İki ülke arasında hükümet ve devlet başkanları düzeyinde geçekleştirilen ziyaretler öncesinde, konuk ve ev sahibi liderler ile özel röportajlar yapılması ve bunların yayınlanması nerdeyse gelenek olmuştur. Bir tür kamu diplomasisi eksersizi sayılabilecek bu tür röportajların amacı ziyaretin siyasi içeriği hakkında kamuoyunu önceden bilgilendirmek, bazen sürprizlere hazırlamak, bazen de bazı müzakere konularında gerektiğinde toplumun göstereceği tepkileri destek olarak gündeme getirmektir.
Almanya Başbakanı Angela Merkel’in Türkiye ziyareti öncesinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile yapılan ve Alman basınında yer alan açıklamalar ile Merkel’in, ziyaretin içeriğine ilişkin görüşlerinin Türk basınına yansıma biçimi alışılmışın dışında bir içerik ve ton taşıyordu. Ziyaret öncesi yapılan açıklamalar iki ülke arasında gerginlik yaratmıştı. Çünkü hem Erdoğan hem de Merkel’in beyanatlarından “duygusal” etki yapabilecek kelimeler, kavramlar ve sözler ön plana çıkarılmıştı. Her iki başbakan da aslında iç kamuoylarına kendilerine güvendikleri, çizgilerinden geri adım atmayacakları ve karşı tarafa boyun eğmeyecekleri mesajını başarıyla vermişti.
Tam üyelikte kararlı
Almanya Başbakanı Merkel, Türkiye’de hükümet ve kamuoyunun hassas olduğu AB’ye tam üyelik konusunda iktidara geldiğinden bu yana ısrarla dile getirdiği, tam üyelik değil “imtiyazlı ortaklık” tercihini gündeme getirerek kendi tabanının hoşuna gidecek pozisyonunu tekrarlarken, bunun Türk tarafını rahatsız edeceğini gayet iyi biliyordu. Buna karşın Başbakan Erdoğan da Alman siyasi seçkinleri ve kamuoyunun belki de en hassas ve zayıf olduğu noktayı çok iyi analiz etmişti. Almanya’daki Türklerin entegrasyonu bağlamında, bu ülkede Türkçe bir okulun açılması gerektiğini ısrarla vurguluyordu. AB’ye üyelik konusunda ise “imtiyazlı ortaklık” önerisini ciddiye almadığını, tam üyelikten başka bir seçeneğin kabulünün mümkün olmadığını dile getiriyordu.
Almanya-Türkiye ilişkilerinin geçmişi, derinliği ve diplomasi mantığı göz önüne alındığında ziyaret öncesinde başlayan gerilim ve üstü örtülü sürtüşmenin tırmanması mümkün değildi. Nitekim öyle de oldu. Ziyaret, müzakereler ve basın açıklamaları sırasında duygusal ve tepkisel bir dil ve yaklaşımın değil, ortak çıkarları önceleyen rasyonel bir diplomasinin egemen olduğu görüldü.
Asimilasyon uyarısı
Almanya-Türkiye ilişkilerinin köklü bir geçmişinin olması yanında Almanya’da yaşayan Türkiye kökenli vatandaşlardan dolayı insani bir bağ da var. İlişkileri sürekli canlı ve dinamik tutan bu unsurun görmezden gelinmesi mümkün değil. Zira Almanya’da 140 bin Türkiye kökenli işverenin olduğu, Türkiye’de ise dört binin üzerinde Almanya kökenli şirketin ticari faaliyette bulunduğu biliniyor.
Başbakan Erdoğan’ın 2008 yılında Almanya’da yaptığı bir konuşmada “asimilasyonu insanlık suçu” olarak ilan etmesi büyük tepkilere yol aşmıştı. Almanya’da yaşayan Türklerin inanç, kimlik ve değerlerini kaybetmeden Alman toplumuna entegre olabileceklerini, ancak asimilasyonun kabul edilemeyeceğini belirten Başbakan Erdoğan aslında iki ülke arasındaki ilişkilerin insani boyutuna işaret ediyordu. Başbakan’ın Almanya’da Türkçe bir okul açılması isteği de aslında bu insani boyutun bir başka yönünü oluşturuyor. Yurtdışındaki Türkiye kökenli vatandaşlar ile her buluşmasında Başbakan Erdoğan’ın Türkleri yaşadıkları ülke vatandaşlıklarına geçmeye, siyasi ve sosyal hayata katılmaya teşvik ettiği bilinen bir gerçek olmasına karşın söz konusu talebin, entegrasyonu engelleyici bir unsur olarak sunulmasının rasyonel olmaktan öte siyasi bir gerekçesi olduğu açıktır.
Sosyolojik araştırmalar, entegrasyona ana dilin değil ayrımcılık, eşitsizlik, ırkçılık, dışlanma, aşağılanma, küçük görülme, gettoya itilme, refahtan pay alamama ve Avrupa merkezcilik gibi anlayış ve pratiklerin entegrasyonu engellediğini göstermektedir. Bu nedenle Almanya hem federal hem de eyalet hükümetleri ölçeğinde kültür ve inanç farklıklarının saygıyla karşılandığı çoğulcu politikalar geliştirerek entegrasyonun gerçeklenmesine katkıda bulunabilir. Bugün gelinen noktada entegrasyonun anahtarını elinde tutan Türk tarafı değil Alman tarafıdır.
Almanya’nın aksine Türkiye, Almanca eğitim veren okulların mevcudiyetine ve arazisi devlet tarafından tahsis edilecek ve bütün alt yapısı kamu kaynaklardan sağlanarak inşa edilecek olan bir Türk-Alman üniversitesinin açılmasına sıcak bakmaktadır. Bu, Türkiye açısından olumlu bir yaklaşımdır. Yükseköğretimde kalite arayışlarının başladığı Türkiye’de, Almanya yükseköğretim deneyimlerinin ülkeye aktarılması eğitim, araştırma, bilim ve teknolojinin gelişmesine katkıda bulunacaktır.
Avrupa’nın gelecek kararı
Avrupa’nın geleceğini Türk-Alman ilişkilerinin bölgesel ve küresel dış politika açısından analizinde entegrasyon, asimilasyon, Türkçe okul açılması ve vize kolaylıklarının sağlanmasından daha derin konular mevcut. Bu konuların başında AB’nin geleceği önemli bir yer tutmaktadır. AB yeni ittifak ve katılımlarla küresel bir aktör mü olacaktır, yoksa ABD’nin politikalarını onaylamaktan öte iddiası olmayan bölgesel bir birlik olarak mı kalacaktır? Oxford Üniversitesi Rektörü, İngiltere AB Komisyonu eski üyesi (1999-2004) ve Hong Kong eski Valisi Chris Patten, “What is Europe to do?” (Avrupa ne yapmalıdır?) başlığı ile The New York Review of Books’da (Mart 11-24, 2010) yayınlandığı makalesinde AB’nin Rusya, Orta Doğu ve Pakistan başta olmak üzere önemli bölgelerde siyasi nüfuzunun azaldığının vurguluyor. Chris Patten AB’yi zayıflatan unsurlar arasında ortak dış politika, finans, enerji ve güvenlik politikasının geliştirilememiş olmasının altını çiziyor.
Türkiye’nin Almanya ve AB ile ilişkilerinde üzerinde durulması gereken temel alanlar Chris Patten’in de işaret ettiği gibi ekonomi, enerji, güvenlik ve dış politika konularıdır. Zira Almanya ve AB’nin geleceği bu alanlarda alacağı pozisyonlara ve geliştireceği politikalara bağlıdır. Örneğin AB ülkeleri doğal gaz ihtiyaçlarının yüzde 40’ını Rusya’dan karşılıyor. Rusya, şimdiye kadar ortak strateji geliştiremedikleri için AB ülkelerini enerji politikaları konusunda bölmeyi başarmış ve sahip olduğu enerji kaynaklarını dış politika aracı olarak kullanarak Rusya’ya bağımlılığı artırmaya başlamıştır.
Türkiye anahtar ülke
Enerji kaynakları konusunda Rusya’ya bağımlılığın azaltılması, söz konusu kaynakların çeşitlenmesini ve güven altına alınmasını zorunlu kılmaktadır. Bu noktada Türkiye güvenli bir enerji koridoru olarak ve AB’nin açıkça dile getiremediği ancak rahatsızlık duyduğu Rusya’nın etki alanının daraltılması bakımından denkleme alınmak zorundadır. 2002’de yeni bir vizyonla devreye sokulan ve Başbakan Erdoğan’ın desteğiyle Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu tarafından ustalıkla yönetilen çok boyutlu dış politika, Türkiye’yi anahtar bir ülke konumuna taşımıştır. Türkiye, AB’nin Balkanlar, Orta Doğu ve daha genelde İslam dünyası ile ilişkilerinde ihmal edemeyeceği ağlara ve etki gücüne sahiptir.
Yukarıda, “Avrupa ne yapmalıdır?” başlıklı yazısına atıfta bulunduğumuz Chris Patten, AB’nin geleceğini belirleyecek en önemli unsurlardan birinin Türkiye’nin tam üyeliği olacağını vurguluyor. Türkiye’nin üyeliğinin Almanya, Fransa ve Avusturya’daki popüler önyargılara kurban edilemeyecek kadar mühim olduğunu belirten Patten, Türkiye’nin üyeliğini reddetmenin maliyetinin yüksek olacağını, böyle bir kararın AB’yi küresel olayların akışının dışında bırakacağını savunuyor.
Gerçek engel İslam mı?
Merkel’in ziyareti çerçevesinde ne Alman ne de Türk tarafı, Türkiye’nin üyeliği konusunda “din farkı” ve “İslam” faktörünü açıkça zikretti. Başbakan Erdoğan Libya ziyareti sırasında İslam dünyasının Türkiye’nin AB üyeliğini önemsediğini ve ilgiyle takip ettiğini, bu bağlamda Türkiye’nin Avrupa ve İslam dünyası arasında bir köprü kurabileceğini dile getirmişti. Merkel’in liderliğini yaptığı Hıristiyan Demokrat Birlik Partisi ise muhafazakâr görüşleri ile bilinmekte, Türkiye’nin üyeliğine din faktörünü açıkça zikretmemekle birlikte kültürel farklılıklar temelinde karşı çıkmaktadır.
Türkiye’de halkın çoğunluğunun Müslüman oluşu, Türkiye’nin üyeliğine engel teşkil eder mi? Teorik olarak bu sorunun cevabı “hayır”, çünkü dini inançların üyelik kriterleri arasında olmadığı ve üyelik sürecinde bir rol oynamadığı sık sık dile getiriliyor. Ancak The Wall Street Journal (30 Mart 2010) yazarı Patience Wheatcroft, “Turkey Knocks: Will EU Let It Enter?” (Türkiye Kapıyı Çalıyor: AB İçeri Alacak mı?) başlıklı yazısında “Türkiye’nin tam üyeliğine muhalefetin nedeni Kıbrıs konusundaki bitmek bilmez hırgür değil. Ne de Türkiye’nin siyasi reformlarını hızlandırma gereği.
Asıl mesele Türkiye nüfusunun büyük çoğunluğunun Müslüman olması, fakat bu dile getirilmiyor” diyor ve ekliyor “Türkiye 72.5 milyonluk nüfusuyla AB’ye katılırsa Almanya’dan sonraki en büyük üye haline gelecek. Ülkenin hükümeti laik olsa da, tahminlere göre Müslüman nüfusun oranı yaklaşık yüzde 99. Din Avrupa’nın geniş kesimlerinde eskisi gibi bir itici güç değil, fakat ezici çoğunluğu Müslüman bir ülkeyi içeri almanın kulübün karakterini ciddi biçimde değiştireceğine dair yaygın bir inanç söz konusu.”
Bu çok çarpıcı bir iddiadır. Almanya başta olmak üzere, Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkan AB üyeleri için, din farkını önemseyip önemsemediklerini açık ve samimi bir şekilde açıklamak ahlaki bir sorumluluktur. Ortak iyi ve çıkarlar adına AB ülkeleri bu ahlaki sorumluluktan kaçmamalıdır.
Açık Görüş - 4 Nisan 2010
http://www.stargazete.com/acikgorus/turkiye-ve-almanya-ortak-iyinin-pesinde-haber-253517.htm
Bu Blogda ekonomik büyüme potansiyeli ile küresel jeopolitik gelişmelerde etkisini artıran ASYA'dan gözlemler paylaşmaya çalışacağım. Pergelin sabit ucu dünyanın dördüncü, İslam Dünyası'nın en büyük nüfusuna sahip Endonezya'da olacak.
30 Nisan 2010 Cuma
24 Mart 2010 Çarşamba
Batı’nın hoşgörüsü İslam’la sınanıyor
Son yıllarda Batı ülkelerinin demografik yapısını ve kültürel dokusunu değiştiren Müslüman nüfusun artışı, Avrupa ülkelerinin vatandaşı olan Müslümanların kamusal alandaki görünürlüğünün daha belirgin oluşu, taleplerini katılımcı bir dille ifade etmeleri yeni tartışmalara yol açmaya başladı. Siyasi rekabetin yoğun olduğu dönemlerde Batı-İslam ilişkilerinde çoğunlukla gerilimli ve çatışmacı bir yaklaşımın hakim olduğu, kültürel ilişkilerin ön plana çıktığı dönemlerde ise daha dostça bir dilin iki dünya arasındaki ilişkileri etkilediği görülür. Ancak 11 Eylül Batı-İslam ilişkilerinde bir kırılma noktası olmuş, Batılıların ve özellikle de Avrupa’nın çoğulculuk, çok kültürlülük ve hoşgörü anlayışı Müslüman topluluklar ile testten geçmeye başlamıştır. Batılı ülkelerin hepsini aynı kefeye koymak doğru olmamakla beraber Pew Research Center, European Union Agency for Fundamental Rights ve Human Rights First gibi güvenilir kuruluşların araştırmaları, Batı’daki Müslümanlara yönelik ayrımcılık ve hoşgörüsüzlüğün arttığını göstermektedir.
Çokkültürlü değil ‘kültürcü’
Eşit vatandaşlık, çoğulculuk ve farklı dini değerlere saygı yerine “kültürcü” bir yaklaşımın ortaya çıktığı, Müslüman toplulukların bir güvenlik tehdidi olarak algılandığı göze çarpmaktadır. Batı’nın bir zamanlar çeperinde olan ancak yoğun göçler nedeniyle merkezine ve içerisine kadar uzanan İslam kültürü ve Müslüman nüfusuna ilişkin bazı kaygılarının olduğu, hem siyasi söylemlere hem de medya ve popüler kültür diline yansıyor. İslam dünyasının Batılı ülkeler tarafından sömürge olarak yönetildiği, iktidar ilişkilerinde kendilerinin egemen olduğu dönemlerin büyük oranda geride kaldığı bir dönemde yaşıyoruz. Ortaçağ’da kiliselerin siyaset, ekonomi ve eğitim üzerinde dominant olduğu dönemleri geride bırakan Avrupa ülkelerinin çoğunda seküler, rasyonel ve bireysel kültür egemen oldu. Ancak Müslümanların Avrupa’ya yerleşmesi, inançlarını korumaları ve kimliklerini canlı tutmak için kurumsallaştırmaları, günlük yaşantılarına inançlarının gereğini yansıtmaları kaygıyla karşılanmaya başlandı.
Çünkü Avrupa büyük oranda sekülerleşmiş, yani hem kurumsal olarak din ve kilise birbirinden ayrılarak farklı alanlarda işlevler üstlenmiş hem de bireysel anlamda dindarlık düzeyleri azalmış yani kilise üyelikleri azalmış, Tanrı inancı zayıflamış, dini pratikleri yerine getirme oranları gerilemiştir. Bütün bunların sonucu olarak dinin toplumsal hayat üzerinde etkisi nerdeyse sıfırlanmış ve dinin kamusal alandaki talepleri zemin kaybetmiştir.
Müslümanların Avrupa’nın çeperinden merkezine yerleşmeleri ve dini/kültürel kimliklerini sahiplenmeleri seküler Avrupa’yı kaygılandırmaya başlamıştır. Aşırı sağ başta olmak üzere bazı kesimler Avrupa’nın İslam kültürünün işgaline uğradığını ve Müslüman göçmenler tarafından sömürgeleştirildiklerini iddia etmeye başlamıştır. Kurumsal dini yapıların yani kiliselerin etkinliğini büyük çabalarla sınırlandıran Batılılar din ile aralarına büyük mesafeler koymuş, kalın duvarlar inşa etmiştir. Modernleşmeyi zorunlu olarak dinden kopuş olarak okuma biçimi yavaş yavaş terk edilse de özellikle Batı Avrupa’daki hakim düşünce bu olduğu için Müslümanların inançlarını görünür biçimde yaşamaları ve kurumsallaştırma girişimleri seküler Batı düşüncesi tarafından bir tehdit olarak algılanmaktadır.
Krizi yönetemeyen Avrupa
Fransa’da başörtüsü başta olmak üzere okullarda dini sembollerin yasaklanması, Danimarka’daki karikatür krizi, İsviçre’deki minare yasağı, pek çok ülkede İslam karşıtı söylemleri ile ön plana çıkan aşırı sağcı ve ırkçı partilerin yükselişi aslında Avrupalıların bu kaygılarının siyasi ve kültürel yansımaları olarak okunmalıdır. İşte söz konusu kaygı ve korkular Avrupa’da bazı ülkelerin dini çoğulculuk, din ve vicdan hürriyeti gibi evrensel hukukta yer alan bazı ilkeleri görmezden gelecek şekilde Müslümanları devlet eliyle idare etme ve yönetme girişimlerine sahne oldukları gözlenmektedir.
Bugün gelinen noktada Fransa, Almanya, İsviçre ve Danimarka başta olmak üzere pek çok Avrupa ülkesinin Müslüman topluluklara ilişkin politikalarının yetersiz ve başarısız olduğu, dini ve kültürel kaynaklı olduğu iddia edilen krizleri başarılı biçimde yönetemediği ortaya çıkmıştır. Müslüman toplulukların geldikleri ülkeler, ait oldukları mezhepler ve dini geleneklerin tüm farklılıklar ile yansıdığı Avrupa ülkelerinde son dönemlerde acaba Müslüman toplulukları nasıl yönetiriz sorusu daha sesli olarak sorulmaya başlanmıştır.
Önceleri Müslümanları muhatap almayan, onları sorunları ile baş başa bırakan siyasi elit artık kendi vatandaşları olan bu toplulukların uyumu, kontrolü, denetimi ve dış etkilerden korunması için neler yapılabilir kabilinden stratejik sorulara cevap aramaya başlamıştır.
Müslümanları tektipleştirme
Bu noktada Müslümanların tek çatı altında toplanması gibi aslında Avrupa’nın dini ve kültürel çoğulculuk anlayışına, farklıklara saygı ve hoşgörü tecrübesine ters düşen politikalar geliştirmeye çalıştıkları görünmektedir. Örneğin Almanya Federal İçişleri Bakanlığı’nın girişimi ile bu ülkedeki bütün Müslüman grupların (Türkler, Araplar, Boşnaklar, Aleviler, Sünniler vb.) temsilcilerinden oluşan bir Almanya İslam Konferansı (Die Deutsche Islam Konferenz) başlatılmıştır. İlki 2006 yılında toplanan konferansın amacı “Alman devleti ile Müslümanlar arasında uzun vadeli diyalog başlatmak, birlikte yaşamaya ilişkin sorunlara ortak çözümler bulmak, entegrasyona katkıda bulunmak” olarak açıklanmıştı. Almanya, bir taraftan İslam’ı bir din olarak resmen tanımaya yanaşmamakta, öte yandan dolaylı da olsa devletin baskısı ile Müslümanları
ortak bir çatı altında birleştirmeye çalışmaktadır. Almanya İslam Konferansı’nda hangi kuruluşların temsil edileceğine bile devlet karar vermektedir. Türkiye’de olsa bu girişim, devletin dine müdahalesi olarak görülür ve kıyasıya eleştirildi.
Müslümanları devlet gücüyle birleştirme girişiminin bir başka örneği Fransa’da yaşandı ama istenilen sonuca ulaşılamadı. Nicolas Sarkozy’in İçişleri Bakanlığı döneminde oluşumuna büyük destek verdiği Fransa Müslümanlar Konseyi (Conseil Français du Culte Musulman) 2003 yılında kuruldu. Fransız hükümetinin İslam ve Müslümanlar söz konusu olduğunda muhatap almayı amaçladığı Konsey beklenildiği kadar etkin olamadı. Devlet müdahalesi sivil toplum ve çoğulculuğun ruhuna aykırı olmasına rağmen Fransa inatla Müslümanları tek çatı altında birleştirmeye, bir başka deyişle Hıristiyan ve Yahudi cemaatleri gibi onları “resmi” kalıplara sokmaya çalışmıştır. Ancak bunu başaramamıştır. Aslında Fransa’nın yaptığı da Almanya’nın yaptığı gibi dine, Müslümanların iç işlerine müdahaledir ve bunun laiklikle bağdaştırılması mümkün değildir.
Batı’daki gelişmelere sosyolojik olarak bakıldığında aslında Avrupalıların Müslümanlar üzerinden din ile tekrar yüzleşmeye başladıklarını, kendi dini kökenlerini tekrar keşfetmeye doğru yürüdüklerini söylemek mümkündür. Bu nedenle Batı’nın geleceğini Müslüman toplulukları parantez içine alarak tahayyül etmek mümkün değildir.
http://www.stargazete.com/acikgorus/bati-nin-hosgorusu-islam-la-sinaniyor-haber-251131.htm
Çokkültürlü değil ‘kültürcü’
Eşit vatandaşlık, çoğulculuk ve farklı dini değerlere saygı yerine “kültürcü” bir yaklaşımın ortaya çıktığı, Müslüman toplulukların bir güvenlik tehdidi olarak algılandığı göze çarpmaktadır. Batı’nın bir zamanlar çeperinde olan ancak yoğun göçler nedeniyle merkezine ve içerisine kadar uzanan İslam kültürü ve Müslüman nüfusuna ilişkin bazı kaygılarının olduğu, hem siyasi söylemlere hem de medya ve popüler kültür diline yansıyor. İslam dünyasının Batılı ülkeler tarafından sömürge olarak yönetildiği, iktidar ilişkilerinde kendilerinin egemen olduğu dönemlerin büyük oranda geride kaldığı bir dönemde yaşıyoruz. Ortaçağ’da kiliselerin siyaset, ekonomi ve eğitim üzerinde dominant olduğu dönemleri geride bırakan Avrupa ülkelerinin çoğunda seküler, rasyonel ve bireysel kültür egemen oldu. Ancak Müslümanların Avrupa’ya yerleşmesi, inançlarını korumaları ve kimliklerini canlı tutmak için kurumsallaştırmaları, günlük yaşantılarına inançlarının gereğini yansıtmaları kaygıyla karşılanmaya başlandı.
Çünkü Avrupa büyük oranda sekülerleşmiş, yani hem kurumsal olarak din ve kilise birbirinden ayrılarak farklı alanlarda işlevler üstlenmiş hem de bireysel anlamda dindarlık düzeyleri azalmış yani kilise üyelikleri azalmış, Tanrı inancı zayıflamış, dini pratikleri yerine getirme oranları gerilemiştir. Bütün bunların sonucu olarak dinin toplumsal hayat üzerinde etkisi nerdeyse sıfırlanmış ve dinin kamusal alandaki talepleri zemin kaybetmiştir.
Müslümanların Avrupa’nın çeperinden merkezine yerleşmeleri ve dini/kültürel kimliklerini sahiplenmeleri seküler Avrupa’yı kaygılandırmaya başlamıştır. Aşırı sağ başta olmak üzere bazı kesimler Avrupa’nın İslam kültürünün işgaline uğradığını ve Müslüman göçmenler tarafından sömürgeleştirildiklerini iddia etmeye başlamıştır. Kurumsal dini yapıların yani kiliselerin etkinliğini büyük çabalarla sınırlandıran Batılılar din ile aralarına büyük mesafeler koymuş, kalın duvarlar inşa etmiştir. Modernleşmeyi zorunlu olarak dinden kopuş olarak okuma biçimi yavaş yavaş terk edilse de özellikle Batı Avrupa’daki hakim düşünce bu olduğu için Müslümanların inançlarını görünür biçimde yaşamaları ve kurumsallaştırma girişimleri seküler Batı düşüncesi tarafından bir tehdit olarak algılanmaktadır.
Krizi yönetemeyen Avrupa
Fransa’da başörtüsü başta olmak üzere okullarda dini sembollerin yasaklanması, Danimarka’daki karikatür krizi, İsviçre’deki minare yasağı, pek çok ülkede İslam karşıtı söylemleri ile ön plana çıkan aşırı sağcı ve ırkçı partilerin yükselişi aslında Avrupalıların bu kaygılarının siyasi ve kültürel yansımaları olarak okunmalıdır. İşte söz konusu kaygı ve korkular Avrupa’da bazı ülkelerin dini çoğulculuk, din ve vicdan hürriyeti gibi evrensel hukukta yer alan bazı ilkeleri görmezden gelecek şekilde Müslümanları devlet eliyle idare etme ve yönetme girişimlerine sahne oldukları gözlenmektedir.
Bugün gelinen noktada Fransa, Almanya, İsviçre ve Danimarka başta olmak üzere pek çok Avrupa ülkesinin Müslüman topluluklara ilişkin politikalarının yetersiz ve başarısız olduğu, dini ve kültürel kaynaklı olduğu iddia edilen krizleri başarılı biçimde yönetemediği ortaya çıkmıştır. Müslüman toplulukların geldikleri ülkeler, ait oldukları mezhepler ve dini geleneklerin tüm farklılıklar ile yansıdığı Avrupa ülkelerinde son dönemlerde acaba Müslüman toplulukları nasıl yönetiriz sorusu daha sesli olarak sorulmaya başlanmıştır.
Önceleri Müslümanları muhatap almayan, onları sorunları ile baş başa bırakan siyasi elit artık kendi vatandaşları olan bu toplulukların uyumu, kontrolü, denetimi ve dış etkilerden korunması için neler yapılabilir kabilinden stratejik sorulara cevap aramaya başlamıştır.
Müslümanları tektipleştirme
Bu noktada Müslümanların tek çatı altında toplanması gibi aslında Avrupa’nın dini ve kültürel çoğulculuk anlayışına, farklıklara saygı ve hoşgörü tecrübesine ters düşen politikalar geliştirmeye çalıştıkları görünmektedir. Örneğin Almanya Federal İçişleri Bakanlığı’nın girişimi ile bu ülkedeki bütün Müslüman grupların (Türkler, Araplar, Boşnaklar, Aleviler, Sünniler vb.) temsilcilerinden oluşan bir Almanya İslam Konferansı (Die Deutsche Islam Konferenz) başlatılmıştır. İlki 2006 yılında toplanan konferansın amacı “Alman devleti ile Müslümanlar arasında uzun vadeli diyalog başlatmak, birlikte yaşamaya ilişkin sorunlara ortak çözümler bulmak, entegrasyona katkıda bulunmak” olarak açıklanmıştı. Almanya, bir taraftan İslam’ı bir din olarak resmen tanımaya yanaşmamakta, öte yandan dolaylı da olsa devletin baskısı ile Müslümanları
ortak bir çatı altında birleştirmeye çalışmaktadır. Almanya İslam Konferansı’nda hangi kuruluşların temsil edileceğine bile devlet karar vermektedir. Türkiye’de olsa bu girişim, devletin dine müdahalesi olarak görülür ve kıyasıya eleştirildi.
