6 Nisan 2011 Çarşamba

Demokratik bir üniversite için YÖK reformu şart

Demokratik bir üniversite için YÖK reformu şart
Türkiye gerek ekonomide, gerek dış politikada hızla büyüyor ve gelişiyor. Ancak ülkemize mahsus kemikleşmiş bazı meseleler Türkiye’deki demokratikleşme ve dünyaya entegre olma sürecinin önünde büyük bir engel olarak duruyor. Üniversite meselesi bu sorunlardan biri ve belki de en büyüğü. Türkiye’deki yükseköğretim sistemiyle ilgili önemli çalışmaları olan, Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi ve YÖK Başkan Danışmanı Prof. Dr. Talip Küçükcan’la öğrenci affını ve Türkiye’deki üniversitelerin durumunu değerlendirdik.
Prof. Dr. Talip Küçükcan:
Mostar: Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde “torba yasa” olarak nitelendirilen yasa tasarısı görüşüldü ve kabul edildi. “Torba yasa”nın içerisinde üniversite affına ilişkin maddeler de bulunuyor. Bu maddelerin kapsamı ile ilgili ne düşünüyorsunuz?
Talip Küçükcan: Öncelikle bu değişiklikle beraber hangi sebeple atılmış olursa olsun üniversitelerden atılan öğrencilere af geliyor. Bu afla birlikte üniversitelerle ilişiği kesilmiş öğrenciler geri gelecek. Aslında af yeni bir mesele değil. Türkiye’de tıpkı zaman zaman vergiye ilişkin meselelerde af çıktığı gibi üniversiteden herhangi bir nedenle uzaklaştırılmış öğrencilere ilişkin de af çıkabiliyor. Ancak mevcut proje şimdiye kadar yapılan çalışmaların en kapsamlısı olacak. Affın hem pozitif hem de negatif tarafları var. Üniversitelerden uzaklaştırılan öğrencilere yönelik yapılan herhangi bir ön çalışma olmadığı için afla geri dönecek kaç kişinin olduğunu bilmiyoruz. Zannedildiğinden çok daha fazla sayıda insan üniversitelere geri dönebilir. Son dönemde üniversitelerin kontenjanları artırıldı ve şu an üniversitelerimiz fizikî alan kullanımı olarak neredeyse doyum noktasına geldi. Artık hangi bölüme giderseniz gidin sınıflar tam kapasite çalışmaya başladı. Daha önce kontenjan artırımına kadar üniversitelerimizin birçoğu fiziksel olarak yeterli imkânları olmasına rağmen kapasitelerinin altında çalışıyordu ve yeteri kadar öğrenci alınmıyordu. YÖK şimdiye kadar yapılmayan bir iş yaptı ve kontenjanları artırdı. Af meselesi de bu kontenjan artırımı ile ilintili bir şey aslında. Ne kadar öğrencinin geri geleceği de bilinmediği için tam kapasite çalışan üniversitelerde yeni durumla ortaya çıkacak öğrenci sayısı eğitimi biraz zorlaştırabilir.
Mostar: Türkiye’de yeni açılan çok üniversite var. Onlar böyle bir sorun yaşamayacaklar herhalde?
Talip Küçükcan: Bahsettiğim sorun zaten büyük üniversitelerle ilgili. Yeni üniversitelerde böyle bir sorun elbette yaşanmaz. Afla ilgili olumsuz yönlerden biri bu. Özellikle yüksek lisans ve doktora öğrencileri için daha da farklı bir durum söz konusu. Bu öğrencilerin danışmanlara ihtiyaçları var. Yüksek lisansta ve doktorada iyi bir danışmanlık sistemi gerekiyor. Danışman hocalarla öğrenciler düzgün bir diyalog geliştiremezlerse ortaya çıkan çalışmalar çok kapsamlı olmuyor. Bununla ilgili de bir sıkıntı ortaya çıkabilir. Zaten mevcut sistemde ciddi bir danışmanlık sistemi problemi var. Afla birlikte bu problemin de artabileceğini düşünüyorum. Affın olumlu yönleri de var. Türkiye OECD ülkeleri içerisinde 20-25 yaş grubu arasında yüksek öğretime erişimi en düşük düzeyde olan ülkelerin başında geliyor. Bu durum bizim için ciddi bir problem aslında. Çünkü üniversite eğitimi ile gelişmişlik düzeyi arasında paralellikler var. Bir ülkede üniversite mezunu insan sayısı ne kadar fazlaysa, gelişmişlik de o oranda fazla oluyor. Bu ülkenin siyasetine, ekonomisine, üretimine, yönetimine yansıyor. Uzun vadede de ülkenin kalkınmışlığını olumlu yönde etkiliyor. Bu açıdan baktığımızda üniversitelerle herhangi bir şekilde ilişiği kesilmiş kişilerin yeniden kazanılmasının olumlu bir gelişme olduğunu söylememiz gerekir. Çünkü bunlar aslında yarıda bıraktıkları bir projeyi sürdürme imkânına kavuşmuş olacaklar. Sonra üniversiteden başörtüsü nedeniyle ya da farklı mülahazalardan dolayı uzaklaştırılan bayanlar vardı. Onlara tekrar şans verilmesi çok anlamlı. Kanaatime göre en anlamlı yönü de bu. Şimdiye kadar haksız yere üniversiteden uzaklaştırılan ya da anayasal hak olduğu halde üniversiteye girmesi engellenen insanlar tekrar bu hakkı elde edecekler. Türkiye’ye yakışan da bu.

