranlarındaki değişim ve Avrupa’da dünyanın farklı bölgelerinden değişik dini yönelimlere sahip insanların bulunması gibi faktörler bunlardan bazılarıdır” gözlemini dile getirdi.
Hıristiyan geleneğin, Avrupa’nın teşekkülünde etkili olan en önemli unsurlardan birisi olduğuna dikkat çeken Davie, modern İngiltere’de katedrallerin ve şehir merkezindeki kiliselerin popüler olduğunu belirtti. Katedraller ve onların eşdeğerleri farklı bireylere hitap etmektedir; düzenli ya da düzensiz olarak ibadet edenler, hacılar ve turistler tarafından ziyaret edilmektedir. Gelenler hem şehirli hem de dindar kimselerdir. Bu yüzden buraların bakımı ve imkânlarıyla ilgili bağlantılar, finans konusunda çözülmesi zor tartışmalara yol açmaktadır. Tüketim açısından konuya yaklaşıldığında katedraller, kendine has ürünleri olan yerlerdir: geleneksel komünyon (ekmek-şarap) ayini, üst sınıf müzik, şaşaalı bir vaaz ve bütün bunların tarihi ve güzel binalarda sunulması. Bir katedrali ziyaret etmek aynı zamanda çok rağbet gören estetik bir tecrübedir. Bu yerler müşterek aktivitelere katılmanın zorunlu olmadığı yerlerdir. Dolayısıyla katedraller evanjelik kiliselerin bir yansımasıdırlar.
Avrupa’da dini hayatın durumu nedir sorusunu da soran Davie bu konuda şunları söyledi: “Avrupa’da dini hayatın durumu yerli toplumlar ve göçmenlere bağlı olarak ülkeden ülkeye değişmektedir. Avrupa’nın dini hayatında aynı anda pek çok değişiklikler olmaktadır. Ortaya çıkan her şey aynı zamanda başka bir oluşuma denk düşmekte ve her bir oluşum diğerini tetiklemektedir. Tarihi kiliseler varlıklarını devam ettirmekle birlikte nüfusun büyük bir bölümünün dini düşüncesini kontrol etme kapasitesini yitirmektedirler. Aynı zamanda dini tercih alanı, kilise içinde ve dışında genişlemektedir. Avrupa’ya olan göçlerle birlikte yeni din formları da Avrupa’ya girmektedir. Sonuç olarak, en azından dışarıdan gelen insanlardan bir kısmı Avrupa toplumlarında dinin yeriyle ilgili öngörülen önermelere önemli itirazlarda bulunmaktadırlar”. Sempozyumdaki önemli tartışmaları zaman zaman burada dile getirmeye devam edeceğiz.
AB Ülkelerinde Din Devlet İlişkisi Sempozyumu
AB Ülkelerinde Din Devlet İlişkisi / Religion and State in Europe
Uluslararası Sempozyum / International Symposium
Islam Araştırmaları Merkezi (ISAM), Istanbul
9 Aralık 2006 Cumartesi / 9 December 2006 Saturday
10:00-10:45 • Açılış Konuşmaları / Opening Speeches
Prof. Dr. M. Akif Aydın - İSAM Başkanı - Director
Prof. Dr. Ali Köse - Doç. Dr. Talip Küçükcan
Prof. Dr. Ali Bardakoğlu – Diyanet İşleri Başkanı - President of Religious Affairs
Prof. Dr. Mehmet S. Aydın - Devlet Bakanı - State Minister
10:45-11.15 • Çerçeve Konuşması / Keynote Address
Din ve Toplum: Avrupa Deneyimi Bir İstisna mı? / Religion and Society: Is Europe an Exceptional Case?
Prof. Dr. Grace Davie - Exeter Üniversitesi
11.15-11.30 • Ara / Break
11:30-12:45 • I. Oturum / Session I
Başkan / Chair: Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı
İstanbul Müftüsü - Grand Mufti of İstanbul
Türkiye / Turkey
Prof. Dr. Mehmet Görmez - Diyanet İşleri Başkan Yrd.
Vice President of Religious Affairs
Almanya / Germany
Prof. Dr. Gerhard Robbers - Trier Üniversitesi
İsveç / Sweden
Prof. Dr. Lars Friedner - İsveç Kilisesi Genel Sekreteri
12:45-13:30 • Yemek Arası / Lunch Break
13.30-14.00 • Çerçeve Konuşması / Keynote Address
AB Hukuk Sisteminde Din / Religion and Religious Communities in the EU Legal System
Prof. Dr. Silvio Ferrari - Milan Üniversitesi
14.00-15:00 • II. Oturum / Session II
Başkan / Chair: Doç. Dr. Nuray Mert - İstanbul Üniversitesi
Hollanda / Holland
Prof. Dr. Sophie van Bijsterveld - Tilburg Üniversitesi
İngiltere / England
Prof. Dr. Grace Davie ve Rebecca Catto - Exeter Üniversitesi
15.00-15.15 • Ara / Break
15.15: 16.45 • III. Oturum / Session III
Başkan / Chair: Dr. Pablo Martin Asuero - Cervantes Enstitüsü
İtalya / Italy
Prof. Dr. Alessandro Ferrari - Insubria Üniversitesi
İspanya / Spain
Prof. Dr. Javier Martinez Torron - Complutense Üniversitesi
Yunanistan / Greece
Prof. Dr. Charalambos Papasthatis - Selanik Üniversitesi
10 Aralık 2006 Pazar / 10 December 2006 Sunday
10.00-10.30 • Çerçeve Konuşması / Keynote Address
Küreselleşme ve Din Özgürlüğü / Globalization and Freedom of Religion
Prof. Dr. Cole Durham - Brigham Young Üniversitesi
10.30-11.30 • IV. Oturum / Session IV
Başkan / Chair: Prof. Dr. Kenan Gürsoy - Galatasaray Üniversitesi
Fransa / France
Prof. Dr. Francis Messner - CNRS
Belçika / Belgium
Prof. Dr. Rik Torfs - Leuven Üniversitesi
Danimarka / Denmark
Prof. Dr. Lisbet Christoffersen - Kopenhag Üniversitesi
11.30-11.45 • Ara / Break
11.45-12.45 • V. Oturum / Session V
Başkan / Chair: Prof. Dr. Edibe Sözen - İstanbul Üniversitesi
Polonya / Poland
Prof. Dr. Michal Rynkowski - Wroclaw Üniversitesi
Avusturya / Austria
Prof. Dr. Richard Potz - Viyana Üniversitesi
12.45-13.15 • Kapanış ve Değerlendirme / Concluding Remarks
Prof. Dr. Grace Davie
Prof. Dr. Silvio Ferrari
Prof. Dr. Cole Durham
Doç. Dr. Talip Küçükcan
13.15 • Yemek / Lunch
Konferans Yeri / Venue
ISLAM ARASTIRMALARI MERKEZI
Icadiye Baglarbasi Cad. No. 40
Uskudar-Baglarbasi-Istanbul
0216 4740850
Uluslararası Sempozyum / International Symposium
Islam Araştırmaları Merkezi (ISAM), Istanbul
9 Aralık 2006 Cumartesi / 9 December 2006 Saturday
10:00-10:45 • Açılış Konuşmaları / Opening Speeches
Prof. Dr. M. Akif Aydın - İSAM Başkanı - Director
Prof. Dr. Ali Köse - Doç. Dr. Talip Küçükcan
Prof. Dr. Ali Bardakoğlu – Diyanet İşleri Başkanı - President of Religious Affairs
Prof. Dr. Mehmet S. Aydın - Devlet Bakanı - State Minister
10:45-11.15 • Çerçeve Konuşması / Keynote Address
Din ve Toplum: Avrupa Deneyimi Bir İstisna mı? / Religion and Society: Is Europe an Exceptional Case?