Müslümanları devlet gücüyle birleştirme girişiminin bir başka örneği Fransa’da yaşandı ama istenilen sonuca ulaşılamadı. Nicolas Sarkozy’in İçişleri Bakanlığı döneminde oluşumuna büyük destek verdiği Fransa Müslümanlar Konseyi (Conseil Français du Culte Musulman) 2003 yılında kuruldu. Fransız hükümetinin İslam ve Müslümanlar söz konusu olduğunda muhatap almayı amaçladığı Konsey beklenildiği kadar etkin olamadı. Devlet müdahalesi sivil toplum ve çoğulculuğun ruhuna aykırı olmasına rağmen Fransa inatla Müslümanları tek çatı altında birleştirmeye, bir başka deyişle Hıristiyan ve Yahudi cemaatleri gibi onları “resmi” kalıplara sokmaya çalışmıştır. Ancak bunu başaramamıştır. Aslında Fransa’nın yaptığı da Almanya’nın yaptığı gibi dine, Müslümanların iç işlerine müdahaledir ve bunun laiklikle bağdaştırılması mümkün değildir.
Batı’daki gelişmelere sosyolojik olarak bakıldığında aslında Avrupalıların Müslümanlar üzerinden din ile tekrar yüzleşmeye başladıklarını, kendi dini kökenlerini tekrar keşfetmeye doğru yürüdüklerini söylemek mümkündür. Bu nedenle Batı’nın geleceğini Müslüman toplulukları parantez içine alarak tahayyül etmek mümkün değildir.
http://www.stargazete.com/acikgorus/bati-nin-hosgorusu-islam-la-sinaniyor-haber-251131.htm
3 Mart 2010 Çarşamba
Türkiye-İngiltere İlişkilerinde Yükseköğretim
İnsan ve bilgi akışının sınır ötesi boyutlar kazandığı günümüzde uluslararasılaşma ve küreselleşme süreçleri ile birlikte yükseköğretim kurumları, sadece ulusal ölçekte değiş değil uluslararası ölçekte de etkinliklere ev sahipliği yapıyor. Son yıllarda etkileri daha derinden hissedilen küreselleşme ve uluslararasılaşmayla birlikte üniversiteler giderek daha fazla küresel roller üstleniyor.
Ayrıca sınır ötesi hareketlilikte gözlenen artışın, yükseköğretimdeki uluslararasılaşma hacmini genişlettiği de görülmektedir. Örneğin OECD ülkelerinde son yirmi yılda yabancı ülke öğrencileri sayısının ikiye katlanarak 1.6 milyon gibi yüksek bir rakama ulaştığı bilinmektedir. Yükseköğretim talebine gösterilen ilginin bu sayıyı daha da artıracağı söylenebilir.
Türkiye-İngiltere arasında uzun yıllara dayanan eğitim ilişkileri sürüyor. Özellikle dil öğrenimi, lisans ve yüksek lisans düzeyinde eğitim almak isteyen binlerce öğrenci her yıl İngiltere’ye geliyor. Ama Türkiye’ye giden İngiliz öğrenci sayısı çok az. Olsa olsa Erasmus programlarından yararlanmak isteyen az sayıda öğrenci geliyor Türkiye’ye.
RESMİ VE SİVİL İLİŞKİLER SÜRMELİ
Türkiye-İngiltere arasında kurulan işbirliklerinin yapısı, çerçevesi ve niteliği, üniversitelerin iki ülke arasındaki ilişkilerin geliştirilmesine yönelik mevcut katkıları önemle üzerinde durulması gereken konular. Bu manada sadece devlet kurumları tarafından yürütülen “resmi” proje ve etkinlikler değil bağımsız kuruluşlar tarafından yürütülen “sivil” proje ve etkinlikler de önemlidir.
Türkiye açısından bakıldığında üniversiteler öğrenci, araştırmacı ve öğretim üyesi değişimi gibi alanlarda sunduğu potansiyel tam olarak kullanılamamaktadır. Son yıllarda kurulanlar da dahil olmak üzere Türkiye’deki devlet ve vakıf üniversite sayısı 150’ye yaklaşmasına karşın İngiltere’den gelen öğrencilerin sayısı, Türkiye’den İngiltere’ye giden öğrencilere göre daha azdır. İki ülke arasında, üniversitelerin eğitim, öğretim, yönetişim ve teknolojik yeniliklere ilişkin çok katmanlı ve sürdürülebilir katkı potansiyellerinin daha etkin biçimde mobilize edilmesi mümkündür.
NELER YAPILMALI?
Türk üniversitelerinde İngiltereli öğrencilere ayrılan lisans, yüksek lisans ve doktora kontenjanlarının artırılması, sağlanan burs miktarının artırılması gerekli görülmektedir.
Gelişmiş bir Türk ve iyi bir İngiliz üniversitesi önceliğinde Türkiye bir Uluslararası Türk-İngiliz Üniversitesi kurulmalıdır.
Türkiye ve İngiltere üniversiteleri arasında ortak lisans, yüksek lisans ve doktora öğretimi verecek yeni programlar başlatılmalıdır, var olanların kapasitesi artırılmalıdır. Üniversiteler, müfredatlar arası uyumu inceleyerek çifte diploma verebilecek programları başlatmalıdır.
Türkiye ve İngiltere arasındaki mesleki ve teknik öğretim alanlarında işbirlikleri kurulmalı, Türk öğrencilerin İngiltere, İngiliz öğrencilerin Türkiye’deki şirketlerde staj yapması için uygun mekanizmalar hazırlanmalıdır. Türkiye ve İngiltere üniversiteleri bünyesinde Türk ve İngiliz öğretim üyesi ve araştırmacıların ortak çalışmalar yapabileceği Araştırma Merkezleri kurulmalı, bu merkezlerde üretilen bilgi ve teknoloji paylaşılmalıdır.
Türkiye ve İngiltere’den, öğretim üyesi ve araştırmacıları düzenli aralıklarla bir araya getirecek, ortak projeler üretmelerini teşvik edecek, uluslararası platformlarda birlikte hareket etmelerini kolaylaştıracak Türkiye-İngiltere Yükseköğretim Forumu kurulmalıdır.
Sivil Toplum Kuruluşlarının Türkiye-Azerbaycan arasındaki yükseköğretime katkıları desteklenmeli, her iki ülke sivil toplum kuruluşlarının bir araya gelerek ortak bir üniversite kurmaları, öğrenci ve araştırmacı değişim programları hazırlamaları, sivil toplum, eğitim ve siyasi karar vericiler arasında geniş kapsamlı bir ağ (network) oluşturmaları için teşvik edilmeli, bu amaçla kolaylaştırıcı mali destek paketleri ve yasal düzenlemeler hayata geçirilmelidir.
Türkiye ve İngiltere arasında şimdiye kadar daha çok tek yönlü bir öğrenci ve öğretim üyesi akışı var. O da Türkiye’den İngiltere yönüne doğru. Bu trendin Türkiye’ye bilimsel anlamda kazandırdığı çok şey var. Ancak ekonomik olarak bunun ciddi bir maliyet ürettiğini de söylemek lazım. Bu nedenle bazı eğitim programlarının Türkiye’de başlatılıp sürdürülmesi, gerektiğinde İngiltere’nin katkılarının alınması maliyeti düşürecek aynı zamanda yeniliklerin paylaşılmasına zemin hazırlayacaktır.
Ayrıca sınır ötesi hareketlilikte gözlenen artışın, yükseköğretimdeki uluslararasılaşma hacmini genişlettiği de görülmektedir. Örneğin OECD ülkelerinde son yirmi yılda yabancı ülke öğrencileri sayısının ikiye katlanarak 1.6 milyon gibi yüksek bir rakama ulaştığı bilinmektedir. Yükseköğretim talebine gösterilen ilginin bu sayıyı daha da artıracağı söylenebilir.
Türkiye-İngiltere arasında uzun yıllara dayanan eğitim ilişkileri sürüyor. Özellikle dil öğrenimi, lisans ve yüksek lisans düzeyinde eğitim almak isteyen binlerce öğrenci her yıl İngiltere’ye geliyor. Ama Türkiye’ye giden İngiliz öğrenci sayısı çok az. Olsa olsa Erasmus programlarından yararlanmak isteyen az sayıda öğrenci geliyor Türkiye’ye.
RESMİ VE SİVİL İLİŞKİLER SÜRMELİ
Türkiye-İngiltere arasında kurulan işbirliklerinin yapısı, çerçevesi ve niteliği, üniversitelerin iki ülke arasındaki ilişkilerin geliştirilmesine yönelik mevcut katkıları önemle üzerinde durulması gereken konular. Bu manada sadece devlet kurumları tarafından yürütülen “resmi” proje ve etkinlikler değil bağımsız kuruluşlar tarafından yürütülen “sivil” proje ve etkinlikler de önemlidir.
Türkiye açısından bakıldığında üniversiteler öğrenci, araştırmacı ve öğretim üyesi değişimi gibi alanlarda sunduğu potansiyel tam olarak kullanılamamaktadır. Son yıllarda kurulanlar da dahil olmak üzere Türkiye’deki devlet ve vakıf üniversite sayısı 150’ye yaklaşmasına karşın İngiltere’den gelen öğrencilerin sayısı, Türkiye’den İngiltere’ye giden öğrencilere göre daha azdır. İki ülke arasında, üniversitelerin eğitim, öğretim, yönetişim ve teknolojik yeniliklere ilişkin çok katmanlı ve sürdürülebilir katkı potansiyellerinin daha etkin biçimde mobilize edilmesi mümkündür.
NELER YAPILMALI?
Türk üniversitelerinde İngiltereli öğrencilere ayrılan lisans, yüksek lisans ve doktora kontenjanlarının artırılması, sağlanan burs miktarının artırılması gerekli görülmektedir.
Gelişmiş bir Türk ve iyi bir İngiliz üniversitesi önceliğinde Türkiye bir Uluslararası Türk-İngiliz Üniversitesi kurulmalıdır.
Türkiye ve İngiltere üniversiteleri arasında ortak lisans, yüksek lisans ve doktora öğretimi verecek yeni programlar başlatılmalıdır, var olanların kapasitesi artırılmalıdır. Üniversiteler, müfredatlar arası uyumu inceleyerek çifte diploma verebilecek programları başlatmalıdır.
Türkiye ve İngiltere arasındaki mesleki ve teknik öğretim alanlarında işbirlikleri kurulmalı, Türk öğrencilerin İngiltere, İngiliz öğrencilerin Türkiye’deki şirketlerde staj yapması için uygun mekanizmalar hazırlanmalıdır. Türkiye ve İngiltere üniversiteleri bünyesinde Türk ve İngiliz öğretim üyesi ve araştırmacıların ortak çalışmalar yapabileceği Araştırma Merkezleri kurulmalı, bu merkezlerde üretilen bilgi ve teknoloji paylaşılmalıdır.
Türkiye ve İngiltere’den, öğretim üyesi ve araştırmacıları düzenli aralıklarla bir araya getirecek, ortak projeler üretmelerini teşvik edecek, uluslararası platformlarda birlikte hareket etmelerini kolaylaştıracak Türkiye-İngiltere Yükseköğretim Forumu kurulmalıdır.
Sivil Toplum Kuruluşlarının Türkiye-Azerbaycan arasındaki yükseköğretime katkıları desteklenmeli, her iki ülke sivil toplum kuruluşlarının bir araya gelerek ortak bir üniversite kurmaları, öğrenci ve araştırmacı değişim programları hazırlamaları, sivil toplum, eğitim ve siyasi karar vericiler arasında geniş kapsamlı bir ağ (network) oluşturmaları için teşvik edilmeli, bu amaçla kolaylaştırıcı mali destek paketleri ve yasal düzenlemeler hayata geçirilmelidir.
Türkiye ve İngiltere arasında şimdiye kadar daha çok tek yönlü bir öğrenci ve öğretim üyesi akışı var. O da Türkiye’den İngiltere yönüne doğru. Bu trendin Türkiye’ye bilimsel anlamda kazandırdığı çok şey var. Ancak ekonomik olarak bunun ciddi bir maliyet ürettiğini de söylemek lazım. Bu nedenle bazı eğitim programlarının Türkiye’de başlatılıp sürdürülmesi, gerektiğinde İngiltere’nin katkılarının alınması maliyeti düşürecek aynı zamanda yeniliklerin paylaşılmasına zemin hazırlayacaktır.
Yabancıların Türkiye’de merak ettikleri
Mesleğim gereği sık sık farklı ülkelerden gelen insanlarla karşılaşıyorum ve davet edildiğim konferanslara katılmak üzere kısa aralarla Türkiye dışında oluyorum. Bu sırada da yabancıların meraklı sorularına maruz kalıyorum. En son İngiltere ve Suriye’de katıldığım toplantılardan hareketle yabacıların Türkiye ilgisini ve ülkemizde neleri merak ettiklerini paylaşmıştım. Bu hafta ise Türkiye’de katıldığım toplantılardan notlar gözlemlerimi aktarmak istedim.
International Crisis Group adında bir kuruluş var. Yıllık toplantılarını Türkiye’de yapıyorlar. Bu vesileyle International Crisis Group’un başkanı onuruna Kanada’nın Ankara Büyükelçisi bir yemek verdi. Yemeğe davet edilen az sayıda insandan biri de bendim. Üç tane yabancı büyükelçi, Dışişleri Bakanlığımızdan iki bürokrat ve bir üniversite hocasının davetli olduğu yemekte herkesin ortak konusu Türkiye idi.
TÜRKİYE NEREYE GİDİYOR?
Yabancı konuklar ve büyükelçilerin en çok merak ettikleri, Türkiye’nin nereye gittiği? Dışarıdan yaptıkları gözlemlerle olayları enine boyuna anlayamadıklarını, farklı kesimlerden birbiriyle çelişen hikayeler dinlediklerini, taban tabana zıt görüşler aldıklarını, bütün bunların kendilerini şaşırttığını söylüyorlar. Yani onlara göre karşılarında büyük bir bilmece var ve bunu çözemiyorlar.
Türkiye’de yaşananlar gerçekten de kimden dinlediğinize bağlı olarak farklı biçimlerde yorumlanıyor. Kimine göre bir normalleşme süreci kimine göre ise üstü örtülü bir baskı oluşturulmaya çalışılıyor.
Pekiyi bu yaklaşımların hangisi daha tutarlı? Hangisi daha rasyonel ve inandırıcı? Hangisi daha objektif verilere dayalı? Ne kadarı ideolojik saplantıların gölgesinde kalıyor? Bütün bu soruları cevaplamadan ister Türkiyeli, ister yabancı memleketten biri olsun Türkiye’de ne olup bittiğini gerçekten de pek iyi anlayamaz, bilmeceyi çözemez, olayları sağlıklı ve isabetli biçimde değerlendiremez.
İdeolojik bağlılıklar ve tercihler zaman zaman insanı körleştirir. Saplantılar, duygusal bağlılıklar ve irrasyonel bakış açıları insanın yanı başındaki gerçekleri görmesine engel olur. Bir sis perdesi çöker geçekliğin üzerine. Bunu kaldırmak için insanın inançları ve ideolojileri ile kendileri arasına bir mesafe koyması gerekir. Yoksa olayların künhüne vakıf olmak, yani tümüyle olayları kavramak mümkün olmaz.
TÜRKİYE NORMALLEŞME SANCILARI YAŞIYOR
Tekrar en çok sorulan soruya dönmek gerekirse, yani Türkiye’de olup bitenleri nasıl anlamak gerekir sorusuna gelince şunu söylemek gerek. Türkiye değişiyor, hem de köklü biçimde değişiyor. Seksen küsur yıllık Cumhuriyet tarihinin belki de en derin değişimlerini yaşıyor. Siyaset, hukuk, askeriye, sivil toplum, iş dünyası, üniversiteler ve tabi ki Türk toplumu artık geleneksel formlarıyla, biçimleriyle, anlayışları ile daha fazla açılım yapamayacağını görüyor. Eski gömlekler artık dar geliyor.
Bazı kesimler doğal gelişime ayak uydurup kendi bedenlerine uygun gömlek alıyor. Bazı kesimler ise yıllardır ellerinde tuttukları iktidar ve devlet gücünden kaynaklanan imtiyazlarını kaybetmemek için dar gömleklerini giyme konusunda ısrarlı davranıyorlar. Sonuçta da bu gömlekler ya patlıyor bir yerden ya da yırtılıyor çünkü değişim dalgası o kadar güçlü ki buna direnmek sosyolojik olarak mümkün değil.
İşte Türkiye’yi uzaktan seyredenlere, olayların iç yüzünü anlamak isteyenlere verilmesi gerek cevap budur. Türkiye’deki gelişmeler yıllardır üstü örtülmüş, görmezden gelinmiş, ihmal edilmiş sorunların gün yüzüne çıkmasıyla ilintilidir. Geçmişte bu sorunlardan kaçınıldı, ertelendi. Bugün ise artık cesur bir irade ile bütün toplumsal kesimlerin gerçeklerle yüzleşmesi, daha da derinleşmeden el birliği ile bu sorunların çözümü için bir araya gelmesi gerekiyor.
Tarihin biriktirdiği sorunların çözümü için kalem oynatan, düşünce üreten ve politika geliştirenlere hemen “hain” damgası vurmak kendisine sığınılan bir kolaycılıktan ibarettir. Görmezden gelindikçe kangren olan sorunların çözümünü dış dünyadan bekleyemeyeceğimize göre, Türkiye’nin normalleşmesi için elini taşın altına koyanlara en azından saygı duymak gerekmez mi?
International Crisis Group adında bir kuruluş var. Yıllık toplantılarını Türkiye’de yapıyorlar. Bu vesileyle International Crisis Group’un başkanı onuruna Kanada’nın Ankara Büyükelçisi bir yemek verdi. Yemeğe davet edilen az sayıda insandan biri de bendim. Üç tane yabancı büyükelçi, Dışişleri Bakanlığımızdan iki bürokrat ve bir üniversite hocasının davetli olduğu yemekte herkesin ortak konusu Türkiye idi.
TÜRKİYE NEREYE GİDİYOR?
Yabancı konuklar ve büyükelçilerin en çok merak ettikleri, Türkiye’nin nereye gittiği? Dışarıdan yaptıkları gözlemlerle olayları enine boyuna anlayamadıklarını, farklı kesimlerden birbiriyle çelişen hikayeler dinlediklerini, taban tabana zıt görüşler aldıklarını, bütün bunların kendilerini şaşırttığını söylüyorlar. Yani onlara göre karşılarında büyük bir bilmece var ve bunu çözemiyorlar.
Türkiye’de yaşananlar gerçekten de kimden dinlediğinize bağlı olarak farklı biçimlerde yorumlanıyor. Kimine göre bir normalleşme süreci kimine göre ise üstü örtülü bir baskı oluşturulmaya çalışılıyor.
Pekiyi bu yaklaşımların hangisi daha tutarlı? Hangisi daha rasyonel ve inandırıcı? Hangisi daha objektif verilere dayalı? Ne kadarı ideolojik saplantıların gölgesinde kalıyor? Bütün bu soruları cevaplamadan ister Türkiyeli, ister yabancı memleketten biri olsun Türkiye’de ne olup bittiğini gerçekten de pek iyi anlayamaz, bilmeceyi çözemez, olayları sağlıklı ve isabetli biçimde değerlendiremez.
İdeolojik bağlılıklar ve tercihler zaman zaman insanı körleştirir. Saplantılar, duygusal bağlılıklar ve irrasyonel bakış açıları insanın yanı başındaki gerçekleri görmesine engel olur. Bir sis perdesi çöker geçekliğin üzerine. Bunu kaldırmak için insanın inançları ve ideolojileri ile kendileri arasına bir mesafe koyması gerekir. Yoksa olayların künhüne vakıf olmak, yani tümüyle olayları kavramak mümkün olmaz.
TÜRKİYE NORMALLEŞME SANCILARI YAŞIYOR
Tekrar en çok sorulan soruya dönmek gerekirse, yani Türkiye’de olup bitenleri nasıl anlamak gerekir sorusuna gelince şunu söylemek gerek. Türkiye değişiyor, hem de köklü biçimde değişiyor. Seksen küsur yıllık Cumhuriyet tarihinin belki de en derin değişimlerini yaşıyor. Siyaset, hukuk, askeriye, sivil toplum, iş dünyası, üniversiteler ve tabi ki Türk toplumu artık geleneksel formlarıyla, biçimleriyle, anlayışları ile daha fazla açılım yapamayacağını görüyor. Eski gömlekler artık dar geliyor.
Bazı kesimler doğal gelişime ayak uydurup kendi bedenlerine uygun gömlek alıyor. Bazı kesimler ise yıllardır ellerinde tuttukları iktidar ve devlet gücünden kaynaklanan imtiyazlarını kaybetmemek için dar gömleklerini giyme konusunda ısrarlı davranıyorlar. Sonuçta da bu gömlekler ya patlıyor bir yerden ya da yırtılıyor çünkü değişim dalgası o kadar güçlü ki buna direnmek sosyolojik olarak mümkün değil.
İşte Türkiye’yi uzaktan seyredenlere, olayların iç yüzünü anlamak isteyenlere verilmesi gerek cevap budur. Türkiye’deki gelişmeler yıllardır üstü örtülmüş, görmezden gelinmiş, ihmal edilmiş sorunların gün yüzüne çıkmasıyla ilintilidir. Geçmişte bu sorunlardan kaçınıldı, ertelendi. Bugün ise artık cesur bir irade ile bütün toplumsal kesimlerin gerçeklerle yüzleşmesi, daha da derinleşmeden el birliği ile bu sorunların çözümü için bir araya gelmesi gerekiyor.
Tarihin biriktirdiği sorunların çözümü için kalem oynatan, düşünce üreten ve politika geliştirenlere hemen “hain” damgası vurmak kendisine sığınılan bir kolaycılıktan ibarettir. Görmezden gelindikçe kangren olan sorunların çözümünü dış dünyadan bekleyemeyeceğimize göre, Türkiye’nin normalleşmesi için elini taşın altına koyanlara en azından saygı duymak gerekmez mi?
17 Şubat 2010 Çarşamba
Arap dünyasının Türkiye İlgisi: Şam Konferansı
İki hafta önce (8 Şubat 2010) Lordlar Kamarası’nda Türkiye ile ilgili bir toplantı yapıldı. ‘Turkey’s Role in an Emerging Network World’ başlığını taşıyan toplantıya Türkiye’den Egemen Bağış, Kürşad Tüzmen, Suat Kınıklıoğlu, Nursuna Memecan, Dr. İbrahim Kalın, Murat Yalçıntaş, Remzi Gür, Cemalettin Haşimi ve Mustafa Akyol katıldı. Bu toplantıda Türkiye-İngiltere ilişkileri yanında Türkiye’nin bölgesel ve küresel konulardaki politikaları tartışılmıştı. Bu toplantının hemen ardından Suat Kınıklıoğlu, ve Dr. İbrahim Kalın Royal Institute of International Relations’da özel davetli bir gruba Türk dış politikasındaki yeni eğilimleri ve gelişmeleri aktarmıştı.
Her iki toplantıda da ufuk açıcı tartışmalar olmuş, Türkiye’ye duyulan ilginin gittikçe büyüdüğü, bu ilginin kendinden oluşmadığı, Türkiye’nin artan etkisi ve dış dünya ile bütünleşme adımlarının olduğu görülmüştü.
ORTA DOĞU DA TÜRKİYE’Yİ MERAK EDİYOR
Türkiye’ye duyulan ilgi ve merak sadece Batılı ülkelerde değil Orta Doğu ve İslam coğrafyasında da artıyor. Bunun önemli göstergelerinden biri bu ülkelerde Türkiye konulu yayın, konferans ve toplantıların sayısında görülen belirgin artıştır. Nitekim, 12 Şubat 2010 tarihinde Suriye’nin başkenti Şam’da yapılan uluslar arası bir toplantıda da en çok merak edilen ve üzerinde koşulan ülke Türkiye oldu.
Suriye’deki toplantı davetiyesi ilk geldiğinde iki ülke arasındaki vizeler henüz kalkmamıştı. Vize başvurusunda istenen belgelerin hazırlanması ve ayrıca büyükelçilikte sıra bekleme kaygısından dolayı önce “hayır” cevabı vermiştim. Toplantı tarihi ertelenmiş ve sonra da vizeler kaldırılmıştı. Israrla aynı daveti alınca bu kez “evet” dedim. Türkiye’den ayrıca Prof. Binnaz Toprak davet edilmişti.
Türkiyeli katılımcılardan istenen şey şuydu: Acaba Türkiye’de din-devlet ilişkileri ve laiklik nasıl gelişmişti? AK Parti’nin iktidara gelişi laiklik açısından bir tehlike oluşturmuş muydu? 2002 yılından bu yana Türkiye modern kazanımlarından taviz vermiş miydi? Muhafazakâr bir partinin iktidar oluşu demokrasi ve laiklik açısından nasıl bir sonuç doğur muştu? Türkiye diğer İslam ülkeleri açısından bir örnek teşkil edebilir mi?
Arap kamuoyu bu soruların cevabını öğrenmek istiyor. Demokrasi ve laiklik konusunda Türkiye’nin geldiği noktayı ve bunun nasıl gerçekleştiğini merak ediyor. Özgürlük ve siyasal katılım taleplerinin henüz çok güçlü bir sesle dile getirilemediği Arap dünyasında halkı Müslüman olup ta demokrasisini belirli bir seviyeye çıkarmış en iyi örnek Türkiye olarak görülüyor. Din ve demokrasi, din ve laiklik arasında bir çatışmanın yaşanmaması gerektiğine inanan Arap aydınları acaba Türkiye deneyiminden ne öğrenebiliriz diyor.
ARAP AYDINLARI VE TÜRKİYE
Şam’daki toplantı “Secularism in the Arab Levant - Secular State and the Question of Religion” genel başlığını taşıyordu. Konferansın ilk oturumunda “Secularism in the Middle East, a social or a state achievement? The Turkish model” konusu masaya yatırıldı. Yani Türkiye modelinin gelişim aşamaları, yapısı, özellikleri ve incelikleri nelerdir sorularna cevap arandı. Bu oturumda Sadek J. Al-Azm, “Secular state and question of religion: the Turkish Model” başlıklı bir bildiri sunarak Türkiye’nin başarılarının altını çizdi.
Ben de “Transformation of Centre-Periphery Relations Turkey: Politics, Islam and Secularism” başlıklı bir konuşma yaparak Türkiye’de toplumsal yapının nasıl değiştiğini, Özallı yıllarla başlayan ekonomik gelişme, dışa açılım ve eğitim gibi faktörlerin elit iktidarlarını nasıl değiştirip daha katılımcı bir demokrasiye geçişin sağlandığını anlattım. AK Parti gibi muhafazakar bir partinin iktidara gelişinin de demokrasi ve laiklik açısından bir tehdit olmadığını, zira AK Partinin Türkiye’yi AB’ye yakınlaştırma çabası içinde olduğunu ve AB’ye yakınlaştıkça da bu tür geriye dönüşün zaten mümkün olamayacağını anlattım.
Türkiye’ye gösterilen ilgi giderek artacak. Bize düşen görev merak edenleri doğru bilgilendirmek olmalı.
Her iki toplantıda da ufuk açıcı tartışmalar olmuş, Türkiye’ye duyulan ilginin gittikçe büyüdüğü, bu ilginin kendinden oluşmadığı, Türkiye’nin artan etkisi ve dış dünya ile bütünleşme adımlarının olduğu görülmüştü.
ORTA DOĞU DA TÜRKİYE’Yİ MERAK EDİYOR
Türkiye’ye duyulan ilgi ve merak sadece Batılı ülkelerde değil Orta Doğu ve İslam coğrafyasında da artıyor. Bunun önemli göstergelerinden biri bu ülkelerde Türkiye konulu yayın, konferans ve toplantıların sayısında görülen belirgin artıştır. Nitekim, 12 Şubat 2010 tarihinde Suriye’nin başkenti Şam’da yapılan uluslar arası bir toplantıda da en çok merak edilen ve üzerinde koşulan ülke Türkiye oldu.