BAŞÖRTÜSÜ MESELESİ SÜREÇ İÇERİSİNDE ÇÖZÜLECEK
Mostar: Başörtüsü meselesine ilişkin yaşananlarla tekrar karşı karşıya kalabiliriz. Çünkü hâlâ bazı üniversitelere başörtüsü ile girmek yasak.
Talip Küçükcan: Bu bir süreç olarak algılanmalı. Türkiye’de üniversitelerimizde bu çağdışı uygulama devam ediyor. Ancak altını çizerek söylemek istiyorum dünyanın hiçbir ülkesinde insanların okuma hakları kılık kıyafetinden dolayı elinden alınamaz. Tam tersi üniversitelerde insanların inançlarını yaşayışa yani pratiğe dönüştürebilecekleri ortamlar sağlanır. Oxford’da, Cambridge’te, Harward’da, Princeton’ta, Sorbonne’da da benzer uygulamalar görürsünüz. Ne bireysel olarak hiçbir hoca, ne de kurumsal olarak hiçbir üniversite bir öğrencinin okuma hakkını elinden almaz. Tam tersine teşvik eder. Ancak maalesef Türkiye’de bugüne kadar tam tersi bir politika güdüldü ve üniversiteye giden öğrencilerin bu hakları ellerinden alındı. Şimdi geri veriliyor ve öğrenciler geç de olsa haklarına kavuşmuş olacaklar. Bu yasağın doğurduğu bir travma vardı. Ve insanlar üzülerek söylüyorum ki bu travmayı atlatamadı. Afla ve yeni uygulamalarla birlikte yeni sorunların doğacağını düşünmüyorum. Çünkü problem tamamen uygulamadan kaynaklanıyordu. Aslına bakılırsa başörtüsü yasağı uygulamaya bakıldığında ortadan kalktı. Türkiye’de başörtüsünü yasaklayan hiçbir yasa yok zaten. Bu bir uygulama meselesiydi. YÖK’ün zamanında çıkardığı, 28 Şubat sürecinin de arkasında durduğu desteklediği hayali bir yasaktı. Altında herhangi bir yasal zemin yoktu. Yasağa karşı daha sonra çıkarılmaya çalışılan önlemler Danıştay’a, Anayasa Mahkemesi’ne götürüldü malumunuz. Orada hukuki bir zemin bulunmaya çalışıldı. Hiç kimse bugüne kadar TBMM’nin başörtüsüne ilişkin bir yasağının olduğunu göremez. Tam tersine TBMM iki kere mevcut yasaların değişmesine ilişkin girişimde bulundu. Anayasa’daki değişikliklerle eğitimin devam ettirilmesinin altı çizildi. Ancak buna rağmen Anayasa Mahkemesi bunun Türkiye’deki mevcut düzene aykırı olduğunu ve birer tehdit unsuru olduğunu iddia ederek bu değişiklikleri reddetti. Demokrasisi ister gelişmiş olsun, ister gelişmemiş olsun, isterse totaliter olsun dünyanın hiçbir ülkesinde böyle yasaklar görülmemiştir. Bunlar yalnızca Türkiye’ye özgü, utanç verici yasaklardı. Mevcut YÖK bir takım değişikliklerle bu anti-demokratik durumu ortadan kaldırmaya çalıştı. Görüldü ki aslında problem kurumsal uygulamalardan kaynaklanıyor. Üniversite yetkilileri bu uygulamadan vazgeçerse Türkiye’de başörtüsü meselesi gibi bir meselenin olacağını düşünmüyorum. Bireysel olarak kimi hocaların konuya ilişkin yorumları da olabilir. Ancak bunlar bireysel çabalardan öteye geçmez, üniversitenin kendisini bağlamaz. Yeni uygulamalar ve yasalarla başörtüsü meselesi çözülecektir.