Prof. Dr. Grace Davie - Exeter Üniversitesi
11.15-11.30 • Ara / Break
11:30-12:45 • I. Oturum / Session I
Başkan / Chair: Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı
İstanbul Müftüsü - Grand Mufti of İstanbul
Türkiye / Turkey
Prof. Dr. Mehmet Görmez - Diyanet İşleri Başkan Yrd.
Vice President of Religious Affairs
Almanya / Germany
Prof. Dr. Gerhard Robbers - Trier Üniversitesi
İsveç / Sweden
Prof. Dr. Lars Friedner - İsveç Kilisesi Genel Sekreteri
12:45-13:30 • Yemek Arası / Lunch Break
13.30-14.00 • Çerçeve Konuşması / Keynote Address
AB Hukuk Sisteminde Din / Religion and Religious Communities in the EU Legal System
Prof. Dr. Silvio Ferrari - Milan Üniversitesi
14.00-15:00 • II. Oturum / Session II
Başkan / Chair: Doç. Dr. Nuray Mert - İstanbul Üniversitesi
Hollanda / Holland
Prof. Dr. Sophie van Bijsterveld - Tilburg Üniversitesi
İngiltere / England
Prof. Dr. Grace Davie ve Rebecca Catto - Exeter Üniversitesi
15.00-15.15 • Ara / Break
15.15: 16.45 • III. Oturum / Session III
Başkan / Chair: Dr. Pablo Martin Asuero - Cervantes Enstitüsü
İtalya / Italy
Prof. Dr. Alessandro Ferrari - Insubria Üniversitesi
İspanya / Spain
Prof. Dr. Javier Martinez Torron - Complutense Üniversitesi
Yunanistan / Greece
Prof. Dr. Charalambos Papasthatis - Selanik Üniversitesi
10 Aralık 2006 Pazar / 10 December 2006 Sunday
10.00-10.30 • Çerçeve Konuşması / Keynote Address
Küreselleşme ve Din Özgürlüğü / Globalization and Freedom of Religion
Prof. Dr. Cole Durham - Brigham Young Üniversitesi
10.30-11.30 • IV. Oturum / Session IV
Başkan / Chair: Prof. Dr. Kenan Gürsoy - Galatasaray Üniversitesi
Fransa / France
Prof. Dr. Francis Messner - CNRS
Belçika / Belgium
Prof. Dr. Rik Torfs - Leuven Üniversitesi
Danimarka / Denmark
Prof. Dr. Lisbet Christoffersen - Kopenhag Üniversitesi
11.30-11.45 • Ara / Break
11.45-12.45 • V. Oturum / Session V
Başkan / Chair: Prof. Dr. Edibe Sözen - İstanbul Üniversitesi
Polonya / Poland
Prof. Dr. Michal Rynkowski - Wroclaw Üniversitesi
Avusturya / Austria
Prof. Dr. Richard Potz - Viyana Üniversitesi
12.45-13.15 • Kapanış ve Değerlendirme / Concluding Remarks
Prof. Dr. Grace Davie
Prof. Dr. Silvio Ferrari
Prof. Dr. Cole Durham
Doç. Dr. Talip Küçükcan
13.15 • Yemek / Lunch
Konferans Yeri / Venue
ISLAM ARASTIRMALARI MERKEZI
Icadiye Baglarbasi Cad. No. 40
Uskudar-Baglarbasi-Istanbul
0216 4740850
Oliver Leman: Yirmi Birinci Yüzyılda Din
Prof. Dr. Olivier Leaman SETA'da (Ankara), “Yirmi Birinci Yüzyılda Din”konulu bir konferans verdi. İşte Özeti:
Olivier Leaman, “Yirmi Birinci Yüzyılda Din” başlıklı konuşmasında, modernleşme, laiklik ve küreselleşme süreçlerinin din üzerindeki etkilerini tartışarak, geride bıraktığımız yüzyılda olduğu gibi yirmi birinci yüzyılda da dini inanç ve toplulukların canlı ve dinamik bir şekilde varlıklarını sürdüreceğini savundu. Dinin geleceğine ilişkin konuşmasını toplum, ekonomi, kültür ve siyaset bağlamında sürdüren Leaman, yüzyıl önce hem Hıristiyan hem de İslam dünyasında dinin geleceğine olumsuz bakıldığını, dini inanç ve kurumların zorluklarla karşılaştığını, örneğin bilim, teknoloji ve modernitenin yükselişinin Batı’da dinin geleceğini tehdit ettiğini, İslam dünyasında ise siyasal birliğin bozulması sonu Batı sömürgeciliğinin yayıldığını belirtti. Bütün bu tarihsel deneyimler sırasında dinin artık bir geleceğinin olmadığı, bilim, teknoloji, modernite ve sekülarizm karşısında eriyip yok olacağı düşüncesinin yaygın kabul gördüğüne işaret eden Leaman, sosyal bilimcilerin 1950’li yıllara kadar benimsediği dinin sonunun geleceği kuramının sadece bir kehanet olarak kaldığını ve gerçekleşmediğini ifade etti.
