12 Eylül 2006 Salı

Sadece Londra Değil Hepimiz Yaralandık!

On yıl Londra’da yaşadıktan sonra İstanbul’a döndüm ama son saldılar bir kez daha gösterdi ki hala bu kent ile duygusal bağlarım kopmamış. Londra’da geçirdiğim günler hala tazeliğini koruyor. Öğrencilik yıllarımızda bir gurup Türk arkadaşla bombaların patladığı metro istasyonlarını hemen hemen her gün kullanıyorduk. Özellikle Kings Cross ve Russel Square sıklıkla uğradığımız istasyonlardı. Bunun da ötesinde havaya uçurulan otobüs her gün yüksek lisans yaptığım School of Oriental and African Studies’in yanından geçiyordu. Ben de diğer birçok insan gibi bu otobüse sık sık binerdim.
Londra’daki saldırı haberlerini duyunca İstanbul’da yaşamama rağmen saldırıya uğradığımı düşündüm. Saldırı sırasında ve sonrasında Londra’dakilerin neler yaşadıkları ve hissettikleri bize yabancı değil. Kasım 2003’te İstanbul da teröristlerin hedefi olmuştu. Bu saldılar da çok sayıda Türk vatandaş hayatını kaybetmiş ve yaralanmıştı. Saldırılarda İngiltere’nin İstanbul Başkonsolosu da ne yazık ki bize veda etmişti. İstanbul saldırı günlerinde tam bir kaos yaşamıştı. Sevdiklerimize ulaşmak, seslerini duymak ve hayatta olduklarını öğrenmek için hepimiz telefonlara sarılmıştık. Terör ve şiddet hiçbir sorunu çözmeden geride ölü, yaralı ve sevdiklerini kaybeden yığınla insan bırakmıştı İstanbul’da.
İşte Londra’da benzeri bir cehennemi yaşadı. Bu saldırılar bir kez daha gösterdi ki çarpık zihniyetli bazıları dini, saldırganlık dürtülerinin meşrulaştırma aracı olarak kullanabiliyor. Aslında New York, İstanbul ve Madrid’den sonra Londra’da patlayan bombalar sadece sokaktaki insanları vurmadı. Bu saldırı bütün insanlık değerlerini ve bu arada İslamiyeti vurdu. İngiltere’de üç yüz bini Türk olmak üzere bir buçuk milyon müslümanı da derinden yaraladı ve töhmet arlında bıraktı.
Ne yazık ki, günümüzde dini kavram ve sembolleri kullanarak şiddet eylemlerine başvurulduğunu kaygıyla izliyoruz. Özellikle 11 Eylül saldırılarından sonra İslam ile şiddet ve terör ilintisi sıkça kurulmaya başlanmıştır. Ne yazık ki dünyayı sarsan bu olayları gerçekleştirenlerin İslam inancına mensup olması bütün Müslümanları töhmet altında bırakmıştır. Dini sembol ve kavramların şiddet ve terör olaylarını meşrulaştırma aracı olarak kullanılması sağlıksız bir dini bilgilenme ve çarpık bir din yorumunun sonucu olup müminlerin kınadığı bir dindarlık algısı türüdür. Bu nedenle İslam dünyasının büyük bir çoğunluğunun kınadığı ve onaylamadığı şiddet olaylarını bütün Müslümanlara mal etmek hem büyük bir haksızlık hem de ciddi bir sosyolojik hatadır.
Çarpık, fanatik ve kutsalı kendi amaçları doğrultusunda yorumlayan aşırı görüşlü ve kesin inançlılara ne yazık ki İslam, Hıristiyan, Hindu, Şinto, Sih ve Budist dinlerine mensup olanlar arasında da rastlanıyor. Dinin şiddet ve terörü meşrulaştıran bir kaynak olmaktan çıkarılması sağlıklı ve doğru bilgilerin üretilmesine, çoğulcu ve katılımcı yorumların yaygınlaştırılmasına ve kuşkusuz bunlara ilaveten terör ve şiddetin daha kolay taraftar bulabileceği siyasal, toplumsal ve ekonomik sorunların ve çatışmaların çözümlenmesine bağlıdır. İnsan onuruna yakışan refah, eşitlik ve özgürlüklerin temel ölçüt olduğu bireysel ve toplumsal yaşam standardı sunan bir ortam sağlanmadığı sürece dini sembol ve kavramların patolojik olarak yorumlanmasına engel olmak zor görünüyor. Bu nedenle din adına şiddet ve terör eylemlerinin yeşerme ortamı bulamadığı Türkiye deneyimi ve birikiminin önemli olduğunu belirtmekte yarar var.
Türkiye’de yeşeren ve kök salan din anlayışı ılımlı, kuşatıcı ve diyaloga açık özellikleri ile büyün dünyada saygınlık uyandırmaktadır. Türkiye’de rastlanan az sayıdaki dini güdülü şiddet olayları harici kaynaklıdır ve zaten Türk toplumu tarafından da şiddetle kınanmaktadır.
Dinin sağlıksız yorumları sonucunda din kisvesi altında toplumsal barışı bozan ve çatışmalara neden olan eylemler yapılmaktadır. Bunun en son örneği İngiltere’de yaşandı. Londra’da bir avuç saldırganın gerçekleştirdiği acımasız saldırılar sadece sivilleri vurmadı. Bu saldırılar İslamı da vurdu ve bir milyardan fazla müslümanı töhmet altında bıraktı. İslamofobiyi tekrar hortlattı. Her ne kadar İngiltere Başbakanı “Terörizmi İslam adına yaptıklarını söylüyorlar, ama gerçek müslümanlar bunu en az bizim kadar lanetliyor” şeklinde doğru ve duyarlı bir açıklama yapmış olsa da İngiltere’deki bir buçuk milyon müslümanı sokakta, iş yerinde, çarşıda, pazarda ve okullarda zor günler bekliyor. Bir yandan bu zor günleri sabırla göğüslemek, bir yandan da hem Türkler hem de Müslümanlar olarak şiddete karşı olduğumuzu her platforma anlatmamız gerekiyor.

Karikatürlü Provokasyon ve İslam Dünyası

Danimarka gazetelerinde yayımlanan ve İslam dininin tebliğcisi Hz. Muhammedi resmeden, sadece resmetmekle de kalmayıp alaya alan hatta şiddet ve nefret olayları ile ilişkilendiren karikatürler İslam dünyasının birçok köşesinde öfkeye neden oldu. Kimileri öfkelerini söz konusu karikatürleri yayınlayan gazetelere eleştiri yazısı yazarak, kimileri sokaklarda gösteri yaparak kimileri de ne yazık ki büyükelçilik binalarına saldırarak veya bayrak yakarak gösterdi.
Karikatürleri yayınlayan gazetenin yayın yönetmeni ve Danimarka başbakanı olayı düşünce ve ifade hürriyeti çerçevesinde meşrulaştırmaya çalışırken, Müslümanlar bunun düşünce ve ifade hürriyetinin sınırlarını aştığını, hakaret ve küçük düşürmeye vardığını bu nedenle de müslümanlardan özür dilenmesi gerektiğini söylüyor.
Düşünce ve ifade hürriyetinin kurumsallaşması ve yasalar ile koruma altına alınması kuşkusuz uygarlığın önemli başarılarından ve kazanımlarından biridir. Bu özgürlük sayesinde toplumlar daha katılımcı ve çoğulcu bir yapı kazanıyor. Ancak düşünce ve ifade hürriyeti sınır tanımaz, değerler, gelenekler ve kutsal inançları yok sayarak pratik hayata yansıtılırsa gerilim ve sürtüşmelerin ortaya çıkmasına neden olabilir. Son günlerde tanıklık ettiğimiz de işte böyle bir durum.
Biz Türkler onuruna düşkün bir milletiz. Örneğin birileri gelenek ve göreneklerimize, inançlarımıza, namus değerlerine dil uzatırsa bunu hoş karşılamaz ve sineye çekmeyiz. Ülkemizin yetiştirdiği büyük siyasetçi, bilim adamı ve sanatçılara hakaret edilmesine göz yumamayız. Mesela kurtuluş savaşının hafife alınmasına, bu büyük mücadele için hayatlarını feda edenlere saygısızlık edilmesini, Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarına küçük düşürücü şeyler yakıştırılmasını kabul edemeyiz. Eleştiriler belirli bir mantıksal tutarlılık takip ederse kuşkusuz dikkate alınır ama eleştiri maskesi altında hakaret, küçük düşürme ve olayları saptırma gibi şeyler olursa artık bunu düşünce özgürlüğü adına savunamayız.
Önce Danimarka’da, daha sonra bazı Avrupa ülkelerinde yayımlanan karikatürler inançlı insanları incitmiştir. Büyük değer verdikleri ve saygı duydukları Hz. Muhammed’e karşı bir saygısızlık olarak gördükleri karikatürler hem Avrupa hem de dünyanın diğer bölgelerinde yaşayan Müslümanları derinden yaralamıştır. Bu sosyolojik gerçekliği görmemek için kör olmak gerek. İslam hakkında azıcık bilgisi olanlar bile bu karikatürlerin İslam dünyasında hoş karşılanmayacağını tahmin eder. Demek ki burada sorun bilgisizlik değil.
Avrupa’da İslamiyat araştırmaları hayli gelişmiştir. Çok sayıda doğu bilimci İslam üzerine araştırmalar yapmış, binlerce kitap basılmıştır ve halen de birçok üniversitede de İslam araştırmaları kürsüleri mevcuttur. Mesela İngiltere’de School of Oriental and African Studies buna iyi bir örnek olarak verilebilir. Londra Üniversitesine bağlı olan bu okulda çok ciddi bir İslam araştırmaları bölümü var. Gerek İngiltere’de gerekse diğer Avrupa ülkelerinde nerdeyse iki yüz yıldır İslam dini ve İslam ülkeleri hakkında bilimsel araştırmalar ve eleştirel yayınlar yapılıyor. Örneğin Kuran-ı Kerim ve İslamın ilk dönemleri hakkında eleştirel yaklaşımla yazılmış onlarca kitap var. Hatta bazı Batılı yazarlar İslamiyetin orijinal bir din olmadığını Yahudilik ve Hıristiyanlık değerlerine dayandığını iddia etmiştir. Ama İslamiyetin kökenine ve temel kaynağı Kuran-ı Kerime yönelik bu eleştirel yaklaşımlar İslam dünyasında öfke patlamasına neden olmamıştır. Çünkü bu tür yayınlar bilimsel araştırmaların ürünü olarak görülmüş, bilim adamlarının düşünce hürriyetleri saygı ile karşılanmış, böyle iddiada bulunanların hiçbirine tepki gösterilmemiştir. İtirazı olanlar ise sadece akademik ve bilimsel bir çerçevede karşı görüşlerini dile getirmiştir.
Demek ki bilimsel araştırmaya dayalı eleştiri olduğunda İslam dünyasında bu bir hakaret olarak algılanmıyor. Ancak düşünce ve ifade özgürlüğü perdesi altında insanların kutsal inançlarına saldırı ciddi bir tepkiye neden oluyor. Batılıların bunu biliyor olması lazım. Kuşkusuz İslam dünyasındaki tepkilerin şiddet içerenlerini onaylamak mümkün değil. Bu noktada Türklerin tepkisini yapıcı ve olumlu bulduğumuzu belirtmekte yarar var. Örneğin Diyanet İşleri Başkanlığı’nın aşağıda özeti verilen açıklaması Türkiye’deki tepkinin ne kadar sağduyulu olduğunu göstermesi bakımından anlamlıdır:
“ İslâm Peygamberiyle ilgili hakaret içeren karikatürler, sadece biz Müslümanları değil, inanca ve insana saygı gösteren insanlığı, barış ve huzur endişesi taşıyan sağduyulu bütün insanları derinden üzmüştür... Başka inançlara saygı, aslında insanın kendi inancına ve insanlığa saygının bir gereğidir… Batılı siyaset ve devlet adamlarına, basın mensuplarına bu safhada düşen görev, yanlışların birbirini izlemesine fırsat vermemek, gerekli basireti göstermek, gerilimi azaltıcı, ortak barışı güçlendirici adımlar atmaktır… Bu tür yanlışlara tepki gösterme adına şiddete başvurulması elbette tasvip edilemez…”