Suriye’deki toplantı davetiyesi ilk geldiğinde iki ülke arasındaki vizeler henüz kalkmamıştı. Vize başvurusunda istenen belgelerin hazırlanması ve ayrıca büyükelçilikte sıra bekleme kaygısından dolayı önce “hayır” cevabı vermiştim. Toplantı tarihi ertelenmiş ve sonra da vizeler kaldırılmıştı. Israrla aynı daveti alınca bu kez “evet” dedim. Türkiye’den ayrıca Prof. Binnaz Toprak davet edilmişti.
Türkiyeli katılımcılardan istenen şey şuydu: Acaba Türkiye’de din-devlet ilişkileri ve laiklik nasıl gelişmişti? AK Parti’nin iktidara gelişi laiklik açısından bir tehlike oluşturmuş muydu? 2002 yılından bu yana Türkiye modern kazanımlarından taviz vermiş miydi? Muhafazakâr bir partinin iktidar oluşu demokrasi ve laiklik açısından nasıl bir sonuç doğur muştu? Türkiye diğer İslam ülkeleri açısından bir örnek teşkil edebilir mi?
Arap kamuoyu bu soruların cevabını öğrenmek istiyor. Demokrasi ve laiklik konusunda Türkiye’nin geldiği noktayı ve bunun nasıl gerçekleştiğini merak ediyor. Özgürlük ve siyasal katılım taleplerinin henüz çok güçlü bir sesle dile getirilemediği Arap dünyasında halkı Müslüman olup ta demokrasisini belirli bir seviyeye çıkarmış en iyi örnek Türkiye olarak görülüyor. Din ve demokrasi, din ve laiklik arasında bir çatışmanın yaşanmaması gerektiğine inanan Arap aydınları acaba Türkiye deneyiminden ne öğrenebiliriz diyor.
ARAP AYDINLARI VE TÜRKİYE
Şam’daki toplantı “Secularism in the Arab Levant - Secular State and the Question of Religion” genel başlığını taşıyordu. Konferansın ilk oturumunda “Secularism in the Middle East, a social or a state achievement? The Turkish model” konusu masaya yatırıldı. Yani Türkiye modelinin gelişim aşamaları, yapısı, özellikleri ve incelikleri nelerdir sorularna cevap arandı. Bu oturumda Sadek J. Al-Azm, “Secular state and question of religion: the Turkish Model” başlıklı bir bildiri sunarak Türkiye’nin başarılarının altını çizdi.
Ben de “Transformation of Centre-Periphery Relations Turkey: Politics, Islam and Secularism” başlıklı bir konuşma yaparak Türkiye’de toplumsal yapının nasıl değiştiğini, Özallı yıllarla başlayan ekonomik gelişme, dışa açılım ve eğitim gibi faktörlerin elit iktidarlarını nasıl değiştirip daha katılımcı bir demokrasiye geçişin sağlandığını anlattım. AK Parti gibi muhafazakar bir partinin iktidara gelişinin de demokrasi ve laiklik açısından bir tehdit olmadığını, zira AK Partinin Türkiye’yi AB’ye yakınlaştırma çabası içinde olduğunu ve AB’ye yakınlaştıkça da bu tür geriye dönüşün zaten mümkün olamayacağını anlattım.
Türkiye’ye gösterilen ilgi giderek artacak. Bize düşen görev merak edenleri doğru bilgilendirmek olmalı.
3 Şubat 2010 Çarşamba
Lordlar Kamarasında Türkiye Tartışması
Türkiye’nin hem bölgesel hem de küresel bir aktör olarak daha saygın, güvenilir ve etkin bir ülke konumuna geldiğini, bir taraftan içte istikrar ve güveni tesis ederken diğer yandan da dış dünyadaki sürtüşme ve gerilimleri yatıştırmaya çalıştığını toplumun geniş bir kesimi kabul ediyor. Bugün gelinen noktada ise Türkiye’nin uluslar arası ilişkiler açısından önemini kavrayan aktörler ülkemizi daha yakından tanımaya çalışıyor.
Türkiye’nin siyasi yapısı, kültürel dokusu, inanç atlası, ekonomik gelişmesi, AB, ABD, Ortadoğu, Kafkaslar ve Balkanlar ile ilişkileri merak konusu oluyor. Türkiye denge ve düzen kuran bir ülke olarak dikkatleri çekiyor. Bu nedenle büyük bir ilgi odağı oluyor ve Türkiye’den uzmanlar, politikacılar ve gazeteciler konferanslar ve seminerler için davet ediliyor. Amerika’da sık rastlanan bu tür toplantılar Avrupa’da da yapılmaya başlandı. İngiltere de bu kervana katılan ülkeler arasında yer alıyor.
LORDLAR KAMARISINDA TÜRKİYE TARTIŞMASI
Türkiye’nin birikim ve açılımlarını daha yakından tanımak isteyen İngiltere, 8 Şubat 2010 tarihinde bir günlük önemli bir seminere ev sahipliği yapacak. Amaç her yönüyle Türkiye’yi tartışmak ve bir gelecek perspektifi edinmek. Tam gün sürecek seminere Türkiye ve İngiltere’den uzmanlar katılacak.
‘Turkey’s Role in an Emerging Network World’ başlığını taşıyan seminer Lordlar Kamarası’ında gerçekleştirilecek. Global Strategy Forum tarafından düzenlenen bu toplantıya Michael Ancram (Former Shadow Foreign Secretary and Chairman of the Conservative Part) ev sahipliği yapıyor. Konuşmacıların hepsi tanıdık ve uzman isimler. AB ile ilişkilerde gelinen son noktayı Egemen Bağış, ekonomik kalkınma politikasını Kürşad Tüzmen, Dış politikayı Yaşar Yakış, Türk-İngiliz yakınlaşmasını Suat Kınıklıoğlu anlatacak. Ayrıca Dominic Grieve, Lord Howell of Guildford, Baroness Nicholson of Winterbourne ve Lord Hannay of Chiswick gibi etkin isimler de konuşmalar yapacak.
Türkiye’nin birikimi, vizyonu ve gelecek perspektifi hakkında Nursuna Memecan, Dr. İbrahim Kalın ve Mehmet Öğütçü de birer konuşma yapacak. Ayrıca Cemalettin Haşimi, Mustafa Akyol, Sir David Richmond, Lord Bell of Belgravia, Remzi Gür, Huseyin Gün, Jonathan Clarke ve Murat Yalçıntaş mizakereleri ile seminere katkıda bulunacak.
STRATEJİK KONULAR MASAYA YATIRILIYOR
Konuşma başlıklarına bakınca seminerin konusu ve kapsamı hakkında daha geniş fikir edinmemiz mümkün. Seminerde şu başlıklarda sunumlar yapılacak: ‘Turkey’s evolving foreign policy: the view from Ankara’, ‘Zero problems with neighbours: Turkey’s regional strategy’, ‘Turkey’s role in the wider Middle East – more than a mediator? The implications for UK and EU poliy.,’ ‘The Role of Turkey's Foreign Trade in the neighbouring and surrounding countries’, ‘Changing Patterns in Turkish Foreign Policy – the impact on relations between Turkey and her western allies’, ‘Turkey and the UK – full partners on security and justice’, ‘Turkey and the UK – building a stronger partnership’, ‘Turkey and the EU: the view from Brussels - the politics and realities of EU accession’, ‘Is the EU vital to Turkey’s future: the opportunities and the challenges of accession?’, ‘Relations between Turkey and a future Conservative Government – what would they look like?’, ‘The importance of energy as a driver in shaping Turkish foreign policy’.
Seminerin son konuşmasını Başbakan Başdanışmanı Dr. İbrahim Kalın yapacak. Konuşmasının başlığı oldukça anlamlı: ‘The future: the rise of Turkey in a globalised world?”
Hem katılımcıların uzmanlık alanları ve deneyimleri hem de tartışma konularının kapsamı ve derinliği Türkiye hakkında verimli bir bilgi alışverişinin olacağı izlenimini veriyor. Bunu belki de yeni kurulan Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü’nün ilk etkinliklerinden biri olarak kayıtlara geçmek gerek zira Türkiye’de olup bitenleri dış dünyaya anlatmada bir hayli zaman kaybedildi. Şimdi bunu telafi etme zamanı.
Türkiye’nin siyasi yapısı, kültürel dokusu, inanç atlası, ekonomik gelişmesi, AB, ABD, Ortadoğu, Kafkaslar ve Balkanlar ile ilişkileri merak konusu oluyor. Türkiye denge ve düzen kuran bir ülke olarak dikkatleri çekiyor. Bu nedenle büyük bir ilgi odağı oluyor ve Türkiye’den uzmanlar, politikacılar ve gazeteciler konferanslar ve seminerler için davet ediliyor. Amerika’da sık rastlanan bu tür toplantılar Avrupa’da da yapılmaya başlandı. İngiltere de bu kervana katılan ülkeler arasında yer alıyor.
LORDLAR KAMARISINDA TÜRKİYE TARTIŞMASI
Türkiye’nin birikim ve açılımlarını daha yakından tanımak isteyen İngiltere, 8 Şubat 2010 tarihinde bir günlük önemli bir seminere ev sahipliği yapacak. Amaç her yönüyle Türkiye’yi tartışmak ve bir gelecek perspektifi edinmek. Tam gün sürecek seminere Türkiye ve İngiltere’den uzmanlar katılacak.
‘Turkey’s Role in an Emerging Network World’ başlığını taşıyan seminer Lordlar Kamarası’ında gerçekleştirilecek. Global Strategy Forum tarafından düzenlenen bu toplantıya Michael Ancram (Former Shadow Foreign Secretary and Chairman of the Conservative Part) ev sahipliği yapıyor. Konuşmacıların hepsi tanıdık ve uzman isimler. AB ile ilişkilerde gelinen son noktayı Egemen Bağış, ekonomik kalkınma politikasını Kürşad Tüzmen, Dış politikayı Yaşar Yakış, Türk-İngiliz yakınlaşmasını Suat Kınıklıoğlu anlatacak. Ayrıca Dominic Grieve, Lord Howell of Guildford, Baroness Nicholson of Winterbourne ve Lord Hannay of Chiswick gibi etkin isimler de konuşmalar yapacak.
Türkiye’nin birikimi, vizyonu ve gelecek perspektifi hakkında Nursuna Memecan, Dr. İbrahim Kalın ve Mehmet Öğütçü de birer konuşma yapacak. Ayrıca Cemalettin Haşimi, Mustafa Akyol, Sir David Richmond, Lord Bell of Belgravia, Remzi Gür, Huseyin Gün, Jonathan Clarke ve Murat Yalçıntaş mizakereleri ile seminere katkıda bulunacak.
STRATEJİK KONULAR MASAYA YATIRILIYOR
Konuşma başlıklarına bakınca seminerin konusu ve kapsamı hakkında daha geniş fikir edinmemiz mümkün. Seminerde şu başlıklarda sunumlar yapılacak: ‘Turkey’s evolving foreign policy: the view from Ankara’, ‘Zero problems with neighbours: Turkey’s regional strategy’, ‘Turkey’s role in the wider Middle East – more than a mediator? The implications for UK and EU poliy.,’ ‘The Role of Turkey's Foreign Trade in the neighbouring and surrounding countries’, ‘Changing Patterns in Turkish Foreign Policy – the impact on relations between Turkey and her western allies’, ‘Turkey and the UK – full partners on security and justice’, ‘Turkey and the UK – building a stronger partnership’, ‘Turkey and the EU: the view from Brussels - the politics and realities of EU accession’, ‘Is the EU vital to Turkey’s future: the opportunities and the challenges of accession?’, ‘Relations between Turkey and a future Conservative Government – what would they look like?’, ‘The importance of energy as a driver in shaping Turkish foreign policy’.
Seminerin son konuşmasını Başbakan Başdanışmanı Dr. İbrahim Kalın yapacak. Konuşmasının başlığı oldukça anlamlı: ‘The future: the rise of Turkey in a globalised world?”
Hem katılımcıların uzmanlık alanları ve deneyimleri hem de tartışma konularının kapsamı ve derinliği Türkiye hakkında verimli bir bilgi alışverişinin olacağı izlenimini veriyor. Bunu belki de yeni kurulan Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü’nün ilk etkinliklerinden biri olarak kayıtlara geçmek gerek zira Türkiye’de olup bitenleri dış dünyaya anlatmada bir hayli zaman kaybedildi. Şimdi bunu telafi etme zamanı.
Medyanın ıskaladığı gerçek: Türkiye yılından Türkiye yüzyılına
Türkiye açısından sevindirici gelişmeler oluyor. Türkiye’de yaşayan bizler bunu pek göremiyoruz. Çünkü özellikle iç politikadaki çekişmeler ve bütün enerjimizi alan sonuçsuz tartışmalar görüş alanımızı daraltıyor veya bir sis perdesi olarak önümüzü kapatıyor. Türkiye’yi takip etmek gerçekten emek istiyor, dikkat ve enerji istiyor. Çünkü her gün ayrı bir olay bomba gibi gündeme düşüyor.
Gazeteciler açısından, haber ve manşet konusu bulmak bakımından Türkiye’den daha verimli bir ülke var mı? Bana kalırsa yok. Çünkü bizim kadar dinamik ve değişken, arayış içinde olan ve yılların paslandırdığı zincirleri kırmak isteyen az toplum var. Türkiye bu konuda iyi bir örnek oluşturuyor.
Mesela şu meşhur “Balyoz” darbe girişimi veya tatbikat planı Türkiye’nin bütün gündemini sardı. Kulaklarımızı dış dünyaya tıkadık, gözlerimizi kapattık. Özellikle medya üzerinden bir analiz yapmak gerekirse şunu söylemek mümkün: İngiltere, Almanya, Hollanda ve ABD’de hangi gazeteyi elinize alırsanız alın, hangi televizyonun karşısına geçerseniz geçin bu ülke gündemlerinin bizimki kadar karmaşık, gerilimli ve enerji tüketen özellik taşımadığını görürsünüz.
Söz konusu ülkelerin medya organlarında zengin bir dış haberler bölümü vardır. Her ülkede muhabirleri ve yorumcuları olan bu organlarda dünyayı takip etmek, neler olduğunu görmek, küresel bir bakış açısı kazanmak, yani yerel ve ulusalı aşıp dünyayı takip etmek mümkün. Türkiye’de ise dış haberler magazin sayfalarından bile az. İşte dünya siyaseti ile olan ilişkimizi gösteren bir durum. En iddialı gazetelerde bile bir sayfa civarında yer alıyor dış haberler ve uluslar arası gelişmeler. Bu sayfaların bir kısmı da gıda ve moda gibi sektörlerin reklamlarına ayrılıyor üstelik.
Ya TV’ler. Bunların da pek farkı yok. Nadiren Türkiye dışından bağlantılar oluyor. O da sadece haber kanallarında. Diğerlerinde ise dizi filmler, evlendirme programları, eğlence ve magazin diz boyu. Haiti yerle bir olmuş Türkiye’den oraya giden TV sayısı nedeyse yok gibi. Bereket TRT’miz var. O da olmasa dünyaya kapalı, ya da dar açılarla bakan bir medya dünyamız kalacak. Neyse ki TRT imdada yetişiyor pek çok kez. Mesela TRT Türk bu anlamda müthiş yeniliklere imza attı.
Hep rüyamızı süslerdi. BBC ve CNN gibi kanallarımızın olmasını, bunların dünyanın dört bir yanından canlı yayınlarla bizi kendi merkezimizden alıp küresel gelişmelerle yüzleştirmelerini isterdik. Bu rüya gerçekleşti sayılır. TRT Türk bir haber kuşağında bazen beş altı ayrı başkente bağlanıyor, haber ve yorumları aktarıyor, uzun yıllardır medyamızın ihmal ettiği ülkelerden yayın yapıyor, mikrofonu uzmanlara uzatıyor, genç gazetecilere fırsat sağlıyor. Bunu takdir etmemek mümkün mü?
İşte böyle bir medya ile Türkiye yılından Türkiye yüzyılına taşıyabiliriz ülkemizi. Fransa’da Türkiye yılı etkinlikleri devam ediyor. Türkler son yıllarda ve günlerde uluslar arası başarılara imza atıyor. Dış politikada baş döndürücü gelişmeler oluyor ve bunlar sayesinde Türkiye daha bilinir ve saygın bir ülke konumuna geliyor. İşte bu noktada medyanın daha etkin, verimli ve dünyaya açık olması gerekiyor.
Şimdi şu isimlere ve başarılarına bir bakalım lütfen: Prof. Ekmeleddin İhsanoğlu, İslam Konferansı Teşkilatı başkanlığını başarıyla yürütüyor. Kemal Derviş UNDP’nin (BM Kalkınma Fonu) başında bulunuyor. Mevlü Çavuşoğlu AKPM Başkanlığına seçildi. Geçmişte Hikmet Çetin Nato Yüksek Sivil Temsilcisi olarak Afganistan’da görev yaptı. Yeni NATO Başkan yardımcısının da bir Türk olacağı kuvvetle muhtemel. İsimlerini zikredemediğimiz daha onlarca başarılı Türk ülkelerini ve toplumlarını uluslar arası kuruluşlarda temsil ediyor. İşte Türkiye’yi birazdan bu perspektiften okumak, görmek ve değerlendirmek lazım ki, büyük bir ülke olduğumuzu daha iyi anlayalım.
Gazeteciler açısından, haber ve manşet konusu bulmak bakımından Türkiye’den daha verimli bir ülke var mı? Bana kalırsa yok. Çünkü bizim kadar dinamik ve değişken, arayış içinde olan ve yılların paslandırdığı zincirleri kırmak isteyen az toplum var. Türkiye bu konuda iyi bir örnek oluşturuyor.
Mesela şu meşhur “Balyoz” darbe girişimi veya tatbikat planı Türkiye’nin bütün gündemini sardı. Kulaklarımızı dış dünyaya tıkadık, gözlerimizi kapattık. Özellikle medya üzerinden bir analiz yapmak gerekirse şunu söylemek mümkün: İngiltere, Almanya, Hollanda ve ABD’de hangi gazeteyi elinize alırsanız alın, hangi televizyonun karşısına geçerseniz geçin bu ülke gündemlerinin bizimki kadar karmaşık, gerilimli ve enerji tüketen özellik taşımadığını görürsünüz.
Söz konusu ülkelerin medya organlarında zengin bir dış haberler bölümü vardır. Her ülkede muhabirleri ve yorumcuları olan bu organlarda dünyayı takip etmek, neler olduğunu görmek, küresel bir bakış açısı kazanmak, yani yerel ve ulusalı aşıp dünyayı takip etmek mümkün. Türkiye’de ise dış haberler magazin sayfalarından bile az. İşte dünya siyaseti ile olan ilişkimizi gösteren bir durum. En iddialı gazetelerde bile bir sayfa civarında yer alıyor dış haberler ve uluslar arası gelişmeler. Bu sayfaların bir kısmı da gıda ve moda gibi sektörlerin reklamlarına ayrılıyor üstelik.
Ya TV’ler. Bunların da pek farkı yok. Nadiren Türkiye dışından bağlantılar oluyor. O da sadece haber kanallarında. Diğerlerinde ise dizi filmler, evlendirme programları, eğlence ve magazin diz boyu. Haiti yerle bir olmuş Türkiye’den oraya giden TV sayısı nedeyse yok gibi. Bereket TRT’miz var. O da olmasa dünyaya kapalı, ya da dar açılarla bakan bir medya dünyamız kalacak. Neyse ki TRT imdada yetişiyor pek çok kez. Mesela TRT Türk bu anlamda müthiş yeniliklere imza attı.
Hep rüyamızı süslerdi. BBC ve CNN gibi kanallarımızın olmasını, bunların dünyanın dört bir yanından canlı yayınlarla bizi kendi merkezimizden alıp küresel gelişmelerle yüzleştirmelerini isterdik. Bu rüya gerçekleşti sayılır. TRT Türk bir haber kuşağında bazen beş altı ayrı başkente bağlanıyor, haber ve yorumları aktarıyor, uzun yıllardır medyamızın ihmal ettiği ülkelerden yayın yapıyor, mikrofonu uzmanlara uzatıyor, genç gazetecilere fırsat sağlıyor. Bunu takdir etmemek mümkün mü?
İşte böyle bir medya ile Türkiye yılından Türkiye yüzyılına taşıyabiliriz ülkemizi. Fransa’da Türkiye yılı etkinlikleri devam ediyor. Türkler son yıllarda ve günlerde uluslar arası başarılara imza atıyor. Dış politikada baş döndürücü gelişmeler oluyor ve bunlar sayesinde Türkiye daha bilinir ve saygın bir ülke konumuna geliyor. İşte bu noktada medyanın daha etkin, verimli ve dünyaya açık olması gerekiyor.
Şimdi şu isimlere ve başarılarına bir bakalım lütfen: Prof. Ekmeleddin İhsanoğlu, İslam Konferansı Teşkilatı başkanlığını başarıyla yürütüyor. Kemal Derviş UNDP’nin (BM Kalkınma Fonu) başında bulunuyor. Mevlü Çavuşoğlu AKPM Başkanlığına seçildi. Geçmişte Hikmet Çetin Nato Yüksek Sivil Temsilcisi olarak Afganistan’da görev yaptı. Yeni NATO Başkan yardımcısının da bir Türk olacağı kuvvetle muhtemel. İsimlerini zikredemediğimiz daha onlarca başarılı Türk ülkelerini ve toplumlarını uluslar arası kuruluşlarda temsil ediyor. İşte Türkiye’yi birazdan bu perspektiften okumak, görmek ve değerlendirmek lazım ki, büyük bir ülke olduğumuzu daha iyi anlayalım.
26 Ocak 2010 Salı
Monşer değil büyükelçi
Mardin çıkarmasını, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanlığı ve bürokrasinin yapısında başlatacağı köklü bir değişimin işareti olarak mı okumalıyız?
Mardin sokakları hiç alışık olmadıkları bir olaya, Dışişleri Bakanı ve otuza yakın büyükelçimizin çeşitli mekanlarda vatandaşla yüz yüze gelmelerine, konuşmalarına, beraber yemek yemelerine hatta kahvehanelerde karşılıklı pişti oynamalarına şahit oldu. Mardin dışında böyle bir olaya tanıklık eden başka bir ilimiz yok. Halkımız politikacıları, askerleri, mülki idare amirlerini, sporcuları ve sanatçıları aralarında görmeye alışkındır ama her nedense ülkemizi temsil eden büyükelçiler halk arasına karışmazdı. Buna mukabil Güneydoğu illeri başta olmak üzere toplumun büyük kesimi çeşitli ülkelerin Ankara büyükelçilerinin kendi illerini ziyaret ettiğini, incelemeler yaptığını ve sivil toplum kuruluşları ile görüştüğünü duyar ve bilir.
Dışişleri halka açılıyor
Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu, Mardin çıkarmasıyla, dışişlerinin üst düzey bürokratları ile toplum arasındaki kalın duvarı yıkma yolunda önemli bir adım atmış oldu. Bunu, belki de ezber bozan görüşleri ile tanınan ve diplomasi tarihimizin en birikimli Bakanı olan Sayın Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanlığı ve bürokrasinin yapısında başlatacağı daha geniş kapsamlı yeniliklerin ilk belirtileri olarak görmek gerek. Zira, Türkiye’nin, sahip olduğu zeki güç (smart power) ile bölgesinde düzen kuran bir ülke olmasıyla mütenasip dış politika açılımlarının başarılı ve sürdürülebilir olması bir dizi yapısal reformu gerekli kılmaktadır.
Gazetelere yansıyan haberlere göre Bakan ve büyükelçileri karşısında gören halkın bundan memnuniyet duyduğu anlaşılıyor. İlki yaşanan bu olay, Ankara’da 4-8 Ocak 2010 tarihinde “Demokrasi, Güvenlik ve İstikrar: Dünyada ve Türk Dış Politikasında 2010’a Bakış” konulu “İkinci Büyükelçiler Konferansı” sonrasında Mardin’de gerçekleştirildi. Aynı günlere denk gelen bir başka gelişme ise bir süredir çalışmaları devam eden Dışişleri Bakanlığı’nın yeniden yapılandırılması projesinin hayata geçirilmesi için girişimlerde bulunulması. Bakanlığın kendi ifadesi ile Türk diplomasisini taşıyan bu kurumun içinde bulunduğumuz yüzyılın koşullarına uygun bir yapıya kavuşturulmasının önemli bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmasının anlaşılmış olması bir dönüm noktası olarak karşımıza çıkıyor.
Vatandaş da bilsin!
Ülkemizde öteden beri yaygın bir algı vardır. Sokaktaki vatandaşın dış politika gündemini takip etmeye meraklı olmadığı, Türk dış politikasının nereye gittiği ile ilgilenmediği ve çevremizde olup bitenlere kayıtsız kaldığı gibi hayli yanlış bir algı var. Belki biraz da bu yanlış algıdan kaynakladığı için ne yazık ki görsel ve yazılı medyada dış haberlere ayrılan bölüm ve zamanın çok yetersiz olduğu görmekteyiz. Öyle ki en çok satan gazeteler de bile uluslar arası ilişkiler ve dış politika haberlerine çoğu kez yarısı reklam ile dolu bir sayfa zorla ayrılır.
Bazı medyanın organlarının da dış haberlere geniş yer vermeyerek körelttiği ilgi ve işaret edilen algı nedeniyle midir bilinmez, Dışişleri bürokrasisi uzun yıllardır dış politika konusundaki projeleri vatandaş ile paylaşma gereği duymuyordu. Hele hele halk içine hiç çıkmıyordu. Öteki bakanlıklar ve bürokratik kurumlarla karşılaştırıldığında belki de halktan kopukluk sırasında birinci sırada yer alıyordu. Belki yaptıkları iş kısmen bunu gerektiriyordu ama asıl neden, Türk dışişleri diplomasinin içe kapanık bir görüntüde çalışması, kamuoyu ile herhangi bir şey paylaşma gereği duymamasıydı. Bu nedenlere bir de sınıfsal faktörü eklemek lazım. Dışişleri bürokrasisi farklı bir sınıfsal gruba aidiyet görüntüsü veriyor. Kendi kuralları, kültürü, davranış kalıpları olan ve bu yönleri ile diğer bürokrasi alanlarından farklılaşan, bir derece de halktan kopan bir yapısı var gibi görünüyor.
Bu görüntü gerçeği yansıtmıyor olabilir. Ancak dışarıdan bakıldığında böyle bir izlenim var ve dışişleri de şimdiye kadar bu izlenimi düzeltecek, aslında toplumdan kopuk olmadığını, kamuoyunun görüşlerinin önemsediğini gösteren bir çaba içinde olmadı.
Mardin çıkarması
Bu noktada Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu ve büyükelçilerimizin Mardin çıkarmasını köklü bir değişimin işareti olarak mı okumalıyız? Yoksa dışişleri bürokrasisinin toplumla iç içe olduğu izlenimini uyandırmayı amaçlayan bir kamu diplomasisi uygulaması olarak mı görmeliyiz?
Bizim gönlümüz Mardin çıkarmasını köklü bir değişimin başlangıcı olarak görmek. Zira Türkiye’nin dış dünyadaki yüzü olan büyükelçilerimizin ve diğer dışişleri personelinin başarılarının sürdürülebilir olması söz konusu değişimlerin gerçekleşmesine bağlı. Eğer ilk izlerini görmeye başladığımız zihinsel dönüşüme ilaveten yapısal anlamda çok boyutlu değişimler gerçekleşmez ise dış politikada küresel rekabet noktasında Türkiye’nin iyi bir performans göstermesini beklemek zor olacaktır.
“Türk Dışişleri Bakanlığı’nda her kategorideki personel sayısı maalesef ihtiyaca cevap vermekten uzaktır. Meslek memuru ve idari memur sayısı bakımından sadece ABD, Rusya, İngiltere, Fransa ve Almanya gibi ülkelerin değil, Brezilya ve Pakistan’ın da gerisinde kalmış olmamız, önemli bir eksikliğe işaret etmektedir.” Bakanlığın internet sitesindeki açıklamadan alınan bu cümleler rekabetin ne kadar gerisinde kalma riski taşıdığımızın en açık ifadesi. Bu gerçekler de bölgesel ve küresel rekabete hazırlık açısında yeniliklere açık olmanın zorunluluğuna işaret etmektedir.