Aşırı genellemeleri doğru bulmadığını ve din-toplum ilişkilerinin karmaşık bir tabiatı olduğunu ifade eden Leaman, dinlerin çoğu kez kendilerini yeni durum ve şartlara uyum sağlayacak biçimde yeniden tanımladıklarını, bu nedenle de sekülarizasyon ve modernleşmenin etkilerinin sınırlı kaldığı iddiasında bulundu. Türkiye ve ABD arasında bu açıdan benzerlikler kuran Leaman’a göre, her iki ülkede anayasal laiklik mevcut olmasına karşın aktif ve dinamik bir dini hayat varlığını sürdürmektedir. Özellikle ABD’deki dindarlık ve dini yaşantı üzerine yoğunlaşan Leaman, Amerikan halkı için dinin hala önemli olduğunu, dinle ilgili olumlu ifadeler kullanıldığını, bu ülkede az sayıda ateist veya din karşıtı bulunduğunu belirtti. Leaman’a göre halk, laik ülke toplumlarında, laik olmayan veya teokratik olan toplumlara göre daha dindar bir profil çizmektedir. İngiltere örneği ile bu savını güçlendirmeye çalışan Leaman’a göre Kraliçe aynı zamanda Anglikan Kilisesi’nin de başında bulunmaktadır ki bu en azından form olarak ABD’deki laiklikten farklılaşmaktadır. Ayıca İngiltere’de kamu fonlarından yararlanan çok sayıda Katolik, Protestan ve Yahudi okulu bulunmaktadır. Ne var ki, ABD ile karşılaştırıldığında İngiltere’de, Tanrı inancı ve kilisede ibadet etme gibi dindarlık göstergeleri oldukça düşüktür ve bu ülkede ateist veya agnostik olanların oranı daha fazladır.
Yirminci yüzyılda sekülarizm ve dinin aynı sosyal, kültürel ve politik ortamda birlikte var olabildiğini ifade eden Leaman, aksi yönde beklentilere rağmen dinin varlığını sürdürmesi ve etkisini artırmasını başlıca iki faktörle açıklamaktadır. Ona göre bu faktörlerden biri dinin esnek yapısı, değişime açık olması ve yeni şartlara uyum sağlayacak biçimde dönüşmesidir. Bir diğer faktör ise sekülarizmdir. Leaman’a göre sekülarizm din açısında bir tehdit veya tehlike değildir. Eğer öyle olsaydı son yüzyıl içinde din ortadan kaybolur giderdi. Din ve sekülarizasyonun zorunlu olarak çatışmaları gerekmediğini savunan Leaman’a göre yirmi birinci yüzyıl hem din hem de sekülerleşmenin yükselişine tanıklık edecektir. Konuşmasını Alman düşünür Walter Benjamin’den bir alıntı sürdüren Leaman, Benjamin’in çarpıcı gözlemlerde bulunduğunu, ona göre modern toplumların giderek parçalanmakta olduğunu ve bundan dolayı hayatlarını anlamlandıracak metafizik değerlere ihtiyaç duyduklarını belirtti. Leaman konuşmasını, yirminci birinci yüzyılda dindarlık ve sekülarizmin birbirlerinin alternatifi olmayacağını ve sağlıklı bir ilişki halinde olacakları gözlemi ile bitirdi.
Olivier Leaman, “Yirmi Birinci Yüzyılda Din” başlıklı konuşmasında, modernleşme, laiklik ve küreselleşme süreçlerinin din üzerindeki etkilerini tartışarak, geride bıraktığımız yüzyılda olduğu gibi yirmi birinci yüzyılda da dini inanç ve toplulukların canlı ve dinamik bir şekilde varlıklarını sürdüreceğini savundu. Dinin geleceğine ilişkin konuşmasını toplum, ekonomi, kültür ve siyaset bağlamında sürdüren Leaman, yüzyıl önce hem Hıristiyan hem de İslam dünyasında dinin geleceğine olumsuz bakıldığını, dini inanç ve kurumların zorluklarla karşılaştığını, örneğin bilim, teknoloji ve modernitenin yükselişinin Batı’da dinin geleceğini tehdit ettiğini, İslam dünyasında ise siyasal birliğin bozulması sonu Batı sömürgeciliğinin yayıldığını belirtti. Bütün bu tarihsel deneyimler sırasında dinin artık bir geleceğinin olmadığı, bilim, teknoloji, modernite ve sekülarizm karşısında eriyip yok olacağı düşüncesinin yaygın kabul gördüğüne işaret eden Leaman, sosyal bilimcilerin 1950’li yıllara kadar benimsediği dinin sonunun geleceği kuramının sadece bir kehanet olarak kaldığını ve gerçekleşmediğini ifade etti.
Aşırı genellemeleri doğru bulmadığını ve din-toplum ilişkilerinin karmaşık bir tabiatı olduğunu ifade eden Leaman, dinlerin çoğu kez kendilerini yeni durum ve şartlara uyum sağlayacak biçimde yeniden tanımladıklarını, bu nedenle de sekülarizasyon ve modernleşmenin etkilerinin sınırlı kaldığı iddiasında bulundu. Türkiye ve ABD arasında bu açıdan benzerlikler kuran Leaman’a göre, her iki ülkede anayasal laiklik mevcut olmasına karşın aktif ve dinamik bir dini hayat varlığını sürdürmektedir. Özellikle ABD’deki dindarlık ve dini yaşantı üzerine yoğunlaşan Leaman, Amerikan halkı için dinin hala önemli olduğunu, dinle ilgili olumlu ifadeler kullanıldığını, bu ülkede az sayıda ateist veya din karşıtı bulunduğunu belirtti. Leaman’a göre halk, laik ülke toplumlarında, laik olmayan veya teokratik olan toplumlara göre daha dindar bir profil çizmektedir. İngiltere örneği ile bu savını güçlendirmeye çalışan Leaman’a göre Kraliçe aynı zamanda Anglikan Kilisesi’nin de başında bulunmaktadır ki bu en azından form olarak ABD’deki laiklikten farklılaşmaktadır. Ayıca İngiltere’de kamu fonlarından yararlanan çok sayıda Katolik, Protestan ve Yahudi okulu bulunmaktadır. Ne var ki, ABD ile karşılaştırıldığında İngiltere’de, Tanrı inancı ve kilisede ibadet etme gibi dindarlık göstergeleri oldukça düşüktür ve bu ülkede ateist veya agnostik olanların oranı daha fazladır.