Sanal alemde din

Geçen hafta internetin artık hayatımızı ne kadar etkilediğini ele almıştık. Bu hafta da pek çok kimsenin dikkat etmediğini bir konuya değinelim: İnternet ve din. Teknolojik yenilikleri ve sosyal değişimleri takip eden dini liderler, guruplar ve topluluklar bu değişimlerin gerisinde kalmamak için bugün de çaba göstermektedir. İşte başta internet olmak üzere kitle iletişim araçları ve medyaların sağladığı yeni imkanlardan yararlanma, mesajlarını küresel ölçekte iletme çabasında olan dinler internetin sunduğu fırsatlardan yararlanarak yeni atılımlar gerçekleştirmektedir. Artık görsel ve işitsel sanal dini yayınlar yapılmakta, sanal camiler, kiliseler ve havralar açılmakta, sanal fetvalar ve sanal günah çıkarma imkanları sunulmakta, dinlerin kutsal metinleri milyonlarca insanın erişebileceği şekilde sanal ortama aktarılmaktadır.
Din, kuşkusuz internetteki en popüler konulardan biridir. Artık bir hayli gelişmiş olan hızlı arama motorları sayesinde web sitelerinde arama yapmak daha kolaylaşmıştır. Örneğin bu yazıyı hazırlarken Google ve Yahoo arama motorlarını kullanarak yaptığımız bir aramada dinle ilgili sadece İngilizce kelimeler milyonlarca site, sayfa, belge ve dokümana ulaşmanın mümkün olduğu görülmüştür.
Web sitelerinde dinle ilgili milyonlarca belge, sayfa ve doküman bulunmaktadır. Sanal dünyada İslam ilgili belge ve sayfa sayısının Hıristiyanlık ve Yahudilikten fazla olması dikkat çekidir. Bu bulgular siyasal ve sosyal değişimlerin internet kullanımını da doğrudan etkilediğini göstermektedir. Ancak her ne kadar bazen “bilgi iktidar” olarak tanımlansa da internette yer alan bilgilerin doğruluk ve gerçeklik sağlaması yapılamadığından bunun aynı zamanda bir kirlilik yarattığı da söylenebilir. Yani internet bir anlamda nerdeyse sınırsız bilgi iletisiyle yeni ufuklar açmakta, diğer yandan ise herhangi bir denetim mekanizması olmadığı ve yığınla bilgi sunduğu için zaman zaman kararsızlıklara, bilgi kirlenmesine ve manipulasyonuna neden olma potansiyeli taşımaktadır. Öte yandan, web sitelerinin merkezi otoriteyi, tekeli ve hegemonyayı kırdığı, daha demokratik ve çoğulcu bir katılım ortamı sağladığı, her kesimden insanın, görüşün ve gurubun temsil edilmesine fırsat verdiğini belirtmek gerekir. Bu açıdan bakıldığında internetin özgürleştirici etkilerinin ve sonuçlarının olduğu söylenebilir.
Bir kamusal alan olarak internet, siyasal ve sosyal değişme ve gelişmelerin bir yansıması olarak karşımıza çıkmaktadır. Örneğin 11 Eylül sonrası dönemdeki web siteleri incelendiğinde şimdiye kadar hiçbir konunun web sitelerinde bu konu kadar yaygın ve yoğun bir şekilde yer almadığı görülür. Burada sosyal ve siyasal değişimlerin bir izdüşümünü görmek mümkündür. 11 Eylül sonrası kurumsal ve bireysel web siteleri üzerine yapılan bir incelemede tesadüfi örneklem yöntemi ile seçilen sitelerin yüzde 63’ünün 11 Eylül saldırıları ile ilgili bilgiler verdikleri tespit edilmiştir. Sitelerin yüzde 36’sı ziyaretçilerin saldırı kurbanlarına yardım edebilmelerine imkan tanımıştır, yüzde 26’sı ise bireylerin diğerlerinden veya yardım kuruluşlarından yardım talep etmeleri imkanını sunmuştur. (Report: One year later: September 11 and the Internet, 9/5/2002)
İnternetteki dini bilgi, belge ve yayınları içeren sitelere bakıldığında genel olarak iki yaklaşımın hakim olduğu görülür. Yani internette din denilince başlıca iki amacın olduğu göze çarpar. Bu iki yaklaşımın birini “internette / sanal ortamda din” (religon on-line) diğerini ise “internet / sanal ortam dini” (on-line religion) olarak adlandırmak mümkün. “İnternette / sanal ortamda din” (religon on-line) yaklaşımını temel alan web sitelerinin amacı din hakkında bilgi vermekten ibarettir. Bu siteler sörfçülere sitedeki ilgili dinin ilkeleri, inançları, doktrinleri, sembolleri, ritüelleri, kurumları ve siyaseti hakkında bilgiler verir, dini metinler, kitaplar ve makaleler hakkında bilgiler sunar. Yani sadece bilgilendirme amacı güder. Akademik ve eğitim amaçlı web sitelerini de bu guruba dahil etmek gerekir. Çünkü artık sınıflarda da internet etkin bir eğitim aracı olarak kullanılmakta ve bu amaçla siteler hazırlanmaktadır. Diğer yandan “internet / sanal ortam dini” (on-line religion) yaklaşımını temel alan web siteleri ise sadece bilgi vermekle kalmamakta, kendi mensuplarını eğitmeyi, sanal cemaatler oluşturmayı ve ilgili dinin mesajını diğer inanç ve din mensuplarına iletmeyi, yani misyonerliği de amaçlamaktadır. Artık internete biraz da bu bilgiler ışığında bakmak ve etki alanlarının ne kadar geniş olabileceğini görmek gerek.

İngiltere’de Türkçe Yaşamak

Kitap tanıtımı: Türkler, Kürtler, Kıbrıslılar: İngiltere’de Türkçe Yaşamak
Tayfun Atay, Dipnot Yayınları, 2006.


İngiltere’de yaşayan Türkiye ve Kıbrıs kökenli toplulukların bazı ortak özellikleri ve paylaştıkları değerler var. Bunlar arasında sayabileceğimiz gelenek, görenek, inanç, örf ve adetlerden oluşan biz dizi ortak payda, bu toplulukları birbirine yaklaştıran, aynı ortamı paylaşmalarını sağlayan ve sosyal, kültürel ve ekonomik paylaşımlarını artıran bir işleve sahip. İngiltere’de yaşayan Türkiye ve Kıbrıs kökenli toplulukların en belirgin ortak paydaları ise günlük hayatlarında kullandıkları dil, yani Türkçedir. Her ne kadar yeni kuşaklar arasında İngilizce yavaş yavaş daha yaygın olarak öğrenilmeye ve konuşulmaya başlansa da Türkiye ve Kıbrıs’tan gelenler arasındaki baskın ortak dil hala Türkçedir. Bu grupların yoğun olduğu marketler, lokantalar, dernekler, lokaller, cem evleri ve camilerde konuşulan başlıca dil de doğal olarak Türkçe.
Peki, İngiltere’de günlük hayatında Türkçeyi kullanan sadece Türkler mi? Tabi ki hayır. Kendilerini Kürt olarak tanımlayan Türkiye kökenli topluluk ta Türkçe konuşuyor. Bu üç grubun, yani Türkiyeli Türkler ve Kürtler ile Kıbrıslı Türklerin yaşamlarındaki en belirgin ortak değerin Türkçe olduğu aşikar. Bu gruplar arasındaki iletişim dili ne Kürtçe ne de İngilizce. Ortak dil Türkçe. Peki, bir dil, iki insan veya küme arasındaki iletişim aracı olmaktan, yani kelime ve kavramlardan mı ibarettir?
Dil sadece sıradan bir iletişim kurma aygıtı mıdır? Yoksa ortak dil aynı zamanda paylaşılan bir tarih, kültür, gelenek, yaşam tarzı ve hayat pratiklerini de içine alan daha geniş bir kavramı mı ifade eder? Kendilerini kısmen veya hayli farklı gören veya öyle tanımlanan toplulukların farklı diller yerine tek bir dili tercih etmelerinin nedeni ne olabilir? Türkler, Kürtler ve Kıbrıslılar uzun yıllardır İngiltere’de yaşamalarına karşın birbirleriyle neden İngilizce değil de Türkçe konuşmakta, aralarındaki iletişimi başka bir dille değil de neden Türkçe ile kurmaktadır? Türkçe konuşmak ve anlaşmak Türkler, Kürtler ve Kıbrıslılar arasında ne tür paylaşımlara yok açıyor? Türkçe konuşmak bu gruplar arasında duygusal ve düşünsel paylaşımlara ve ortaklıklara da neden oluyor mu?
Bu soruların cevabını Tayfun Atay’ın kaleme aldığı “Türkler, Kürtler, Kıbrıslılar: İngiltere’de Türkçe Yaşamak” kitabında bulmak mümkün. Tayfun Atay, 1990’lı yılların başından itibaren Londra’da yaşayan Türkiye ve Kıbrıs kökenli toplulukları yakından izleyen deneyimli bir antropolog. Katılımlı gözlem yöntemiyle üzerine çalıştığı kümelerin içerden fotoğrafını çok iyi çekebilen ve niteliksel bulgularını etkili bir dille okuyucuya sunabilen bir araştırmacı. Atay, “İngiltere’de Türkçe Yaşamak”ı kaleme almadan yıllar önce Kıbrıslı Türkleri odak alan uzun soluklu bir araştırma yapmış ve bunu “Batı’da Bir Nakşi Cemaat-i: Şeyh Nazım Kıbrısi örneği” adı altında (İletişim, 1996) yayımlamıştı. Atay, 2000’li yılların başında tekrar Londra’ya giderek Türkler, Kürtler ve Kıbrıslıları günlük hayat akışları içinde ama ekonomi, sanat, kültür, toplum ve politika gibi değişkenleri de içine alacak biçimde doğal ortamında izledi. Atay’ın Londra’da yürüttüğü etnografik çalışma İngiltere’deki bu grupların yaşamlarına ayna tutan bir monografi olma özelliğine sahip. İngiltere’deki bu topluluklar hakkındaki araştırma ve yayınların az olduğu göz önüne alınırsa, Atay’ın çalışmasının hem zamanlama hem de içerdiği konular açısından bir boşluğu doldurduğunu not etmek gerekiyor.
“İngiltere’de Türkçe Yaşamak”, Türkiye ve Kıbrıs’tan bu ülkeye göç serüvenine, göçmenlerin belirgin karakteristiklerine, İngiltere’de yaygın olarak kullanılan ve söz konusu kümeler arasındaki farklıları vurgulayan “Türkler”, “Kürtler” ve “Kıbrıslı Türkler”in kimler olduğunu, nasıl tanımlandıklarını, kimlik politikalarını ve bu toplulukların ayrışan, benzeşen ve örtüşen yönlerine ışık tutuyor. Bu gruplara kısaca Türkçe-konuşan topluluk adı veriliyor. Göç ve yerleşik hayata geçişin ilk dönemlerinde genelde kendi içine kapalı kalan Türkçe-konuşan topluluk, özellikle ekonomik hayattaki değişimlerin zorlamasıyla yeni sektörlerle tanışmış yani kendi içine kapanık cemaatler olmaktan çıkıp, dış-öteki gruplarla da etkileşim içine girmiştir. Diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi İngiltere’de de 1990 sonlarına kadar siyasal, ideolojik, etnik ve dinsel temellere dayalı kutuplaşmalar yaşanmış ancak sosyal, kültürel ve ekonomik gelişmeler daha rasyonel tutumların oluşmasına neden olmuştur. Bugün bakıldığında söz konusu ayrışmaların çok daha az olduğu, Türkiye’den ithal edilen ideolojik, etnik ve dinsel sürtüşmelerin gittikçe etkisini yitirdiği gözleniyor.
Göç, kentleşme ve modernleşme süreçlerinin yarattığı yabancılaşma, kimlik sürtüşmesi ve kuşaklar arası çatışma Avrupa’daki bütün göçmen ve azınlık toplulukların karşılaştığı sorunların başında geliyor. Atay’a göre Londra’daki Türkçe-konuşan topluluklar da bundan payını almış durumda. Londra’daki Türkçe-konuşan gençlik melez bir kültürel kimlik geliştiriyor. Genç kuşaklar İngiliz okullarında ve sokaklarında sosyalleşiyor ve yeni kültürel kodlarla yüz yüze geliyor. Bunları bir taraftan benimsiyorlar ama aileden tevarüs edilen kültürden de tamamen kopamıyorlar. İki ayrı kültür dünyası arasında sıkışıp kalan genç kuşakların suç ve şiddet ağına düşme riskine işaret ediliyor ve böyle bir sarmala düşmemeleri için önlemlerin alınması tavsiye ediliyor.
“İngiltere’de Türkçe Yaşamak”, Londra’daki Türkçe-konuşan toplulukların (Türkler, Kürtler ve Kıbrıslılar) günlük yaşamlarına, kültürü yeniden üretme süreçlerine, farklı kimlik algılarına rağmen Türkçe kanalıyla ortak bir alanda buluşmalarına ilişkin canlı bir içten bakış sunuyor. Etnografik araştırma yönteminin sunduğu veri toplama imkanlarının ustaca nasıl kullanılabileceğini gösteren ve hayatın içinden toplanan verilerin, aralarındaki ince farklıları göz ardı etmeden farklı kümeleri sanki onların içindeymişçesine anlatan bu kitabın antropoloji, sosyoloji ve kültür çalışmalarına önemli katkılarda bulunacağına kuşku yok.

Avrupalı Türkler ve Türkiye-Avrupa Birliği Entegrasyonu

Hollanda merkezli Türkevi Araştırmalar Merkezi 27-28 Nisan 2006 tarihlerinde İstanbul’da uluslar arası bir konferans düzenliyor. Konferansın konusu Avrupalı Türkler. Avrupa’da yaşayan Türklerin eğitim, entegrasyon, medya, sivil toplum ve beyin gücü birikimleri, karşılaştıkları temel sorunlar ve Türkiye-AB ilişkilerine bakışı bu konferansta ele alınacak konular arasında. Konferansın açılışını Devlet Bakanı Mehmet Aydın yapacak.
Değişik ülkelerden bilim adamlarının katılacağı konferansın amacını ve tartışma konularını şu şekilde açıklayabiliriz. Avrupa’da yaşayan Türkler yaklaşık 45 – 50 yıllık bir göçmenlik geçmişleriyle içinde bulundukları ülkelerin siyasal, ekonomik ve sosyal hayatlarında küçümsenemeyecek bir etki potansiyeline sahiptir. Yarım asırlık tarihi geçmişe sahip olan Avrupalı Türkler, Türkiye’nin Avrupa Birliğine tam üyelik müzakerelerinin başlaması ile yeni bir gelecekle karşı karşıyadırlar. Bu yeni gelecek Avrupalı Türklerin yavaş yavaş oluşan ‘orta sınıf’ıyla daha çok anlam kazanacaktır. Bu konferans, bilim adamları, uzmanlar, sivil toplum örgütü temsilcileri ve politikacıların katılımı ile Avrupalı Türklerin göç serüveni ve sonrasını sosyal, kültürel, siyasi ve ekonomik açılardan tartışmayı amaçlamaktadır. Konferansta Avrupalı Türklerin demografik yapısı, eğitim ve istihdam, yatırımcılık ve siyasi katılım gibi konulardaki durumları karşılaştırmalı olarak ele alınacak ve kuşaklar arası çatışma, kültürel ve dini kimlik çözülmesi, ayrımcılık ve önyargı ile vatandaşlığa geçiş zorlukları gibi sorunlar tartışılacaktır. Konferansta ayrıca Avrupalı Türklerin içinde yaşadıkları toplumdan soyutlamadan onurlu, kabul edilebilir ve saygın bir topluluk olarak toplumsal hayatın şekillenmesine nasıl katkıda bulunabilecekleri ve Türkiye-Avrupa Birliği bütünleşmesi sürecine somut olarak nasıl destek verebilecekleri ele alınacaktır.