Dışişleri diplomasisi açısında çarpıcı olan bir başka şey ise daha düne kadar pek önemsenmeyen ve Bakanlığın da bu dilleri bilen personel istihdam etmek için özel bir çaba harcamadığı Rusça, Arapça, Çince, Yunanca, Balkan dilleri ve Farsça’ya öncelik verilecek olmasıdır. Bunun memnuniyet verici bir gelişme olarak kaydedilmesi gerekir diye düşünüyoruz. Yeniden yapılanma çalışmalarında belki de en önemli açılımlardan biri personel alımında başvurulan havuzun genişletilmesi olacaktır. Kamuoyunda bu yönde büyük bir beklenti mevcuttur.
Dışişleri Bakanlığı’nın kapılarını Türkiye’nin bütün kesimlerine açması, sadece uluslararası ilişkiler, siyaset ve hukuk gibi alanlardan mezun olanları değil pek çok ülkede olduğu gibi dil, tarih, sanat, kültür, felsefe, ekonomi ve ilahiyat birikimi olanları da bürokrasisine kazandırması Türk dış politikasının insan gücü açığını büyük oranda telafi edecektir. Avrupa ve ABD başta olmak üzere birçok ülkeyle karşılaştırıldığında Dışişleri Bakanlığı’nın bürokrat sayısının yetersizliği büyükelçi atamalarında da daha geniş bir kaynaktan yararlanılması gerektiğini gündeme almayı gerektirmektedir.
Diğer ülkelerde başarılı örnekleri olduğu üzere Türkiye’nin de bazı başkentlere ülkemizi temsil etme yetkinlik ve birikimine sahip akademisyenleri (Vatikan Büyükelçisi Prof. Dr. Kenan Gürsoy örneğinde olduğu gibi), bürokratları, sanatçıları ve iş adamlarını büyükelçi olarak atayabilmesi için önce zihni engellerin aşılmasının sonra da bunu mümkün kılacak hukuki düzenlemelerin yapılmasının zamanı gelmiştir.
http://stargazete.com/acikgorus/monser-degil-buyukelci-haber-240124.htm
Mardin sokakları hiç alışık olmadıkları bir olaya, Dışişleri Bakanı ve otuza yakın büyükelçimizin çeşitli mekanlarda vatandaşla yüz yüze gelmelerine, konuşmalarına, beraber yemek yemelerine hatta kahvehanelerde karşılıklı pişti oynamalarına şahit oldu. Mardin dışında böyle bir olaya tanıklık eden başka bir ilimiz yok. Halkımız politikacıları, askerleri, mülki idare amirlerini, sporcuları ve sanatçıları aralarında görmeye alışkındır ama her nedense ülkemizi temsil eden büyükelçiler halk arasına karışmazdı. Buna mukabil Güneydoğu illeri başta olmak üzere toplumun büyük kesimi çeşitli ülkelerin Ankara büyükelçilerinin kendi illerini ziyaret ettiğini, incelemeler yaptığını ve sivil toplum kuruluşları ile görüştüğünü duyar ve bilir.
Dışişleri halka açılıyor
Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu, Mardin çıkarmasıyla, dışişlerinin üst düzey bürokratları ile toplum arasındaki kalın duvarı yıkma yolunda önemli bir adım atmış oldu. Bunu, belki de ezber bozan görüşleri ile tanınan ve diplomasi tarihimizin en birikimli Bakanı olan Sayın Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanlığı ve bürokrasinin yapısında başlatacağı daha geniş kapsamlı yeniliklerin ilk belirtileri olarak görmek gerek. Zira, Türkiye’nin, sahip olduğu zeki güç (smart power) ile bölgesinde düzen kuran bir ülke olmasıyla mütenasip dış politika açılımlarının başarılı ve sürdürülebilir olması bir dizi yapısal reformu gerekli kılmaktadır.
Gazetelere yansıyan haberlere göre Bakan ve büyükelçileri karşısında gören halkın bundan memnuniyet duyduğu anlaşılıyor. İlki yaşanan bu olay, Ankara’da 4-8 Ocak 2010 tarihinde “Demokrasi, Güvenlik ve İstikrar: Dünyada ve Türk Dış Politikasında 2010’a Bakış” konulu “İkinci Büyükelçiler Konferansı” sonrasında Mardin’de gerçekleştirildi. Aynı günlere denk gelen bir başka gelişme ise bir süredir çalışmaları devam eden Dışişleri Bakanlığı’nın yeniden yapılandırılması projesinin hayata geçirilmesi için girişimlerde bulunulması. Bakanlığın kendi ifadesi ile Türk diplomasisini taşıyan bu kurumun içinde bulunduğumuz yüzyılın koşullarına uygun bir yapıya kavuşturulmasının önemli bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmasının anlaşılmış olması bir dönüm noktası olarak karşımıza çıkıyor.
Vatandaş da bilsin!
Ülkemizde öteden beri yaygın bir algı vardır. Sokaktaki vatandaşın dış politika gündemini takip etmeye meraklı olmadığı, Türk dış politikasının nereye gittiği ile ilgilenmediği ve çevremizde olup bitenlere kayıtsız kaldığı gibi hayli yanlış bir algı var. Belki biraz da bu yanlış algıdan kaynakladığı için ne yazık ki görsel ve yazılı medyada dış haberlere ayrılan bölüm ve zamanın çok yetersiz olduğu görmekteyiz. Öyle ki en çok satan gazeteler de bile uluslar arası ilişkiler ve dış politika haberlerine çoğu kez yarısı reklam ile dolu bir sayfa zorla ayrılır.
Bazı medyanın organlarının da dış haberlere geniş yer vermeyerek körelttiği ilgi ve işaret edilen algı nedeniyle midir bilinmez, Dışişleri bürokrasisi uzun yıllardır dış politika konusundaki projeleri vatandaş ile paylaşma gereği duymuyordu. Hele hele halk içine hiç çıkmıyordu. Öteki bakanlıklar ve bürokratik kurumlarla karşılaştırıldığında belki de halktan kopukluk sırasında birinci sırada yer alıyordu. Belki yaptıkları iş kısmen bunu gerektiriyordu ama asıl neden, Türk dışişleri diplomasinin içe kapanık bir görüntüde çalışması, kamuoyu ile herhangi bir şey paylaşma gereği duymamasıydı. Bu nedenlere bir de sınıfsal faktörü eklemek lazım. Dışişleri bürokrasisi farklı bir sınıfsal gruba aidiyet görüntüsü veriyor. Kendi kuralları, kültürü, davranış kalıpları olan ve bu yönleri ile diğer bürokrasi alanlarından farklılaşan, bir derece de halktan kopan bir yapısı var gibi görünüyor.
Bu görüntü gerçeği yansıtmıyor olabilir. Ancak dışarıdan bakıldığında böyle bir izlenim var ve dışişleri de şimdiye kadar bu izlenimi düzeltecek, aslında toplumdan kopuk olmadığını, kamuoyunun görüşlerinin önemsediğini gösteren bir çaba içinde olmadı.
Mardin çıkarması
Bu noktada Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu ve büyükelçilerimizin Mardin çıkarmasını köklü bir değişimin işareti olarak mı okumalıyız? Yoksa dışişleri bürokrasisinin toplumla iç içe olduğu izlenimini uyandırmayı amaçlayan bir kamu diplomasisi uygulaması olarak mı görmeliyiz?
Bizim gönlümüz Mardin çıkarmasını köklü bir değişimin başlangıcı olarak görmek. Zira Türkiye’nin dış dünyadaki yüzü olan büyükelçilerimizin ve diğer dışişleri personelinin başarılarının sürdürülebilir olması söz konusu değişimlerin gerçekleşmesine bağlı. Eğer ilk izlerini görmeye başladığımız zihinsel dönüşüme ilaveten yapısal anlamda çok boyutlu değişimler gerçekleşmez ise dış politikada küresel rekabet noktasında Türkiye’nin iyi bir performans göstermesini beklemek zor olacaktır.
“Türk Dışişleri Bakanlığı’nda her kategorideki personel sayısı maalesef ihtiyaca cevap vermekten uzaktır. Meslek memuru ve idari memur sayısı bakımından sadece ABD, Rusya, İngiltere, Fransa ve Almanya gibi ülkelerin değil, Brezilya ve Pakistan’ın da gerisinde kalmış olmamız, önemli bir eksikliğe işaret etmektedir.” Bakanlığın internet sitesindeki açıklamadan alınan bu cümleler rekabetin ne kadar gerisinde kalma riski taşıdığımızın en açık ifadesi. Bu gerçekler de bölgesel ve küresel rekabete hazırlık açısında yeniliklere açık olmanın zorunluluğuna işaret etmektedir.
Dışişleri diplomasisi açısında çarpıcı olan bir başka şey ise daha düne kadar pek önemsenmeyen ve Bakanlığın da bu dilleri bilen personel istihdam etmek için özel bir çaba harcamadığı Rusça, Arapça, Çince, Yunanca, Balkan dilleri ve Farsça’ya öncelik verilecek olmasıdır. Bunun memnuniyet verici bir gelişme olarak kaydedilmesi gerekir diye düşünüyoruz. Yeniden yapılanma çalışmalarında belki de en önemli açılımlardan biri personel alımında başvurulan havuzun genişletilmesi olacaktır. Kamuoyunda bu yönde büyük bir beklenti mevcuttur.
Dışişleri Bakanlığı’nın kapılarını Türkiye’nin bütün kesimlerine açması, sadece uluslararası ilişkiler, siyaset ve hukuk gibi alanlardan mezun olanları değil pek çok ülkede olduğu gibi dil, tarih, sanat, kültür, felsefe, ekonomi ve ilahiyat birikimi olanları da bürokrasisine kazandırması Türk dış politikasının insan gücü açığını büyük oranda telafi edecektir. Avrupa ve ABD başta olmak üzere birçok ülkeyle karşılaştırıldığında Dışişleri Bakanlığı’nın bürokrat sayısının yetersizliği büyükelçi atamalarında da daha geniş bir kaynaktan yararlanılması gerektiğini gündeme almayı gerektirmektedir.
Diğer ülkelerde başarılı örnekleri olduğu üzere Türkiye’nin de bazı başkentlere ülkemizi temsil etme yetkinlik ve birikimine sahip akademisyenleri (Vatikan Büyükelçisi Prof. Dr. Kenan Gürsoy örneğinde olduğu gibi), bürokratları, sanatçıları ve iş adamlarını büyükelçi olarak atayabilmesi için önce zihni engellerin aşılmasının sonra da bunu mümkün kılacak hukuki düzenlemelerin yapılmasının zamanı gelmiştir.
http://stargazete.com/acikgorus/monser-degil-buyukelci-haber-240124.htm
21 Ocak 2010 Perşembe
Türkiye’nin Yüz Akı Bir Düşünce Kuruluşu: SETA
Türkiye’de düşünce kuruluşları yeni yeni kuruluyor. Üniversitelerdeki araştırma merkezlerinden farklı olarak daha çok güncel konularda stratejik bilgiler üreten ve öneriler sunan bu kuruluşlar aynı zamanda sivil sesin de yankı bulmasını sağlıyor. Düşünce kuruluşlarından en etkin yararlanan ülke kuşkusuz ABD. Son yıllarda Avrupa ülkelerinde de yaygınlaşmaya başladı. Türkiye’de ise henüz hala yeni. Ancak emin adımlarla yürüyen bazı düşünce kuruluşları da var. Bunların başında Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları geliyor.
Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları (SETA) Vakfı kurulduğundan bu yana yaptığı araştırmalar, yayınlar, raporlar, düzenlediği konferanslar ve çalıştaylar, Genel Direktör ve araştırmacıların medya görünürlüğü ile önemli başarılara imza atmıştır.
Bugün geldiği noktada bağımsız bir düşünce kuruluşu olarak SETA, siyaset, medya ve diplomasi çevrelerinin sürekli izlediği, Türkiye ve bölgeyi ilgilendiren konularda görüşlerine başvurulan ve itibar edilen bir kurum olma konumuna gelmiştir. SETA-Washington bürosunun açılması ile birlikte de ülke dışında da bilgi ve araştırmaya dayalı stratejik düşünce üretimine katkıda bulunma imkânına kavuşmuştur.
SETA bugüne kadar çeşitli kurumsallaşma süreçlerini tamamlamış, yurt içinde ve dışında geniş bir ilişkiler ağı oluşturmuştur. Dört-beş yıllık geçmişine rağmen SETA’nın birikimlerinin derinleştiği, etkinlik alanının genişlediği, Türkiye’nin sorunlarının çözümüne etkin katkıda bulunduğu, bir başka ifade ile geldiği konumu güçlendirip sürdürülebilir hale getirdiğini görmem memnuniyet verici. Öyle görünüyor ki SETA’nın bir düşünce kuruluşu okuluna dönüşerek uzun ömürlü bir yapıya ve daha geniş bir etki gücüne ulaşabilme yolundaki adımları yakında meyvelerini verekecek
SETA Vakfı Türkiye ve Bölgenin ilk kapsamlı dış politika raporlarını ve araştırmalarını başarıyla hayata geçirdi. Saha araştırmalarına dayalı büyük çalışmalar başarı ile kısa sürede tamamlanarak gündeme doğrudan pozitif müdahale yapıldı.
SETA Analiz aracılığıyla Türkiye’nin meselelerine zamanında etkili yayınlarla çözüm önerileri sunuldu. Bu Analiz’ler kısa sürede referans metinleri haline geldiler. On bine yakın ilgiliye e-maille ulaştırılmakta, bin matbu kopya dağıtılmaktadır.
SETA, Policy Brief’ler vasıtasıyla halen Türkiye’de bir ilk olan yayınlar gerçekleştirildi. Küresel ölçekte Türkiye’deki tartışmaların büyük bir kısmı SETA Policy Brief’ler vasıtasıyla izlenmektedir. Birçok küresel yayın organında bu metinler referans alınmaktadır. SETA Policy Briefler, Amerikan Kongresinden Avrupa parlamentolarına, Arap dünyasından Kafkasya’ya yoğun bir şekilde takip edilmeye başlandı. İlgili bazı kurumlar ve gazeteciler SETA Policy Brief’leri Arapça, Almanca ve Kürtçe’ye çevirerek yaygın bir şekilde kullanmaya başladı.
Insight Turkey dergisi başarılı bir editoryal yönetimle Türkiye’nin dışarıdan izlenen en önemli yayın organı haline geldi. SETA’nın bazı çalışmaları ise şöyle özetlenebilir:
Ankara’daki büyükelçiliklerle yoğun bir network faaliyeti yürütüldü. Türkiye’yi ve Ankara’yı ziyaret eden yabancı entelektüel, araştırmacı, temsilci ve bürokratlarla yoğun bir network faaliyeti hayata geçirildi. Sadece Türkiye’de 7 büyük uluslar arası toplantı hayat geçirildi. Amerika’da 4 büyük toplantı hayata geçirildi. SETA araştırmacıları dünyanın farklı yerlerinde (Hindistan’dan İsviçre’ye; Ermenistan’dan Afganistan’a onlarca farklı ülkede) üst düzey toplantılara katıldılar. Zor bölgelerde seçimleri izleme faaliyetleri yürütüldü. Yurt içi ve dışında akademik, güncel yazılı ve görsel yayın organlarında SETA araştırmacılarının görüşleri yer aldı.
Yurt dışında yoğun bir iletişim ve etkileşim ağı oluşturuldu. Amerika’dan Arap dünyasına, Avrupa’dan Kafkasya’ya yüzlerce etkin isimle doğrudan ilişki sağlandı. Ermenistan, Azerbaycan, Gürcistan ve Rusya çalıştayları yapıldı. SETA Washington şubesi 2009’da faaliyete geçti ve önemli toplantılara imza attı. Artık Washington Türkiye'yi farklı bir perspektiften görecek.
SETA Vakfı’nın çalışmalarını önümüzdeki aylarda daha sık duyacağınızdan kuşkunuz olmasın. Dileyenler daha geniş bilgi için www.setav.org adresine bakabilir.
Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları (SETA) Vakfı kurulduğundan bu yana yaptığı araştırmalar, yayınlar, raporlar, düzenlediği konferanslar ve çalıştaylar, Genel Direktör ve araştırmacıların medya görünürlüğü ile önemli başarılara imza atmıştır.
Bugün geldiği noktada bağımsız bir düşünce kuruluşu olarak SETA, siyaset, medya ve diplomasi çevrelerinin sürekli izlediği, Türkiye ve bölgeyi ilgilendiren konularda görüşlerine başvurulan ve itibar edilen bir kurum olma konumuna gelmiştir. SETA-Washington bürosunun açılması ile birlikte de ülke dışında da bilgi ve araştırmaya dayalı stratejik düşünce üretimine katkıda bulunma imkânına kavuşmuştur.
SETA bugüne kadar çeşitli kurumsallaşma süreçlerini tamamlamış, yurt içinde ve dışında geniş bir ilişkiler ağı oluşturmuştur. Dört-beş yıllık geçmişine rağmen SETA’nın birikimlerinin derinleştiği, etkinlik alanının genişlediği, Türkiye’nin sorunlarının çözümüne etkin katkıda bulunduğu, bir başka ifade ile geldiği konumu güçlendirip sürdürülebilir hale getirdiğini görmem memnuniyet verici. Öyle görünüyor ki SETA’nın bir düşünce kuruluşu okuluna dönüşerek uzun ömürlü bir yapıya ve daha geniş bir etki gücüne ulaşabilme yolundaki adımları yakında meyvelerini verekecek
SETA Vakfı Türkiye ve Bölgenin ilk kapsamlı dış politika raporlarını ve araştırmalarını başarıyla hayata geçirdi. Saha araştırmalarına dayalı büyük çalışmalar başarı ile kısa sürede tamamlanarak gündeme doğrudan pozitif müdahale yapıldı.
SETA Analiz aracılığıyla Türkiye’nin meselelerine zamanında etkili yayınlarla çözüm önerileri sunuldu. Bu Analiz’ler kısa sürede referans metinleri haline geldiler. On bine yakın ilgiliye e-maille ulaştırılmakta, bin matbu kopya dağıtılmaktadır.
SETA, Policy Brief’ler vasıtasıyla halen Türkiye’de bir ilk olan yayınlar gerçekleştirildi. Küresel ölçekte Türkiye’deki tartışmaların büyük bir kısmı SETA Policy Brief’ler vasıtasıyla izlenmektedir. Birçok küresel yayın organında bu metinler referans alınmaktadır. SETA Policy Briefler, Amerikan Kongresinden Avrupa parlamentolarına, Arap dünyasından Kafkasya’ya yoğun bir şekilde takip edilmeye başlandı. İlgili bazı kurumlar ve gazeteciler SETA Policy Brief’leri Arapça, Almanca ve Kürtçe’ye çevirerek yaygın bir şekilde kullanmaya başladı.
Insight Turkey dergisi başarılı bir editoryal yönetimle Türkiye’nin dışarıdan izlenen en önemli yayın organı haline geldi. SETA’nın bazı çalışmaları ise şöyle özetlenebilir:
Ankara’daki büyükelçiliklerle yoğun bir network faaliyeti yürütüldü. Türkiye’yi ve Ankara’yı ziyaret eden yabancı entelektüel, araştırmacı, temsilci ve bürokratlarla yoğun bir network faaliyeti hayata geçirildi. Sadece Türkiye’de 7 büyük uluslar arası toplantı hayat geçirildi. Amerika’da 4 büyük toplantı hayata geçirildi. SETA araştırmacıları dünyanın farklı yerlerinde (Hindistan’dan İsviçre’ye; Ermenistan’dan Afganistan’a onlarca farklı ülkede) üst düzey toplantılara katıldılar. Zor bölgelerde seçimleri izleme faaliyetleri yürütüldü. Yurt içi ve dışında akademik, güncel yazılı ve görsel yayın organlarında SETA araştırmacılarının görüşleri yer aldı.
Yurt dışında yoğun bir iletişim ve etkileşim ağı oluşturuldu. Amerika’dan Arap dünyasına, Avrupa’dan Kafkasya’ya yüzlerce etkin isimle doğrudan ilişki sağlandı. Ermenistan, Azerbaycan, Gürcistan ve Rusya çalıştayları yapıldı. SETA Washington şubesi 2009’da faaliyete geçti ve önemli toplantılara imza attı. Artık Washington Türkiye'yi farklı bir perspektiften görecek.
SETA Vakfı’nın çalışmalarını önümüzdeki aylarda daha sık duyacağınızdan kuşkunuz olmasın. Dileyenler daha geniş bilgi için www.setav.org adresine bakabilir.
12 Ocak 2010 Salı
Londra'da Bir Mabed: Aziziye Camii
Londra’ya ne zaman ayak bassam mutlaka uğramak istediğim yerlerden biri Aziziye Camii’dir. Hepimizin Londra ile kurduğu farklı ilişkiler, özellikle gezmek, görmek ve ziyaret etmek istediği mekanlar vardır. İşte Aziziye Camii’nin benim için böyle bir önemi var. Yeni yılın ilk Cuma namazını kılmaya gittiğim bu cami beni yirmi yıl öncesine götürdü.
Yüksek lisans ve doktora eğitimi için geldiğimiz Londra’da bir grup arkadaşla ilk uğrak yerlerimizden biri Aziziye Camii olmuştu.
Zaman ne kadar da hızlı akıp gitmiş. Ama Aziziye sıcaklığından hiçbir şey kaybetmemiş. Londra’da eski olanlar bilir. Aziziye eski bir sinema salonundan camiye çevrilmiş bit yapı.
Şimdiki halini almadan önce zemin düz değildi, sinema koltuklarının yerleştirilmesi için eğimli yapılan zemin bir süre öyle kullanıldı. Daha sonraları büyük gayretler sonucu cami şimdiki haline kavuştu. Bu sırada çoğu kişinin emeği geçti. Kimi maddi yardım yaptı, kimi zamanını verdi kimi de fiziki olarak bu mekanın gelişmesine katkıda bulundu. Dua ediyor ve umuyoruz ki Yaradan katında bu yapılanların büyük bir karşılığı olacaktır.
ZAMANIN RUHUNU YAKALAMAK
Türkiye’den beraber geldiğimiz bir öğrenci grubu ile Aziziye’ye ilk uğradığımız da ne kadar samimi ve candan karşılandıysak en son gidişimde de öyle karşılandım. Camiye gelenleri içtenlikle karşılama geleneğinin hala korunuyor olması doğrusu beni çok memnun etti. Çünkü zamanımızda kurumlar büyüdükçe, gelen gidenlerin sayısı arttıkça bazen bürokratik bir yapı oluşuyor ve sıcaklığına alıştığımız yerler bu kurumsallaşma sırasında soğuk bir yüz kazanabiliyor.
Aziziye kurulduğu günden beri aynı duyguyu veriyor insana. Büyüdü, gelişti, kurumsallaştı ve cemaatinin sayısı arttı. Ama eski iç güzelliğinden bir şey kaybetmedi. Bunu neye borçlu diye bir soru akla gelebilir?
Gördüğüm ve izlediğim kadarıyla bunu misyonuna, emek verenlerin ve önderlik yapanların ahlakına, gönül verenlerin duasına borçlu. Aziziye bir taraftan zamanın ruhunu yakalıyor, diğer yandan da geleneğini koruyabilir.
Aziziye Camii gibi kurumlar çoğumuzun farkında olmadığı oranda hayatımızın çeşitli yönlerine ciddi katkılarda bulunuyor. Bunları dini, sosyal ve kültürel olarak sınıflandırmak mümkün. Bu köşe yazısında, dini ve kültürel katkıları sonraya bırakmak kaydıyla, sadece sosyal yönüne biraz işaret etmek gerekirse şunları söylemek mümkün.
Aziziye Camii sizi uzun yıllar önce tanıdığınız dostlarınızla tekrar buluşturabilen bir mekan. İbadet edilen bir mabet olma yanında bir tür ikinci adres, buluşma, kaynaşma ve muhabbet mekanı. Bu öyle bir muhabbet ki, onu besleyen kaynak insan sevgisinden başka bir şey değil. Hepimizin bildiği Yaradan ötürü gelen bir sevgi. Allah rızası için bir sevgi ve muhabbet. Yani karşılık beklemeden duyulan bir sevgi.
AZİZİYE’NİN TEMELİ
Doğrusunu söylemek gerekirse Aziziye’nin temelinde böylesine bir sevgi var. Belki de işin sırrı burada. Çünkü bundan yıllar önce Aziziye’de gördüğüm ve tanıdığım insanları aynı mekanda tekrar gördüğümde eski dostluk ve sıcaklığı hemen hissettim. Onlarla tekrar kucaklaşabildim. Araya ne mesafe ne de soğukluk girmiş yıllar geçmesine rağmen. Yüzlerde yine samimi ifadeler, gözlerde yine o aynı sıcaklık.
Zaman darlığından dolayı ayaküstü hal hatır sormaların dışında pek fazla zaman geçiremesem de eski dostları görmek inanılmaz derecede iyi geldi bana. Eğer bu insanlar yirmi küsur yıldan beri hala Aziziye’ye geliyorlarsa bunda bir hikmet aranmalı. Peki bu hikmet nere aramalıyız?
Bu hikmet Aziziye’nin temsil ettiği değerlerde aranmalı. Aziziye hizmet etmeyi şeref bilenlerin davranışlarında aranmalı. Aziziye’yi Aziziye yapan cemaatin sadakat ve samimiyetinde aranmalı.
Yüksek lisans ve doktora eğitimi için geldiğimiz Londra’da bir grup arkadaşla ilk uğrak yerlerimizden biri Aziziye Camii olmuştu.
Zaman ne kadar da hızlı akıp gitmiş. Ama Aziziye sıcaklığından hiçbir şey kaybetmemiş. Londra’da eski olanlar bilir. Aziziye eski bir sinema salonundan camiye çevrilmiş bit yapı.
Şimdiki halini almadan önce zemin düz değildi, sinema koltuklarının yerleştirilmesi için eğimli yapılan zemin bir süre öyle kullanıldı. Daha sonraları büyük gayretler sonucu cami şimdiki haline kavuştu. Bu sırada çoğu kişinin emeği geçti. Kimi maddi yardım yaptı, kimi zamanını verdi kimi de fiziki olarak bu mekanın gelişmesine katkıda bulundu. Dua ediyor ve umuyoruz ki Yaradan katında bu yapılanların büyük bir karşılığı olacaktır.
ZAMANIN RUHUNU YAKALAMAK
Türkiye’den beraber geldiğimiz bir öğrenci grubu ile Aziziye’ye ilk uğradığımız da ne kadar samimi ve candan karşılandıysak en son gidişimde de öyle karşılandım. Camiye gelenleri içtenlikle karşılama geleneğinin hala korunuyor olması doğrusu beni çok memnun etti. Çünkü zamanımızda kurumlar büyüdükçe, gelen gidenlerin sayısı arttıkça bazen bürokratik bir yapı oluşuyor ve sıcaklığına alıştığımız yerler bu kurumsallaşma sırasında soğuk bir yüz kazanabiliyor.
Aziziye kurulduğu günden beri aynı duyguyu veriyor insana. Büyüdü, gelişti, kurumsallaştı ve cemaatinin sayısı arttı. Ama eski iç güzelliğinden bir şey kaybetmedi. Bunu neye borçlu diye bir soru akla gelebilir?
Gördüğüm ve izlediğim kadarıyla bunu misyonuna, emek verenlerin ve önderlik yapanların ahlakına, gönül verenlerin duasına borçlu. Aziziye bir taraftan zamanın ruhunu yakalıyor, diğer yandan da geleneğini koruyabilir.