Yirminci yüzyılda sekülarizm ve dinin aynı sosyal, kültürel ve politik ortamda birlikte var olabildiğini ifade eden Leaman, aksi yönde beklentilere rağmen dinin varlığını sürdürmesi ve etkisini artırmasını başlıca iki faktörle açıklamaktadır. Ona göre bu faktörlerden biri dinin esnek yapısı, değişime açık olması ve yeni şartlara uyum sağlayacak biçimde dönüşmesidir. Bir diğer faktör ise sekülarizmdir. Leaman’a göre sekülarizm din açısında bir tehdit veya tehlike değildir. Eğer öyle olsaydı son yüzyıl içinde din ortadan kaybolur giderdi. Din ve sekülarizasyonun zorunlu olarak çatışmaları gerekmediğini savunan Leaman’a göre yirmi birinci yüzyıl hem din hem de sekülerleşmenin yükselişine tanıklık edecektir. Konuşmasını Alman düşünür Walter Benjamin’den bir alıntı sürdüren Leaman, Benjamin’in çarpıcı gözlemlerde bulunduğunu, ona göre modern toplumların giderek parçalanmakta olduğunu ve bundan dolayı hayatlarını anlamlandıracak metafizik değerlere ihtiyaç duyduklarını belirtti. Leaman konuşmasını, yirminci birinci yüzyılda dindarlık ve sekülarizmin birbirlerinin alternatifi olmayacağını ve sağlıklı bir ilişki halinde olacakları gözlemi ile bitirdi.
29 Ekim 2006 Pazar
On civil society
The idea of civil society has made a dramatic return in recent decades. Not only the concept of civil society occupies a significant space in theoretical discussions regarding governance, participation in decision making processes and negotiating with the state in favor of the public, but also civil society organizations in various forms as agents and actors of civil society became an integral part of social and political discourse. Analysts, statesmen, politicians and intellectuals speak about civil society and civil society organizations in diverse settings and address questions such as the nature and meaning of civil society, conditions of its possibility and existence, its relations to civil society organizations, whether it is a type of social structure, mode of social behavior or a political ideal.
The idea of civil society seems to have three identifiable connotations or meanings in contemporary discussions. In the post-communist societies, civil society refers to the organization of the society and its relation to the state. It is believed that during the communist era, the state has overextended the legal jurisdiction and effective control of state institutions, occupying almost all spheres of social life. Following the fall of communism it was argued that there was a need for encouraging the rise of institutions of “civil society” as agents/actors of socio-political change outside the state organization. The second identifiable meaning of the concept of civil society is derived from the idea that the welfare state is in retreat. It is argued in this context that a revival of the associative initiatives of non-state organizations in civil society is required to prevent capitalist atomization. The third meaning on civil society in current debates refers to social movements which are different than classical working class movements.
There is no doubt that the idea of civil society has not singular connotations as we have just mentioned. Forms and functions of civil society organizations which contribute to the strengthening of civil society, democratization and good governance also do not have monolithic characteristics. History, culture and political experience as well as deeply rooted habits and belief systems constitute a vast array of context for the emergence and shaping of civil society and its vital institutions. The rise of nation states after the disintegration of empires as powerful agents of control and entry of European colonialism in non-western world have made the state an undeniable and unavoidable part of the social and political life. Introduction of the modern state disrupted the traditional form of social power arrangements, brining a new discourse in terms of state versus civil society distinction.
It is argued that if the state is regarded as too powerful, invasive and its control is too restrictive; people must search for domain which might define all spheres that are ought to be left out of the state control. Although the concepts of civil society and civil society organizations are relatively new and gathered more prominence with the rise of strong nation states, their practice, forms, habitus and functions have deeper historical origins both in and outside the western world where these concepts are believed to be originated and institutionalized. When the existence of different forms of political organizations, social power and worlds are taken into consideration along with the fact that many non-western societies have intellectual cultures of great antiquity and sophistication, it can be argued that different languages, symbols, discourses and institutional forms have been produced over decades. However, the dominant theoretical approach to civil society and emergence of civil society organizations still carry the imprint of western vernacular to express novel aspects civil society and its institutional manifestations. This makes the study of non-western experience in relation to the development of civil society and civil society institutions more valuable
The idea of civil society seems to have three identifiable connotations or meanings in contemporary discussions. In the post-communist societies, civil society refers to the organization of the society and its relation to the state. It is believed that during the communist era, the state has overextended the legal jurisdiction and effective control of state institutions, occupying almost all spheres of social life. Following the fall of communism it was argued that there was a need for encouraging the rise of institutions of “civil society” as agents/actors of socio-political change outside the state organization. The second identifiable meaning of the concept of civil society is derived from the idea that the welfare state is in retreat. It is argued in this context that a revival of the associative initiatives of non-state organizations in civil society is required to prevent capitalist atomization. The third meaning on civil society in current debates refers to social movements which are different than classical working class movements.
There is no doubt that the idea of civil society has not singular connotations as we have just mentioned. Forms and functions of civil society organizations which contribute to the strengthening of civil society, democratization and good governance also do not have monolithic characteristics. History, culture and political experience as well as deeply rooted habits and belief systems constitute a vast array of context for the emergence and shaping of civil society and its vital institutions. The rise of nation states after the disintegration of empires as powerful agents of control and entry of European colonialism in non-western world have made the state an undeniable and unavoidable part of the social and political life. Introduction of the modern state disrupted the traditional form of social power arrangements, brining a new discourse in terms of state versus civil society distinction.
It is argued that if the state is regarded as too powerful, invasive and its control is too restrictive; people must search for domain which might define all spheres that are ought to be left out of the state control. Although the concepts of civil society and civil society organizations are relatively new and gathered more prominence with the rise of strong nation states, their practice, forms, habitus and functions have deeper historical origins both in and outside the western world where these concepts are believed to be originated and institutionalized. When the existence of different forms of political organizations, social power and worlds are taken into consideration along with the fact that many non-western societies have intellectual cultures of great antiquity and sophistication, it can be argued that different languages, symbols, discourses and institutional forms have been produced over decades. However, the dominant theoretical approach to civil society and emergence of civil society organizations still carry the imprint of western vernacular to express novel aspects civil society and its institutional manifestations. This makes the study of non-western experience in relation to the development of civil society and civil society institutions more valuable
Return of the Civil Society
The idea of civil society has made a dramatic return in recent decades. Not only the concept of civil society occupies a significant space in theoretical discussions regarding governance, participation in decision making processes and negotiating with the state in favor of the public, but also civil society organizations in various forms as agents and actors of civil society became an integral part of social and political discourse. Analysts, statesmen, politicians and intellectuals speak about civil society and civil society organizations in diverse settings and address questions such as the nature and meaning of civil society, conditions of its possibility and existence, its relations to civil society organizations, whether it is a type of social structure, mode of social behavior or a political ideal.