İstanbul’da yapılacak olan uluslar arası konferansın başlıca amaçları ise şunlar: Avrupalı Türk düşün ve bilim adamlarının Avrupa Türklerinin geleceği başta olmak üzere Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılım sürecinde yaratabileceği pozitif katkıları tespit etmek, Türkiye - Avrupa Birliği yakınlaşmasında Avrupalı Türk orta sınıfına düşen rolleri belirlemek ve bu yönde atılacak adımlar ve takip edilecek politikaların belirlenmesine yardımcı olmak.
Avrupalı Türk düşün, bilim adamları ve liderlerin içinde yaşanılan ülkelerdeki siyasal partiler, kamu kuruluşları, basın ve yayın organları ile eğitim kurumlarında Avrupalı Türklerin geleceği başta olmak üzere, Türkiye lehinde kamuoyu yaratma potansiyelinin nasıl formüle edileceğine ve bunun için hangi yöntemlere başvurulması gerektiğine ilişkin öneriler sunmak.
Avrupa’da kamu kuruluşları, siyasal partiler, basın ve yayın organları ile üniversitelerdeki önemli görevlerde bulunan Türk kökenli bireylerin sivil toplum kuruluşları çatısı altında üstlenebilecekleri roller ve yerine getirebilecekleri fonksiyonları tespit etmek.
Avrupalı Türklerin sayısal gücünün politikaya yansıyabileceği en önemli platform olan yerel seçimler, milletvekili seçimleri ve Avrupa Parlamentosu seçimlerinde, Avrupa’daki potansiyel “siyasal gücün” mobilize edilmesine ve bu gücün Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılım sürecine olumlu etkide bulunacak şekilde mobilize edilmesine katkıda bulunmak.
Avrupalı Türkler ve Türkiye-Avrupa Birliği Entegrasyonu konularının uzun vadeli bir perspektifle araştırılması ve tartışılmasını sağlamak amacıyla bir “Araştırma Forumu”nun kurulmasını sağlamak.
Haftaya konferansta sunulan bildiriler ve yapılan tartışmalar hakkında bilgiler vereceğim. Şimdilik sadece bazı katılımcıların ve konuşma başlıklarının isimleri ile yetinelim. Konferansa Türkiye dışından katılacak olan isimler ve tartışma konuları şunlar: Sven Hort (Södertörn Üniversitesi, İsveç), Avrupa’dan Kuşku Duyan İsveç’te Euro-Türkler ve “Avrupa-Türk(çülü)üğü”;
Dr. Sabine Mannitz (Barış Araştırma Enstitüsü, Almanya)
İmaj İnşasının Dinamikleri: Kuşku ve Dönüştürücü Kendilik Kimliği Söylemleri Arasındaki Alman-Türkler; Samim Akgönül (Marc Bloch Strasbourg II Üniversitesi – CNRS, Fransa); Fransa’ki Türkler: Fransız Türkler için Hangi Avrupa?; Maurice Crul (Göç ve Etnik Araştırmalar Merkezi, Hollanda), Hollanda ve Almanya’daki Genç Kuşak Türklerin Entegrasyonu: Mesleki ve Akademik İzleme Sistemlerindeki Farklılıkların Etkisi; Johan Wets (Leuven Katolik Universitesi, Belçika), Belçika’daki Türklerin Sosyo-Ekonomik Durumu; Peter Seeberg (Güney Danimarka Üniversitesi, Danimarka), Etnik Azınlıklar ve Eğitim Performansı: Dilimli Asimilasyon ve Eğitim Stratejileri Üzerine Düşünceler.

Avrupalı Türklerin Varoluş Serüveni

Sanayileşme ve ekonomik büyümenin yarattığı istihdam ihtiyacını karşılamak üzere 1950'lerden itibaren çok sayıda işçi ikili anlaşmalar çerçevesinde Avrupa ülkelerine gitti. Göçün ilk yıllarında bu nüfus hareketinin geçici olacağı yani işçilerin belirli bir ekonomik birikim sağladıktan sonra ülkelerine geri döneceği varsayılmıştı. Ancak beklentilerin tersine göçmen işçiler, geçici statüde görüldükleri ancak çalışma hayatına aktif olarak katıldıkları ülkelerde kademeli olarak yerleşik hayata geçmeye başladı.
Göçmenlerin yerleşik hayata geçerek toplumsal katmanlarda yer almaya başlaması ile birlikte Avrupa’nın nüfusu daha da heterojenleşmiştir. Siyasi elit tarafından önceleri “yabancı iş gücü” ve “konuk işçi” olarak nitelenen göçmenler yerleştikleri ülkelerin sosyal, kültürel ve etnik dokusunu değiştirmiş ve zenginleştirmiştir. Sayısal azınlık durumundaki göçmenler özgün kültürleri ile çoğunluk toplum kültürüne eklemlenmiş ve ona yeni renkler katmıştır. Göçmen işçilerin yerleşik hayata geçmeleri ile biz dizi sorun kendini göstermiştir. Yabancı işgücü istihdam eden ülkelerin büyük çoğunluğu göçü geçici bir süreç olarak kabul ettikleri için göçmenleri ilgilendiren konularda uzun vadeli politikalar oluşturma gereği duymamıştır. Göçmenlerin yerleşik hayata geçmeleri ile ortaya çıkan sorunlar karşısında donanımsız kalan siyasi otoriteler yeni arayışlara girmiş ancak bu süreçte göçmen işçilerle ilgili sorunlar büyümeye devam etmiştir.
Çeşitli AB ülkelerine bakıldığında yerleşik hayata geçmelerine hatta yaşadıkları ülke vatandaşlığına geçmelerine rağmen yabancı ve öteki olarak görülen toplulukların istihdamdan eğitime, kuşaklar arası çatışma ve kimlik sürtüşmesinden entegrasyona kadar bir dizi sorunla karşı karşıya olduğu görülür. Söz konusu topluluklar için bu sorunların bir kısmı büyüyerek devam etmektedir. Özellikle kültürel kimlik farklılığı bazı toplulukları daha görünür hale getirmektedir. Avrupa’daki Türkler yaşadıkları ülkeye taşıdıkları, yeniden ürettikleri ve genç kuşaklara aktararak yaşatmaya çalıştıkları farklı inanç, dil ve gelenek gibi değerlerinden dolayı en belirgin gruplar arasında yer almaktadır. Kimlik sürtüşmesi, kuşaklar arası değer çatışması ve uyumsuzluk olarak tanımlanan sorunlar Avrupa’daki Türkleri de sarmalına almış görünmektedir. Bir yandan muhafazakar değerleri koruma eğilimi diğer yandan çoğunluk toplumun Türkleri “öteki” olarak görme eğilimi söz konusu kültürel kimlik sürtüşmelerini ve uyum sorunsalını doğrudan etkilemektedir.
Avrupa’daki Türkler karşılaştıkları bu sorunlar karşısında farklı tepkiler göstermektedir. Bunlar arasında tireli kimlikler inşa etme, yabancılaşma ve gettolaşma, ulusal kimliğe daha muhafazakar bir renk verme, inanç kimliğini katılaştırma ve kimlik çözülmesi gibi davranış ve tepki biçimleri sayılabilir. Avrupa’daki Türkler uzun yıllardır bu ve benzeri sorunlarla başa çıkmaya çalışmaktadır. Türklerin gündelik hayatlarında karşılaştıkları kültürel kimlik sürtüşmeleri ve uyum sorunları sadece onları etkilemekle sınırlı kalmamaktadır. Bu sorunlar, Türkiye’yi Avrupa’daki Türkler üzerinden okumaya ve tanımaya çalışan Avrupalıların Türkiye’ye bakışını da doğrudan etkilemektedir. Yani Avrupa’daki Türkler ile ilgili kalıp yargılar Türkiye’ye de yansıtılmaktadır ki bunun en somut örneklerinin izdüşümlerine Fransa, Hollanda ve Avusturya kamuoyunda rastlanmaktadır. Bu konuların karşılaştırmalı ve kapsamlı olarak araştırılması, başlıca sorun alanlarının saptanması ve farklı toplumsal kesimlerin çözüm yollarına ilişkin görüşlerinin analizi kültürel kimlik ve uyum sorunlarının bilimsel bir zeminde tartışılmasına ve konuyla ilgili güvenilir bilgilerin üretilmesine ve uzun vadede Türkiye-AB müzakerelerinin olumdu yönde seyretmesine katkıda bulunacaktır.
AB ülkeleri vatandaşlığına geçiş hukuki açıdan bir çok kazanımları beraberinde getirmekte ancak kültürel kimlik ve entegrasyon, kuşaklar ve kültürler arası sürtüşme, yabancılaşma ve kimlik çözülmesi şeklinde kendini gösteren bir dizi sorunu çözmemektedir. Her ne kadar Türkler artan oranda yaşadıkları ülke vatandaşlığını almaya hak kazansa da yukarıda da işaret edildiği üzere diğer göçmen ve azınlık topluluklar gibi bir çok sorunla yüz yüze kalmakta. Bu sorunlar arasında işsizlik, eğitimde başarı oranlarının düşüklüğü, fırsat eşitsizliği, ırkçılık ve dışlanma gibi yapısal ve politik nedenlere dayalı sorunlar yanında kültürel kimlik çözülmesi, geleneksel kimlik değerlerinde erozyon, kuşaklar arası sürtüşemeden kaynaklanan aile parçalanmaları ve suç oranlarının artışı gibi sorunlar Türklerin varoluşsal konumunu etkilemektedir.
Çoğunluk toplumdaki baskın kültürel değerlerin yeterince özümsenememesine ilaveten geleneksel Türk kültür değerlerinin kurumsallaşarak korunması uyum veya entegrasyon alanında dikkat çeken sorunları gündeme getirmektedir. AB’deki Türklerin varoluş sorunsalı ile doğrudan ilintili kültürel kimlik ve uyum konusunun karşılaştırmalı bir perspektifle ele alınması zamanı gelmiştir. Avrupa’daki serüvenimizi ancak bu tür tartışmalarla daha iyi kavrayabiliriz.
[*] Siyaset, Ekonomi, Toplum Araştırmaları Vakfı, Ankara

Avrupa'da İslam Korkusu

Avrupa tarihi “öteki” ile yaşam tecrübesi konusunda sorunlarla doludur. Farklı dil, din ve ırklarla ortak ve birlikte yaşam sürme konusunda Avrupa’nın zengin bir deneyimi olduğu söylenemez. Bu nedenle farklı ve yabancı olanlar, topluma sonradan eklemlenenlere kuşku ile bakılmıştır. Avrupa tarihi bu açıdan bakıldığında büyük trajedilere de sahne olmuştur. Örneğin Almanya’da Avrupa’nın “ötekisi” olarak Yahudiler yirminci yüzyılın en büyük soykırımıma maruz kalmıştır. Avrupa’da zaman zaman nükseden Antisemitizmi önlemek için yasak düzenlemeler getirilmiş. Ancak bu konuda kitlesel bilinç değişikliği yeterli düzeyde olmadığı ve “öteki” ile birlikte yaşama kültürü yeterince içselleştirilemediği için bugün bile Antisemitizmin kökenleri kazınamamıştır. Yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren Avrupa’nın sosyal, demografik ve dini manzarasını değiştiren yeni gruplar da topluma eklemlenmeye başlamıştır. Renkleri, dilleri ve dinleri farklı olan bu gruplar arasında en görünür ve belirgin olan Müslümanlar Avrupa’nın yeni” ötekileri” olarak algılanmaya başlanmıştır.

Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri açısından da önem taşıyan ve Avrupa Birliği ülkelerinde toplumsal gerginliğe yol açan, hatta sosyal barışı bozacak boyutlara ulaşan önyargılar artık müslümanlara yönelik tehdit algısı ve İslamofobiye dönüşme eğilimi göstermektedir. Korkuların, rasyonel olmayan tepkiler doğurduğu görülmektedir. Avrupa’da sayıları 10-12 milyon olarak tahmin edilen müslümanların artık yaşadıkları ülke vatandaşı oldukları ve geri dönüşlerinin ihtimal dahilinde olmadığı sosyolojik bir gerçekliktir. Politikacılar bu sosyal gerçeği uzun süre görmezden gelmiş ve sorunların gittikçe artmasına zemin hazırlamıştır. Uygarlıklar arası sağlam köprüler atılması, olası sürtüşme kaynaklarının ortadan kaldırılabilmesi için politikacılar, aydınlar, sivil toplum kuruluşları ve dini kurumların İslamofobi ile yasal, politik ve sivil alanda mücadele etmeleri gerektiği apaçık ortadadır.