ÜNİVERSİTEDEN ATILMA TÜRKİYE’YE HAS BİR UYGULAMA
Diğer ülkelerde durum nasıl peki? Türkiye’deki gibi üniversitelerden atılma diye bir uygulama var mı?
Mostar: Talip Küçükcan: Hem AB’de, hem ABD’de hem de dünyanın diğer pek çok yerinde “hayat boyu öğrenme” diye bir kavram var. Yani herhangi bir yaş ya da kıyafet sınırlaması olmaksızın insanlar istedikleri zaman üniversitelere geri dönebiliyorlar. Mesleklerini değiştirmek veya farklı entelektüel ilgilerini tatmin etmek istediklerinde üniversiteye dönebiliyorlar. Hatta bunlar için belirli kolaylıklar sağlanıyor. İnsanların belirli yaşlarda daha çalışkan olduğu, zihinlerinin daha açık ve imkânlarının daha müsait olduğu düşünülüyor. Ve okula dönmeleri için çeşitli kolaylıklar sağlanıyor. Türkiye’de de “hayat boyu öğrenme” meselesinin sahiplenilmesi gerekiyor.
Mostar: Af yasasıyla birlikte üniversitelerden ilişiği kesilme de kaldırılacak değil mi?
Talip Küçükcan: Evet, af yasası Cumhurbaşkanı tarafından onaylandıktan sonra artık üniversitelerden atılma diye bir durum söz konusu olmayacak. “O zaman insanlar üniversite eğitimini çok ciddiye almazlar” gibi bir eleştiri getiriliyor. Böyle bir durumun ortaya çıkma ihtimali çok düşük. Çünkü biliyorsunuz dünyanın çeşitli ülkelerinde üniversite eğitimi kredi usulüne göre yapılıyor. Öğrenciler almak zorunda oldukları krediden başarılı olurlarsa mezun oluyorlar. Kimisi 3 yılda bitiriyor, kimisi 5 yılda bitiriyor. Hayatın gerçekleri öğrencileri üniversiteyi zamanında hatta bir yıl önce bitirmeye zorluyor.
Mostar: Hiçbir öğrenci okulunu bilerek uzatmak istemez herhalde.
Talip Küçükcan: Evet, kimse bunu göze almak istemez. Üniversiteden atılmak da hiçbir şeyi çözmüyor. Üçüncü sınıfta iki dersten kaldı diye öğrencinin üniversite ile ilişiği kesiliyor. Öğrencilerin devlete olan maliyetlerini de düşündüğümüzde aslında ilişiği kesme devlete ciddi bir ekonomik külfet de getiriyor. Türkiye’nin böyle bir lüksü yok, dünyanın diğer ülkeleri de böyle bir lüksü uzunca bir süre önce kaldırmış ve demiş ki; “4 yılda bitirilmesi gereken üniversiteyi 8-9 yılda bitirirsen harç bedeli olarak biraz daha fazla ödemek durumundasın”. Bu da istisnai bir durum dediğiniz gibi. Öğrencinin okulu bitirememesinin çeşitli nedenleri olabilir. Hastalanmıştır, hem çalışıp hem okumak durumunda kalmıştır, konsantrasyon eksikliği yaşamıştır. Böyle bir durumda öğrenciyi üniversiteden uzaklaştırarak geleceğini karartmamak lazım. Rekabetin olduğu bir dünyada rasyonel insanlar üniversite eğitimini ekstra bir durum söz konusu olmadıkça 4 yıldan 8 yıla çıkarmaz. Bir de yeni uygulamayla gerçekleşecek olan harç bedelinin yükselmesiyle öğrenciler, uzattıkları her yıl için biraz daha fazla harç bedeli ödemek durumunda kalacaklar. Bu da öğrencileri tembellik yapmaktan alıkoyacak bir yaptırım bence. Türkiye’yi dünyanın diğer ülkeleriyle karşılaştırdığınızda üniversite sisteminde Türkiye’de bir gelişme olduğunu görürsünüz. En son 8 üniversitenin daha kurulması karalaştırıldı. Devlet ve vakıf üniversiteleri toplam 164 üniversiteye ulaştı. Bunların bir kısmı henüz eğitime başlamadı ama kurulma kararı alındı. İstanbul’da yaklaşık 40 üniversite var. Kimileri bu kadar üniversite fazla diyor. Hâlbuki ABD’de Boston’ın nüfusu 5-6 milyon ama 100’e yakın üniversite var. İstanbul’un nüfusu 20 milyona yakın ama 35-40 civarı üniversite var. Buna rağmen biz bu üniversitelerin çok olduğunu düşünüyoruz. İstanbul’un da dâhil olduğu Marmara Bölgesi Türkiye nüfusunun yüzde 60’ını oluşturuyor neredeyse, dolayısıyla bu bölgedeki üniversite sayısının çok olması gerekir. Tüm bunları düşündüğümüzde 164 üniversitenin sayıları az. Sayılarının artırılması lazım.