Aziziye Camii gibi kurumlar çoğumuzun farkında olmadığı oranda hayatımızın çeşitli yönlerine ciddi katkılarda bulunuyor. Bunları dini, sosyal ve kültürel olarak sınıflandırmak mümkün. Bu köşe yazısında, dini ve kültürel katkıları sonraya bırakmak kaydıyla, sadece sosyal yönüne biraz işaret etmek gerekirse şunları söylemek mümkün.
Aziziye Camii sizi uzun yıllar önce tanıdığınız dostlarınızla tekrar buluşturabilen bir mekan. İbadet edilen bir mabet olma yanında bir tür ikinci adres, buluşma, kaynaşma ve muhabbet mekanı. Bu öyle bir muhabbet ki, onu besleyen kaynak insan sevgisinden başka bir şey değil. Hepimizin bildiği Yaradan ötürü gelen bir sevgi. Allah rızası için bir sevgi ve muhabbet. Yani karşılık beklemeden duyulan bir sevgi.
AZİZİYE’NİN TEMELİ
Doğrusunu söylemek gerekirse Aziziye’nin temelinde böylesine bir sevgi var. Belki de işin sırrı burada. Çünkü bundan yıllar önce Aziziye’de gördüğüm ve tanıdığım insanları aynı mekanda tekrar gördüğümde eski dostluk ve sıcaklığı hemen hissettim. Onlarla tekrar kucaklaşabildim. Araya ne mesafe ne de soğukluk girmiş yıllar geçmesine rağmen. Yüzlerde yine samimi ifadeler, gözlerde yine o aynı sıcaklık.
Zaman darlığından dolayı ayaküstü hal hatır sormaların dışında pek fazla zaman geçiremesem de eski dostları görmek inanılmaz derecede iyi geldi bana. Eğer bu insanlar yirmi küsur yıldan beri hala Aziziye’ye geliyorlarsa bunda bir hikmet aranmalı. Peki bu hikmet nere aramalıyız?
Bu hikmet Aziziye’nin temsil ettiği değerlerde aranmalı. Aziziye hizmet etmeyi şeref bilenlerin davranışlarında aranmalı. Aziziye’yi Aziziye yapan cemaatin sadakat ve samimiyetinde aranmalı.
2010 Umutları, Beklentileri ve Heyecanları
Koca bir yılı daha geride bıraktık. Acısıyla, tatlısıyla, iyisiyle, kötüsüyle, başarı ve başarısızlıkları ile 2009 veda ettiğimiz bir yıl oldu. Geçen günleri geri getirmemiz mümkün olmadığı için artık geleceğe, 2010 ve ötesine bakmak, yeni bir döneme hazırlık yapmak ve bunun için de yüreğimizi ve zihnimizi yenilemek ve tazelemek durumundayız.
Eğer iç dünyamızda bir yenilik yapmaz, zihinsel ve ruhsal arınmışlık yaşayamassak geleceğe bakmak yerine geçmişe takılırız. Kuşkusuz geçmişimizi unutamayız, olan olan bitene ve yaşadıklarımıza sünger çekemeyiz ama geçmişe de takılmak zorunda değiliz.
Geçmiş ders almak ve ders çıkarmak için vardır. Belki hatıralarından beslenmek, kendi bütünlüğümüzü korumak ve devam ettirmek için de yararlıdır. Ama sürekli ona esir olmak yani geçmiş yaşantıların tutsağı olmak ruh sağlığı açısından kabul edilebilir bir durum değildir.
YENİ BİR GELECEK HAYALİ
Ne olursa olsun 2010 ve ötesi için yeni bir gelecek hayali taşımak hatta inşa etmek zorundayız. Buradaki can alıcı sorular şunlardır: Zamana yenilmek mi yoksa zamanı aşmak ve yenmek mi istediğimiz şey? Hayatın getirdikleri karşısında tutsak mı olmak yoksa ona müdahil olmup kendi geleceğimizi kendimi mi şekillendirmek istiyoruz?
Daha açık ve net sormak gerekirse, kılımızı kıpırdatmadan yerimizde oturup insani yaratıcılık ve üreticilikten uzak ve bıkkın, kendi köşesine çekilmiş ve sinmiş bir hayat mı sürmek istiyoruz yoksa enerjimizi sürekli canlı canlı tutup hayata hergün yeniden mi başlamak istiyoruz?
Bizim kültürümüz ve inancımız tembelliği ve miskinliği, kadercilik ve teslimiyetçiliği onaylamaz. Düşünün ki bu milllet Orta Asya bozkırlarından çıkıp Anadolu’yu vatan yapmış. Bütün engelleri aşarak Anadolu topraklarını Türkleştirmiş, müslümanlaştırmış ve özgürleştirererek Türklerin egemen olduğu bir vatan haline getirmiş. Tembel, miskin ve içine kapanık bir milletin bunu yapması mümkün mü?
Türkler Anadolu topralarına da sığmamış, ordan Rumeli ve Avrupa’ya da sıçramış, Balkanlar ve Orta Doğu’da at koşturmuş. Dünyaya nizam verme iddiasıyla gece gündüz çalışmış. Peki bu necip milletin torunları bizler ne yapıyoruz? Nasıl bir gelecek vizyonumuz var; netür heyecanlar taşıyoruz; hem kendimizi hem de içinde bulunduğumuz toplumu ve ait olduğumuz grubu bir adım daha ileri götürmek için ne yapıyoruz? 2010’a girerken bu soruları kendimize sormamız ve etrafımızdaki dostlarımıza hatırlatmamız gerekmez mi?
ZAMANIN TUTSAĞI OLMAMAK İÇİN
Kendi geleceğine sahip çıkamayan topluluklar ya zamanın ya da başka toplulukların tutsağı olur. Yani iradelerini bir türlü hayata geçiremez ve etken olamazlar. Sürekli edilgen olurlar ve koyun gibi güdülürler. Türkler tarihin hiç bir kesitinde tutsak olmadılar. Buna hep karşı koydular. Çünkü kendi kaderlerini kendi çizmek isteyen bir millet olarak büyük kayıplar pahasına özgürlüklerini korudular. Anadolu ancak böyle vatan yapıldı ve korundu.
Diyasporadaki Türklerin de kendi geleceklerine sahip çıkması ve bu bilinci çocuklarına aktarması gerekiyor. Yoksa günün birinde ne kimlik ne de inanç kalır. Hem birey hem de toplum olarak zihinsel tutsaklık yaşamamak için bizi ‘biz’ yapan değerlere sahip çıkıp 2010 ve ötesine taşımak zorundayız. Bu, var olma veya yok olma arasında bir seçim yapmak anlamına gelmektedir. 2010’da ‘var olmak’tan yana tavır almalıyız. Daha parlak bir gelecek inşası dileğiyle iyi seneler diliyorum.
Eğer iç dünyamızda bir yenilik yapmaz, zihinsel ve ruhsal arınmışlık yaşayamassak geleceğe bakmak yerine geçmişe takılırız. Kuşkusuz geçmişimizi unutamayız, olan olan bitene ve yaşadıklarımıza sünger çekemeyiz ama geçmişe de takılmak zorunda değiliz.
Geçmiş ders almak ve ders çıkarmak için vardır. Belki hatıralarından beslenmek, kendi bütünlüğümüzü korumak ve devam ettirmek için de yararlıdır. Ama sürekli ona esir olmak yani geçmiş yaşantıların tutsağı olmak ruh sağlığı açısından kabul edilebilir bir durum değildir.
YENİ BİR GELECEK HAYALİ
Ne olursa olsun 2010 ve ötesi için yeni bir gelecek hayali taşımak hatta inşa etmek zorundayız. Buradaki can alıcı sorular şunlardır: Zamana yenilmek mi yoksa zamanı aşmak ve yenmek mi istediğimiz şey? Hayatın getirdikleri karşısında tutsak mı olmak yoksa ona müdahil olmup kendi geleceğimizi kendimi mi şekillendirmek istiyoruz?
Daha açık ve net sormak gerekirse, kılımızı kıpırdatmadan yerimizde oturup insani yaratıcılık ve üreticilikten uzak ve bıkkın, kendi köşesine çekilmiş ve sinmiş bir hayat mı sürmek istiyoruz yoksa enerjimizi sürekli canlı canlı tutup hayata hergün yeniden mi başlamak istiyoruz?
Bizim kültürümüz ve inancımız tembelliği ve miskinliği, kadercilik ve teslimiyetçiliği onaylamaz. Düşünün ki bu milllet Orta Asya bozkırlarından çıkıp Anadolu’yu vatan yapmış. Bütün engelleri aşarak Anadolu topraklarını Türkleştirmiş, müslümanlaştırmış ve özgürleştirererek Türklerin egemen olduğu bir vatan haline getirmiş. Tembel, miskin ve içine kapanık bir milletin bunu yapması mümkün mü?
Türkler Anadolu topralarına da sığmamış, ordan Rumeli ve Avrupa’ya da sıçramış, Balkanlar ve Orta Doğu’da at koşturmuş. Dünyaya nizam verme iddiasıyla gece gündüz çalışmış. Peki bu necip milletin torunları bizler ne yapıyoruz? Nasıl bir gelecek vizyonumuz var; netür heyecanlar taşıyoruz; hem kendimizi hem de içinde bulunduğumuz toplumu ve ait olduğumuz grubu bir adım daha ileri götürmek için ne yapıyoruz? 2010’a girerken bu soruları kendimize sormamız ve etrafımızdaki dostlarımıza hatırlatmamız gerekmez mi?
ZAMANIN TUTSAĞI OLMAMAK İÇİN
Kendi geleceğine sahip çıkamayan topluluklar ya zamanın ya da başka toplulukların tutsağı olur. Yani iradelerini bir türlü hayata geçiremez ve etken olamazlar. Sürekli edilgen olurlar ve koyun gibi güdülürler. Türkler tarihin hiç bir kesitinde tutsak olmadılar. Buna hep karşı koydular. Çünkü kendi kaderlerini kendi çizmek isteyen bir millet olarak büyük kayıplar pahasına özgürlüklerini korudular. Anadolu ancak böyle vatan yapıldı ve korundu.
Diyasporadaki Türklerin de kendi geleceklerine sahip çıkması ve bu bilinci çocuklarına aktarması gerekiyor. Yoksa günün birinde ne kimlik ne de inanç kalır. Hem birey hem de toplum olarak zihinsel tutsaklık yaşamamak için bizi ‘biz’ yapan değerlere sahip çıkıp 2010 ve ötesine taşımak zorundayız. Bu, var olma veya yok olma arasında bir seçim yapmak anlamına gelmektedir. 2010’da ‘var olmak’tan yana tavır almalıyız. Daha parlak bir gelecek inşası dileğiyle iyi seneler diliyorum.
8 Aralık 2009 Salı
Avrupa İslamofobiye teslim mi?
İsviçre’de geçtiğimiz pazar günü yapılan referandumdan, bu ülkedeki camilere minare inşası yasağı çıktı. Oy verme hakkına sahip kitlenin sadece %53’lük bir bölümünün katıldığı, bir başka ifade ile % 43’lük bir kitlenin pasif kalarak sonucu istemese de dolaylı onayladığı referandumda yasağa evet diyenlerin (%56) fazla oluşu dünyanın pek çok yerinde şaşkınlık ve tepkiyle karşılandı. İsviçre’deki referandum sonuçları, ilk bakışta İslam dininin önemli mimari sembollerinden biri olan cami/minare ekseninde değerlendirilmekle beraber aslında siyasi, sosyolojik ve hukuki açıdan çok daha geniş kapsamlı bir tartışmayı gerektiriyor.
Söz konusu referandum, sadece İslam-Batı ilişkileri ve Avrupa’daki Müslümanların geleceğini değil, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, ve Birleşmiş Milletler Din ya da İnanca Dayalı Her Türlü Hoşgörüsüzlük ve Ayrımcılığın Tasfiyesi Bildirgesi’nde yer verilen temel hak ve özgürlüklerin evrensel değerler ve normlar olarak Avrupa’da geniş kitleler tarafından ne kadar içselleştirildiği sorununu da tartışmayı gerektirmektedir. Adı geçen bidirgelerin hazırlanmasında, kabul edilmesinde ve uygulanmasında ciddi emek ve katkıları olan Batılı ülkelerin bugün geldiğimiz noktada liberal, çoğulcu ve eşitlikçi birikimlerine sahip çıkma ve koruma noktasında gerilimler yaşadığı ve söz konusu miras ve birikimi aşındırmaya eğilimli siyasi aktörlerin etkinlik alanlarını artırdığı gözlenmektedir.
İsviçre’deki referandumun bizatihi kendisi ve doğal olarak da sonuçları, İslam-Batı ilişkileri ve cami/minare inşasının ötesinde bir sorgulama alanı açmaktadır. Sadece minare ve cami konusuna kilitlenmek, sosyolojik, siyasi ve hukuki analizlerde resmin büyük kısmının görülmesini engelleyecektir. O nedenle Avrupa’nın genel olarak din ile nasıl bir ilişki kurduğu, bu kıtada gelişen modernite anlayışı ve laiklik yorumunun farklı dini topluluklar söz konusu olduğunda ne tür bir kuşku sarmalının etkisine girdiği üzerinde durulmalıdır. Bu noktada tek bir Avrupa ve tek bir Batı olmadığını belirtmekte yarar var. Yani ulus devlet kurma aşamalarında Avrupa devletleri, kendi siyasi ve toplumsal deneyimlerine uygun farklı din-devlet ilişkileri geliştirmiş ve buna paralel laiklik uygulamalarını hayata geçirmişlerdir. Buna karşın, dinin (daha doğrusu ruhban sınıfının) siyasi ve toplumsal hayat üzerindeki etkisinin devre dışı bırakılması, kamusal alandaki varlığının sınırlanması ve modernleşme süreçlerinin derinlik kazanmasıyla bireylerin dünyevileşmesi, Avrupa’nın genel olarak ortak tecrübe ve tercihleri olarak sayılabilir.
Pekiyi bütün bunlar ne anlama gelmektedir? Bunlar, Avrupa modernizmi ve laikliğinin din ile çoğu kez mesafeli, Fransa örneğinde olduğu gibi bazen de sorunlu ilişkileri olduğunu göstermektedir. İsviçre’deki gelişmeler işte bu tarihsel tecrübeler ve sosyal yapılar bağlamında okunmalıdır. Kendi dini mirası ile sorunlu ilişkileri olan toplumların, İslam ve müslümanlar gibi dışarıdan gelerek her türlü dinsel talep ve iddiadan “arındırılmış” kamusal alanlarını “işgal” etmelerini hoş görmelerini beklemek olsa olsa Avrupa tarihini ve onun oluşturduğu toplumsal yapıyı bilmemekten kaynaklanabilir. Nitekim, Amerika Birleşik Devletleri başta olmak üzere Batı Avrupa dışına çıkıldığında, dinin kamusal alandaki varlığından rahatsızlık duymayan yani din ile daha barışık laiklik anlayışları ve toplumsal yapıların olduğunu görmek mümkündür. Buna karşın Avrupa, yukarıda bahsedilen nedenlerden dolayı, Hıristiyanlık dahil, dinlere daha soğuk ve kuşkuyla bakıyor, kamusal alanda temsilinden rahatsızlık duyuyor, inançlarına bağlı hayat süren dini topluluklara kuşkuyla bakıyor, hatta onları tehdit olarak algılıyor. Bu kuşku ve tehdit algısı zaman zaman baskıya ve sivil özgürlüklerin kısıtlanmasına varan politikaların benimsenmesine neden oluyor.
İsviçre’de başlatılan kampanyanın kökenleri arasında son yıllarda toplumsal bir hastalık haline dönüşme riski taşıyan İslamofobiyi de (İslam korkusu) saymak gerekir. Avrupa’nın klasik hoşgörü, çoğulculuk ve farklıklara saygı gibi değerlerinin erimeye başladığı imajını uyandıran gelişmeler ile yüz yüze kaldığımız bu günlerde, İslamofobinin nev zuhur bir durum olmadığını belirtmek gerekir. İngiltere’de Runnymede Trust tarafından desteklenen ve çeşitli dinlere mensup üyelerden oluşun bir komisyonun 1997 yılında yayınladığı Islamophobia: A Challenge for Us All başlıklı rapor, İslamofobinin Batı ülkelerinde yüzyıllardır bulunduğunu ancak son yirmi yılda daha da belirginleştiğini, daha uç ve tehlikeli boyutlara ulaştığını vurguluyordu. Daha yakın dönemlerde de benzer bulgulara rastlanmıştır. The European Monitoring Centre on Racism and Xenophobia, (yeni adıyla Fundamental Rights Agency) 11 Eylül olaylarından sonra birçok Avrupa ülkesini izleyen bir çalışma yürüttü. Bu kurumun 2005 ve 2007 yılı gözlem raporlarında Avrupalılar arasında azımsanmayacak bir kesimin müslümanlara kuşku ile baktığı ve onları güvenlik açısından potansiyel tehlike olarak gördükleri ifade edilmektedir.
Özellikle aşırı sağcı ve ırkçı siyasi aktörlerin yaymaya çalıştığı İslamofobi genel olarak iki kaynaktan besleniyor. Birincisi 1950’lere kadar nispeten homojen olan kültürel ve toplumsal yapının yoğun müslüman göçü ile değişmeye başlamasıdır. Modern ve seküler kültürel değerlerini ve toplumsal yapılarını evrensel normlar olarak kabul edip yaşaya giden Avrupalılar, bu tarihten itibaren farklı kültürel ve dinsel kimlikleri olan bir grupla, yani müslümanlarla komşu olmaya, aynı iş yerinde çalışmaya ve aynı sokakta yürümeye başladı.
Yerleşik toplumlar kadar modern ve seküler olmayan müslüman göçmenlerin geldikleri yeni ülkelerinde ilk yaptıkları işlerden biri ibadethaneler açmak oldu. Bunu, helal gıda ve kurban kesim imkanı talepleri ve çocuklarına İslam dinini öğretme istekleri takip etti. Çoğu kez dini olduğu sanılan geleneksel kıyafetlerini korumaları da müslümanları daha ayrıksı bir topluluk yaptı. İkinci ve üçüncü kuşak müslümanların bir kısmının okulda, işerinde ve diğer kamusal mekanlarda dini kimlikleri ile var olma talep ve girişimi Avrupalıların alışageldikleri ve çoğu kez kutsadıkları hayat biçimine tehdit olarak algılanmaya veya öyle yansıtılmaya başlandı. Müslümanların, dini değer ve yaşayışlarını kurumsallaştırmaları, savunmaları ve yaygınlaştırmalarına ilaveten, nüfuslarının yerleşik topluma göre daha hızlı artışı karşısında Avrupalılar, kolonileşme ve köklerinden koparılma endişesiyle acaba Avrupa değerleri darbe mi alıyor sorusunu sormaya başladı.
İslamofobinin ikinci önemli kaynağı soğuk savaş sonrası ortaya çıkan siyasi kutuplaşma ve çatışmalardır. Medeniyetler çatışması tezinde İslam uygarlığına, Batı uygarlığı ile çatışma rolü biçilmişti. 11 Eylül 2001, İstanbul, Londra ve Madrid saldırıları, Afganistan ve Irak’ın işgali gibi olaylar İslam ile Batı arasında bir çatışmanın kaçınılmaz olduğu algısını pekiştirdi. İslam ve müslümanlar, en temel hukuk kurallarından biri olan suçun bireysel olduğu göz ardı edilerek, radikalizm, terör ve şiddetle özdeşleştirildi. Yani İslam ve müslümanlar bir güvenlik tehdidi olarak görülmeye başlandı ve doğal olarak Avrupa’daki müslümanlar da bu bakış açısından nasiplerine düşeni aldı. Yani Avrupa’daki müslümanların varlığı bir güvenlik sorununa dönüştürüldü. İslami değerlerin demokrasi ve insan hakları ile uyuşmadığı, kadın haklarını kısıtladığı ve onlara baskı yaptığı gibi klişe argümanlar yanında İslam dünyasındaki baskın otoriteryenizm, Avrupa’nın orta yerinde cereyan eden namus ve töre cinayetlerinin hepsi Müslümanların eksi hanesine yazıldı. İşte bugün İslamofobi şeklinde kavramsallaştırılabileceğimiz endişe, tehdit ve güvenlik kaygısı İsviçre başta olmak üzere Avrupa’da yaygınlık kazanmaya başladı.
Avrupa değerleri ile taban tabana zıt bir sonuç ortaya çıkaran referandum İslamofobinin kök saldığına ve ciddiye alınması gerektiğine işaret etmektedir. İsviçre halkı ne yazık ki korkularına esir olmuştur. İngiliz The Guardian gazetesinde referandumun hemen ertesinde yayınlanan başyazıda da belirtildiği gibi İsviçre bundan utanmalıdır. İsviçre sadece referandum sonuçlardan dolayı değil, Avrupa tarihinde ilk kez bir azınlığın temel hak ve özgürlüklerine ilişkin çoğunluk oylaması yapılmasına, yani azınlık bir topluluğun haklarının sınırlarını belirleme yetkisini çoğunluğa verdiği için, diğer ülkelerin de örnek alma riskine rağmen evrensel hak ve özgürlüklerin vazgeçilmezleri arasında yer alan din hürriyeti açısından vahim bir tablonun ortaya çıkmasına zemin hazırlandığı için de utanmalıdır.
Bugün gelinen noktada İsviçre siyasi elitini veya halkını kınamanın referandum sonuçlarını tersine çevirmeyeceği açık. İç hukuk yolları ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuru süreçleri de demokratik ve yasal haklar olarak kullanılabilecektir. Hakların savunulması kuşkusuz demokratik ve hukuki yöntemlerle yapıladığında olumlu sonuçlar doğurabilir. Bu süreçte dünya kamuoyunun mobilize edilmesi, BM, AB, AGİT ve İKÖ gibi kurumların desteklerinin aranması, ayrıca yukarıda işaret edilen İslam algısının düzeltilmesi için geniş kapsamlı bir kamu diplomasisi yapılması şarttır. Türkiye, İslam dünyası ve Batıda saygınlığı ve etkisi artan küresel bir güç olarak bunu yapabilecek potansiyele sahip. Yeter ki siyasi irade böylesine büyük ve anlamlı bir projenin hayata geçirilmesi için düğmeye bassın.
http://stargazete.com/acikgorus/avrupa-islamofobiye-teslim-mi-haber-229990.htm
STAR
Açık Görüş Eki
6 Aralık 2009
Söz konusu referandum, sadece İslam-Batı ilişkileri ve Avrupa’daki Müslümanların geleceğini değil, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, ve Birleşmiş Milletler Din ya da İnanca Dayalı Her Türlü Hoşgörüsüzlük ve Ayrımcılığın Tasfiyesi Bildirgesi’nde yer verilen temel hak ve özgürlüklerin evrensel değerler ve normlar olarak Avrupa’da geniş kitleler tarafından ne kadar içselleştirildiği sorununu da tartışmayı gerektirmektedir. Adı geçen bidirgelerin hazırlanmasında, kabul edilmesinde ve uygulanmasında ciddi emek ve katkıları olan Batılı ülkelerin bugün geldiğimiz noktada liberal, çoğulcu ve eşitlikçi birikimlerine sahip çıkma ve koruma noktasında gerilimler yaşadığı ve söz konusu miras ve birikimi aşındırmaya eğilimli siyasi aktörlerin etkinlik alanlarını artırdığı gözlenmektedir.
İsviçre’deki referandumun bizatihi kendisi ve doğal olarak da sonuçları, İslam-Batı ilişkileri ve cami/minare inşasının ötesinde bir sorgulama alanı açmaktadır. Sadece minare ve cami konusuna kilitlenmek, sosyolojik, siyasi ve hukuki analizlerde resmin büyük kısmının görülmesini engelleyecektir. O nedenle Avrupa’nın genel olarak din ile nasıl bir ilişki kurduğu, bu kıtada gelişen modernite anlayışı ve laiklik yorumunun farklı dini topluluklar söz konusu olduğunda ne tür bir kuşku sarmalının etkisine girdiği üzerinde durulmalıdır. Bu noktada tek bir Avrupa ve tek bir Batı olmadığını belirtmekte yarar var. Yani ulus devlet kurma aşamalarında Avrupa devletleri, kendi siyasi ve toplumsal deneyimlerine uygun farklı din-devlet ilişkileri geliştirmiş ve buna paralel laiklik uygulamalarını hayata geçirmişlerdir. Buna karşın, dinin (daha doğrusu ruhban sınıfının) siyasi ve toplumsal hayat üzerindeki etkisinin devre dışı bırakılması, kamusal alandaki varlığının sınırlanması ve modernleşme süreçlerinin derinlik kazanmasıyla bireylerin dünyevileşmesi, Avrupa’nın genel olarak ortak tecrübe ve tercihleri olarak sayılabilir.
Pekiyi bütün bunlar ne anlama gelmektedir? Bunlar, Avrupa modernizmi ve laikliğinin din ile çoğu kez mesafeli, Fransa örneğinde olduğu gibi bazen de sorunlu ilişkileri olduğunu göstermektedir. İsviçre’deki gelişmeler işte bu tarihsel tecrübeler ve sosyal yapılar bağlamında okunmalıdır. Kendi dini mirası ile sorunlu ilişkileri olan toplumların, İslam ve müslümanlar gibi dışarıdan gelerek her türlü dinsel talep ve iddiadan “arındırılmış” kamusal alanlarını “işgal” etmelerini hoş görmelerini beklemek olsa olsa Avrupa tarihini ve onun oluşturduğu toplumsal yapıyı bilmemekten kaynaklanabilir. Nitekim, Amerika Birleşik Devletleri başta olmak üzere Batı Avrupa dışına çıkıldığında, dinin kamusal alandaki varlığından rahatsızlık duymayan yani din ile daha barışık laiklik anlayışları ve toplumsal yapıların olduğunu görmek mümkündür. Buna karşın Avrupa, yukarıda bahsedilen nedenlerden dolayı, Hıristiyanlık dahil, dinlere daha soğuk ve kuşkuyla bakıyor, kamusal alanda temsilinden rahatsızlık duyuyor, inançlarına bağlı hayat süren dini topluluklara kuşkuyla bakıyor, hatta onları tehdit olarak algılıyor. Bu kuşku ve tehdit algısı zaman zaman baskıya ve sivil özgürlüklerin kısıtlanmasına varan politikaların benimsenmesine neden oluyor.
İsviçre’de başlatılan kampanyanın kökenleri arasında son yıllarda toplumsal bir hastalık haline dönüşme riski taşıyan İslamofobiyi de (İslam korkusu) saymak gerekir. Avrupa’nın klasik hoşgörü, çoğulculuk ve farklıklara saygı gibi değerlerinin erimeye başladığı imajını uyandıran gelişmeler ile yüz yüze kaldığımız bu günlerde, İslamofobinin nev zuhur bir durum olmadığını belirtmek gerekir. İngiltere’de Runnymede Trust tarafından desteklenen ve çeşitli dinlere mensup üyelerden oluşun bir komisyonun 1997 yılında yayınladığı Islamophobia: A Challenge for Us All başlıklı rapor, İslamofobinin Batı ülkelerinde yüzyıllardır bulunduğunu ancak son yirmi yılda daha da belirginleştiğini, daha uç ve tehlikeli boyutlara ulaştığını vurguluyordu. Daha yakın dönemlerde de benzer bulgulara rastlanmıştır. The European Monitoring Centre on Racism and Xenophobia, (yeni adıyla Fundamental Rights Agency) 11 Eylül olaylarından sonra birçok Avrupa ülkesini izleyen bir çalışma yürüttü. Bu kurumun 2005 ve 2007 yılı gözlem raporlarında Avrupalılar arasında azımsanmayacak bir kesimin müslümanlara kuşku ile baktığı ve onları güvenlik açısından potansiyel tehlike olarak gördükleri ifade edilmektedir.