11 Eylül 2001 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde gerçekleştirilen terör eylemleri dünyanın bütün dikkatini din ve şiddet arasındaki ilişkiye çevirmiştir. Özellikle 11 Eylül saldırılarından sonra İslam ile şiddet ve terör ilintisi sıkça kurulmaya başlanmıştır. Her ne kadar Avrupa’daki müslümanların ekseriyeti yaşadıkları ülke vatandaşlığına geçmiş olsa da ne yazık ki hala “öteki” olarak görülmekte ve 11 Eylül olaylarından sonra “içerdeki tehdit ve düşman” olarak algılanmaktadır. mslümanlar artık bazı kimseler tarafından Avrupa’da bir güvenlik sorunu olarak görülüyor. Avrupa’da Müslümanların “içerdeki tehdit” olarak algılanmalarından dolayı Avrupa Birliği Aralık 2001’de terörle mücadeleye yönelik önlemler kapsamında Common Positions and Framework adında bir belgeyi kabul etti. Üye ülkeler de bunu kendi yasalarına yansıttı. Bu düzenlemeler sonucunda istihbarat birimleri “içerdeki yabacı düşmanları” dini profil kullanarak fişlemeye başladı. İngiltere, Danimarka, Norveç ve Almanya gibi ülkelerde Müslüman öğrenciler dahi potansiyel tehdit oluşturdukları gerekçesiyle fişlendi. Fişleme kapsamı daha da genişletildi ve Müslüman iş adamları, sivil toplum kuruluşları, dernekler ve cami cemaati mensupları da dalga dalda yayılan İslamofobi neticesinde fişlenerek izlenmeye alındı. Fransız araştırmacı Giles Kepel’in, The War for Muslim Minds: Islam and the West başlıklı kitabında, artık radikal grupların Filistin, Irak ve Afganistan’da değil Paris, Londra, Berlin ve Amsterdam varoşlarında taraftar edinmeye çalıştıklarını iddia etmesi Avrupalıların kaygılarını pekiştirmiş ve müslümanları bir güvenlik tehdidi olarak görenlerin sayısını artırmıştır. İslamofobinin varlığı ve yükseldiği yolundaki düşüncelerimiz bilimsel araştırma ve raporlara dayanmaktadır. Örneğin The European Monitoring Centre on Racism and Xenophobia, 11 eylül olaylarından sonra bir çok Avrupa ülkesini izleyen bir çalışma yürüttü. Bu kurum ,araştırma sonunda yayınladığı gözlem raporunda 11 eylülden sonra Avrupa’da müslüman karşıtı tutumların ve taciz olaylarının arttığını belirmektedir. Raporda Avrupalılar arasında azımsanmayacak bir kesimin müslümanlara kuşku ile baktığı ve İslam inancına mensup olanları güvenlik açısından potansiyel tehlike olarak gördükleri ifade edilmiştir. Benzer şekilde İngiltere’de Islamophobia başlığı altında yayınlana iki rapor, İslamofobinin 11 eylülün ürünü olmadığını daha önce de var olduğunu göstermektedir. Bu raporlar İslamofobinin batı ülkelerinde uzun yıllardır bulunduğunu ancak son yirmi yılda daha belirginleştiğini, daha uç ve tehlikeli boyutlara ulaştığını vurguluyor.
Avrupalıların müslümanlara ne kadar kuşku ile baktıklarının en son örneği ise Fransa’da yaşandı. Kamu okullarında başörtüsü yasağı başlatan Fransa’da Türkiye’nin AB üyeliğinin bir tehdit olarak algılandığı ve din farklılığının tartışma konusu yapıldığı görülüyor. IPSOS araştırma şirketi tarafından Le Figaro gazetesi için yapılan bir kamuoyu araştırmasında Fransız halkının yüzde 56’sı bir İslam ülkesi olarak gördükleri Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesine karşı olduklarını belirtmiştir. Türkiye’nin üyeliğine hayır diyenler Türkiye’nin bir Asya ülkesi olduğunu ve halkının müslüman olduğunu belirtmiştir. Yaklaşık yüzde 30’luk bir kesim ise dini ve kültürel nedenlerden dolayı Türkiye’nin “asla” üye olmaması görüşünde olduklarını ifade etmiştir. Fransa Başbakan’ı Jean-Pierre Raffarin de Türkiye’nin kültürel kimliğine karşı açık bir duruş sergilemiş ve “İslam ırmağının laikliğin nehir yatağına akmasını mı istiyoruz?” sorusuyla din farkından dolayı Türkiye’nin üyeliğine karşı olduğunu ima etmiştir. Bu tür kültürcü yaklaşımlar Batı ve İslam dünyası arasında sağlam bir diyalog ve köprü kurulmasını engellemektedir.
Avrupa’daki Müslümanlara ilişkin tartışmaların merkezini çoğunlukla din oluşturuyor. Herkes din üzerine yoğunlaştığı için sosyal, kültürel, ekonomik, hukuki ve siyasi bağlam unutuluyor. Avrupa Müslümanlar bir dizi sorunlar yüz yüzedir. Örneğin birçok Avrupa Birliği ülkesinde İslam bir din olarak tanınmıyor. Bu nedenle kurumsal düzlemde bazı yasal haklardan yararlanamıyor. Siyasal alanda ise müslümanlar vatandaşlık haklarından yararlanamama, siyasal ve kamusal alanda nüfuslarına oranla temsil edilememe, farklı kültürel kimliklerinden dolayı dışlanma ve hatta ırkçı gurupların hedefi olma gibi problemlerle kuşatılmıştır. Ekonomik alanda ise müslümanlar arasında istihdam probleminin olduğu ve işsizlik oranının müslümanlar arasında oldukça yüksek olduğu bilinmektedir. Eğitim, Avrupa’daki müslümanlar için bir başka problem teşkil etmektedir. Avrupa ülkelerinde çok sayıda ilk ve orta dereceli okul öğrencisi Müslüman çocuk bulunmasına rağmen bunlar arasındaki başarı oranının düşük olduğu ve büyük bir çoğunluğunun yüksek öğretim aşamasına geçemediği bilinmektedir. Ayrıca son yıllarda Batı ülkelerinde aşırı milliyetçiğin ve ırkçı akımların güçlendiği görülmektedir.
Bu problemlerin çözümü yerine tartışmaları sadece din boyutuna indirgemek ve müslümanları tehdit olarak görmek ne kısa ne de uzun vadede hiçbir şeyi sorunu çözmeyecektir. Bu nedenle siyasi iktidarlar, bilim adamı, düşünür, medya, sivil toplum örgütleri ile dini kurumların toplumsak, kültürel, ekonomik ve siyasi bağlamı da göz önünde bulundurarak hukuki enstrümanlar ve yeni politikalarla sorunların çözümüne çalışmaları daha yararlı olacaktır.

Avrupa kuşkularla boğuşuyor

Avrupa tarihi “öteki” ile yaşam tecrübesi konusunda sorunlarla doludur. Farklı dil, din ve ırklarla ortak ve birlikte yaşam sürme konusunda Avrupa’nın zengin bir deneyimi olduğu söylenemez. Bu nedenle farklı ve yabancı olanlar, topluma sonradan eklemlenenlere kuşku ile bakılmıştır. Avrupa tarihi bu açıdan bakıldığında büyük trajedilere de sahne olmuştur. Örneğin Almanya’da Avrupa’nın “ötekisi” olarak Yahudiler yirminci yüzyılın en büyük soykırımıma maruz kalmıştır. Avrupa’da zaman zaman nükseden Antisemitizmi önlemek için yasak düzenlemeler getirilmiş. Ancak bu konuda kitlesel bilinç değişikliği yeterli düzeyde olmadığı ve “öteki” ile birlikte yaşama kültürü yeterince içselleştirilemediği için bugün bile Antisemitizmin kökenleri kazınamamıştır.
Yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren Avrupa’nın sosyal, demografik ve dini manzarasını değiştiren yeni gruplar da topluma eklemlenmeye başlamıştır. Renkleri, dilleri ve dinleri farklı olan bu gruplar arasında en görünür ve belirgin olan Müslümanlar Avrupa’nın yeni” ötekileri” olarak algılanmaya başlanmıştır.
Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri açısından da önem taşıyan ve Avrupa Birliği ülkelerinde toplumsal gerginliğe yol açan, hatta sosyal barışı bozacak boyutlara ulaşan önyargılar artık müslümanlara yönelik tehdit algısı ve İslamofobiye dönüşme eğilimi gösteriyor. Türkler de Müslüman topluluğun bir parçası olduğu ve hatta bir çok ülkede belirgin bir nüfus yoğunluğu ile bunduklarından bu korkulardan dolayı hedef seçilme ihtimalleri yükse.
Avrupa ülkelerinde gittikçe tabana daha da yayılan korkuların, rasyonel olmayan tepkiler doğurduğu görülmektedir. Avrupa’lı politikacılar sayıları 10-12 milyon olarak tahmin edilen müslümanların artık yaşadıkları ülke vatandaşı oldukları ve geri dönüşlerinin ihtimal dahilinde olmadığı gerçekliğini uzun süre görmezden gelmiş ve sorunların gittikçe artmasına zemin hazırlamıştır. Günümüzde gelinen noktadan bakıldığında uygarlıklar arası sağlam köprüler atılması, olası sürtüşme kaynaklarının ortadan kaldırılabilmesi için politikacılar, aydınlar, sivil toplum kuruluşları ve dini kurumların İslamofobi ile yasal, politik ve sivil alanda mücadele etmeleri gerektiği apaçık ortadadır.

11 Eylül 2001 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde gerçekleştirilen terör eylemleri dünyanın bütün dikkatini din ve şiddet arasındaki ilişkiye çevirmiştir. Özellikle 11 Eylül saldırılarından sonra İslam ile şiddet ve terör ilintisi sıkça kurulmaya başlanmıştır. Her ne kadar Avrupa’daki müslümanların ekseriyeti yaşadıkları ülke vatandaşlığına geçmiş olsa da ne yazık ki hala “öteki” olarak görülmekte ve 11 Eylül olaylarından sonra “içerdeki tehdit ve düşman” olarak algılanmaktadır.
Avrupa’daki Müslümanlara ilişkin tartışmaların merkezini çoğunlukla din oluşturuyor. Herkes din üzerine yoğunlaştığı için sosyal, kültürel, ekonomik, hukuki ve siyasi bağlam unutuluyor. Avrupa Müslümanlar bir dizi sorunlar yüz yüzedir. Örneğin birçok Avrupa Birliği ülkesinde İslam bir din olarak tanınmıyor. Bu nedenle kurumsal düzlemde bazı yasal haklardan yararlanamıyor. Siyasal alanda ise müslümanlar vatandaşlık haklarından yararlanamama, siyasal ve kamusal alanda nüfuslarına oranla temsil edilememe, farklı kültürel kimliklerinden dolayı dışlanma ve hatta ırkçı gurupların hedefi olma gibi problemlerle kuşatılmıştır. Ekonomik alanda ise müslümanlar arasında istihdam probleminin olduğu ve işsizlik oranının müslümanlar arasında oldukça yüksek olduğu bilinmektedir. Eğitim, Avrupa’daki müslümanlar için bir başka problem teşkil etmektedir. Avrupa ülkelerinde çok sayıda ilk ve orta dereceli okul öğrencisi Müslüman çocuk bulunmasına rağmen bunlar arasındaki başarı oranının düşük olduğu ve büyük bir çoğunluğunun yüksek öğretim aşamasına geçemediği bilinmektedir. Ayrıca son yıllarda Batı ülkelerinde aşırı milliyetçiğin ve ırkçı akımların güçlendiği görülmektedir.
Bu problemlerin çözümü yerine tartışmaları sadece din boyutuna indirgemek ve müslümanları tehdit olarak görmek ne kısa ne de uzun vadede hiçbir şeyi sorunu çözmeyecektir. Bu nedenle siyasi iktidarlar, bilim adamı, düşünür, medya, sivil toplum örgütleri ile dini kurumların toplumsak, kültürel, ekonomik ve siyasi bağlamı da göz önünde bulundurarak hukuki enstrümanlar ve yeni politikalarla sorunların çözümüne çalışmaları daha yararlı olacaktır.