The idea of civil society seems to have three identifiable connotations or meanings in contemporary discussions. In the post-communist societies, civil society refers to the organization of the society and its relation to the state. It is believed that during the communist era, the state has overextended the legal jurisdiction and effective control of state institutions, occupying almost all spheres of social life. Following the fall of communism it was argued that there was a need for encouraging the rise of institutions of “civil society” as agents/actors of socio-political change outside the state organization. The second identifiable meaning of the concept of civil society is derived from the idea that the welfare state is in retreat. It is argued in this context that a revival of the associative initiatives of non-state organizations in civil society is required to prevent capitalist atomization. The third meaning on civil society in current debates refers to social movements which are different than classical working class movements.
There is no doubt that the idea of civil society has not singular connotations as we have just mentioned. Forms and functions of civil society organizations which contribute to the strengthening of civil society, democratization and good governance also do not have monolithic characteristics. History, culture and political experience as well as deeply rooted habits and belief systems constitute a vast array of context for the emergence and shaping of civil society and its vital institutions. The rise of nation states after the disintegration of empires as powerful agents of control and entry of European colonialism in non-western world have made the state an undeniable and unavoidable part of the social and political life. Introduction of the modern state disrupted the traditional form of social power arrangements, brining a new discourse in terms of state versus civil society distinction.
It is argued that if the state is regarded as too powerful, invasive and its control is too restrictive; people must search for domain which might define all spheres that are ought to be left out of the state control. Although the concepts of civil society and civil society organizations are relatively new and gathered more prominence with the rise of strong nation states, their practice, forms, habitus and functions have deeper historical origins both in and outside the western world where these concepts are believed to be originated and institutionalized. When the existence of different forms of political organizations, social power and worlds are taken into consideration along with the fact that many non-western societies have intellectual cultures of great antiquity and sophistication, it can be argued that different languages, symbols, discourses and institutional forms have been produced over decades. However, the dominant theoretical approach to civil society and emergence of civil society organizations still carry the imprint of western vernacular to express novel aspects civil society and its institutional manifestations. This makes the study of non-western experience in relation to the development of civil society and civil society institutions more valuable
The idea of civil society seems to have three identifiable connotations or meanings in contemporary discussions. In the post-communist societies, civil society refers to the organization of the society and its relation to the state. It is believed that during the communist era, the state has overextended the legal jurisdiction and effective control of state institutions, occupying almost all spheres of social life. Following the fall of communism it was argued that there was a need for encouraging the rise of institutions of “civil society” as agents/actors of socio-political change outside the state organization. The second identifiable meaning of the concept of civil society is derived from the idea that the welfare state is in retreat. It is argued in this context that a revival of the associative initiatives of non-state organizations in civil society is required to prevent capitalist atomization. The third meaning on civil society in current debates refers to social movements which are different than classical working class movements.
There is no doubt that the idea of civil society has not singular connotations as we have just mentioned. Forms and functions of civil society organizations which contribute to the strengthening of civil society, democratization and good governance also do not have monolithic characteristics. History, culture and political experience as well as deeply rooted habits and belief systems constitute a vast array of context for the emergence and shaping of civil society and its vital institutions. The rise of nation states after the disintegration of empires as powerful agents of control and entry of European colonialism in non-western world have made the state an undeniable and unavoidable part of the social and political life. Introduction of the modern state disrupted the traditional form of social power arrangements, brining a new discourse in terms of state versus civil society distinction.
It is argued that if the state is regarded as too powerful, invasive and its control is too restrictive; people must search for domain which might define all spheres that are ought to be left out of the state control. Although the concepts of civil society and civil society organizations are relatively new and gathered more prominence with the rise of strong nation states, their practice, forms, habitus and functions have deeper historical origins both in and outside the western world where these concepts are believed to be originated and institutionalized. When the existence of different forms of political organizations, social power and worlds are taken into consideration along with the fact that many non-western societies have intellectual cultures of great antiquity and sophistication, it can be argued that different languages, symbols, discourses and institutional forms have been produced over decades. However, the dominant theoretical approach to civil society and emergence of civil society organizations still carry the imprint of western vernacular to express novel aspects civil society and its institutional manifestations. This makes the study of non-western experience in relation to the development of civil society and civil society institutions more valuable
28 Ekim 2006 Cumartesi
Sekülerleşme Kuramının Çözülüşü
Türkiye’de din-modernite ve din-laiklik tartışmaları daha çok Batıda kabul görmüş söylemlerin gölgesinde tartışılıyor. Her ne kadar sosyal bilim çevrelerinde farklı modernitelerden bahsediliyor olsa da, Batı tecrübesinin verilerine dayalı kavramsallaştırmayı ve modernite-din arasında kurulan negatif korelasyonu vurgulayan yaklaşımlar ülkemizde hem entelektüel kesim arasında hem de bazı kurumlarda temel bakış açısı olma özelliğini sürdürüyor. Bu bakış açısıyla oluşturan siyasal söylemler, kültür politikaları ve popüler tartışmalar acaba genelde modern dünyada özelde ise Türkiye’de yaşanan toplumsal değişim, kültürel dönüşü ve kimlik söylemlerini ne öçlüde doğru yansıtıyor? Türkiye’deki yazar ve düşünürler Batı’da yükselen eleştirileri ne ölçüde kendi toplumlarına yansıtabiliyor? Batıda artan bir şekilde eleştirilen teorik çerçeveye dayalı şablon Türkiye gerçekleri ile ne kadar örtüşüyor? Bu soruların cevabı modernleşme ve sekülerleşme kuramlarının temellerine ilişkin sorgulamada yatmaktadır.