Özellikle aşırı sağcı ve ırkçı siyasi aktörlerin yaymaya çalıştığı İslamofobi genel olarak iki kaynaktan besleniyor. Birincisi 1950’lere kadar nispeten homojen olan kültürel ve toplumsal yapının yoğun müslüman göçü ile değişmeye başlamasıdır. Modern ve seküler kültürel değerlerini ve toplumsal yapılarını evrensel normlar olarak kabul edip yaşaya giden Avrupalılar, bu tarihten itibaren farklı kültürel ve dinsel kimlikleri olan bir grupla, yani müslümanlarla komşu olmaya, aynı iş yerinde çalışmaya ve aynı sokakta yürümeye başladı.
Yerleşik toplumlar kadar modern ve seküler olmayan müslüman göçmenlerin geldikleri yeni ülkelerinde ilk yaptıkları işlerden biri ibadethaneler açmak oldu. Bunu, helal gıda ve kurban kesim imkanı talepleri ve çocuklarına İslam dinini öğretme istekleri takip etti. Çoğu kez dini olduğu sanılan geleneksel kıyafetlerini korumaları da müslümanları daha ayrıksı bir topluluk yaptı. İkinci ve üçüncü kuşak müslümanların bir kısmının okulda, işerinde ve diğer kamusal mekanlarda dini kimlikleri ile var olma talep ve girişimi Avrupalıların alışageldikleri ve çoğu kez kutsadıkları hayat biçimine tehdit olarak algılanmaya veya öyle yansıtılmaya başlandı. Müslümanların, dini değer ve yaşayışlarını kurumsallaştırmaları, savunmaları ve yaygınlaştırmalarına ilaveten, nüfuslarının yerleşik topluma göre daha hızlı artışı karşısında Avrupalılar, kolonileşme ve köklerinden koparılma endişesiyle acaba Avrupa değerleri darbe mi alıyor sorusunu sormaya başladı.
İslamofobinin ikinci önemli kaynağı soğuk savaş sonrası ortaya çıkan siyasi kutuplaşma ve çatışmalardır. Medeniyetler çatışması tezinde İslam uygarlığına, Batı uygarlığı ile çatışma rolü biçilmişti. 11 Eylül 2001, İstanbul, Londra ve Madrid saldırıları, Afganistan ve Irak’ın işgali gibi olaylar İslam ile Batı arasında bir çatışmanın kaçınılmaz olduğu algısını pekiştirdi. İslam ve müslümanlar, en temel hukuk kurallarından biri olan suçun bireysel olduğu göz ardı edilerek, radikalizm, terör ve şiddetle özdeşleştirildi. Yani İslam ve müslümanlar bir güvenlik tehdidi olarak görülmeye başlandı ve doğal olarak Avrupa’daki müslümanlar da bu bakış açısından nasiplerine düşeni aldı. Yani Avrupa’daki müslümanların varlığı bir güvenlik sorununa dönüştürüldü. İslami değerlerin demokrasi ve insan hakları ile uyuşmadığı, kadın haklarını kısıtladığı ve onlara baskı yaptığı gibi klişe argümanlar yanında İslam dünyasındaki baskın otoriteryenizm, Avrupa’nın orta yerinde cereyan eden namus ve töre cinayetlerinin hepsi Müslümanların eksi hanesine yazıldı. İşte bugün İslamofobi şeklinde kavramsallaştırılabileceğimiz endişe, tehdit ve güvenlik kaygısı İsviçre başta olmak üzere Avrupa’da yaygınlık kazanmaya başladı.
Avrupa değerleri ile taban tabana zıt bir sonuç ortaya çıkaran referandum İslamofobinin kök saldığına ve ciddiye alınması gerektiğine işaret etmektedir. İsviçre halkı ne yazık ki korkularına esir olmuştur. İngiliz The Guardian gazetesinde referandumun hemen ertesinde yayınlanan başyazıda da belirtildiği gibi İsviçre bundan utanmalıdır. İsviçre sadece referandum sonuçlardan dolayı değil, Avrupa tarihinde ilk kez bir azınlığın temel hak ve özgürlüklerine ilişkin çoğunluk oylaması yapılmasına, yani azınlık bir topluluğun haklarının sınırlarını belirleme yetkisini çoğunluğa verdiği için, diğer ülkelerin de örnek alma riskine rağmen evrensel hak ve özgürlüklerin vazgeçilmezleri arasında yer alan din hürriyeti açısından vahim bir tablonun ortaya çıkmasına zemin hazırlandığı için de utanmalıdır.
Bugün gelinen noktada İsviçre siyasi elitini veya halkını kınamanın referandum sonuçlarını tersine çevirmeyeceği açık. İç hukuk yolları ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuru süreçleri de demokratik ve yasal haklar olarak kullanılabilecektir. Hakların savunulması kuşkusuz demokratik ve hukuki yöntemlerle yapıladığında olumlu sonuçlar doğurabilir. Bu süreçte dünya kamuoyunun mobilize edilmesi, BM, AB, AGİT ve İKÖ gibi kurumların desteklerinin aranması, ayrıca yukarıda işaret edilen İslam algısının düzeltilmesi için geniş kapsamlı bir kamu diplomasisi yapılması şarttır. Türkiye, İslam dünyası ve Batıda saygınlığı ve etkisi artan küresel bir güç olarak bunu yapabilecek potansiyele sahip. Yeter ki siyasi irade böylesine büyük ve anlamlı bir projenin hayata geçirilmesi için düğmeye bassın.
http://stargazete.com/acikgorus/avrupa-islamofobiye-teslim-mi-haber-229990.htm
STAR
Açık Görüş Eki
6 Aralık 2009
3 Aralık 2009 Perşembe
Muslims face Islamophobia in Europe
There is no doubt that the presence of Muslims in many European countries has changed the demographic and religious landscape of the West.
The arrival of Muslims in large numbers to Europe since the 1950s and 1960s and their permanent settlement through citizenship thereafter call for a reconsideration of the dominant view on the relationship between religion and society that is held in Europe. Since the Enlightenment, modernity has steadily secularized European societies, where church and state are separated, which has created different models depending on the political and cultural legacies of the countries concerned. As a consequence of social, political and legal developments after the Enlightenment, many people came to believe that modernism necessarily leads to secularism and the withdrawal of religion from the public sphere, which has largely been the European experience. However, when we look beyond Europe there is a different picture, including in the United States, which demonstrates that religion is a vitally important social phenomenon. Many social scientists today believe that Europe is an exception rather than a universal model as far as the public presence of religion and its relationship with society and the state are concerned.
One of the widely held beliefs and deeply rooted assumptions that we must free ourselves from is the idea that there is an inevitable conflict between religion and modernity. The global reality and human experience throughout the centuries provide ample evidence that religion and multiple forms of modernity are reconcilable. Various forms of state-religion relations and the role of religion in providing education, health and social welfare services and the governments’ recognition of and support for religious institutions in many European countries and the US confirm the fact that religion does not necessarily challenge modern values and institutions, rather it makes contributions where the state may fall short.
Although Europe has opened its arms to Muslims and largely allowed them to become citizens and settle down, several reports indicate that European politicians, the media and the public have not had similar success in opening their hearts and minds to accept Muslims and their culture. Reports by the European Monitoring Centre on Racism and Xenophobia, the European Network against Racism and the Runneymede Trust demonstrate that there is widespread Islamophobia in Europe.
Image of Islam and Muslims in Europe
Recent polls demonstrate that there is a growing mistrust towards Muslims in Europe. For example, a 2006 Deutsche Welle article shared findings from a survey which indicated that “Germans’ esteem for Islam has been falling since the Sept. 11, 2001, terrorist attacks in the United States, with 83 percent of the 1,076 Germans questioned in the survey agreeing with the statement that Islam is driven by fanaticism.” That amount is 10 percent higher than the previous survey results. A majority of the survey’s respondents (71 percent) is reported to have said “they believed Islam to be ‘intolerant,’ up from 66 percent.” The same survey also reports that “when asked what they associate with the word ‘Islam,’ 91 percent of respondents connected the religion to the discrimination of women, and 61 percent called Islam ‘undemocratic.’ Only 8 percent of Germans associated ‘peacefulness’ with Islam.” Moreover, it should also be underlined that content of the news coverage and the language of media reporting tends to focus predominantly on negative representations of Islam, such as conflicts and violence in the Middle East and issues related to terrorism and extremism. All of these contribute to the rise of essentialist views about Islam and Muslims in Western public opinion, leading to Islamophobia.
For those who are skeptical about the notion of Islamophobia or who think that such a conceptualization is nothing more than an exaggeration, I would recommend looking at newspapers and other sources of information on current affairs. Let us see how our perception of Islam and Muslims in Europe is shaped and construed by the names, places, events, ideas, practices and objects that we tend associate with the words “Islam” or “Muslim” while reading or listening to the news. Peter Gottschalk and Gabriel Greenberg, in their book “Islamophobia: Making Muslims the Enemy,” state that the names and events people “think of tend to be associated with violence [e.g. Osama bin Laden, the 9/11 tragedies, Palestinian suicide bombers], the ideas and practices associated with oppression [e.g. jihad, veiling, Islamic law], and the places limited to the Middle East [e.g. Saudi Arabia, Iraq, Iran].” Islam is, more often than usual, equated with dogmatism, fundamentalism, extremism, violence and authoritarianism in the public and political discourse.
Monolithic and essentialized perception of Islam
At this point we should turn to some factors that deepen social anxiety, fear and hatred of Islam and Muslims (Islamophobia) in Europe. Europeans tend to see Muslims as a monolithic community with a single identity and shared culture and imagination. However, a closer examination of Muslims will yield that there is great diversity among Muslim nations and communities. There are different zones of Islam (Asian, Arabic, Persian and Turkish) that have created enormous diversity through the centuries. Today there is yet another zone of Islam, which is the European zone, constructed by Muslims who are born, educated, employed and integrated in the receiving societies and have developed hybrid identities with a sense of belonging to Europe rather than their ancestral home. This hybridization of Muslim identity should be acknowledged and a monolithic perception of Islam and Muslim identity as essentialized categories should be given up.
Securitization of Islam and Muslims
Now I would like to touch upon yet another important aspect of Islamophobia, the securitization of Islam and Muslims, especially after Sept. 11 and other tragic terrorist attacks in Europe and elsewhere. Islam and Muslims are usually singled out in the media and in political discourse which leads to the emergence of a sense of threat and fear. Muslims in Europe and elsewhere are viewed with suspicion because their beliefs are easily associated with violence and terrorism. The securitization of Islam erects a huge social barrier between Muslims and their European neighbors. The perceived Islamic threat leads to the profiling of Muslims, the restriction of civil liberties and the alienation of Muslims from the wider society through their withdrawal to a communitarian lifestyle.
The root causes of violence and terror should be sought somewhere else rather than in religion, as suggested by thinkers such as Jürgen Habermas and Jacques Derrida, who argue that global inequalities, injustices in the distribution of social welfare and deepening social problems are the main causes of violence and terror. As Karen Armstrong eloquently pointed out in a recent interview: “The divisions in our world are not the result of religion or of culture, but are politically based. There is an imbalance of power in the world, and the powerless are beginning to challenge hegemony of the Great Powers, declaring their independence of them; often using religious language to do so.” This requires the desecuritization of Islam and Muslims in Europe where they live, work and study alongside other Europeans.
What to do to combat Islamophobia?
Dominant views on the place of religion in modern society, its expression and representation should be reconsidered. Religion should be given a legitimate place and position in the public sphere.
Islam should be recognized legally and officially and granted an equal status with other major religions. Muslims should feel that they are equal citizens of the countries in which they live, where their faith has legal recognition and enjoy the same rights and privileges as other faiths.
Islam/Muslims (and other faiths) should not be considered a threat to European values. The securitization and stigmatization of Islam/Muslims should be avoided.
Islam/Muslims should be not essentialized and regarded as a monolithic block. Diversity and plurality within Islamic communities should be acknowledged and the institutionalization of interpretational and intellectual diversity should be supported.
Regular research on the aspects and dimensions of Islamophobia should be carried out. In order to conduct a rational debate on Islamophobia, a Europe-wide research group should be established to collect reliable data.
Islamic institutions of higher educational should be established to provide Islamic education to young Muslims in Europe and to educate religious teachers and imams.
International cooperation in the field of Islamic/religious studies should be established between European institutions and schools of higher education in the Muslim world to facilitate intellectual exchanges. In order to pursue such a project, the following is proposed: Dual degree programs should be established. Muslim students can register for BA, MA and Ph.D. studies and can be taught both in Europe and in recognized universities in the Muslim world. Graduates of such programs can have dual degrees and be eligible for employment in Europe.
Centers of excellence in Islamic scholarship and learning should be established in various European countries in order perform three main tasks: 1) to inform the European public, the media and politicians about Islam/Muslim culture; 2) to contribute to the emergence of Muslim thinkers and scholars who will be capable of independent and original intellectual research; 3) to establish links between Muslims in Europe and the intellectual trends of their ancestral homes in the Muslim world.
The existing institutional structures and experiences of Muslim countries should be utilized. In this context Turkey offers some interesting models. There are 24 faculties of Islamic studies, offering state-of-the-art bachelor’s degrees in Turkey. Two of these faculties in Ankara and İstanbul launched a joint program two years ago called the “International Islamic Studies Program.” This program accepts students of Turkish origin from European countries who are citizens of the countries they live. They follow a Turkish program augmented with subjects held in several European languages. More recently, the faculty of Islamic studies at Marmara University in İstanbul created a “Bachelor of Islamic Studies in English” which is open to all nationalities. These courses should be examined and utilized in the context of educating young Muslims and providing religious leadership to Muslim communities in Europe in the medium and long terms.
The media should be paid a greater attention and educated in their reporting about Muslims. Professional guidelines should be prepared and journalists should be made aware of the sensibilities of Muslims.
A closer dialogue and cooperation should be established among media professionals and journalists to enhance international understanding. To this end, exchange programs between Western and Muslim media institutions should be initiated to foster mutual understanding and gain an insider perspective about the “other.”
Media organizations and Internet service providers should ensure that vulnerable groups have easy access to complaint procedures. To this end appropriate legislation should be enacted to prevent the dissemination of illegal, racist, xenophobic and Islamophobic material in the media. Such initiatives, of course, should not be confused with censorship.
Diversity in the media should be increased by the employment of more journalists with an Islamic background in the mainstream media who would be qualified to understand the significant distinctions and relations between religion and politics.
Note: A longer version of this article was presented at the “Hearing on Islam, Islamism and Islamophobia in Europe” organized by the Committee on Culture, Science and Education, Council of Europe on Sept. 8, 2009.
Today's Zaman - 05 October 2009, Monday
The arrival of Muslims in large numbers to Europe since the 1950s and 1960s and their permanent settlement through citizenship thereafter call for a reconsideration of the dominant view on the relationship between religion and society that is held in Europe. Since the Enlightenment, modernity has steadily secularized European societies, where church and state are separated, which has created different models depending on the political and cultural legacies of the countries concerned. As a consequence of social, political and legal developments after the Enlightenment, many people came to believe that modernism necessarily leads to secularism and the withdrawal of religion from the public sphere, which has largely been the European experience. However, when we look beyond Europe there is a different picture, including in the United States, which demonstrates that religion is a vitally important social phenomenon. Many social scientists today believe that Europe is an exception rather than a universal model as far as the public presence of religion and its relationship with society and the state are concerned.
One of the widely held beliefs and deeply rooted assumptions that we must free ourselves from is the idea that there is an inevitable conflict between religion and modernity. The global reality and human experience throughout the centuries provide ample evidence that religion and multiple forms of modernity are reconcilable. Various forms of state-religion relations and the role of religion in providing education, health and social welfare services and the governments’ recognition of and support for religious institutions in many European countries and the US confirm the fact that religion does not necessarily challenge modern values and institutions, rather it makes contributions where the state may fall short.
Although Europe has opened its arms to Muslims and largely allowed them to become citizens and settle down, several reports indicate that European politicians, the media and the public have not had similar success in opening their hearts and minds to accept Muslims and their culture. Reports by the European Monitoring Centre on Racism and Xenophobia, the European Network against Racism and the Runneymede Trust demonstrate that there is widespread Islamophobia in Europe.
Image of Islam and Muslims in Europe
Recent polls demonstrate that there is a growing mistrust towards Muslims in Europe. For example, a 2006 Deutsche Welle article shared findings from a survey which indicated that “Germans’ esteem for Islam has been falling since the Sept. 11, 2001, terrorist attacks in the United States, with 83 percent of the 1,076 Germans questioned in the survey agreeing with the statement that Islam is driven by fanaticism.” That amount is 10 percent higher than the previous survey results. A majority of the survey’s respondents (71 percent) is reported to have said “they believed Islam to be ‘intolerant,’ up from 66 percent.” The same survey also reports that “when asked what they associate with the word ‘Islam,’ 91 percent of respondents connected the religion to the discrimination of women, and 61 percent called Islam ‘undemocratic.’ Only 8 percent of Germans associated ‘peacefulness’ with Islam.” Moreover, it should also be underlined that content of the news coverage and the language of media reporting tends to focus predominantly on negative representations of Islam, such as conflicts and violence in the Middle East and issues related to terrorism and extremism. All of these contribute to the rise of essentialist views about Islam and Muslims in Western public opinion, leading to Islamophobia.
For those who are skeptical about the notion of Islamophobia or who think that such a conceptualization is nothing more than an exaggeration, I would recommend looking at newspapers and other sources of information on current affairs. Let us see how our perception of Islam and Muslims in Europe is shaped and construed by the names, places, events, ideas, practices and objects that we tend associate with the words “Islam” or “Muslim” while reading or listening to the news. Peter Gottschalk and Gabriel Greenberg, in their book “Islamophobia: Making Muslims the Enemy,” state that the names and events people “think of tend to be associated with violence [e.g. Osama bin Laden, the 9/11 tragedies, Palestinian suicide bombers], the ideas and practices associated with oppression [e.g. jihad, veiling, Islamic law], and the places limited to the Middle East [e.g. Saudi Arabia, Iraq, Iran].” Islam is, more often than usual, equated with dogmatism, fundamentalism, extremism, violence and authoritarianism in the public and political discourse.
Monolithic and essentialized perception of Islam
At this point we should turn to some factors that deepen social anxiety, fear and hatred of Islam and Muslims (Islamophobia) in Europe. Europeans tend to see Muslims as a monolithic community with a single identity and shared culture and imagination. However, a closer examination of Muslims will yield that there is great diversity among Muslim nations and communities. There are different zones of Islam (Asian, Arabic, Persian and Turkish) that have created enormous diversity through the centuries. Today there is yet another zone of Islam, which is the European zone, constructed by Muslims who are born, educated, employed and integrated in the receiving societies and have developed hybrid identities with a sense of belonging to Europe rather than their ancestral home. This hybridization of Muslim identity should be acknowledged and a monolithic perception of Islam and Muslim identity as essentialized categories should be given up.
Securitization of Islam and Muslims
Now I would like to touch upon yet another important aspect of Islamophobia, the securitization of Islam and Muslims, especially after Sept. 11 and other tragic terrorist attacks in Europe and elsewhere. Islam and Muslims are usually singled out in the media and in political discourse which leads to the emergence of a sense of threat and fear. Muslims in Europe and elsewhere are viewed with suspicion because their beliefs are easily associated with violence and terrorism. The securitization of Islam erects a huge social barrier between Muslims and their European neighbors. The perceived Islamic threat leads to the profiling of Muslims, the restriction of civil liberties and the alienation of Muslims from the wider society through their withdrawal to a communitarian lifestyle.
The root causes of violence and terror should be sought somewhere else rather than in religion, as suggested by thinkers such as Jürgen Habermas and Jacques Derrida, who argue that global inequalities, injustices in the distribution of social welfare and deepening social problems are the main causes of violence and terror. As Karen Armstrong eloquently pointed out in a recent interview: “The divisions in our world are not the result of religion or of culture, but are politically based. There is an imbalance of power in the world, and the powerless are beginning to challenge hegemony of the Great Powers, declaring their independence of them; often using religious language to do so.” This requires the desecuritization of Islam and Muslims in Europe where they live, work and study alongside other Europeans.
What to do to combat Islamophobia?
Dominant views on the place of religion in modern society, its expression and representation should be reconsidered. Religion should be given a legitimate place and position in the public sphere.
Islam should be recognized legally and officially and granted an equal status with other major religions. Muslims should feel that they are equal citizens of the countries in which they live, where their faith has legal recognition and enjoy the same rights and privileges as other faiths.
Islam/Muslims (and other faiths) should not be considered a threat to European values. The securitization and stigmatization of Islam/Muslims should be avoided.
Islam/Muslims should be not essentialized and regarded as a monolithic block. Diversity and plurality within Islamic communities should be acknowledged and the institutionalization of interpretational and intellectual diversity should be supported.
Regular research on the aspects and dimensions of Islamophobia should be carried out. In order to conduct a rational debate on Islamophobia, a Europe-wide research group should be established to collect reliable data.
Islamic institutions of higher educational should be established to provide Islamic education to young Muslims in Europe and to educate religious teachers and imams.
International cooperation in the field of Islamic/religious studies should be established between European institutions and schools of higher education in the Muslim world to facilitate intellectual exchanges. In order to pursue such a project, the following is proposed: Dual degree programs should be established. Muslim students can register for BA, MA and Ph.D. studies and can be taught both in Europe and in recognized universities in the Muslim world. Graduates of such programs can have dual degrees and be eligible for employment in Europe.
Centers of excellence in Islamic scholarship and learning should be established in various European countries in order perform three main tasks: 1) to inform the European public, the media and politicians about Islam/Muslim culture; 2) to contribute to the emergence of Muslim thinkers and scholars who will be capable of independent and original intellectual research; 3) to establish links between Muslims in Europe and the intellectual trends of their ancestral homes in the Muslim world.
The existing institutional structures and experiences of Muslim countries should be utilized. In this context Turkey offers some interesting models. There are 24 faculties of Islamic studies, offering state-of-the-art bachelor’s degrees in Turkey. Two of these faculties in Ankara and İstanbul launched a joint program two years ago called the “International Islamic Studies Program.” This program accepts students of Turkish origin from European countries who are citizens of the countries they live. They follow a Turkish program augmented with subjects held in several European languages. More recently, the faculty of Islamic studies at Marmara University in İstanbul created a “Bachelor of Islamic Studies in English” which is open to all nationalities. These courses should be examined and utilized in the context of educating young Muslims and providing religious leadership to Muslim communities in Europe in the medium and long terms.
The media should be paid a greater attention and educated in their reporting about Muslims. Professional guidelines should be prepared and journalists should be made aware of the sensibilities of Muslims.
A closer dialogue and cooperation should be established among media professionals and journalists to enhance international understanding. To this end, exchange programs between Western and Muslim media institutions should be initiated to foster mutual understanding and gain an insider perspective about the “other.”
Media organizations and Internet service providers should ensure that vulnerable groups have easy access to complaint procedures. To this end appropriate legislation should be enacted to prevent the dissemination of illegal, racist, xenophobic and Islamophobic material in the media. Such initiatives, of course, should not be confused with censorship.
Diversity in the media should be increased by the employment of more journalists with an Islamic background in the mainstream media who would be qualified to understand the significant distinctions and relations between religion and politics.
Note: A longer version of this article was presented at the “Hearing on Islam, Islamism and Islamophobia in Europe” organized by the Committee on Culture, Science and Education, Council of Europe on Sept. 8, 2009.
Today's Zaman - 05 October 2009, Monday
Avrupalı Türklerin sivil hayata katılımı
En genel anlamıyla siyaset, toplumun taleplerini görme, isteklerine cevap verme, kaynakları eşit oranda dağıtma, gerilimleri giderme ve ortak yaşam alanları inşa etme gibi süreçleri içeren yönetim sanatı olarak tanımlanabilir. Bugün geldiğimiz noktada siyaset, yönetime erişme ve paylaşma, politik kararları etkileme, hak ve çıkarları savunma imkanları sunan bir fırsatı alanı olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu nedenle de toplumsal alanda var olmak isteyen grupların çoğunlukla organize bir çatı altında siyasi süreçlere katılmaya çalıştıklarını, bu yolla da varlıklarını sürdürmeye ve güçlendirmeye yarayacak hukuki enstrümanların oluşturulması için gayret ettiklerine şahit oluyoruz. Modern toplumlarda hak aramanın, talepte bulunmanın ve bunların kurumsallaşmasının meşru ve en etkin yolu siyasete katılmayı gerektiriyor.
Pek çok yerde olduğu gibi Avrupa’da da ekonomi, kültür ve hukuk gibi toplumsal kurumlara şekil veren gücün birinci derece siyaset olduğu görülmektedir. Siyaset sadece söz konusu kurumlara şekil vermekle kalmıyor, geleceğin tasarımı ve inşası konusunda da imkan ve fırsatlar sunuyor.
Siyasetin, birey ve toplum hayatını bu kadar geniş biçimde etkileyen bir süreç ve kurum olma özelliği taşıdığı günümüzde acaba Avrupa’daki Türkler siyasetin sunduğu fırsatlardan ne kadar yararlanabiliyor? Avrupa Türkleri, toplumu dönüştürme gücünü bahşeden siyasi süreçlere katılmanın ne kadar farkında? Avrupa siyaseti orada yaşayan Türkleri ve Türkiye-AB ilişkilerini nasıl etkiliyor? Demografik olarak belirli bir seçmen ağırlığı oluşturmaya başlayan Türkler, yaşadıkları ülkelerde siyasete ne kadar ilgi duyuyor? Bu sorulara verilecek cevaplar aynı zamanda Türklerin Avrupa’da bir geleceklerinin olup olmadığını, olacak ise onları nasıl bir geleceğin beklediğini gösteren ipuçları ile doludur.
Bu yıl (2009), Avrupa Türkleri ve Türkiye-AB ilişkilerini etkilemesi muhtemel iki seçim büyük yapıldı. Etkileri orta ve uzun vadede daha fazla hissedilecek olan bu seçimlerin ilki Avrupa Parlamentosu seçimleri, ikincisi ise Almanya’daki genel seçimlerdir. Gerek Türklerin bu seçimlere ilgisi ve aldıkları neticeler, gerekse seçimleri kazananların ideolojik duruşları ve bunun siyasal etkileri tartışmağa değer konulardır. Geleceğini Avrupa’da kuran Türkler ve yüzünü AB’ye çevirmiş olan Türkiye’nin Avrupa’daki genel, hatta yerel seçimlere ilgisiz kalması düşünülemez.
Almanya başta olmak üzere Belçika, Hollanda ve Fransa’da Türkler, yaşadıkları ülkenin vatandaşları ve seçmeni olarak önemli potansiyele sahiptir. Bu potansiyelin temelinde gittikçe artan genç nüfusları yatmaktadır. Ne var ki demografik yapının böyle bir potansiyeli içinde barındırması her zaman siyasi ve toplumsal sonuçlar doğurmayabilir. Nitekim Avrupa’daki Türkleri için büyük oranda böyle bir izlenim, hatta izlenimden de öte bir sosyal gerçeklik olduğunu söylemek mümkündür. Kuşkusuz bu, Türklerin, Avrupa’da siyasete tümüyle ilgisiz olduğu anlamına gelmez. Ancak nüfuslarına, yani insan sermayelerine mütenasip bir oranla siyasette temsil edilmedikleri gerçeğini de ortadan kaldırmaz.