Avrupa’da Antisemitizm ve Türkiye’de Yahudiler

Avrupa’da Antisemitizm ve Türkiye’de Yahudiler

Avrupa’da yükselen ırkçılık ve ayrımcılığın en büyük hedeflerinden biri Yahudiler olmuştur. Bunun en trajik örneği İkinci Dünya savaşı sıralarında görülmüştür. Yakın tarihin bize bıraktığı kayıtlara göre altı milyon Yahudi, Hitler’in önderliğinde Naziler tarafından öldürülmüştür. Düşmanla savaşarak ölmenin onurundan bile mahrum bırakılan bu insanların büyük çoğunluğu gaz odalarında yakılarak hunharca yok edilmiş veya toplama kamplarında telef edilmiştir. Hitler, Avrupa’yı Yahudilerden “temizleme” kararlığı içinde olduğu için sadece Yahudilerden “arınmış” bir Almanya kurmaya çalışmakla yetinememiş işgal ettiği diğer ülkelerde de Yahudileri toplama kamplarına göndermiştir. Modern dönemlerde yakın tarihin kaydettiği en büyük soykırıma Yahudiler maruz kalmıştır.
Almanya ve Avrupa’da soykırıma uğrayan Yahudiler yüzlerce yıl önce katledilmedi. Bu büyük trajedi Avrupa’daki aydınlanma, reform, rönesans, demokrasi ve çoğulculuk tecrübesinden önce de yaşanmadı. Bütün bu süreçleri yaşadıktan yani modernleştikten sonra Avrupa, kendi içinden bir soykırım ruhu ve ordusu üretti. Modern Batı uygarlığının en ciddi kırılması olarak tanımlanabilecek Yahudi soykırımı, bundan sadece altmış-yetmiş yıl önce yaşandı. Yani artık Avrupa modernleşti, demokratik ulus devlet kuruldu, çoğulcu ve katılımcı toplumsal yapılar oluştu derken ve artık ciddi kriz beklentilerinin olmadığı bir zaman diliminde gerçekleşti soykırım. Batı uygarlığı kendi içinde büyüyen sessiz canavarın farkına varamadığı gibi, dehşet manzaraları ortaya çıktıkça bunları engelleme gücünü de kendisinde hissetmedi. Bugün Yahudilerin kolektif hafızalarında altı milyon kişinin yok oluşu hala canlılığını korumaktadır.
Yahudiler bu trajediden sonra dünyanın birçok yerine dağıldı. Bir kısmı da 1948 yılında kurulan İsrail’e gitti. Hayata tutunma isteği, kendini savunmak için güçlü kaleler kurma istekleri yanında kurban olma psikolojisinin de tetiklediği motivasyon ile Yahudiler girdikleri her işte başarılı oldu. Özellikle bankacılık, finans, medya ve eğitim alanlarında ciddi birikimlere ulaştılar. Ayrıca yaşadıkları ülkelerin siyasal hayatına katılmayı da ihmal etmediler. Bugün hem ABD hem de Avrupa’daki siyasal oluşumların sağ, sol ve liberal kanatlarında çok sayıda Yahudi politikacıyı görmek mümkündür. Bu nedenle her iktidar döneminde Yahudilerin en üst düzeyde siyasal temsile ulaştığı gözleniyor. Belirli bir etki gücüne ulaştıktan sonra Yahudi örgütleri ve baskı grupları soykırımının (Holokost) hafife alınması, inkar edilmesi ve övülmesinin yasa dışı ilan edilmesi için kampanyalar başlattı. ABD de dahil Avrupa devletlerinin birçoğu biraz da suçluluk duygusu ile bu kampanyalara siyasi destek vererek sorunu hukuki bir zemine taşıdı, yani soykırım inkarı suç sayıldı. Ama bütün bu yasal önlemlere rağmen Avrupa’da antisemitizmin kökü bir türlü kazınamadı. Örneğin European Monitoring Centre on Racism and Xenophobia tarafından yayınlanan raporlar da Avrupa’da hala antisemitizm olduğunu ve zaman zaman bunun yükseldiğini doğruluyor.
Antisemitist eğilimler, olası Holokost inkarcılığı ve övgüsüne karşı bir uyarı olarak kabul edilen Britanyalı tarihçi David Irving’in geçtiğimiz günlerde üç yıl hapis cezasına çarptırılması düşünce ve ifade özgürlüğü tartışmalarını yeniden başlattı. Irving, 1989 yılında Avusturya’da yaptığı bir konuşma ve röportajında, Holokost'u reddederken, Auschwitz'deki gaz odalarını 'masal' diye nitelendirmişti. Bazıları Irving’in ifade özgürlüğünü kullandığını dolayısıyla mahkum edilmesinin yanlış olduğunu savunuyor. Diğer taraftan bazıları ise Yahudileri aşağılama anlamına gelecek Holokost inkarı veya övgüsünün ifade özgürlüğü bağlamında değerlendirilemeyeceği görüşünü savunuyor. Bu görüşte olanların çoğunun önce Danimarka ve daha sonra bazı Avrupa ülkelerinde yayınlanan ve Müslümanların geniş tepkisine yol açan karikatürlerin ifade özgürlüğü çerçevesinde ele alınmasına karşı çıkmamalarının bir çelişki oluşturduğu da söyleniyor.
Her halükarda altı milyon Yahudinin katledilişini inkar etmek ve bu büyük trajediyi hafife almak ne ifade özgürlüğü çerçevesinde meşru görülebilir ne de insanlık haysiyetine yakışır. Bu tür yaklaşımlara hukuki enstrümanlar sessiz kalsa bile insani ve ahlaki duyarlılıklar sessiz kalamaz. Holokost’u hafife almak Yahudi dünyasını hafife almak ve hatıralarına saygısızlık demektir. Bu nedenle Danimarka’daki karikatür krizi üzerinden İran’daki bazı gazetelerin Holokost’u hafife alan karikatür yayınlama tehdidinde bulunması ne İslami ne de insanidir. Bir topluluğun acısıyla alay ederek karikatürlere misilleme yapmanın hiçbir mantığı yok.
Avrupa’da sadece antisemitizm yok. Son yıllarda İslam fobisi de gittikçe yükseliyor. Avrupa’nın "ötekisi" bir zamanlar Yahudilerse eğer şimdi “öteki” olarak görülenler Müslümanlar olmuştur. Korku, kuşku ve tehdit algısı Müslüman aleyhtarlığı olarak toplumsal tepkiye dönüşüyor. Avrupa “öteki”lerle birlikte yaşama konusunda derin bir tarihsel deneyime de sahip değil. Bu konuda Osmanlı geleneğini tevarüs eden Türkiye, Avrupa için önemli bir örnek olarak öne çıkıyor. Yahudiler hem Osmanlı hem de Cumhuriyet döneminde toplumun önemli bir unsuru ve ayrılmaz bir parçası olarak Türklerle/Müslümanlarla birlikte yaşadı ve yaşıyor. Osmanlı devletinin din ve inanç alanında sağladığı özgürlükler İspanya’dan göçe zorlanan çok sayıda Yahudinin Osmanlı topraklarına gelmesine neden olmuştu. Modern Türkiye döneminde ise Nazi baskısından kaçan çok sayıda Yahudi, Türkiye sınırları içinde yaşam güvencesi bulmuştur. İşte Avrupa ile Türkiye arasındaki fark burada yatıyor. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş ile birlikte Yahudiler de herkesle eşit anayasal haklara sahip Türk vatandaşları olarak kabul edildi.
Henüz demokrasi, çoğulculuk ve din / inanç özgürlükleri gibi kavramlarının tartışılmadığı dönemlerde Osmanlı devletinde farklı inanç gurupları ve din mensuplarının farklılıklarına karşın ortak yaşam sürdürdüğünü biliyoruz. Demokrasinin bugünkü gelişmiş haliyle sağladığı eşitlikçi ölçüde olmamakla birlikte o günün koşullarında İslam dini dışındaki dini gelenekler için şaşırtıcı derece anlamlı özgürlükler alanı tesis edilmiştir. İmparatorluk egemenliği altında bulunan inanç grupları din değiştirmeye zorlanmamış, varlıkları ve meşruiyetleri kabul edilmiş, Yunan Ortodoks Kilisesi, Ermeni Kilisesi ve Yahudi dini mensupları birer “millet” olarak tanınmışlardı. Osmanlı’da toplum, inanç temeline dayalı olarak “millet sistemi” ile idare edilmiş, dolayısıyla belli bir ırkı, bölgeyi ya da dili esas alan herhangi bir ayrıştırmaya gidilmemişti. Osmanlı devletinin din / inanç alanında sağladığı özgürlükler İspanya’dan göçe zorlanan çok sayıda Yahudinin Osmanlı topraklarına gelmesine neden olmuştu.
Modern Türkiye döneminde ise Nazi baskısından kaçan çok sayıda Yahudi Türkiye sınırları içinde yaşam güvencesi bulmuştur. İşte Avrupa ile Türkiye arasındaki fark burada yatmaktadır. Türkiye modern sosyolojik tabirle “öteki” olarak kavramsallaştırılan farklı din ve kültür mensuplarının birlikte yaşadığı bir geleneği tevarüs edip yaşatan bir ülkedir. Avrupa’nın “öteki” ile birlikte yaşama deneyimi ise çok daha yeni. İşte bu nedenle Avrupa’da ne antisemitizmin kökenleri kurutulabiliyor ne de yükselen İslam fobisinin önüne geçilebiliyor. Bütün bu gelişmeler artık çatışma çözümleme arayışlarını gerektiriyor. Günümüzdeki toplum yapıları, gruplar arası ilişki biçimleri ve sürtüşme nedenleri bağlamında gerek İslam dünyasında, gerekse Batı toplumlarında inanç farklıklarından doğan sürtüşme ve gerilimlerin önlenmesinde Türkiye tecrübesinin çok önemli katkılar yapabilecek bir derinlik ve birikime sahip olduğu söylenebilir.

AB Yan Çiziyor

Avrupa Birliği Yan Çiziyor


Konu Türkiye ve Türkler olunca Avrupa Birliği’nden o kadar farklı sesler çıkıyor ki bu seslerden hangisi Avrupa Birliği’ni temsil ediyor hangisi etmiyor anlayamıyor insan. Özellikle Fransa ve Hollanda AB Anayasası’na hayır dedikten sonra Türkiye aleyhtarı olanlar, ellerine büyük bir koz geçmiş gibi çatlak sesler çıkarmaya başladı. Neymiş efendim Fransızlar ve Hollandalılar Türkiye üye olmasın diye söz konusu Anayasaya hayır demiş. Bunda kısmen doğruluk payı olmakla beraber bu iki milletin işini gücünü bırakıp Türkiye karşıtlığı yapmaya soyunduğunu söylemek pek yakışık almaz sanırım. Fransa zaten baştan beri Türkiye’nin üyeliği konusuna sıcak bakmıyor. Aynı şekilde Alman muhafazakarları da öyleydi zaten. Şimdi buna bir de yeni seçilen Papa eklendi.
Gazetelere yansıdığı kadarıyla Papa yeni yayınlanacak kitabında Türkiye’nin farklı kültürel yapısından dolayı üye olmaması gerektiği yolunda fikirler ileri sürüyormuş. Yani Fransa’nın seküler bloğu, Almanya’nın muhafazakar ekolü ve Katolik dünyanın dini lideri Papa hazretlerinin oluşturduğu koalisyon, Türkiye’ye karşı güç birliği yapıyor. Avrupa tarihine bakıldığında seküler ve dini kesimlerin böylesine yakın bir işbirliği yaptıklarını görmek mümkün değil aslında. Seküler dünya görüşü Katolikliğin baskı ve dogmalarına karşı verilen bir mücadelenin ve din baskısından kurtulma politikasının ürünüdür. Doğaları, amaçları, dünya ve toplum tasavvurları gereği bu iki kesimin bir araya gelmeleri mümkün değil. Ama her nasılsa Türkiye’nin tam üyelik korkusu bu farklı kesimleri bir araya getirebiliyor. Meğer nelere kadirmiş Türkiye’nin potansiyeli!
Biz Türkler bu potansiyeli pek keşfedemedik anlaşılan. Öyle görünüyor ki yabancılar içimizi, dışımızı ve tarihimizi bizden daha iyi biliyor. Türkiye her ne kadar seksen küsur yıllık bir cumhuriyet olsa da devlet geleneği çok eski olan bir ülkedir. Sanat, kültür, mimari, düşünce, askeri deneyim ve dünyaya açılma gibi konularda çok önemli birikimleri tevarüs etmiştir Türkiye. Bu tarihsel derinlik ve birikim Türklerin kendilerine güven kaynaklarının başında geliyor. Kedine güvenen binlerce Türk bugün Türkiye dışında yaşıyor. Çin’den Romanya’ya kadar uzanan coğrafyada Türkler okul açıyor, yatırım yapıyor, iş kuruyor ve ülkelerini temsil ediyor.
Türkiye’yi sadece iş adamları ve yatırımcılar mı temsil ediyor? Kuşkusuz hayır. Şu anda Avrupa’nın göbeğinde zaten en az dört milyon Türk yaşıyor. Hem de yaşadıkları ülkeye kök salmış durumda bu insanlar. Kimse dört milyon Türkü evinden, işinden el çektirip Türkiye’ye gönderemez. Buna ne Fransa ve Almanya ne de Papa’nın gücü yeter. Çatlak sesler çıksa da çıkmasa da zaten Türkiye Avrupa’da temsil ediliyor. Peki Türkiye söz konusu olduğunda çatlak ses çıkaran ve yan çizen politikacıları ve medya mensuplarını etkileme konusunda dört milyon Avrupalı Türk potansiyel güçlerini yansıtan bir çalışma yapıyor mu? Bu soruya evet diye cevap vermek imkansız.
Avrupalı Türkler yukarıda bahsedilen çatlak seslerin kısılması için çok şeyler yapabilir aslında. Örneğin yerel ve ulusal medya aracılığıyla Türkiye ve Türkler hakkındaki yanlış imajları düzeltmeye başlayabilirler. Ayrıca siyasal partileri, hükümet üyelerini ve üst düzey karar mekanizmalarını Türkiye konusunda daha olumlu düşünmeye davet edebilirler. Ama bunu yapabilmek için önce Türklerin sahip oldukları sermayeyi yani birikimi keşfetmeleri gerekir. En büyük sermaye nüfus kuşkusuz. Sonra siyasal katılım, sivil toplum örgütleri ve ortak çalışma ruhu. Bütün bunlar devreye sokulduğunda AB’deki Türkiye aleyhtarı çatlak seslerin fazla etkisi kalmayacaktır.
AB ne kadar yan çizerse çizsin Avrupalı Türklerin da katkılarıyla, Türkiye ile müzakereler 3 Ekim'de başlayacaktır.