Modernleşme ve sekülerleşme kuramcıları, genel olarak modern değerler ve kurumları benimseyen ve bunları özümseyen toplumlarda, dinin toplumsal ve siyasal alanlardaki etkinliğinin ortadan kalkacağını, bireysel olarak ta dini pratikler ve ibadetlere katılım oranının düşeceğini savunuyordu. Halbuki, geride bıraktığımız yüzyılın son çeyreğinden itibaren dini eğilimlerin yükseliş trendi gösterdiği ve dini hareketlerin toplumsal ivme kazandığı gözleniyor. Yani modernizmin gelişmesi ile dinin gerileyeceğini ve toplumsal hayattaki etkisini kaybedeceğini öngören geleneksel sekülerleşme teorilerinin beklentilerinin aksine din hem sanayileşmiş ve gelişmiş ülkelerde hem de geleneksel kültür öğelerinin başat olduğu ülkelerde şaşırtıcı bir yükselişe geçmiş görünüyor.
Yeni gelişmeler ve eğilimler 19. yüzyılın büyük bir bölümünde baskın olan ve 20. yüzyılda da yaygın olarak kabul gören geleneksel sekülarizasyon kuramının yeniden ele alınması gerektiğini gösteriyor. 19. yüzyılda A. Comte, H. Spencer, E. Durkheim, M. Weber, K. Marks ve S. Freud gibi düşünürler sanayi toplumunun gelişimine paralel olarak dinin önem kaybedeceği görüşünü savunuyordu. "Dinin ölümü veya yok oluşu" şeklinde ifade edilebilecek bu yaklaşım 19. yüzyıl sosyal bilim anlayışına egemen olan anlayışı yansıtıyordu. C. Wright Mills Toplumbilimsel Düşün adlı eserinde bu yaklaşımı şu şekilde açıklar: "Dünya bir zamanlar düşünce, pratik ve kurumsal form alanlarında kutsal ile dolu idi. Reformasyon ve Rönesans'tan sonra modernleşme güçleri bütün dünyayı sardı ve modernleşme ile eşzamanlı tarihsel süreç olan sekülarizasyon kutsalın baskınlığını gevşetti. Özel alan hariç, zamanla kutsal bütünüyle yok olacaktır." Yirminci yüzyılın ortalarına gelindiğinde D. Martin, B. Wilson, P. L. Berger, S. Bruce, T. Luckmann ve K. Dobbelaere gibi toplumbilimciler de, Batı Avrupa’daki sekülerleşme deneyiminden hareketle dinin toplumsal hayat üzerindeki etkisinin yitireceği savunuyordu.
Toplumsal ve siyasal dönüşümlerin ortaya çıkardığı sekülerleşme süreci kuşkusuz farklı değişkenleri içinde barındıran çok katmanlı bir değişime işaret etmektedir. Yukarıda belirtilen toplumbilimcilerin savundukları sekülerleşme kuramları daha çok Batı Avrupa'daki din, toplum ve devlet ilişkilerinin tarihsel gelişimi bağlamında yaşanan süreçleri ele alması ve açıklaması bakından anlamlıdır. Peki, 19. yüzyıldan buügüne kadar sosyal bilimlerde ciddi bir şekilde eleştirilmeden yaygın kabul gören geleneksel sekülarizasyon kuramları günümüz dünyasındaki gelişmeleri yeterince açıklayabiliyor mu? Bu soruya evet cevabı vermek nerdeyse imkansız. Çünkü P. L. Berger ve G. Davie gibi bazı toplumbilimciler yaygın sekülerleşme kuramının Avrupa deneyimini yansıttığını, dünyanın diğer bölgelerindeki din-toplum ilişkilerini, dini davranışları ve dindarlık düzeylerini açıklayamadığını düşünmekteler. Bu nedenle özellikle Avrupa'nın geneli temsil etmediği tam tersine istisnai bir deneyimi temsil ettiğini savunmaktadırlar. Sekülarizasyonun son iki yüz yıl içinde Avrupa'nın dini hayatı ve yapısında ciddi etkiler yaptığı ve köklü değişimlere neden olduğu doğru olmakla birlikte Avrupa'nın deneyimi bir istisna olarak değerlendirilmektedir. Çünkü ABD, Hint yarımadası, Asya ülkeleri ve İslam dünyasındaki gelişmelere bir göz atıldığında, yani dinin toplum hayatında gittikçe artan önem kazanması gerçeğine bakıldığında geleneksel sekülarizasyon kuramının öngörülerinin Batı-Avrupa dışı toplumlarında doğru çıkmadığı görülmektedir.
Dini hareketlerin ivme kazanması, maneviyat ve anlam arayışının bir sonucu olarak yeni dini hareketlerin ortaya çıkması veya geleneksel dinlerde görülen ihya hareketleri, son yıllarda sekülarizasyon kuramı tarihindeki en çetin meydan okumayı ortaya çıkarmıştır. Örneğin 1960'larda sekülarizasyon kuramını savunan, yani modernleşmenin yükselişi ile dinin toplumsal hayattan çekileceği ve önemini kaybedeceğini savunanların bir kısmı yeni gelişmeler ve verileri göz önüne alarak bu görüşlerinin yanlış olduğunu kabul etmiştir. Sekülarizasyon kuramının yeniden gözden geçirilmesini savunanlar olduğu gibi bu kuramın analitik değerinin kalmadığını savunanlar da bulunmaktadır. Örneğin J. Hadden sekülarizasyon kuramının öne sürdüğü varsayımların iyi sınanmamış bir kuramdan çok bir doktrin veya ideolojik bir dogmaya dönüştürüldüğünü savunmaktadır. R. Stark ve R. Finke ise Hadden'den bir adım daha giderek nerdeyse iki yüzyıldır başarısız kehanetler öne sürerek geçmişi ve bugünü yanlış yansıtan sekülarizasyon doktrinin eleştirel bir gözle rafa kaldırılması gerektiğini görüşünü benimsemektedir.