Avrupa Parlamentosu ve Almanya seçimlerinin sonuçlarına bakıldığında, siyasetin toplumsal etkilerinin önceden kestirilebiliyor oluşu bize, kehanette bulunma değil ama ileriye dönük tahminler yapma imkanı veriyor. Önce Avrupa’daki siyasi aktörlere hızlıca bakalım. Yirmi yedi üye ülkenin çoğunluğunda sağcı, milliyetçi ve yer yer ırkçı olan partilerin iktidarda olduğunu görüyoruz. 1990’larda daha çok sosyal demokrat ve liberal siyasi oluşumların iktidarda olduğu Avrupa Birliği ülkelerinde, geçtiğimiz yıllarda önemli değişimler yaşanmış olmalı. Zira bugünkü hükümetlerin çoğu çağımıza yakışmayan, daha doğrusu Avrupa’nın bizatihi kendi değerleri ile çatışan siyasi felsefeleri temsil ediyor. Böyle bir manzaranın Avrupa ülkelerinde yaşayan Türkleri ve Türkiye-AB ilişkilerini etkilemeyeceğini düşünmek mümkün mü? Bize göre değil. Çünkü siyaset, tarihin de çoğu kez bize gösterdiği gibi toplumları ve onların davranışlarını dönüştüren bir güce sahiptir.
Bu noktada Avrupa Parlamentosu seçim sonuçlarına dönecek olursak hemen şunu fark etmemiz mümkün olacaktır: Seçimlerin galibi sağcı, milliyetçi ve ırkçı siyaset felsefelerini benimseyen ve savunan siyasi aktörler, mağlubu ise sosyal demokrat ve liberal siyasi aktörlerdir. Bu sonuçlara bakıp hemen her şey vahim olacak demek erken olmakla beraber rahatça şu gözlemde bulunmak mümkündür. Avrupa’da azımsanmayacak, hatta kaygıyla izlenmesi gereken bir seçmen kitlesi, bu kültür ve uygarlık coğrafyasının ürünü olduğu söylenen değerlerden uzaklaşma emareleri göstermektedir. Nedir bu değeler? En genel anlamıyla bu değerleri demokrasi, çoğulculuk, eşitlik, farklılıklara saygı, hak ve özgürlüklerin korunması olarak tanımlayabiliriz.
Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Türk kökenli politikacıların başarılı olduğunu söylemek ise oldukça zor. Parlamentoya giren az sayıdaki Türkün başarısını, kolektif bir dayanışma ve organize siyasal eylem hanesine değil, daha çok o kişilerin bireysel başarı hanesine yazmak daha doğru olacaktır.Türkler arasında siyasi süreçlere katılma oranının yükselme eğilimi göstermesi umut verici olmakla beraber şimdiye kadar düzenli ve organize biçimde siyasal hayata katılım talebi gösterdiklerini teyit edecek bir veriye sahip değiliz. Benzer bir durum, Almanya’daki genel seçimleri için de geçerlidir.
Almanya genel seçim sonuçlarının hem Almanya Türkleri hem de Türkiye-AB ilişkileri açısından da önemli olduğunu biliyoruz. Bu seçimlerin en olumlu yanı beş Türk kökenli Alman vatandaşının Federal Meclis’e girme hakkı elde etmiş olmasıdır. Yani Almanya’nın en üst karar alma ve kanun çıkarma çatısı altında artık beş Türkiye kökenli politikacı var. Bunun önemli bir gelişme olduğunu ve ilerisi içinde umut verici olduğunu belirtmek lazım. Ancak beş vekilin Almanya’daki Türklerin nüfusu göz önüne alındığında sayısal olarak yeterli olmadığını da hemen buraya kaydetmek gerekir. Zira Almanya’da 2,5 milyon civarında Türk olduğu tahmin edilmekte ve bunların 700 bininin de seçmen olduğu belirtilmektedir.
Almanya’daki seçimlerde göreceli de olsa Türklerin başarısı, diğer Avrupa ülkelerinde yaşayan Türkler için iyi bir örnek olmalıdır. Almanya ile beraber, Hollanda, Belçika, Danimarka ve İsveç’te bireysel başarı hikayelerine rastlanmakla birlikte aynı başarının, Fransa ve İngiltere gibi Türklerin yoğun olduğu diğer Avrupa ülkelerinde tekrarlanmadığını biliyoruz. Fransa ve İngiltere’de yerel seçimlerde belediye meclis üyelik seçimlerindeki bazı başarılar hariç, Türkler bu ülkelerde genel seçimlerde kayda değer bir başarı gösterebilmiş değildir. Bunda, sayısal olarak diğer etnik gruplardan daha az olmalarının payı olduğu gibi, Türk toplumundaki bölünmüşlük, parçalanmışlık, örgütsüzlük, lidersizlik ve siyasetin gücünün farkında olamamak biz dizi etkenin de rolü olduğunu söyleyebiliriz.
Almanya seçimlerinden Merkel’in Hıristiyan Demokratları galip çıkması sıradan bir olay olarak görülmemelidir. Almanya’daki etkin siyasi görüş ve tercihler, tahayyül edilen ve inşa edilmek istenen sosyal yapı hakkında da ipuçları veren seçim sonuçları doğru okunmak durumumdadır. Her rasyonel okuma Türklerin her halukarda yerel ve ulusal düzeylerde siyaset ile daha yakından ilgilenmeleri ve geleceklerine sahip olmaları gerektiğini gösterecektir. Özellikle Katolik nüfusun desteklediği Hıristiyan Demokratlar Birliği şimdiye kadar takip edilen politikaların devam edeceği izlenimini güçlendirmektedir. Neydi bu politikalar bir hatırlayalım
Birincisi Merkel iktidarının göçmen ve azınlık politikasıdır. Son derece muhafazakar bir anlayışla göçmen/yabancı/azınlık politikası yürüten Merkel, entegrasyon konusunda başarılı adımlar atmamış, bu konuda bir istek dahi izhar etmemiştir. Ne göçmen kökenli çocukların eğitimi, ne de yetişkinlerin istihdamı ve normal hayata uyumu konusunda sorunları kökten çözecek projeler geliştirilmemiştir. Örneğin yüzde yirmisi okuldan diploma almadan okuldan ayrıla Türk kökenli çocukları gündemine dahi alma gereği duymamıştır.Öte yandan, Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğine açıkça karşı çıkmaya ve imtiyazlı ortaklı önermeye devam etmektedir. Bütün bu sonuçlar, Avrupa’daki Türklerin siyasete daha etkin olarak katılmaları gerektiğini, buna mecbur olduklarını göstermektedir. Aksi takdirde siyasetin dönüştürücü gücünden uzak ve sunduğu imkanlardan mahrum kalmaya devam edeceklerdir.
Pek çok yerde olduğu gibi Avrupa’da da ekonomi, kültür ve hukuk gibi toplumsal kurumlara şekil veren gücün birinci derece siyaset olduğu görülmektedir. Siyaset sadece söz konusu kurumlara şekil vermekle kalmıyor, geleceğin tasarımı ve inşası konusunda da imkan ve fırsatlar sunuyor.
Siyasetin, birey ve toplum hayatını bu kadar geniş biçimde etkileyen bir süreç ve kurum olma özelliği taşıdığı günümüzde acaba Avrupa’daki Türkler siyasetin sunduğu fırsatlardan ne kadar yararlanabiliyor? Avrupa Türkleri, toplumu dönüştürme gücünü bahşeden siyasi süreçlere katılmanın ne kadar farkında? Avrupa siyaseti orada yaşayan Türkleri ve Türkiye-AB ilişkilerini nasıl etkiliyor? Demografik olarak belirli bir seçmen ağırlığı oluşturmaya başlayan Türkler, yaşadıkları ülkelerde siyasete ne kadar ilgi duyuyor? Bu sorulara verilecek cevaplar aynı zamanda Türklerin Avrupa’da bir geleceklerinin olup olmadığını, olacak ise onları nasıl bir geleceğin beklediğini gösteren ipuçları ile doludur.
Bu yıl (2009), Avrupa Türkleri ve Türkiye-AB ilişkilerini etkilemesi muhtemel iki seçim büyük yapıldı. Etkileri orta ve uzun vadede daha fazla hissedilecek olan bu seçimlerin ilki Avrupa Parlamentosu seçimleri, ikincisi ise Almanya’daki genel seçimlerdir. Gerek Türklerin bu seçimlere ilgisi ve aldıkları neticeler, gerekse seçimleri kazananların ideolojik duruşları ve bunun siyasal etkileri tartışmağa değer konulardır. Geleceğini Avrupa’da kuran Türkler ve yüzünü AB’ye çevirmiş olan Türkiye’nin Avrupa’daki genel, hatta yerel seçimlere ilgisiz kalması düşünülemez.
Almanya başta olmak üzere Belçika, Hollanda ve Fransa’da Türkler, yaşadıkları ülkenin vatandaşları ve seçmeni olarak önemli potansiyele sahiptir. Bu potansiyelin temelinde gittikçe artan genç nüfusları yatmaktadır. Ne var ki demografik yapının böyle bir potansiyeli içinde barındırması her zaman siyasi ve toplumsal sonuçlar doğurmayabilir. Nitekim Avrupa’daki Türkleri için büyük oranda böyle bir izlenim, hatta izlenimden de öte bir sosyal gerçeklik olduğunu söylemek mümkündür. Kuşkusuz bu, Türklerin, Avrupa’da siyasete tümüyle ilgisiz olduğu anlamına gelmez. Ancak nüfuslarına, yani insan sermayelerine mütenasip bir oranla siyasette temsil edilmedikleri gerçeğini de ortadan kaldırmaz.
Avrupa Parlamentosu ve Almanya seçimlerinin sonuçlarına bakıldığında, siyasetin toplumsal etkilerinin önceden kestirilebiliyor oluşu bize, kehanette bulunma değil ama ileriye dönük tahminler yapma imkanı veriyor. Önce Avrupa’daki siyasi aktörlere hızlıca bakalım. Yirmi yedi üye ülkenin çoğunluğunda sağcı, milliyetçi ve yer yer ırkçı olan partilerin iktidarda olduğunu görüyoruz. 1990’larda daha çok sosyal demokrat ve liberal siyasi oluşumların iktidarda olduğu Avrupa Birliği ülkelerinde, geçtiğimiz yıllarda önemli değişimler yaşanmış olmalı. Zira bugünkü hükümetlerin çoğu çağımıza yakışmayan, daha doğrusu Avrupa’nın bizatihi kendi değerleri ile çatışan siyasi felsefeleri temsil ediyor. Böyle bir manzaranın Avrupa ülkelerinde yaşayan Türkleri ve Türkiye-AB ilişkilerini etkilemeyeceğini düşünmek mümkün mü? Bize göre değil. Çünkü siyaset, tarihin de çoğu kez bize gösterdiği gibi toplumları ve onların davranışlarını dönüştüren bir güce sahiptir.
Bu noktada Avrupa Parlamentosu seçim sonuçlarına dönecek olursak hemen şunu fark etmemiz mümkün olacaktır: Seçimlerin galibi sağcı, milliyetçi ve ırkçı siyaset felsefelerini benimseyen ve savunan siyasi aktörler, mağlubu ise sosyal demokrat ve liberal siyasi aktörlerdir. Bu sonuçlara bakıp hemen her şey vahim olacak demek erken olmakla beraber rahatça şu gözlemde bulunmak mümkündür. Avrupa’da azımsanmayacak, hatta kaygıyla izlenmesi gereken bir seçmen kitlesi, bu kültür ve uygarlık coğrafyasının ürünü olduğu söylenen değerlerden uzaklaşma emareleri göstermektedir. Nedir bu değeler? En genel anlamıyla bu değerleri demokrasi, çoğulculuk, eşitlik, farklılıklara saygı, hak ve özgürlüklerin korunması olarak tanımlayabiliriz.
Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Türk kökenli politikacıların başarılı olduğunu söylemek ise oldukça zor. Parlamentoya giren az sayıdaki Türkün başarısını, kolektif bir dayanışma ve organize siyasal eylem hanesine değil, daha çok o kişilerin bireysel başarı hanesine yazmak daha doğru olacaktır.Türkler arasında siyasi süreçlere katılma oranının yükselme eğilimi göstermesi umut verici olmakla beraber şimdiye kadar düzenli ve organize biçimde siyasal hayata katılım talebi gösterdiklerini teyit edecek bir veriye sahip değiliz. Benzer bir durum, Almanya’daki genel seçimleri için de geçerlidir.
Almanya genel seçim sonuçlarının hem Almanya Türkleri hem de Türkiye-AB ilişkileri açısından da önemli olduğunu biliyoruz. Bu seçimlerin en olumlu yanı beş Türk kökenli Alman vatandaşının Federal Meclis’e girme hakkı elde etmiş olmasıdır. Yani Almanya’nın en üst karar alma ve kanun çıkarma çatısı altında artık beş Türkiye kökenli politikacı var. Bunun önemli bir gelişme olduğunu ve ilerisi içinde umut verici olduğunu belirtmek lazım. Ancak beş vekilin Almanya’daki Türklerin nüfusu göz önüne alındığında sayısal olarak yeterli olmadığını da hemen buraya kaydetmek gerekir. Zira Almanya’da 2,5 milyon civarında Türk olduğu tahmin edilmekte ve bunların 700 bininin de seçmen olduğu belirtilmektedir.
Almanya’daki seçimlerde göreceli de olsa Türklerin başarısı, diğer Avrupa ülkelerinde yaşayan Türkler için iyi bir örnek olmalıdır. Almanya ile beraber, Hollanda, Belçika, Danimarka ve İsveç’te bireysel başarı hikayelerine rastlanmakla birlikte aynı başarının, Fransa ve İngiltere gibi Türklerin yoğun olduğu diğer Avrupa ülkelerinde tekrarlanmadığını biliyoruz. Fransa ve İngiltere’de yerel seçimlerde belediye meclis üyelik seçimlerindeki bazı başarılar hariç, Türkler bu ülkelerde genel seçimlerde kayda değer bir başarı gösterebilmiş değildir. Bunda, sayısal olarak diğer etnik gruplardan daha az olmalarının payı olduğu gibi, Türk toplumundaki bölünmüşlük, parçalanmışlık, örgütsüzlük, lidersizlik ve siyasetin gücünün farkında olamamak biz dizi etkenin de rolü olduğunu söyleyebiliriz.
Almanya seçimlerinden Merkel’in Hıristiyan Demokratları galip çıkması sıradan bir olay olarak görülmemelidir. Almanya’daki etkin siyasi görüş ve tercihler, tahayyül edilen ve inşa edilmek istenen sosyal yapı hakkında da ipuçları veren seçim sonuçları doğru okunmak durumumdadır. Her rasyonel okuma Türklerin her halukarda yerel ve ulusal düzeylerde siyaset ile daha yakından ilgilenmeleri ve geleceklerine sahip olmaları gerektiğini gösterecektir. Özellikle Katolik nüfusun desteklediği Hıristiyan Demokratlar Birliği şimdiye kadar takip edilen politikaların devam edeceği izlenimini güçlendirmektedir. Neydi bu politikalar bir hatırlayalım
Birincisi Merkel iktidarının göçmen ve azınlık politikasıdır. Son derece muhafazakar bir anlayışla göçmen/yabancı/azınlık politikası yürüten Merkel, entegrasyon konusunda başarılı adımlar atmamış, bu konuda bir istek dahi izhar etmemiştir. Ne göçmen kökenli çocukların eğitimi, ne de yetişkinlerin istihdamı ve normal hayata uyumu konusunda sorunları kökten çözecek projeler geliştirilmemiştir. Örneğin yüzde yirmisi okuldan diploma almadan okuldan ayrıla Türk kökenli çocukları gündemine dahi alma gereği duymamıştır.Öte yandan, Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğine açıkça karşı çıkmaya ve imtiyazlı ortaklı önermeye devam etmektedir. Bütün bu sonuçlar, Avrupa’daki Türklerin siyasete daha etkin olarak katılmaları gerektiğini, buna mecbur olduklarını göstermektedir. Aksi takdirde siyasetin dönüştürücü gücünden uzak ve sunduğu imkanlardan mahrum kalmaya devam edeceklerdir.
Türkiye, Almanya ve İslam
Federal Almanya Dışişleri Bakanlığı, ‘Alman-Türk İşbirliği Konusu Olarak İslam ve Avrupa’ genel başlığı altında, Alman ve Türk uzmanların katılımı ile her yıl iki ülke ilişkileri açısından kritik görülen bir konuyu ele alıyor. Bu yıl yedincisi yapılan toplantının konusu ‘Teolojik Öğretim, Eğitim ve Araştırma’ idi. Büyükelçi Dr. Eckart Cuntz, konuşmasında, dört milyonluk Müslüman topluluğun, toplumsal hayatın bir parçası haline geldiğini, İslamiyet’in kurumsallaşarak sosyolojik anlamda artık bir Alman dini olduğunu belirtti. Almanya’dan, Michael Gabel, Christian Grethlein, Bülent Uçar, Ömer Özsoy ve Günter Seufert, Türkiye’den Halis Ayhan, Raşit Küçük, İsmail Kara, Nesimi Yazıcı, Yasin Aktay, İrfan Aycan ve Nuri Tınaz gibi ilahiyat ve din bilimleri alanında yetkin uzmanların katıldığı toplantıda, her iki ülkede din ve laiklik bağlamında ilahiyat fakültelerinin kuruluşu, geçirdiği değişimler, toplum ve dini gruplarla ilişkileri bütün yönleri ile tartışıldı.
40 Hıristiyan ‘İlahiyat Fakültesi’ var
Almanya’da laiklik anlayışının, din ve devlet ilişkilerinde bir gerilime neden olmadığı, din ve devlet ilişkilerinin ayrıldığı ama devletin dine sırt çevirmediği bir sistemin varlığına işaret ediyor. Almanya’daki kırk ilahiyat fakültesinin yirmi biri Katolik Kilisesine bağlı. On ikisi devlet okulu, dokuzu ise cemaatine ait özel okul. Protestan Kilisesine bağlı 19 ilahiyat fakültesi ve üç yüksek okul mevcut. Katolik ve Protestan ilahiyat fakültelerinde 22 bin öğrenci kayıtlı. İlgili mezhep kiliselerinin onayıyla öğretim üyesi atanabilen bu fakültelerin tüm eğitim-öğretim giderleri devlet bütçesinden karşılanmakta ve bu durumun laiklik anlayışı ile çelişmediği görülmektedir.
Buna karşın, İsmail Kara’nın deyimiyle, Türkiye’deki ilahiyat fakültelerinin siyasi bir proje olarak hayata geçirildiği, müfredatından öğretim üyesi atamasına kadar devlet erki ve siyasi iradenin etkisi altında şekillendiği söylenebilir. Bu bağlamda Almanya’da kırk ilahiyat fakültesi olmasına ve İslamiyet’in artık bir Alman dini olduğu belirtilmesine karşın, yükseköğretim düzeyinde ülkedeki Müslüman topluluğun ihtiyaçlarını gidermeye yönelik bir kurumun olmadığı ve yakın zamanda da İslam ilahiyat fakültesi açılmasının söz konusu olmadığı ifade edildi.
Din bir kimlik referansı
Türk-Alman ilişkilerinde, Almanya’da yaşayan Türkler ve İslam konusu önemli bir yer tutmaktadır. İki ülke ilişkilerinde kaçınılmaz olarak gündeme gelen müzakere alanlarından biri de, kuşkusuz bu ülkede yaşayan Türklerin çoğunluğunun mensup olduğu İslamiyet çerçevesindeki oluşumlar, kurumsallaşmalar ve gelişmelerdir. Dindarlık düzeyleri ne olursa olsun, Almanya’daki Türkler arasında İslam önemli bir kimlik referansı olarak karşımıza çıkmakta ve dini eğitim, öğretim, ibadet ve benzeri alanlarda Türk topluluğun talepleri olduğu görülmektedir.
Okullarda İslam din eğitiminden, cami ve kültür merkezi inşasına, mezarlık yeri temininden helal gıda imalatı ve kurban kesim yerlerinin sağlanmasına kadar uzanan taleplerin muhatabı, Almanya’ya göçün başlangıcından itibaren devlet olmuştur. Sosyal refah devletinin talepleri makul ölçülerde karşılaması, yasal düzenlemeleri gerçekleştirmesi ve finans desteği sağlaması beklenmiştir. Almanya’daki Türklerin resmi makamlardan taleplerinin ilk dönemlerde düzenli ve organize bir devamlılık gösterdiğini söyleyemeyiz zira devletten talep etmenin yolunu, yönte m ve araçlarını bilen donanımlı bir topluluk henüz oluşmamıştı.
İhtiyaç ve zaruret
Modern devlet ve toplumlar bugün daha iyi anlaşılan bir yanılgıya düşmüşlerdir. Toplumlar modernleştikçe dinin toplumsal etkisini kaybedeceği, birey ve gruplar üzerindeki etkisini yitireceği beklentisi vardı. Bu, Batı Avrupa ülkeleri için geçerli olabilirdi. Ancak Batı dışı toplumlar söz konusu olduğunda, modernleşme süreçlerinin, dinin ne sosyal ve kültürel alanda ne de gündelik hayattaki etkisini ortadan kaldırmamıştır. Avrupa/Batı merkezli yaklaşım, sosyolojik bir gözlem hatasına neden olmuş ve dinin modern toplumlardaki öneminin ihmal edilmesine neden olmuştur.
Yukarıdaki varsayım ve beklenti üzerine kurulan siyaset ise, kendisinden beklenen taleplerin karşılanmasında yeterince başarılı olamamıştır. Bu pencereden bakıldığında, Almanya’daki Türklerin dini ve manevi ihtiyaçlarının da yerel ve ulusal otoritelerce yeterince anlaşılamadığını söylemek mümkündür. Almanya’daki Türkler için dinin hem kültürel kimlik kaynağı hem gündelik hayatın önemli unsurlarından biri olduğunu kavrama güçlüğü, söz konusu talep ve beklentilerin tatmin edici biçimde karşılanamamasının ana kaynakları arasında yer almaktadır. Eğer Almanya’daki Türk toplumunun dini ihtiyaçlarına yönelik politikalar etkili olsaydı (tabi böyle politikalar izlendiyse) bugün karşılaştığımız ve tartıştığımız sorunların çoğu çözülmüş olacaktı.
Almanya’da devlet, Türklerin dini aidiyet ve ihtiyaçları çerçevesinde bir program geliştirmeyince, topluluk kendi ihtiyaçlarını karşılama yolunu seçmiştir. Din işlerinin, bir inanç topluluğunun kendisine bırakılması kuşkusuz Almanya’daki din-devlet ilişkileri ve laiklik anlayışı ile de ilintilidir. Devlet, din ve inanç gruplarının kendi kendilerine organize olmalarını, kendi kurumlarını kendilerinin oluşturmalarını ve finansal desteği kendilerinin sağlamalarını tercih eden bir yapıyı daha demokratik ve laik bulmuş görünmektedir.
Diyanetin fonksiyonu
Bu nedenle Almanya’daki Türkler de sahip oldukları kaynaklar elverdikçe kendi ihtiyaçlarını gidermek için dernek, vakıf, kurs, cami ve eğitim kurumları oluşturma çabasına girmişler, sorunlarını çözemedikleri noktada zaman zaman Türk devletine ve Türkiye’deki dini gruplara müracaat ederek yardım alma girişiminde bulunmuşlardır.
Bu yazıda Almanya’daki Türklerin, söz konusu alanlardaki ihtiyaçların giderilmesi konusunda Diyanet ve ilahiyat fakültelerinin girişimlerini gözden geçireceğiz. Almanya’daki Türkler açısından, devletten din konusunda yardım, rehberlik, insan gücü ve finansal kaynak beklemek sorunlu bir duruş değildir çünkü Türkiye’deki din-devlet ilişkileri ve laiklik anlayışı bu yaklaşımı beslemektedir. Bunun bir sonucu ve ürünü olarak Diyanet, Almanya’daki Türk topluluğun dini ihtiyaçlarını karşılamak üzere bir dizi faaliyet yürütmektedir. Diyanet’in yürüttüğü faaliyetler bir devlet organı olması nedeniyle eleştiri konusu yapılmaktadır.
Din eğitmeni/öğretmeni gerekiyor
Ancak bu eleştiriler, Almanya’daki Türklerin imam, din bilgisi dersi öğretmeni ve manevi danışman gibi ihtiyaçlarının nasıl karşılanacağı sorularına cevap vermemektedir. Almanya’da 2300’den fazla cami ve mescit var, denmektedir. Bu camilerin imamsız kalması mümkün olmayacağı gibi, cemaatin her halükarda bir imam tayin edeceği kuşkusuz. Ayrıca İslam din dersi uygulamalarında din bilgisi öğretmenlerine ihtiyaç vardır. Bu ihtiyaçlar nereden ve hangi kurumlardan karşılanacaktır?
Almanya dahil, Avrupa ülkeleri Müslüman toplulukların da kabul edebileceği meşruiyeti haiz imam, vaiz, eğitmen, manevi danışman vb yetiştirerek fakülte, enstitü ve merkezler kurmamıştır. Türkiye özel örneğinde de olduğu gibi iki ülke (Türkiye-Almanya) arasında ortak olarak kurulmuş bir kurum veya başlatılmış bir program da henüz görünmemektedir. Ama ihtiyaçlar da gün geçtikçe büyümektedir.
Avrupa farkında değil
Almanya’da Protestan ve Katolik olmak üzere toplam kırk ilahiyat fakültesi bulunmaktadır. Bu noktada Almanya’da niçin bir İslam ilahiyatı fakültesi kurulmadı veya kurulamadı sorusunu sormak yerinde olacaktır. Yukarıda işaret edilen ihtiyaçları karşılayacak insan kaynaklarını yetiştirecek bir fakülte veya programın kurulamayışının nedeni siyasi mi, hukuki mi, bir talebin veya yeterli bilgi birikiminin olmayışı mı, Müslüman toplulukların isteksizliği ve muhalefeti midir? Yoksa hepsinin etkisinden bahsedilebilir mi? Alman devletinin sözü edilen ihtiyaçları karşılayabilecek kurumsal bir girişimde bulunmayışı, Türkleri çözüm arayışı içinde geldikleri ülkeye, Türkiye’ye yöneltmiştir.
Ayrıca yıllardır Almanya’da etkinlikler sürdüren Diyanet de bu eksikliği görmüş ve din alanındaki temel insan kaynağı ihtiyacının karşılanmasına yönelik kurumsal oluşumların ve uzmanlık programlarının hayata geçirilmesi gerektiği fikrine ulaşmıştır. Türkiye, ilahiyat eğitimi alanında önemli bir deneyim kazandığı için, Diyanet, bu deneyimden yararlanarak Avrupa’da yaşayan Türkiye kökenli toplulukların dini ihtiyaçlarının yani imam, vaiz ve din dersi öğretmeni vb ihtiyacının karşılanabilmesi amacıyla, Uluslararası İlahiyat Programı başlatılması için girişimde bulunmuş ve
Yükseköğretim Kurulu kararıyla
Ankara Üniversitesi (2006/7) ve Marmara Üniversitesi (2007/8) İlahiyat Fakülteleri bünyelerinde iki program başlatılmıştır. Bu programlara sadece yurt dışındaki bir ülke vatandaşı olan Türkiye kökenli öğrenciler kabul edilmekte olup Türkçe eğitim verilmekte, bazı dersler ise batı dillerinde yürütülmeye çalışılmaktadır. Bu yıl itibariyle her iki üniversitede Uluslararası İlahiyat Programı’na kayıtlı öğrenci sayısı toplam 140 olup bunların yüzde 60’ı kız, yüzde 40’ise erkek öğrencidir.
Uluslararası İlahiyat Program’ını bitiren öğrenciler, ülkelerine döndüklerinde din hizmetlerinin Almanca verilmesinde önemli roller üstlenebilecektir. Mezunlar, sadece Türk toplumuna değil, diğer etnik gruplardan müteşekkil Müslüman gruplara da benzer hizmetleri Almanca sunacaklardır.
Dolayısıyla hizmet ve istihdam alanları sadece Türklerle sınırlı kalmayacaktır. Bu nedenle, söz konusu programların güçlendirilmesi yararlı olacaktır. Türkiye-Almanya arasındaki ilişkilerin gelişmesine, İslam konusunda daha yapıcı görüş ve bilgi alışverişine katkıda bulunabilecek bu programların, iki ülke arasında öğrenci ve öğretim üyesi değişimi programları ile zenginleştirilmesi, Almanya’daki Türk ve diğer Müslümanların ihtiyaçlarını da göz önünde bulundurarak, müfredat programlarında gerektiğinde değişiklik yapılması düşünülebilir.