20 Mayıs 2006 Cumartesi

Avrupalılarla Türklerin Hoşgörü Farkı

Avrupalılarla Türklerin Hoşgörü Farkı

Batılı ülkeler ile Türkiye’nin ya da Avrupalılarla Türklerin en büyük farkı nedir diye bir soru sorulsa acaba cevabınız ne olurdu? Kuşkusuz herkes kendi bakış açısına, bilgi düzeyine ve deneyimlerine göre farklı cevaplar verecektir böyle bir soruya. Kimileri farklı diller konuşulduğunu, farklı ırklara mensup olunduğunu, farklı coğrafyalarda yaşanıldığını ve farklı dinlere inanıldığını söyleyecektir. Bunların hepsinde gerçeklik payı var. Ama bunların da ötesinde günümüzdeki gelişmeleri ve özellikle Avrupa’daki Türkleri ve diğer göçmen toplulukları doğrudan etkileyen bir fark var Türkler ile Avrupalılar arasında. Nedir peki bu fark?
Türkler tarih boyunca farklı milletlerle birlikte yaşama deneyimine sahiptir. Avrupalılar için bunu söylemek bir hayli güçtür. Farklı milletler, gruplar, farklı dil, inanç ve kültür mensupları ile aynı çatı altında yaşamanın Türklere kazandırdığı çok şey olmuştur. Türkler, Orta Asya’dan Anadolu’ya göç ederken kendilerinden farklı dilleri konuşan, farklı dinlere inanan topluluklarla ilişki kurmuşlar ve aynı toprakları paylaşmışlardır. Yani Türkler “öteki” be “başka” olanlar ile birlikte yaşamaya alışmıştır. Türklerin bu deneyimi yüzyıllar boyunca zenginleşmiş, Selçuklular döneminde gelişerek Osmanlı döneminde zirveye ulaşmıştır.
Türkler binlerce yıldır “öteki” ile yaşamaya alışık bir millet oluşturmuştur. Kendilerinden farklı dilleri konuşan ve farklı dinlere inanan toplulukları bir tehdit veya düşman olarak görmemiştir. Bunun temel nedeni kuşkusuz Türklerin kendi dil, kültür ve inançlarına olan güvenleridir. “Öteki” ile birlikte yaşama deneyimi Türkler arasında hoşgörü kültürünü bir hayli geliştirmiştir. Bunun bir sonucu olarak ne Hıristiyanlar ne de Yahudiler herhangi bir baskıya maruz kalmamıştır. Hiçbir millet farklı etnik mensubiyetlerinden dolayı ayrımcılığa uğramamış ve zulüm görmemiştir. Türkler “ötekiler” ile dostane ilişkiler yürütmüştür. Hatta Osmanlı sarayının bürokratik katmanlarında çok sayıda Türk olmayan gayr-i Müslim üst makamlarda bulunmuştur. Osmanlı Türkleri içe içe yaşadıkları diğer millet ve inanç mensuplarını aslında “öteki” olarak görmemiş, toplumun doğal bir unsuru olarak kabul etmiştir. İşte bu nedenledir ki Osmanlı topraklarını kimse baskı ve zulüm gördükleri gerekçesi ile terk edip gitmemiştir.
Peki ya Batı, ya Avrupalılar? Onların “ötekiler” ile yaşama tecrübesi var mı? Varsa ne zamandan beri böyle bir tecrübeleri var? Türkler ile karşılaştırıldığında Avrupalıların deneyimi ne ifade eder? Hemen belirtmek gerekir ki Avrupalıların Türkler kadar “öteki” ile yaşama tecrübesi yoktur. Avrupa kendi içinde onlarda yıl süren savaşlar yaşamıştır. Bırakın farklı kıtalardan ve inançlardan olanları, Avrupalılar kendi içindeki farklı grup veya milletleri bile bir arada yaşatma başarısını sürdürememiştir. Birinci ve ikinci dünya savaşları bu açıdan çok önemlidir. Bu savaşlar Avrupalıların kendi komşularına ve benzer inançları taşımalarına rağmen birbirlerine tahammül edemediklerinin son iki çarpıcı örneğidir. Halbuki Türkler birlikte yaşadıkları Hıristiyan ve Yahudi topluluklara karşı herhangi bir tahammülsüzlük göstermemişlerdir.
Avrupa “öteki” ile uzun süreli ve derin bir birlikte yaşama deneyimine sahip olmadığı için bugün büyük sorunlar yaşıyor. 1950’lere kadar bir kültürel ve siyasal kimlik bağlamında kurguladıkları göreceli bir homojenlik içinde yaşayan Avrupalılar, göçmen işçilerin gelmesiyle birlikte farklı bir kültür, inanç ve gelenek ile karşı karşıya kaldı. Bu yeni gelenleri hazmedemediği içindir ki bugün Avrupa’da yükselen bir ırkçılık ve ayrımcılık var. Yabancı kökenlilere bir çeşit potansiyel tehdit ve tehlike olarak bakılıyor. Bu insanlar toplumsal hayatın birçok alanında dışlanıyor, kenara ve köşeye itiliyor. Bunun tek nedeni var. O da yabancı kökenli olmaları, farklı dilleri konuşup farklı inançları savunmalarıdır.
Avrupa “öteki” ile birlikte yaşamanın yollarını bulma konusunda Türk tecrübesinden çok şey öğrenebilir. Modern dünyanın yüz yüze kaldığı en büyük sorunlardan biri olan çatışma, sürtüşme ve gerginliklerin önlenmesinde Türklerin tarihi deneyim ve birikimlerinin önemli katkıları olacaktır. Özellikle farklı dil, inanç ve kültürlerin çatışma ve sürtüşmeden uzak bir toplumsal gerçeklikte ortak varoluşuna imkan sağlayan tarihsel pratiklerin önemle üzerinde durulması, bunlardan ders çıkarılması ve önümüzdeki yıllar için de barış ve hoşgörü temeline dayalı bir yönetim kültürü ve toplumsal yapı inşası için pozitif birikimlerden yararlanılması gerekmektedir.
Bu noktada bize düşen görev Türkiye’nin birikimlerini, deneyimlerini ve başarılarını dış dünyaya ve özellikle de Avrupa’ya anlatmaktır. Türkler, inanç ve kültürel farklılıkları zenginlik olarak kabul etmiş, bu farklılıkları tehdit olarak algılamamış, baskı altına alıp yok etmemiştir. Bütün bunları Avrupalılara hatırlatmak gerekiyor.
Şimdi başa dönüp aynı soruyu bir daha soralım: Batılı ülkeler ile Türkiye’nin ya da Avrupalılarla Türklerin en büyük farkı nedir diye bir soru sorulsa acaba cevabınız ne olurdu?

6 Temmuz 2005 Çarşamba

Sivil Toplum İlişkilerine Kırk Milyon Euro

İngiltere’deki Türk dernek, vakıf ve benzeri sivil toplum kuruluşları için yeni bir fırsat doğdu. Bu fırsatı doğuran neden Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri. Avrupa Komisyonu en son yayınladığı raporda AB ile aday ülkeler arasında sivil toplum kanalıyla bir köprü oluşturulması gereği üzerinde duruyor. Bu amaca yönelik projelerin desteklenmesi için kırk milyon Euro’luk bir kaynak ayrılmasına karar verilmiş. Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerine katkıda bulunmak isteyen sivil toplum kuruluşlarına, uygulayacakları projeler için kesenin ağzını açmış durumda AB Komisyonu.
Sivil toplum kuruluşlarından beklenen şey AB’yi Türkiye’de tanıtmak, Türkiye’yi de AB ülkelerinde tanıtmak ve böylece farklı kültürler, diller ve uygarlıklar arasında köprü kurulmasını sağlamak. Resmi kurumların çalışmaları genellikle yetersiz kalıyor bu konuda. Özellikle sokaktaki insana ulaşmada, okullarda gençlere bilgi aktarmada, medya ve sivil kuruluşları etkilemede resmi kurumların yapamadığını ancak sivil toplum örgütleri yapabiliyor. Bunun farkına varan AB Komisyonu, hem Türkiye’de olumlu bir AB imajı yaratmak hem de Türkiye’nin AB’deki imajını daha olumlu hale getirmek ve halkın Türkiye’nin üyeliğini desteklemesini sağlamak için sivil toplum kuruluşlarını göreve çağırıyor.
İngiltere’deki Türk sivil toplum kuruluşlarına işte bu noktada ciddi görevler düşüyor. Hemen belirtmekte yarar var ki artık yüzlerce sivil toplum kuruluşumuz var. Bunların bir kısmı tabela dernekleri ama bir kısmı da uzun yıllardır Türk toplumuna hizmet ediyor. Kendini yenilemek, faaliyet alanlarını genişletmek, sadece ulusal değil aynı zamanda uluslar arası nitelikte iş yapmak isteyen kuruluşlar için yeni bir fırsat kapısı açılıyor. Yukarıda da bahsedildiği gibi kırk milyonluk bir finansal kaynak ayrılmış durumda. Türk kültürünü ve Türkiye’nin çağdaş birikimlerini Avrupa ve İngiltere halkına anlatmak, doğrusunu söylemek gerekirse Avrupa’da pek iyi olmayan Türk imajını geliştirmek için bir şeyler yapmak isteyen sivil toplum kuruluşları, tek tek veya ortaklıklar kurarak yeni projeler üretebilir.
Şimdiye kadar imkansızlıklardan yakınan derneklere, vakıflara ve benzeri kuruluşlara düşen görev kırk milyon Euro’dan mümkün olduğunca geniş bir pay almak, bu pastanın kalın bir dilini kapmak ve Türkiye’mizi, kültürümüzü, edebiyat, sanat, müzik ve benzeri alanlardaki çağdaş birikimlerimizi, Türkiye’nin tarihi katmanlarını, İslam ve demokrasiyi nasıl barıştırıp bir arada yaşattığını, hem demokrat hem de çağdaş müslüman bireyler yetiştirmeyi nasıl başardığını anlatmalıdır. Bilindiği gibi Avrupalıların en büyük korkuları Türkiye’de halkın büyük çoğunluğunun müslüman oluşu. Evet, Türkiye’nin çoğunluğu müslümandır ama bu ülkede yaşayan gayr-i müslim topluluklarla yüzyıllardır barış içinde nasıl yaşandığını da göstermiştir. Ayrıca Avrupa ve İngiltere’de yaşayan Türklerin de çoğu müslümandır. Hatta buralarda en güzel ve en büyük camileri inşa etmişlerdir. Ama inançları hiç bir zaman onları toplumdan soyutlamamış, Türkler aşırı uçlara kendilerini kaptırmamış ve bazı marjinal guruplar dışında radikal unsurları içinde barındırmamıştır.
İşte bütün bunlar Türklerin büyük erdemleri ve başarılarıdır. Bunları biz anlatamasak kimse anlatamaz. İngiltere Türkleri kendilerini ifade edebilecek insan kaynağına ve kültürel birikime sahip bir topluluktur. Artık AB kaynakları da sivil toplum kuruluşlarına açılıyor ve bu fonlar Türklerin kendilerini anlatabilmeleri, Avrupalı ve İngilizlerin Türkleri ve Türkiye’yi daha yakından tanıyabilmeleri için kullanılacak. İngiltere’deki Türk sivil kuruluşları kendilerine güveniyorsa bundan daha iyi fırsat olamaz. Resmen fırsat ayağımıza geliyor. Bu nedenle kış uykusundan uyanmak ve ayağımıza gelen bu fırsatı iyi değerlendirmek durumundayız. Aksi takdirde hem genç kuşaklar ve tarih önünde suçlu duruma düşeriz hem de Türkiye’ye ve Türk dünyasına haksızlık etmiş oluruz.

22 Haziran 2005 Çarşamba

Avrupa’da Türkiye Karşıtı Seküler-Kutsal İttifak (Secular-Sacred Union Against Turkey in Europe)

Son günlerde Avrupa’da Türkiye karşıtı seküler-kutsal bir ittifakın oluştuğu gözleniyor. Türkiye’nin üyeliğine kuşku ile bakanlar veya tamamen karşı çıkanların öne sürdüğü itiraz nedenlerine bakıldığında karşımıza bazı korkular, önyargılar ve tehdit algıları çıkıyor. Türkiye’nin AB üyeliğine karşı kamuoyu oluşturmaya çalışanların her platformda dile getirdiği noktalar arasında Türkiye'nin nüfus büyüklüğü, hızlı nüfus artışı, genç nüfusun oransal yüksekliği, işsizlik, geleneksel ve kültürel kimlik farklılıkları ve Müslümanlık faktörü, Türkiye’nin Batı uygarlığının bir üyesi olmadığı ve karar alma mekanizmalarında sivil olmayan çevrelerin etkinlikleri gibi konuları saymak mümkün. Özellikle Fransa ve Hollanda AB Anayasası’na hayır dedikten sonra Türkiye aleyhtarı olanlar, ellerine büyük bir koz geçmiş gibi çatlak sesler çıkarmaya başladı. Fransızlar ve Hollandalıların Türkiye üye olmasın diye söz konusu Anayasaya hayır dedikleri iddia ediliyor. Bunda kısmen doğruluk payı olmakla beraber bu iki milletin işini gücünü bırakıp Türkiye karşıtlığı yapmaya soyunduğunu söylemek pek yakışık almaz sanırım. Fransa zaten baştan beri Türkiye’nin üyeliği konusuna sıcak bakmıyor. Aynı şekilde Alman muhafazakarları da öyleydi zaten. Şimdi buna bir de yeni seçilen Papa eklendi. Belki de bu Türkiye karşıtı seküler-kutsal ittifakın en belirgin göstergesi.
Şimdi kısaca Türkiye karşıtı seküler-kutsal ittifakın ortak yönlerine bakalım. Hatırlanacapı üzere IPSOS araştırma şirketi tarafından Le Figaro gazetesi için yapılan bir kamuoyu araştırmasında Fransız halkının yüzde 56’sı bir İslam ülkesi olarak gördükleri Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesine karşı olduklarını belirtmişti. Türkiye’nin üyeliğine hayır diyenlerin yüzde 40’ı Türkiye’den bir göç dalgası geleceğini, bunun da istihdam olanaklarını olumsuz etkileyeceği kaygısını taşıdıklarını belirtirken yüzde 26’sı Türkiye’nin bir Asya ülkesi olduğunu ve yüzde 25’i de halkının Müslüman olduğunu belirtmişti. Yaklaşık yüzde 30’luk bir kesim ise dini ve kültürel nedenlerden dolayı Türkiye’nin “asla” üye olmaması görüşünde olduklarını ifade etmiştir. Fransa Başbakan’ı Jean-Pierre Raffarin Türkiye’nin kültürel kimliğine karşı açık bir duruş sergilemiş ve “İslam ırmağının laikliğin nehir yatağına akmasını mı istiyoruz?” sorusuyla din farkından dolayı Türkiye’nin üyeliğine karşı olduğunu ima etmiştir. Diğer yandan AB'nin Hollandalı müzakerecisi Fritez Bulkashtian 'AB'nin Türkiye'nin katılımına izin vermesinin, Avrupa'nın Viyana Savaşı'na boşuna girdiği anlamına geleceği' yollu benzer bir açıklamada bulunmuştur. Gazetelere yansıdığı kadarıyla Papa da yeni yayınlanacak kitabında Türkiye’nin farklı kültürel yapısından dolayı üye olmaması gerektiği yolunda fikirler ileri sürüyormuş. Yani Fransa’nın seküler bloğu, Almanya’nın muhafazakar ekolü ve Katolik dünyanın dini lideri Papa’nın oluşturduğu koalisyon, Türkiye’ye karşı güç birliği yapıyor. Avrupa’nın aydınlama sonrası tarihine bakıldığında seküler ve dini kesimlerin böylesine yakın bir işbirliği yaptıklarını görmek mümkün değil aslında. Seküler dünya görüşü Katolikliğin baskı ve dogmalarına karşı verilen bir mücadelenin ve ruh sınıfının baskısından kurtulmak için verilen bir savaşın ürünüdür. Doğaları, amaçları, dünya ve toplum tasavvurları gereği bu iki kesimin bir araya gelmeleri mümkün değil. Ama her nasılsa Türkiye’nin tam üyelik korkusu bu farklı kesimleri bir araya getirebiliyor. Meğer nelere kadirmiş Türkiye’nin kültürel kimliği.
Biz Türkler bu potansiyeli pek keşfedemedik anlaşılan. Öyle görünüyor ki yabancılar içimizi, dışımızı ve tarihimizi bizden daha iyi biliyor. Türkiye her ne kadar seksen küsur yıllık bir Cumhuriyet olsa da devlet geleneği çok eski olan bir ülkedir. Sanat, kültür, mimari, düşünce, askeri deneyim ve dünyaya açılma gibi konularda çok önemli birikimleri tevarüs etmiştir Türkiye. Bu tarihsel derinlik ve birikim Türklerin kendilerine güven kaynaklarının başında geliyor. Kedine güvenen binlerce Türk bugün Türkiye dışında yaşıyor. Çin’den Romanya’ya kadar uzanan coğrafyada Türkler okul açıyor, yatırım yapıyor, iş kuruyor ve ülkelerini temsil ediyor.