ASIL SORUN NİTELİKTE
Mostar: Üniversite mezunu bir sürü işsiz de var. Yeni üniversiteler açmak bunların sayısını da artırmayacak mı?
Talip Küçükcan: Olabilir ama bu gerekçe yeni üniversite açmamayı gerektirmez. İstihdam alanı açtığımızda işsizlere iş imkânı sağlayabiliriz. Bu iki durumu birbirinin zıddı gibi görmemek lazım.
Mostar: Bu kadar üniversite açmak eğitimin kalitesini ve bununla paralel olarak yetişmiş insan sayısını düşürmez mi? Herkesin kolay bir şekilde üniversiteye girebildiği ve mezun olduğu bir ortamda üniversite okumuş olmanın ayrıcalığı da ortadan kalkıyor sanki.
Talip Küçükcan: Asıl sorulması gereken de bu. Niceliği artırırken niteliği de artırmak durumundayız. Sayıyı artırırken kaliteyi de artırmak için ne yapmak gerekiyor? Böylesine kritik bir kararı alırken bu problemi hesaba katmalıyız. Türkiye’de yükseköğretimin geleceği ve sizin de belirttiğiniz gibi üniversite mezunu insanların kalifiye olup olmaması bu sorunun cevabında gizli. Bugüne kadar nicelik konusuna çok yoğunlaşılmadığı için nitelik konusuna da ciddi çalışmalar yapılmadı. Türkiye’deki yükseköğretim sistemini bekleyen en büyük risklerden biri kalite meselesi. Eğer Türkiye’deki üniversiteler kaliteyi sağlamadan ya da kaliteli eğitim, öğretim için neler yapmak gerektiğini gündemine almadan yola devam edecek olurlarsa çeşitli problemlerle karşılaşabilirler. O nedenle şu an YÖK bünyesinde bazı çalışmalar yapıldı. Türkiye’de üniversitelerin kalite güvence sisteminin kurulması çalışmaları devam ediyor. Dikkat edilmesi gereken konu şu: Kalite meselesi merkezî bir sistemle çözülecek bir problem değil. Kaliteli eğitimi sağlamak için üniversitelerin kendi bünyelerinde çalışmalar yapmaları gerekiyor. Kalite kültürü, üniversitelerin kendi bünyelerinde derinleştirmeleri, kökleştirmeleri gereken bir kültür.
Mostar: Batı Avrupa ve ABD’de kalite güvence ajansları gibi bazı merkezi kurumlar var.
Talip Küçükcan: Evet, ama orada yükü asıl taşıyan yine üniversitelerin kendi bünyelerinde kurdukları sistemler. Üniversiteler, hoca ya da öğrenci nasıl çalışmalı, nasıl üretmeli, buna ilişkin çalışmalar yapıyor. Kalite meselesini YÖK bir ajans kurarak ya da bir büro kurarak çözemez. Bu sorunu temel olarak çözecek en önemli girişimlerden biri bazı yetkilerin üniversitelere verilmesi. Mevcut YÖK 12 Eylül’ün mirası. Mesela 28 Şubat gibi dönemlerde YÖK yetkilerini çok aşarak demokratik yapıyı zedeleyecek, bu yapıya aykırı birçok işe imza attı. İşte bu gibi temel bazı sorunları çözmek için YÖK’ün bir kısım yetkilerini üniversite rektörlerine devretmesi, üniversite rektörlerinin de kendi yetkilerini üniversite bünyesinde bulunan bazı kurullara devretmesi gerekiyor.
Mostar: Türkiye’de üniversitelerin eğitim kalitesinin düşük olmasını neye bağlıyorsunuz?