Rasyonel müzakereler, yapısal değişim ve hukuki düzenlemelere ilişkin siyasi kararlılık sorunların çözümü için yeni açılımlar üretecektir. Bu bağlamda Türk ve Alman hükümetleri arasında varılan bir mutabakat gereğince, Türkiye’de kuruluş çalışmaları son aşamaya gelen Türk-Alman Üniversitesi bünyesinde, her iki tarafta güven duygusunu güçlendirebilecek Almanca eğitim veren bir ilahiyat fakültesi kurulması üzerinde düşünülmelidir.
Açık Görüş - 9 Ağustos 2009 Pazar
40 Hıristiyan ‘İlahiyat Fakültesi’ var
Almanya’da laiklik anlayışının, din ve devlet ilişkilerinde bir gerilime neden olmadığı, din ve devlet ilişkilerinin ayrıldığı ama devletin dine sırt çevirmediği bir sistemin varlığına işaret ediyor. Almanya’daki kırk ilahiyat fakültesinin yirmi biri Katolik Kilisesine bağlı. On ikisi devlet okulu, dokuzu ise cemaatine ait özel okul. Protestan Kilisesine bağlı 19 ilahiyat fakültesi ve üç yüksek okul mevcut. Katolik ve Protestan ilahiyat fakültelerinde 22 bin öğrenci kayıtlı. İlgili mezhep kiliselerinin onayıyla öğretim üyesi atanabilen bu fakültelerin tüm eğitim-öğretim giderleri devlet bütçesinden karşılanmakta ve bu durumun laiklik anlayışı ile çelişmediği görülmektedir.
Buna karşın, İsmail Kara’nın deyimiyle, Türkiye’deki ilahiyat fakültelerinin siyasi bir proje olarak hayata geçirildiği, müfredatından öğretim üyesi atamasına kadar devlet erki ve siyasi iradenin etkisi altında şekillendiği söylenebilir. Bu bağlamda Almanya’da kırk ilahiyat fakültesi olmasına ve İslamiyet’in artık bir Alman dini olduğu belirtilmesine karşın, yükseköğretim düzeyinde ülkedeki Müslüman topluluğun ihtiyaçlarını gidermeye yönelik bir kurumun olmadığı ve yakın zamanda da İslam ilahiyat fakültesi açılmasının söz konusu olmadığı ifade edildi.
Din bir kimlik referansı
Türk-Alman ilişkilerinde, Almanya’da yaşayan Türkler ve İslam konusu önemli bir yer tutmaktadır. İki ülke ilişkilerinde kaçınılmaz olarak gündeme gelen müzakere alanlarından biri de, kuşkusuz bu ülkede yaşayan Türklerin çoğunluğunun mensup olduğu İslamiyet çerçevesindeki oluşumlar, kurumsallaşmalar ve gelişmelerdir. Dindarlık düzeyleri ne olursa olsun, Almanya’daki Türkler arasında İslam önemli bir kimlik referansı olarak karşımıza çıkmakta ve dini eğitim, öğretim, ibadet ve benzeri alanlarda Türk topluluğun talepleri olduğu görülmektedir.
Okullarda İslam din eğitiminden, cami ve kültür merkezi inşasına, mezarlık yeri temininden helal gıda imalatı ve kurban kesim yerlerinin sağlanmasına kadar uzanan taleplerin muhatabı, Almanya’ya göçün başlangıcından itibaren devlet olmuştur. Sosyal refah devletinin talepleri makul ölçülerde karşılaması, yasal düzenlemeleri gerçekleştirmesi ve finans desteği sağlaması beklenmiştir. Almanya’daki Türklerin resmi makamlardan taleplerinin ilk dönemlerde düzenli ve organize bir devamlılık gösterdiğini söyleyemeyiz zira devletten talep etmenin yolunu, yönte m ve araçlarını bilen donanımlı bir topluluk henüz oluşmamıştı.
İhtiyaç ve zaruret
Modern devlet ve toplumlar bugün daha iyi anlaşılan bir yanılgıya düşmüşlerdir. Toplumlar modernleştikçe dinin toplumsal etkisini kaybedeceği, birey ve gruplar üzerindeki etkisini yitireceği beklentisi vardı. Bu, Batı Avrupa ülkeleri için geçerli olabilirdi. Ancak Batı dışı toplumlar söz konusu olduğunda, modernleşme süreçlerinin, dinin ne sosyal ve kültürel alanda ne de gündelik hayattaki etkisini ortadan kaldırmamıştır. Avrupa/Batı merkezli yaklaşım, sosyolojik bir gözlem hatasına neden olmuş ve dinin modern toplumlardaki öneminin ihmal edilmesine neden olmuştur.
Yukarıdaki varsayım ve beklenti üzerine kurulan siyaset ise, kendisinden beklenen taleplerin karşılanmasında yeterince başarılı olamamıştır. Bu pencereden bakıldığında, Almanya’daki Türklerin dini ve manevi ihtiyaçlarının da yerel ve ulusal otoritelerce yeterince anlaşılamadığını söylemek mümkündür. Almanya’daki Türkler için dinin hem kültürel kimlik kaynağı hem gündelik hayatın önemli unsurlarından biri olduğunu kavrama güçlüğü, söz konusu talep ve beklentilerin tatmin edici biçimde karşılanamamasının ana kaynakları arasında yer almaktadır. Eğer Almanya’daki Türk toplumunun dini ihtiyaçlarına yönelik politikalar etkili olsaydı (tabi böyle politikalar izlendiyse) bugün karşılaştığımız ve tartıştığımız sorunların çoğu çözülmüş olacaktı.
Almanya’da devlet, Türklerin dini aidiyet ve ihtiyaçları çerçevesinde bir program geliştirmeyince, topluluk kendi ihtiyaçlarını karşılama yolunu seçmiştir. Din işlerinin, bir inanç topluluğunun kendisine bırakılması kuşkusuz Almanya’daki din-devlet ilişkileri ve laiklik anlayışı ile de ilintilidir. Devlet, din ve inanç gruplarının kendi kendilerine organize olmalarını, kendi kurumlarını kendilerinin oluşturmalarını ve finansal desteği kendilerinin sağlamalarını tercih eden bir yapıyı daha demokratik ve laik bulmuş görünmektedir.
Diyanetin fonksiyonu
Bu nedenle Almanya’daki Türkler de sahip oldukları kaynaklar elverdikçe kendi ihtiyaçlarını gidermek için dernek, vakıf, kurs, cami ve eğitim kurumları oluşturma çabasına girmişler, sorunlarını çözemedikleri noktada zaman zaman Türk devletine ve Türkiye’deki dini gruplara müracaat ederek yardım alma girişiminde bulunmuşlardır.
Bu yazıda Almanya’daki Türklerin, söz konusu alanlardaki ihtiyaçların giderilmesi konusunda Diyanet ve ilahiyat fakültelerinin girişimlerini gözden geçireceğiz. Almanya’daki Türkler açısından, devletten din konusunda yardım, rehberlik, insan gücü ve finansal kaynak beklemek sorunlu bir duruş değildir çünkü Türkiye’deki din-devlet ilişkileri ve laiklik anlayışı bu yaklaşımı beslemektedir. Bunun bir sonucu ve ürünü olarak Diyanet, Almanya’daki Türk topluluğun dini ihtiyaçlarını karşılamak üzere bir dizi faaliyet yürütmektedir. Diyanet’in yürüttüğü faaliyetler bir devlet organı olması nedeniyle eleştiri konusu yapılmaktadır.
Din eğitmeni/öğretmeni gerekiyor
Ancak bu eleştiriler, Almanya’daki Türklerin imam, din bilgisi dersi öğretmeni ve manevi danışman gibi ihtiyaçlarının nasıl karşılanacağı sorularına cevap vermemektedir. Almanya’da 2300’den fazla cami ve mescit var, denmektedir. Bu camilerin imamsız kalması mümkün olmayacağı gibi, cemaatin her halükarda bir imam tayin edeceği kuşkusuz. Ayrıca İslam din dersi uygulamalarında din bilgisi öğretmenlerine ihtiyaç vardır. Bu ihtiyaçlar nereden ve hangi kurumlardan karşılanacaktır?
Almanya dahil, Avrupa ülkeleri Müslüman toplulukların da kabul edebileceği meşruiyeti haiz imam, vaiz, eğitmen, manevi danışman vb yetiştirerek fakülte, enstitü ve merkezler kurmamıştır. Türkiye özel örneğinde de olduğu gibi iki ülke (Türkiye-Almanya) arasında ortak olarak kurulmuş bir kurum veya başlatılmış bir program da henüz görünmemektedir. Ama ihtiyaçlar da gün geçtikçe büyümektedir.
Avrupa farkında değil
Almanya’da Protestan ve Katolik olmak üzere toplam kırk ilahiyat fakültesi bulunmaktadır. Bu noktada Almanya’da niçin bir İslam ilahiyatı fakültesi kurulmadı veya kurulamadı sorusunu sormak yerinde olacaktır. Yukarıda işaret edilen ihtiyaçları karşılayacak insan kaynaklarını yetiştirecek bir fakülte veya programın kurulamayışının nedeni siyasi mi, hukuki mi, bir talebin veya yeterli bilgi birikiminin olmayışı mı, Müslüman toplulukların isteksizliği ve muhalefeti midir? Yoksa hepsinin etkisinden bahsedilebilir mi? Alman devletinin sözü edilen ihtiyaçları karşılayabilecek kurumsal bir girişimde bulunmayışı, Türkleri çözüm arayışı içinde geldikleri ülkeye, Türkiye’ye yöneltmiştir.
Ayrıca yıllardır Almanya’da etkinlikler sürdüren Diyanet de bu eksikliği görmüş ve din alanındaki temel insan kaynağı ihtiyacının karşılanmasına yönelik kurumsal oluşumların ve uzmanlık programlarının hayata geçirilmesi gerektiği fikrine ulaşmıştır. Türkiye, ilahiyat eğitimi alanında önemli bir deneyim kazandığı için, Diyanet, bu deneyimden yararlanarak Avrupa’da yaşayan Türkiye kökenli toplulukların dini ihtiyaçlarının yani imam, vaiz ve din dersi öğretmeni vb ihtiyacının karşılanabilmesi amacıyla, Uluslararası İlahiyat Programı başlatılması için girişimde bulunmuş ve
Yükseköğretim Kurulu kararıyla
Ankara Üniversitesi (2006/7) ve Marmara Üniversitesi (2007/8) İlahiyat Fakülteleri bünyelerinde iki program başlatılmıştır. Bu programlara sadece yurt dışındaki bir ülke vatandaşı olan Türkiye kökenli öğrenciler kabul edilmekte olup Türkçe eğitim verilmekte, bazı dersler ise batı dillerinde yürütülmeye çalışılmaktadır. Bu yıl itibariyle her iki üniversitede Uluslararası İlahiyat Programı’na kayıtlı öğrenci sayısı toplam 140 olup bunların yüzde 60’ı kız, yüzde 40’ise erkek öğrencidir.
Uluslararası İlahiyat Program’ını bitiren öğrenciler, ülkelerine döndüklerinde din hizmetlerinin Almanca verilmesinde önemli roller üstlenebilecektir. Mezunlar, sadece Türk toplumuna değil, diğer etnik gruplardan müteşekkil Müslüman gruplara da benzer hizmetleri Almanca sunacaklardır.
Dolayısıyla hizmet ve istihdam alanları sadece Türklerle sınırlı kalmayacaktır. Bu nedenle, söz konusu programların güçlendirilmesi yararlı olacaktır. Türkiye-Almanya arasındaki ilişkilerin gelişmesine, İslam konusunda daha yapıcı görüş ve bilgi alışverişine katkıda bulunabilecek bu programların, iki ülke arasında öğrenci ve öğretim üyesi değişimi programları ile zenginleştirilmesi, Almanya’daki Türk ve diğer Müslümanların ihtiyaçlarını da göz önünde bulundurarak, müfredat programlarında gerektiğinde değişiklik yapılması düşünülebilir.
Rasyonel müzakereler, yapısal değişim ve hukuki düzenlemelere ilişkin siyasi kararlılık sorunların çözümü için yeni açılımlar üretecektir. Bu bağlamda Türk ve Alman hükümetleri arasında varılan bir mutabakat gereğince, Türkiye’de kuruluş çalışmaları son aşamaya gelen Türk-Alman Üniversitesi bünyesinde, her iki tarafta güven duygusunu güçlendirebilecek Almanca eğitim veren bir ilahiyat fakültesi kurulması üzerinde düşünülmelidir.
Açık Görüş - 9 Ağustos 2009 Pazar
Çözüm AB sürecini hızlandırmakta...
Türkiye'nin AB üyeliği açısından yeni fırsatlar doğurabilecek gelişmeler olmasına karşın, bu konu hâlâ gündemin en alt sıralarında yer alıyor. Örneğin 1 Temmuz tarihi itibarıyla Türkiye'nin üyelik müzakerelerinde ilerleme sağlanmasına katkı vereceğini ilan eden İsveç, Avrupa Birliği dönem başkanlığını devraldı.
Türkiye gündemini, hükümeti devirme ve darbe planları, devlet içindeki bazı gizli yapılanmaların girişimleri ve ordu-siyaset ilişkisi esir etmiş olmalı ki; AB bir yana, küresel ekonomik krizin ülkemize etkileri bile ciddi tartışma konusu olmuyor. İşte tam da bu nedenle AB sürecine daha sıkı sarılmak gerekiyor. Artık bir devlet politikası haline gelmiş olan AB'ye üyelik projesinin iç politika krizleri ile gölgelenmesini ve ertelenmesine izin verilmemeli çünkü bugünlerde tartıştığımız sorunların çözümü, saydamlık, hesap verebilirlik, asker-sivil ilişkilerinin normalleşmesi ve atanmışların değil seçilmişlerin gerçek iktidarının kurulmasından, yani AB üyeliğinin kazanımlarından geçiyor. Tam üyelikle birlikte bugün bütün toplumsal kesimlerin enerjisini tüketen konuları tartışmaktan öte, sosyal refahın artırılması, eğitim ve sağlık hizmetlerinin geliştirilmesi gibi günlük hayata dokunan meseleleri tartışıyor olacağız.
AB SÜRECİ, İÇ POLİTİKANIN TUTSAĞI OLDU
Hem dışarıdan hem de içeriden bakıldığında Türkiye'de sık sık dile getirilen konulardan birinin, Avrupa Birliği üyelik müzakerelerinde yeterince mesafe kat edilemediği, hükümetin, üyelik çerçevesinde gereken reformların yapılması konusunda ayak sürüdüğü ve süreci yavaşlattığı konusu olduğunu görüyoruz. Kısmen haklılık payı olan bu görüşü savunanlar daha kaygılı bir tonlamayla "Avrupa Birliği projesi rafa mı kaldırıldı?" sorusunu soruyor haklı olarak.
Tam üyelik müzakerelerinin başladığı dönemle karşılaştırıldığında bugün görülen heyecan kaybı, üyelik çerçevesinde gereken reformların yapılması konusunda hükümetin ayak sürüdüğü görüntüsü veriyor. Ancak derinlemesine yapılan bir analiz, Avrupa Birliği üyelik treninin yoluna yavaş da olsa devam ettiğini ve yakın gelecekte ivme kazanacağını gösteriyor. AB üyelik süreci, ne yazık ki iç politikadaki kriz ve sorunların gölgesinde kaldığı için siyaset, medya, sivil toplum ve aydınların gündeminde çoğu kez ilk üç sıraya bile giremiyor.
2002'de iktidara gelen AK Parti'nin AB'ye tam üyelik yolunda iyi bir miras devraldığını, süreci hızlandırmak için gereken zemini hazır bulduğunu söyleyebiliriz. Devraldığı mirası reformlarla güçlendiren Türkiye, 2005 Ekim ayında tam üyelik müzakerelerine başlama hakkı elde etti. AK Parti, 2002-2005 arasında çok aktif bir AB üyelik politikası izledi ve birbiri ardına gerçekleştirdiği reformların sonucunda elde edilen tam üyelik müzakerelerine başlama heyecanı ile 2006 yılında da iyi bir mesafe kat etti. Ancak cumhurbaşkanlığı seçimlerine ilişkin tartışmalarla başlayan iç politikadaki sürtüşmeler AB, demokratikleşme, normalleşme ve hukuk devleti konularını gündemden düşürüverdi. Cumhurbaşkanlığı seçimleri, 2007 Nisan ayında Genelkurmay Başkanlığı sitesinde yayınlanan e-bildiri ile neredeyse tek gündem konusu olarak kamuoyunu meşgul etti ve hem iktidar hem de muhalefet partilerinin, yaklaşan genel seçimlere odaklanmalarıyla birlikte AB üyelik sürecine ilişkin girişimler ihmale uğradı. AB üyelik sürecini olumsuz etkileyen en belirgin etkenlerden biri Silahlı Kuvvetler'in e-muhtırası ise bir diğeri de muhalefet partilerinin AB sürecine destek vermemeleri, hükümeti teşvik etmemeleri ve hatta bu konuda uyarıda bile bulunmamaları olmuştur. Bu nedenle AB üyelik sürecindeki hız kaybında, iktidar kadar onu denetlemekle görevli muhalefetin de payı olduğu söylenebilir.
Bugün gelinen noktada, AB üyelik sürecinin Türkiye'ye getirdiği en önemli kazanım, demokrasinin güçlenmesine, özgürlük alanlarının genişlemesine, askerî vesayetin kaldırılmasına ve asker-sivil ilişkilerinin normalleştirilmesine yönelik toplumsal isteğin artışı olmuştur. Ne var ki, toplumsal taleplere rağmen reformlarda beklenen hedeflere ulaşılamamış ve iç politikanın ezici gücü AB üyelik sürecinin hız kesmesine neden olmuştur. 2007 genel seçimlerinde tekrar iktidara gelen AK Parti, bu kez de kapatılma tehlikesi ile karşı karşıya kalmış, kurumsal varlığını koruma çabaları içinde AB konusu yine istenilen düzeyde takip edilmemiştir.
KABİNE REVİZYONU, SİYASÎ DESTEĞİN GÖSTERGESİ
2009 yerel seçimleri sonrası gerçekleşen kabine revizyonu, Egemen Bağış'ın, başmüzakereci devlet bakanı olarak atanması, yani bütünüyle bu projeyi takip edecek birinin belirlenmesi, AB üyelik sürecini olumlu etkileyecek bir gelişmedir. Öte yandan siyasî kişiliğinden çok bilge kişiliği ve felsefî müktesebatı ile tanınan ve bu özellikleri ile siyasete yeni bir derinlik ve içerik kazandıran Bakan Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu'nun dışişleri bakanı olur olmaz, AB projesinden geri dönülmeyeceğini, hatta Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Türkiye aleyhtarı görüşleri savunan Hıristiyan Demokratlar ve diğer sağ eğilimli partilerin kazançlı çıkmasına rağmen üyelik müzakerelerinden geri atılmayacağını belirtmiş olması, AB üyeliğine verilen siyasî desteği bir kez daha teyit etmiştir.
Darbe girişimlerinin belgelendiği, devlet içinde gizli yapılanmaların gün yüzüne çıktığı, hukuk devleti nosyonunun zedelendiği, Silahlı Kuvvetler üzerinden seçimle iş başına gelen iktidara yönelik yıpratma çabalarının arttığı şu günlerde, AB üyelik sürecinin tekrar gündeme alınması ve hızlandırılması, Türk demokrasisi açısından hayatî önem taşımaktadır. İktidar, muhalefet, medya, üniversite ve sivil toplumun el ele vererek artık bir devlet politikası sayılan AB üyelik projesini iç politikanın sığ tartışmalarının gölgesinden kurtarması ve hak ettiği yere oturtması gerekiyor. Hükümet, bu noktada Türkiye'nin AB üyeliğine sıcak bakan İsveç'in dönem başkanlığını iyi değerlendirmeli ve bütün kaynakları mobilize etmelidir.
Türkiye gündemini, hükümeti devirme ve darbe planları, devlet içindeki bazı gizli yapılanmaların girişimleri ve ordu-siyaset ilişkisi esir etmiş olmalı ki; AB bir yana, küresel ekonomik krizin ülkemize etkileri bile ciddi tartışma konusu olmuyor. İşte tam da bu nedenle AB sürecine daha sıkı sarılmak gerekiyor. Artık bir devlet politikası haline gelmiş olan AB'ye üyelik projesinin iç politika krizleri ile gölgelenmesini ve ertelenmesine izin verilmemeli çünkü bugünlerde tartıştığımız sorunların çözümü, saydamlık, hesap verebilirlik, asker-sivil ilişkilerinin normalleşmesi ve atanmışların değil seçilmişlerin gerçek iktidarının kurulmasından, yani AB üyeliğinin kazanımlarından geçiyor. Tam üyelikle birlikte bugün bütün toplumsal kesimlerin enerjisini tüketen konuları tartışmaktan öte, sosyal refahın artırılması, eğitim ve sağlık hizmetlerinin geliştirilmesi gibi günlük hayata dokunan meseleleri tartışıyor olacağız.
AB SÜRECİ, İÇ POLİTİKANIN TUTSAĞI OLDU
Hem dışarıdan hem de içeriden bakıldığında Türkiye'de sık sık dile getirilen konulardan birinin, Avrupa Birliği üyelik müzakerelerinde yeterince mesafe kat edilemediği, hükümetin, üyelik çerçevesinde gereken reformların yapılması konusunda ayak sürüdüğü ve süreci yavaşlattığı konusu olduğunu görüyoruz. Kısmen haklılık payı olan bu görüşü savunanlar daha kaygılı bir tonlamayla "Avrupa Birliği projesi rafa mı kaldırıldı?" sorusunu soruyor haklı olarak.
Tam üyelik müzakerelerinin başladığı dönemle karşılaştırıldığında bugün görülen heyecan kaybı, üyelik çerçevesinde gereken reformların yapılması konusunda hükümetin ayak sürüdüğü görüntüsü veriyor. Ancak derinlemesine yapılan bir analiz, Avrupa Birliği üyelik treninin yoluna yavaş da olsa devam ettiğini ve yakın gelecekte ivme kazanacağını gösteriyor. AB üyelik süreci, ne yazık ki iç politikadaki kriz ve sorunların gölgesinde kaldığı için siyaset, medya, sivil toplum ve aydınların gündeminde çoğu kez ilk üç sıraya bile giremiyor.
2002'de iktidara gelen AK Parti'nin AB'ye tam üyelik yolunda iyi bir miras devraldığını, süreci hızlandırmak için gereken zemini hazır bulduğunu söyleyebiliriz. Devraldığı mirası reformlarla güçlendiren Türkiye, 2005 Ekim ayında tam üyelik müzakerelerine başlama hakkı elde etti. AK Parti, 2002-2005 arasında çok aktif bir AB üyelik politikası izledi ve birbiri ardına gerçekleştirdiği reformların sonucunda elde edilen tam üyelik müzakerelerine başlama heyecanı ile 2006 yılında da iyi bir mesafe kat etti. Ancak cumhurbaşkanlığı seçimlerine ilişkin tartışmalarla başlayan iç politikadaki sürtüşmeler AB, demokratikleşme, normalleşme ve hukuk devleti konularını gündemden düşürüverdi. Cumhurbaşkanlığı seçimleri, 2007 Nisan ayında Genelkurmay Başkanlığı sitesinde yayınlanan e-bildiri ile neredeyse tek gündem konusu olarak kamuoyunu meşgul etti ve hem iktidar hem de muhalefet partilerinin, yaklaşan genel seçimlere odaklanmalarıyla birlikte AB üyelik sürecine ilişkin girişimler ihmale uğradı. AB üyelik sürecini olumsuz etkileyen en belirgin etkenlerden biri Silahlı Kuvvetler'in e-muhtırası ise bir diğeri de muhalefet partilerinin AB sürecine destek vermemeleri, hükümeti teşvik etmemeleri ve hatta bu konuda uyarıda bile bulunmamaları olmuştur. Bu nedenle AB üyelik sürecindeki hız kaybında, iktidar kadar onu denetlemekle görevli muhalefetin de payı olduğu söylenebilir.
Bugün gelinen noktada, AB üyelik sürecinin Türkiye'ye getirdiği en önemli kazanım, demokrasinin güçlenmesine, özgürlük alanlarının genişlemesine, askerî vesayetin kaldırılmasına ve asker-sivil ilişkilerinin normalleştirilmesine yönelik toplumsal isteğin artışı olmuştur. Ne var ki, toplumsal taleplere rağmen reformlarda beklenen hedeflere ulaşılamamış ve iç politikanın ezici gücü AB üyelik sürecinin hız kesmesine neden olmuştur. 2007 genel seçimlerinde tekrar iktidara gelen AK Parti, bu kez de kapatılma tehlikesi ile karşı karşıya kalmış, kurumsal varlığını koruma çabaları içinde AB konusu yine istenilen düzeyde takip edilmemiştir.
KABİNE REVİZYONU, SİYASÎ DESTEĞİN GÖSTERGESİ
2009 yerel seçimleri sonrası gerçekleşen kabine revizyonu, Egemen Bağış'ın, başmüzakereci devlet bakanı olarak atanması, yani bütünüyle bu projeyi takip edecek birinin belirlenmesi, AB üyelik sürecini olumlu etkileyecek bir gelişmedir. Öte yandan siyasî kişiliğinden çok bilge kişiliği ve felsefî müktesebatı ile tanınan ve bu özellikleri ile siyasete yeni bir derinlik ve içerik kazandıran Bakan Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu'nun dışişleri bakanı olur olmaz, AB projesinden geri dönülmeyeceğini, hatta Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Türkiye aleyhtarı görüşleri savunan Hıristiyan Demokratlar ve diğer sağ eğilimli partilerin kazançlı çıkmasına rağmen üyelik müzakerelerinden geri atılmayacağını belirtmiş olması, AB üyeliğine verilen siyasî desteği bir kez daha teyit etmiştir.
Darbe girişimlerinin belgelendiği, devlet içinde gizli yapılanmaların gün yüzüne çıktığı, hukuk devleti nosyonunun zedelendiği, Silahlı Kuvvetler üzerinden seçimle iş başına gelen iktidara yönelik yıpratma çabalarının arttığı şu günlerde, AB üyelik sürecinin tekrar gündeme alınması ve hızlandırılması, Türk demokrasisi açısından hayatî önem taşımaktadır. İktidar, muhalefet, medya, üniversite ve sivil toplumun el ele vererek artık bir devlet politikası sayılan AB üyelik projesini iç politikanın sığ tartışmalarının gölgesinden kurtarması ve hak ettiği yere oturtması gerekiyor. Hükümet, bu noktada Türkiye'nin AB üyeliğine sıcak bakan İsveç'in dönem başkanlığını iyi değerlendirmeli ve bütün kaynakları mobilize etmelidir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Endonezya’da yeni hükümetin öncelikleri hangi konular?
Nüfus bakımından dünyanın en büyük dördüncü ülkesi olan Endonezya, 280 milyonluk nüfusu ile en büyük İslam ülkesi. G20 üyesi olan Endonezya ...
-
Prof. Dr. Talip Küçükcan Yükseköğretim bütün ülkeler için stratejik bir alan ve önemli bir ekonomik sektör. Üniversiteler nitelikli insan ...
-
Türkiye ve Endonezya arasındaki ikili ilişkiler olumlu ilerliyor. İki ülke arasında 2022 yılında Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi ...
-
Prof. Dr. Talip Küçükcan Endonezya Küreselleşme diye tanımladığımız olgu, soyut anlamda fiziki sınırları aşan bir hareketlilikle devam e...