Bir zamanlar sekülerleşme kuramını ısrarla savunan ancak artık bu kurama eleştiriler yönelten P. L. Berger de The Desecularization ofthe World: A Global Overview başlıklı makalesinde şu gözlemde bulunmaktadır: “Sekülerleşmiş bir dünyada yaşadığımız varsayımı yanlıştır. Bugün dünya bazı istisnalar dışında en az eskisi kadar hatta bazı yerlerde eskisinden daha fazla dindardır.” Berger'e göre sekülerleşme ve sekülerleşme süreçlerinin etkilerini içeren literatürün tümü esas itibariyle yanlışlıklar içermektedir. Modernleşme zorunlu olarak dinin gerilemesine neden olmamıştır. Hatta hayli modern toplumlarda bile din varlığını sürdürmüştür. Ancak modern toplumların bazılarında dinin varlığını sürdürmesi kurumsal anlamda çok etkin olmasa bile bireysel bilinç ve vicdan düzeyinde olmuştur. Örneğin Avrupa'daki sekülerleşme ve din ilişkisi söz olduğunda Fransız sosyolog D. Hervieu-Leger, dini bir hafıza zinciri olarak değerlendirir ve kolektif kimliğin önemli bir unsuru olduğunu savunur. Hervieu-Leger'e göre bir hafıza zinciri olarak din, inanan bireyi cemaate ve topluma bağlar, gelenek ise (ya da kolektif hafıza) bu insan topluluğunun varlığının temelini oluşturur. Hervieu-Leger, din konusunun merkezine geleneği, yani bir inanç zincirine referansı yerleştirmekle dinin geleceğinin birden bire kolektif hafıza problemi ile bağlantılı hale geleceğini belirtiyor. Hervieu-Leger modern Batı toplumlarının ve özelikle de Fransa'nın bir dereceye kadar kolektif hafıza krizi yaşadığını ve bu krizin, zincirde din hafızasından mahrum bırakacak bir kopuşa neden olduğunu iddia ediyor. Bütün bunlara rağmen Hervieu-Leger modern Avrupa toplumlarında (kolektif) hafıza ile din arasındaki zincirin kayıp halkasının tekrar keşfedildiğini savunuyor.
Geleneksel sekülerleşme kuramlarının beklentisinin tersine özellikle devlet müdahalesinin azaldığı, özgürlük alanlarının genişlediği, kurumsal rekabet ve yarışın günlük hayatın bir parçası haline geldiği toplumlarda dini cemaatler, gruplar, akımlar ve kurumlar sürekli bir rekabet halinde toplumsal hayatı paylaşma veya toplumdaki mevcut ekinlik alanlarını genişletme çabasına. Sivil yapı taşıyan bu örgütlenmeler ve kurumlar dini markette kendi kaynakları ile rekabet etmekte ve yukarıda zikredilen fırsat alanlarını kullanarak etkinlik kurmaya, görüşlerini yaymaya çalışmaktadır. Bu sosyolojik gerçekler ve yeni toplumsal yapı, geleneksel modernleşme ve sekülerleşme kuramlarının yeniden gözden geçirilmesini zorunlu kılıyor. Bir başka deyişle modernite-din ilişkileri ile ilgili soysal bilim araştırmalarında başlıca çerçeve olarak görülen sekülarizasyon paradigmasının günümüzde görülen dini farklılaşmayı ve hareketliliği de açıklayabilecek şekilde yeniden tanımlanması ve kamusal alanda din araştırmalarına meşru zemin yaratacak şekilde genişletilmesi gerekiyor.
Modernleşme ve sekülerleşme kuramcıları, genel olarak modern değerler ve kurumları benimseyen ve bunları özümseyen toplumlarda, dinin toplumsal ve siyasal alanlardaki etkinliğinin ortadan kalkacağını, bireysel olarak ta dini pratikler ve ibadetlere katılım oranının düşeceğini savunuyordu. Halbuki, geride bıraktığımız yüzyılın son çeyreğinden itibaren dini eğilimlerin yükseliş trendi gösterdiği ve dini hareketlerin toplumsal ivme kazandığı gözleniyor. Yani modernizmin gelişmesi ile dinin gerileyeceğini ve toplumsal hayattaki etkisini kaybedeceğini öngören geleneksel sekülerleşme teorilerinin beklentilerinin aksine din hem sanayileşmiş ve gelişmiş ülkelerde hem de geleneksel kültür öğelerinin başat olduğu ülkelerde şaşırtıcı bir yükselişe geçmiş görünüyor.
Yeni gelişmeler ve eğilimler 19. yüzyılın büyük bir bölümünde baskın olan ve 20. yüzyılda da yaygın olarak kabul gören geleneksel sekülarizasyon kuramının yeniden ele alınması gerektiğini gösteriyor. 19. yüzyılda A. Comte, H. Spencer, E. Durkheim, M. Weber, K. Marks ve S. Freud gibi düşünürler sanayi toplumunun gelişimine paralel olarak dinin önem kaybedeceği görüşünü savunuyordu. "Dinin ölümü veya yok oluşu" şeklinde ifade edilebilecek bu yaklaşım 19. yüzyıl sosyal bilim anlayışına egemen olan anlayışı yansıtıyordu. C. Wright Mills Toplumbilimsel Düşün adlı eserinde bu yaklaşımı şu şekilde açıklar: "Dünya bir zamanlar düşünce, pratik ve kurumsal form alanlarında kutsal ile dolu idi. Reformasyon ve Rönesans'tan sonra modernleşme güçleri bütün dünyayı sardı ve modernleşme ile eşzamanlı tarihsel süreç olan sekülarizasyon kutsalın baskınlığını gevşetti. Özel alan hariç, zamanla kutsal bütünüyle yok olacaktır." Yirminci yüzyılın ortalarına gelindiğinde D. Martin, B. Wilson, P. L. Berger, S. Bruce, T. Luckmann ve K. Dobbelaere gibi toplumbilimciler de, Batı Avrupa’daki sekülerleşme deneyiminden hareketle dinin toplumsal hayat üzerindeki etkisinin yitireceği savunuyordu.
Toplumsal ve siyasal dönüşümlerin ortaya çıkardığı sekülerleşme süreci kuşkusuz farklı değişkenleri içinde barındıran çok katmanlı bir değişime işaret etmektedir. Yukarıda belirtilen toplumbilimcilerin savundukları sekülerleşme kuramları daha çok Batı Avrupa'daki din, toplum ve devlet ilişkilerinin tarihsel gelişimi bağlamında yaşanan süreçleri ele alması ve açıklaması bakından anlamlıdır. Peki, 19. yüzyıldan buügüne kadar sosyal bilimlerde ciddi bir şekilde eleştirilmeden yaygın kabul gören geleneksel sekülarizasyon kuramları günümüz dünyasındaki gelişmeleri yeterince açıklayabiliyor mu? Bu soruya evet cevabı vermek nerdeyse imkansız. Çünkü P. L. Berger ve G. Davie gibi bazı toplumbilimciler yaygın sekülerleşme kuramının Avrupa deneyimini yansıttığını, dünyanın diğer bölgelerindeki din-toplum ilişkilerini, dini davranışları ve dindarlık düzeylerini açıklayamadığını düşünmekteler. Bu nedenle özellikle Avrupa'nın geneli temsil etmediği tam tersine istisnai bir deneyimi temsil ettiğini savunmaktadırlar. Sekülarizasyonun son iki yüz yıl içinde Avrupa'nın dini hayatı ve yapısında ciddi etkiler yaptığı ve köklü değişimlere neden olduğu doğru olmakla birlikte Avrupa'nın deneyimi bir istisna olarak değerlendirilmektedir. Çünkü ABD, Hint yarımadası, Asya ülkeleri ve İslam dünyasındaki gelişmelere bir göz atıldığında, yani dinin toplum hayatında gittikçe artan önem kazanması gerçeğine bakıldığında geleneksel sekülarizasyon kuramının öngörülerinin Batı-Avrupa dışı toplumlarında doğru çıkmadığı görülmektedir.