Türkiye’yi sadece iş adamları ve yatırımcılar mı temsil ediyor? Kuşkusuz hayır. Şu anda Avrupa’nın göbeğinde zaten en az dört milyon Türk yaşıyor. Hem de yaşadıkları ülkeye kök salmış durumda bu insanlar. Kimse dört milyon Türkü evinden, işinden el çektirip Türkiye’ye gönderemez. Buna ne Fransa ve Almanya ne de Papa’nın gücü yeter. Çatlak sesler çıksa da çıkmasa da zaten Türkiye Avrupa’da temsil ediliyor. Peki Türkiye söz konusu olduğunda çatlak ses çıkaran ve yan çizen politikacıları ve medya mensuplarını etkileme konusunda dört milyon Avrupalı Türk potansiyel güçlerini yansıtan bir çalışma yapıyor mu? Bu soruya evet diye cevap vermek imkansız.

Avrupalı Türkler, Türkiye aleyhine çıkan çatlak seslerin kısılması için çok şeyler yapabilir aslında. Örneğin yerel ve ulusal medya aracılığıyla Türkiye ve Türkler hakkındaki yanlış imajları düzeltmeye başlayabilirler. Ayrıca siyasal partileri, hükümet üyelerini ve üst düzey karar mekanizmalarını Türkiye konusunda daha olumlu düşünmeye davet edebilirler. Ama bunu yapabilmek için önce Türklerin sahip oldukları sermayeyi yani birikimi keşfetmeleri gerekir. En büyük sermaye nüfus kuşkusuz. Sonra siyasal katılım, sivil toplum örgütleri ve ortak çalışma ruhu. Bütün bunlar devreye sokulduğunda AB’deki Türkiye aleyhtarı çatlak seslerin fazla etkisi kalmayacaktır.

AB ne kadar yan çizerse çizsin Türkiye ile müzakereler 3 Ekim'de başlayacaktır. Bu da Avrupa’daki Türkiye karşıtı seküler-kutsal ittifakla mücadele etmeyi meşru kılmaktadır.

Revival of Cultural Legacy in Tatarstan

There is a rediscovery of deeply rooted traditional values in Tatarstan within the context of social and cultural changes in the light of recent developments. One of the most significant sociological events after the disintegration of the Soviet Union was the reconstruction of various religious identities and their institutionalization in society. During the communist era, religious education was banned and numerous religious institutions were closed down because of the communist ideology based on Karl Marx’s views who regarded religions “as opium”. However despite oppressive policies towards religions and imposition of atheist views and positivist education in the schools during the communist era, religions succeeded to survive as sources of collective identity. Social and political events in Tatarstan and elsewhere in the region after the Cold-War period show that despite state repression, Islam preserved its vitality for Muslims. Especially following the expansion of democracy, freedom of religious belief and its expression, Tatar Muslims began to rediscover their Islamic heritage and values.

Cultural and intellectual life among Kazan Tatars was very vibrant at the turn of the 20th century. Following the Bolshevik Revolution in 1917, the Soviets downgraded and peripheralized non-Russian cultures and people attached to them. Tatar national culture was relegated to a lower level of the cultural evolutionary schema than was Russian culture. The Soviet Union was officially an atheist state and thus sought to stamp out religion from social and cultural life. From the very beginning of its establishment the Soviet state pursued a concerted policy of forcing out religion from public and political life on the one hand and from the life of the individuals on the other hand to create a “New Soviet Man” free from any religious and spiritual references. As part of such a policy of social engineering, Tatarstan’s famous mosques and madrasas were closed; their teachers and scholars were exiled or killed.

Resistance and Revival of Cultural and Religious Identity
Despite concerted campaigns to stamp out religions from the social and cultural fabric of society, neither Islam nor other religions died out. Muslims have resisted cultural, political and economic pressures imposed by the Soviet regime and remained faithful to their national and religious traditions. Beginning of the perestroika has been a turning point for Kazan Tatars and other nations who started to re-claim their national, cultural and religious identity on the one hand and to re-establish their cultural values and religious institutions on the other hand. Implementation of a bilingual education, the creation of Tatarstan citizenship and the establishment of Tatarstan’s Academy of Sciences are some indicators of institutional forms of national revival.

Not only linguistic and cultural elements of Tatar identity but also its religious dimensions found a fertile ground to foster. In the post-Soviet period Islam is viewed as an important component of Tatar national identity and therefore a special argument is made in favor of the strengthening of its symbolic and ideological function.
One of the most symbolic developments in Tatarstan was the reconstruction the Kul Sharif Mosque which was destroyed in 1552 when Ivan the Terrible invaded the Kazan Khanate. Recent data indicate that Muslims of Tatarstan are re-discovering the legacy of Islam and re-building its institutions such as mosques and madrasas as a result of social and political changes following the collapse of the Soviet Union. The reports indicate that the number of mosques here increased from three in 1990 to over 1000 in 2004. According to the data of the Central Administrative Board of the RF Ministry of Justice, there were 1288 religious organizations registered in the territory of the Republic of Tatarstan by January 1, 2004. Of these 986 are Muslim and 204. Modern Tatarstan accommodates diversity of faith groups representing various religious traditions that enjoy freedom of religion and conscience. These registered religious communities have established numerous places of worship and temples. Today there are 1014 mosques, 176 Orthodox Churches other religious buildings.

Religious education has also risen in Tatarstan which fills an important vacuum. It is noteworthy to point out that if religious education is not organized, sponsored and consolidated as a source of inculcation of authentic Islam, people will tend to find other sources for information which may lead to undesired developments such as Islam being hijacked by various groups with different agendas. It has already been observed that there are attempts by external groups and movements to infiltrate Tatarstan and impose their understating of Islam which opposes traditional perception of Islam held by Tatars which evolved in contact with various cultural, religious and ethnic groups over the centuries. Lack of religious education or insufficient inculcation of Islam may provide a room for external influences. Therefore state support is extremely important for the provision of proper religious education based on scholarly studies and well prepared curriculum to disable groups and movements who try to infiltrate Tatar society to impose an “imported” interpretation of Islam.

In conclusion, traditional national cultures and religion succeeded to preserve their presence especially in individual consciousness if not institutionally during the Soviet rule which is marked by a systematic repression. Recent developments and contemporary social, cultural and political transformations clearly show that religion is an important force and a source of identity in Tatarstan today. Not only in Tatarstan but around the globe there is an increasing tendency towards religion such as in USA, the Middle East, the East Asia, the South America, the Eastern Europe and in numerous other places. Transnational religious networks are being formed and communication revolution enabled religions to become a global social reality in world politics. One can argue that religion is not simply a cultural heritage or a source of individual/collective identity or merely a set of ritual practices for Muslims in Tatarstan. As the recent social and cultural changes indicate, Islam has an existential value for Muslim believers in Tatarstan providing a weltanschauung for them in public and private realms.

Muslims in the West: A Misconstrued Community

European societies are predominantly secular and there is a growing Muslim population in the very heart of secular Europe. Secularized European social life, political culture and public sphere are all facing an enormous challenge of accommodating a relatively religious Muslim from different Muslims countries. Despite settling in Europe many Muslims attach great importance to their sacred and religious values, trying to express their demands and identities in the public spheres.
In the midst of secular Europe there is a growing presence of Muslims in the West with an estimated number between 13 to 15 million comprising more then 35, percent of European population. It’s worth remembering that Europe’s Muslim population is an unintended consequence of labor migration during the postwar labor shortage in the 1950s and 1960s when Turks, Algerians, Moroccans, Tunisians, and Pakistanis were invited to fill the vacuum in workforce. In the initial period of their employment it was thought that they would return to their home countries once the industry took off and the migrants saved enough money. Therefore labor receiving countries neglected to establish comprehensive policies for the integration of Muslim migrants. Germany for example insisted using the term “guestworker” to indicate that they are meant to go back home. Instead families joined together and a new generation of Muslims emerged in the heart Europe. Since their arrival and settlement in Europe, Muslims have been encountering a number of problems such as being employed in low paid jobs, failure in education, bad housing conditions, racism and discrimination. State policies towards Muslims seem to have contributed to ghettoziation of Muslim communities.
Increasing number of Muslims, their visibility claim-makings as equal citizens in the public sphere is leading to new identity negotiations for Muslims and Europeans. The cover picture of European editions of weekly Time magazine (8 February 2005) which portrayed Mona Lisa with Muslim headscarf lend support to our view that Europeans are also redefining their identity. Muslims also in the process of reconstructing their religious and cultural identity defying the essentialist clichés that Muslims have monolithic identity perception. It is well documented that existence of Muslim in Europe is causing varying reactions on the part of Europeans. Some argue that presence of Muslims strengthens religious diversity, multiculturalism and civilizational dialogue while a conservative minority asserts that Islamisation is becoming Europe’s biggest problem and causing an identity crisis. 9/11, Madrid bombing and murder of Theo van Gogh worsened the image and position of Muslims in Europe. These events seem to have produced a fertile ground for exclusionary views. An Islamophobia emerged and Muslims became targets of hate campaigns. They were mistakenly seen as a threat to national security. It is often recorded and reported that Muslims were primary targets of verbal abuse, physical attacks and harassment in both the USA and Europe right after 9/11. Following the 9/11 attacks, the European Centre on Racism and Xenophobia (EUMC) found out that Muslim communities have become targets of increased hostility since 11 September.
Now it is time to put aside old prejudices and recover from Islamophobia. It must be noted here that Muslims can not be understood properly unless one discovers the meaning of religion for Muslim communities. Religion is not simply a cultural heritage or a source of individual/collective identity or merely a set of ritual practices for Muslims. Islam has an existential value for Muslim believers providing a weltanschauung for them in public and private realms. It will be possible to establish working relations and sustainable dialogue with Muslims if only Europeans understand the meaning and significance of religion and its existential importance for Muslims.

17 Haziran 2005 Cuma

Kofte in Sultan Ahmet in Istanbul

All visitors come and see Sultan Ahmet where the Topkapı Palace, the Blue Mosque, the Hagia Sophia Museum, the Museum of Islamic Art and many other historical sites are located. It takes you whole day and even more than a day to explore this beautiful corner of Istanbul. You would love to walk through all streets and feel as if you travel through the history. It is an enjoyable but tiring thing to do this and you would get definetly hungry. What I want to say is to you that you must pop in in a restaurant called Tarihi Sultan Ahmet Koftecisi where you can have delicious Kofte (minced meat mixed with herbs).
For futher information on this area visit the following link
http://english.istanbul.gov.tr/

Non-Muslim Communities in Turkey

Modern Turkey lies at the crossroads between eastern and western interests. The establishment of a modern Turkey based on Western political models was a watershed in Turkey’s history as an Islamic empire. The early republican elite distanced themselves from the cultural and ideological heritage of the Ottoman Empire and laid the foundational elements of modernization and westernization. However, modern Turkey continues to struggle with finding an appropriate balance between religion and secularism in a nation that is almost entirely Muslim. The establishment of modern Turkey opened a new chapter in history for all Turkish people, including non-Muslim minority communities. The Lausanne Treaty of July 24, 1923, which recognized the establishment of Turkey, had an important effect on the recognition, rights and liberty of religious minority communities in modern Turkey.

Non-Muslim Communities
Several non-Muslim religious groups exist in Turkey, most of which are concentrated in Istanbul and other large cities. Since census results do not contain any data pertaining to the religious affiliation of Turkish citizens, the exact membership figures are not available. However, Table 3 shows that there are more than one hundred thousand estimated non-Muslims in Turkey.

ESTIMATED NUMBER OF NON-MUSLIMS
Religious Affiliation Number
Armenian Orthodox Christians 50 000
Jews 25 000
Greek Orthodox Christians 3 000 – 5000
Syrian Orthodox (Syriac) Christians 15 000
Baha’is 10 000
Protestants 3 000

Armenian Orthodox Christians, Jews, and Greek Orthodox adherents are recognized by the Government as having special legal minority community status under the 1923 Lausanne Treaty. However, Baha’is, Syrian Orthodox (Syriac) Christians, Protestants, Bulgarian, Chaldean, Nestorian, Georgian, and Maronite Christians do not have the same status. Article 39 of the Treaty of Lausanne guarantees equality among Turkish citizens regardless of their religious conviction: “Turkish nationals belonging to non-Moslem minorities will enjoy the same civil and political rights as Moslems. All the inhabitants of Turkey, without distinction of religion, shall be equal before the law.”
In spite of these constitutional provisions, non-Muslim minorities in Turkey have faced property ownership restrictions. On January 3, 2003, the law pertaining to the property of community (non-Muslims minority) foundations was amended, lifting strict restrictions and enabling these foundations to have more freedom in keeping, maintaining, and purchasing new premises. According to the new law ratified by the parliament, community foundations will be able to purchase new property for religious, social, cultural, and educational functions, as well as for providing health services by the permission of The Office of Foundations under more flexible conditions.
Additionally, since the introduction of the Law on Unification of Instruction in 1924, education, including religious education, has been under the supervision of the state. In 1997, the state began requiring eight years of primary school education, which includes religious instruction. However, upon written verification of their non-Muslim background, minorities “recognized” by the government under the 1923 Lausanne Treaty (Greek Orthodox, Armenian Orthodox, and Jewish) are exempt from Muslim religious instruction. Other non-Muslim minorities, such as Catholics, Protestants, and Syriac Christians are not legally exempted; however, in practice, they may obtain exemptions.
One of the long running issues regarding organizational and educational religious liberty in Turkey for a non-Muslim community is the case of the Halki seminary on the island of Heybeliada in the Sea of Marmara. “The seminary has been closed since 1971, when the state nationalized all private institutions of higher learning. The Ecumenical Patriarch in Istanbul continues to seek to reopen the Halki seminary” to educate religious leaders and to train new clergy to serve the Greek Orthodox community. To meet the training needs for Greek Orthodox clergy, Faculty of Divinity at the University of Istanbul opened a Department of Christian Theology. Still today, the Ecumenical Patriarchate has not made any announcements or any arrangements regarding sending their clergy for training to this department. The Department of Christian Theology, on the other hand, remains defunct because it has not employed any experts or scholars in the field, nor has it made its curricula public. It seems that the issues surrounding the seminary will continue for the foreseeable future.
Starting from the Ottoman Empire, Turkey showed a welcoming attitude towards non-Muslims including Jews fleeing from in the 15th century and from Nazi persecution during WW2. Turkey’s democracy is open to progress and its entry to the European Union will contribute to the process of expanding the democratization process. There are already promising sings with regard to the changes in the law concerning religious liberty and non-Muslim communities in Turkey. Compared to other Muslim nation states, Turkey is an exemplary nation that shows Islam and modern democracy can peacefully coexist. Therefore, instead of pushing Turkey outside the European Union, for the future of democracy and religious liberty Turkey should be encouraged by and welcomed to the European Union.

How does Europe deal with religion?

The issue of religion and religious education appear in different contexts in four modernised/secular European countries, based on the grounds of prevailing political cultures. In Germany for example, despite the wide spread image of being a secularised society, the Christian Churches’ entanglements in the state and vice versa are quite far-reaching. The German Constitution’s Preamble cites that trust in God as the moral basis and ends up with enormous financial support that the state collects and spends for the Christian Churches, religion is actually an important power in Germany. The ranges of privileges that the Christian Churches enjoy seem to be unparalleled with other European countries. There is a sharp contrast with France for example. German case can be likened to the case in England where the Crown is the head of the Anglican Church, giving it power and legitimacy. This recognition is reflected in the composition of the House of Lords where there are a number of seats for the clergy of Anglican Church. Religious and political power in Germany, were not separated as early as elsewhere but the Christian Churches, namely the Protestants kept on having a say in public initiatives that would for example in France have belonged exclusively to the sphere of the state; the Churches were especially involved in the construction of the educational system.
In spite of the process of secularisation that has meanwhile taken place, Christianity still serves as powerful moral reference basis and enjoys privileges in education. Christianity and those movements in society that have been substantial for the development towards humanism, freedom and democracy shall get their appropriate space in educating personalities with a consciousness of their own. Religious education in schools is a regular element and it has to be stressed that it is not inter-religious education but confessional doctrine. The German Constitution guarantees religious education as regular subject in public schools, being put into practice by the churches in the frame of subsidiarity (Grundgesetz Articles 7.2 and 140, 141). The Berlin Statutes the other bind the schools to provide two religious education lessons per week and a room for it free of costs. Consequently, the general framing regulations for schools in Berlin name the churches as partners for educational co-operation.
All confessional lessons are subjects of free choice. Islamic religious education does not take place at regular public schools in Germany. Usually, the reason that is given for the absence of Islam in religious education by School Authorities is that Muslims in Germany do not have a common institution like the Christian Churches that could be treated as educational partner according to the principle of subsidiarity. An exception to the negative attitude is the pragmatic development of an Islamic curriculum in the Bundesland of Nordrhein-Westfalen that had been initiated by applications of three Islamic organisations to conduct their lessons in public schools. An alternative for Muslim organisations is the foundation of their own confessional private schools.
The status of religious education as inculcation of Christian heritage contrasts to French case where a deeply rooted laicism does not accommodate appearance of religious signs in public place because religion is seen as a matter of individual conviction. One can, on the other hand, draw some parallels with the British case where Christianity, Protestant confessionalism, is seen as a source of British identity/imaginary. Especially at the beginning of the 19th Century the British self image was predominantly 'Protestant' in nature. For many, a century later this conception remained. This image was re-circulated by a leading article in The Times on 8 July 1980 which wrote that 'The Church of England is the British national Church'. The Rushdie affair was a test case in Britain, which showed that modern Britain was not as much secularised as imagined. With the Rushdie affair, Islam emerged in the public space as a powerful tradition, which contested the tolerance at the core of the British identity. As Ignatieff observes Islam made people realise that civic tolerance, one of the much-praised core of the British identity, was less secular than may people had supposed. He argues that "the almost forgotten Protestantism within the British identity came to the surface. It is the Christian faith, which the Crown is supposed to defend… It was Islam, which broke a key silence in British national identity: why a secular society fails to separate church and state altogether?" As will be seen later in the discussion, this failure showed up itself once more in 1988 Education Reform Act which made religious education compulsory with a main emphasis on Christianity as an important heritage and source of national imagery.
The institutionalisation of religious education (RE) in general and Islamic education in particular took place differently in Britain than Germany. As the Constitution ensures Christian religious education in German public schools, not the Constitution (because it does not exists), but The Education Reform Act 1988 enforces religious education in public schools. The nature of religious education must be dominantly Christian though other religions in Britain should also be taken into consideration[1]. It is the responsibility of local Standing Advisory Council on Religious Education (SACRE) to advise the authority upon matters connected with religious worship in county schools and the religious education in public schools. Concerning the content of RE a different picture emerges in contrast to other compulsory subjects in the National Curriculum. In contrast to the centralisation of the education system through the National Curriculum, RE was decentralised, acknowledging the diversity of religious traditions in Britain.
The formation of SACRE’s led to the production of agreed syllabus that also accommodated diverse religions in addition to Christianity. An agreed syllabus is required "to reflect the fact that the religious traditions of Great Britain are in the main Christian, while taking account of the teachings and practices of the other principal religions represented in Great Britain". The content of the agreed syllabus is influenced by the religions of ethnic communities. Hinduism, Islam and Buddhism were also included in the study of religions. The most significant aspect of religious education in relation to civil culture is expected to promote peace and toleration which fits well with the general image of Britishness being tolerant. One can argue that religious education which represents religions as beliefs systems rather than cultural and political belonging has a potential to stimulate a better understanding of "others", leading to mutual respect and acceptance. This rather contrast to the Dutch tradition where other religions are portrayed as 'far away' cultures.
Muslims in Britain as elsewhere in Europe are getting organised to provide Islamic education for their children in their own schools as well campaigning for more Muslim teachers in public schools. The daily act of collective worship and the content of religious education have become important concerns for Muslim parents. One of the responses of Muslims to the recent developments in the area of education was to establish their own private and independent Islamic schools where not only the National Curriculum subjects but also cultural and religious subjects would be taught. Muslims also wanted to make use of state funds, which are presently available to denominational and Jewish schools. In order to become voluntary-aided schools the Zakaria Girl’s School in Batley and the Islamia School in London, for example, made applications in 1982. However, Zakaria Girl’s and the Islamia School failed to receive recognition as a voluntary-aided school. After the Labour Party's rise to the government, Muslims increased their pressure on authorities for recognition, which is completely unthinkable in France. Despite earlier rejections of its application, the Islamia School persisted in its effort to receive state funds. In a letter published in the education supplement of the Guardian, leading figures campaigning for this state funding appealed to the Secretary of Education and Employment, David Blunkett, for Muslims to be treated equally with others in Britain (2 December 1997). It is argued in the letter that Government backing of Muslim schools would promote shared values and good citizenship for all communities equally. In response to Muslims' demands, the Government decided (9 January 1998) to grant state funding to Islamia School in London and Al Furqan School in Birmingham. The same day, two more Jewish Schools, Mathidla Marks Kennedy and Jewish Progressive primary schools were also given grant-maintained status.
In the Netherlands on the other hand, there is no compulsory explicit religion (Christianity) lessons in public schools. There is, however, an implicit emphasis on the Christian world in history lessons. This emphasis on Christian world echoes the dominant position of Christian establishments in Germany and Britain representing a shared past. All chapters in history books dealing with 'our' world and `our' civilization also make references to aspects of Christianity. As far as explicit aspects of Christianity are concerned, it is a typical history subject.
What Britain and The Netherlands have in common is the fact both countries made available state funds to Muslim schools. It seems that Muslims in the Netherlands achieved their goals more easily. Despite local opposition, Muslims in The Netherlands succeeded in opening state-funded Islamic schools in Rotterdam and Eindhoven in 1988, and over the last six years, the number of Islamic schools has steadily increased in this country to six in 1989-1990, 22 in 1991-92 and 29 in the 1993-1994 school-year. All of these are primary schools.
France can be singled out regarding religion-state relations. Religious education is not a matter of concern in French public schools at all. The principle of laïcité, as understood neutrality towards religious convictions, means that there should be no religious signs in public schools. There is no religious education and crosses or other religious symbols are not allowed in public schools. The wearing of headscarves in most public schools has been forbidden in the name of this principle. Religious education in French public schools is not even imaginable. Religious questions in the public school are not treated as a matter of culture or merely as a belief system but as a matter of civilisation and historical knowledge.
Issue of religion appears for example when foundations of modern civilisation and the influence of oriental civilisation on the western world are discussed. However, Christianity is represented as a strong marker on Western civilisation. Books in the French schools refer 'our language', 'our customs', 'our cultural past', 'our environment' that carry the imprint of Christian traditions. Implication of this narrative is, though the French society is secular, Christianity marks the repertoire of French discourse despite the calculated distance shown in the books.

Diverse approaches to religion in education as a public sphere
This discussion shows that there is a striking difference in the position of religious education and in the extent to which religion is present in the curriculum in Germany, Britain, France and the Netherlands. These differences are to a large extent related to the different political cultures and dominant discourses in the respective countries. In Germany and Britain religious education is more or less a standard ingredient of the curriculum. In both cases religious moral issues are considered to be essential to educate citizens and build up identity, yet in Britain religious education is compulsory, although religious education is mainly on Christianity, other religions are also respected and taught, whereas in Germany the idea of Christian genealogy shines through. In the French case there is no religious education in public schools because French political culture separates state involvement in religious inculcating and nurturing spirituality for religion is a matter of individual conviction that should not interfere in public sphere. In the Netherlands the situation is somewhat different and although there is no compulsory or formally prescribed religious education. Despite the fact that there is no provision for religious education in these two countries, religions nevertheless appear in other subjects. Christian values and influences appear to be the dominant religious heritage whether it is explicitly codified or implicitly implied in the narratives.
On the other hand there is an interesting similarity in the German and French approaches as opposed to the British and Dutch ones. Whereas both Germany and France place one moral standard applicable to all citizens above others, i. e. Christianity in Germany, rationality in France, as it appear in compulsory philosophy lessons, Britain and the Netherlands seem to relate moral standards to the religious and cultural diversity in society. The Dutch political culture establishes a system, which implies that one should teach one's own morals in their own pillar within an overarching (universal) system of equality and non-discrimination. The British political culture on the other encourages the education of morals that should be organised in accordance with the multicultural and multi-religious characteristics of society because British society is composed of communities of values rather than a community of origins as it is the case with Germany.
[1] The 1988 Education Act requires that all new agreed syllabuses ‘must reflect the fact that the religious traditions in Great Britain are in the main Christian whilst taking account of the teaching and practices of the other principal religions represented in Great Britain’ (section 8(3)).

Turkey's Journey to European Union

Turkey occupies a unique place among the modern nation-states not only because of its geopolitical area but also because of its cultural and religious heritage. Turkey's unique position is strengthened by the fact that it lies at the crossroads of the diverse cultural and religious traditions of the East and West. The political and cultural identity of modern Turkey emerged under the influence of domestic and external forces and traditions that existed in and around Turkey throughout the centuries. These multiple traditions played a major role in the construction of the political and cultural identity of Turkish society.
Modern Turkey was established from the ruins of the Ottoman Empire and inherited an imperial legacy that launched modern reforms during the eighteenth century in political, legal, administrative, educational, and cultural fields. The founders of the republic of Turkey adopted these reforms and accelerated the modernization process in Turkish society. The establishment of a modern nation-state in Turkey crystallized the ideological orientation of the republican elite aimed at reshaping the state and its institutions on the basis of a secular model inspired by the West. Political, social, and religious developments in modern Turkey were influenced by the ideals of modernism and secularism. Although some of the radical reforms and restrictive policies of the early republican period caused a cultural rupture, the fabric of the society preserved the resources and cultural references that make up Turkey's unique identity.
Nevertheless, despite sweeping reforms leading to the modernization and secularization of Turkey, Islamic values remained deeply rooted in Turkish society. However Islam is not a monolithic religion in Turkey. Although the majority of the Muslim population belong to the Sunni interpretation of Islam, current perception and practice of Islam varies from mystical to folk Islam and from conservative to more moderate Islam because Turkish society was exposed to various cultural currents throughout the centuries. Additionally, Islamic moral values are vigorously upheld within the patriarchal structures of traditional Turkish families.
Secularization and westernization could not perform the metaphysical function of a religion. Private religious education, the development of Islamic fashion and dress, the production of religious music, and the publication of Islamic journals as aspects of the privatization wave have given Islam a new boost and made it pervasive in modern Turkish society. Social changes such as migration from rural to urban settlement areas, rapid demographic change, multi-party politics, and economic and industrial developments have all affected the revival of Islam in Turkey.
Although Turkey has improved its democracy since its establishment, problems regarding state-religion relations still remain. Although secularism is defined as a separation of state and religion in Turkey, the state ideology not only permeates public institutions, but it also draws the boundaries of the public domain. Certainly Turkish democracy still requires improvement to become more inclusive and accommodating of religions and to find an appropriate balance between religion and secularism in a nation that is almost entirely Muslim. Nevertheless, Turkey is an exemplary nation that shows Islam and modern democracy can peacefully coexist. Now, Turkey is moving a step further to improve its democracy and to empower its citizens by introducing numerous reforms to join the European Union as a full member state.

Endonezya’da yeni hükümetin öncelikleri hangi konular?

Nüfus bakımından dünyanın en büyük dördüncü ülkesi olan Endonezya, 280 milyonluk nüfusu ile en büyük İslam ülkesi. G20 üyesi olan Endonezya ...