Dini hareketlerin ivme kazanması, maneviyat ve anlam arayışının bir sonucu olarak yeni dini hareketlerin ortaya çıkması veya geleneksel dinlerde görülen ihya hareketleri, son yıllarda sekülarizasyon kuramı tarihindeki en çetin meydan okumayı ortaya çıkarmıştır. Örneğin 1960'larda sekülarizasyon kuramını savunan, yani modernleşmenin yükselişi ile dinin toplumsal hayattan çekileceği ve önemini kaybedeceğini savunanların bir kısmı yeni gelişmeler ve verileri göz önüne alarak bu görüşlerinin yanlış olduğunu kabul etmiştir. Sekülarizasyon kuramının yeniden gözden geçirilmesini savunanlar olduğu gibi bu kuramın analitik değerinin kalmadığını savunanlar da bulunmaktadır. Örneğin J. Hadden sekülarizasyon kuramının öne sürdüğü varsayımların iyi sınanmamış bir kuramdan çok bir doktrin veya ideolojik bir dogmaya dönüştürüldüğünü savunmaktadır. R. Stark ve R. Finke ise Hadden'den bir adım daha giderek nerdeyse iki yüzyıldır başarısız kehanetler öne sürerek geçmişi ve bugünü yanlış yansıtan sekülarizasyon doktrinin eleştirel bir gözle rafa kaldırılması gerektiğini görüşünü benimsemektedir.
Bir zamanlar sekülerleşme kuramını ısrarla savunan ancak artık bu kurama eleştiriler yönelten P. L. Berger de The Desecularization ofthe World: A Global Overview başlıklı makalesinde şu gözlemde bulunmaktadır: “Sekülerleşmiş bir dünyada yaşadığımız varsayımı yanlıştır. Bugün dünya bazı istisnalar dışında en az eskisi kadar hatta bazı yerlerde eskisinden daha fazla dindardır.” Berger'e göre sekülerleşme ve sekülerleşme süreçlerinin etkilerini içeren literatürün tümü esas itibariyle yanlışlıklar içermektedir. Modernleşme zorunlu olarak dinin gerilemesine neden olmamıştır. Hatta hayli modern toplumlarda bile din varlığını sürdürmüştür. Ancak modern toplumların bazılarında dinin varlığını sürdürmesi kurumsal anlamda çok etkin olmasa bile bireysel bilinç ve vicdan düzeyinde olmuştur. Örneğin Avrupa'daki sekülerleşme ve din ilişkisi söz olduğunda Fransız sosyolog D. Hervieu-Leger, dini bir hafıza zinciri olarak değerlendirir ve kolektif kimliğin önemli bir unsuru olduğunu savunur. Hervieu-Leger'e göre bir hafıza zinciri olarak din, inanan bireyi cemaate ve topluma bağlar, gelenek ise (ya da kolektif hafıza) bu insan topluluğunun varlığının temelini oluşturur. Hervieu-Leger, din konusunun merkezine geleneği, yani bir inanç zincirine referansı yerleştirmekle dinin geleceğinin birden bire kolektif hafıza problemi ile bağlantılı hale geleceğini belirtiyor. Hervieu-Leger modern Batı toplumlarının ve özelikle de Fransa'nın bir dereceye kadar kolektif hafıza krizi yaşadığını ve bu krizin, zincirde din hafızasından mahrum bırakacak bir kopuşa neden olduğunu iddia ediyor. Bütün bunlara rağmen Hervieu-Leger modern Avrupa toplumlarında (kolektif) hafıza ile din arasındaki zincirin kayıp halkasının tekrar keşfedildiğini savunuyor.
Geleneksel sekülerleşme kuramlarının beklentisinin tersine özellikle devlet müdahalesinin azaldığı, özgürlük alanlarının genişlediği, kurumsal rekabet ve yarışın günlük hayatın bir parçası haline geldiği toplumlarda dini cemaatler, gruplar, akımlar ve kurumlar sürekli bir rekabet halinde toplumsal hayatı paylaşma veya toplumdaki mevcut ekinlik alanlarını genişletme çabasına. Sivil yapı taşıyan bu örgütlenmeler ve kurumlar dini markette kendi kaynakları ile rekabet etmekte ve yukarıda zikredilen fırsat alanlarını kullanarak etkinlik kurmaya, görüşlerini yaymaya çalışmaktadır. Bu sosyolojik gerçekler ve yeni toplumsal yapı, geleneksel modernleşme ve sekülerleşme kuramlarının yeniden gözden geçirilmesini zorunlu kılıyor. Bir başka deyişle modernite-din ilişkileri ile ilgili soysal bilim araştırmalarında başlıca çerçeve olarak görülen sekülarizasyon paradigmasının günümüzde görülen dini farklılaşmayı ve hareketliliği de açıklayabilecek şekilde yeniden tanımlanması ve kamusal alanda din araştırmalarına meşru zemin yaratacak şekilde genişletilmesi gerekiyor.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Endonezya’da yeni hükümetin öncelikleri hangi konular?
Nüfus bakımından dünyanın en büyük dördüncü ülkesi olan Endonezya, 280 milyonluk nüfusu ile en büyük İslam ülkesi. G20 üyesi olan Endonezya ...
-
Prof. Dr. Talip Küçükcan Yükseköğretim bütün ülkeler için stratejik bir alan ve önemli bir ekonomik sektör. Üniversiteler nitelikli insan ...
-
Türkiye ve Endonezya arasındaki ikili ilişkiler olumlu ilerliyor. İki ülke arasında 2022 yılında Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi ...
-
Prof. Dr. Talip Küçükcan Endonezya Küreselleşme diye tanımladığımız olgu, soyut anlamda fiziki sınırları aşan bir hareketlilikle devam e...