Talip Küçükcan: Büyük üniversitelerimizde eğitimin seviyesi yükseldi. Türkiye’deki büyük üniversiteler eğitim kalitesine yönelik zaman içerisinde çeşitli çalışmalar yaptılar. Yeni kurulan ya da gelişmekte olan üniversitelerin kalite hususuna dikkat etmeleri gerekiyor. Geçmiş dönemlerde üniversiteler kendi alanlarına yoğunlaşmadıkları, aktif siyasette daha fazla söz sahibi olmaya çalıştıkları için kalite düştü. Üniversiteler siyasetle ilgilenmez diye bir şey söyleyemeyiz. İnsanların fikir ürettiği yerler olan üniversitelerin ülkenin meselelerine bigâne kalması mümkün değil. Üniversitelerin temel sorumluluklarından biri de bilgi üretmenin yanında toplumun temel sorunlarına ilişkin de fikir üretmeleri. Buradan baktığımızda üniversite-siyaset ilişkisi ister istemez kuruluyor. Fakat bu ilişki günübirlik politikalar üzerinden olmamalı. Parti politikalarının üzerinde, partiler üstü siyasetle üniversitenin münasebetinin olması gerekiyor. Buna siyasa dememiz daha doğru olur. Siyasa-üniversite ilişkisi mutlaka olmalı. Üniversite hocaları bu ülkenin aydınları. Aydınlara düşen ise vatandaşların dikkatini çekmeyen konularla ilgili halkın, kamuoyunun dikkatini çekmek, bu meseleleri onların gündemine taşımak.
Mostar: İfade ettiğiniz gibi üniversitelere ilişkin problemler bugüne kadar YÖK ve onun destekçisi kimi kişi ya da gruplar yüzünden çıktı. YÖK’e kendi konumunu da sorgulayan bir başkanın gelmesiyle yükseköğretime ilişkin ciddi işler yapılıyor. Mevcut durum üzerinden konuşacak olursak Türkiye’deki üniversitelerin geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Talip Küçükcan: Mevcut YÖK sistemiyle Türkiye’de üniversitelerin geleceğinin çok parlak olacağını söyleyemeyiz. Bu kişilerle ilgili bir durum değil. Bizzat YÖK’ün yapısına ilişkin bir mesele. YÖK’ün kuruluş amaçlarına ve yapılarına bakacak olursak üniversitelere ilişkin genel standartların oluşturulması bakımından merkezi bir sistem muhakkak gerekiyor. Ancak burada temel problem YÖK’ün yetkileri hususunda ortaya çıkıyor. Dünyanın hiçbir yerinde YÖK’ün sahip olduğu yetkilere sahip olan bir kurum yok. Bu kurumlar daha çok bölgesel ya da üniversitelerdeki çalışmaların desteklenmesi hususlarında ya da kalitenin artırılmasına yönelik çalışmalarda ortaya çıkıyorlar. Bugün Türkiye’de hem iktidar hem de muhalefet YÖK’ün çok ciddi şekilde reforme edilmesi gerektiğini düşünüyor. Ancak yalnızca YÖK’ün değil üniversitelerin de kendilerini reforme etmesi gerekiyor. Üniversiteler Türkiye’de polemik siyasetinden uzak durarak siyaset üstü çalışmalara destek vermeli. Üniversiteye verilen bütçeler kalem kalem olmaktan ziyade külli olarak verilmeli ve bütçeyi kullanma inisiyatifi rektörlere bırakılmalı. Sonra üniversite-sanayi işbirliği muhakkak geliştirilmeli. Bugün birçok sanayi kuruluşu kendi Ar-Ge’sini kuruyor. Bunun yerine sanayi kuruluşları üniversitelerin ürettiği bilimden istifade etmeli. Ancak bu yapılırken üniversiteler piyasa aracı haline getirilmemeli. Tüm bunlar gerçekleştiği zaman üniversitelerin Türkiye’nin her türlü ihtiyacına cevap veren, bilim üreten demokrasinin beşiği kurumlar olacağına inanıyorum.
Kimdir
Prof. Dr. Talip Küçükcan, Marmara Üniversitesi öğretim üyesi. Yüksek lisansını Londra Üniversitesi’nde, doktorasını Warwick Üniversitesi’nde sosyoloji ve etnik ilişkiler alanında yaptı. Aynı üniversitede iki yıl süre ile doktora sonrası araştırmalar yürüttü. İSAM’da araştırmacı olarak çalıştı. Küçükcan halen SETA'da Dış Politika Koordinatörlüğü görevini sürdürüyor. Prof. Küçükcan’ın Yükseköğretim’de Kalite Güvencesi, Türkiye’de Yükseköğretim: Karşılaştırmalı Bir Analiz, Deprem ve Din, Avrupa Birliği Ülkelerinde Din-Devlet İlişkisi gibi eserleri bulunuyor.
MOSTAR, 2011, Sayı 73

7 Mart 2011 Pazartesi

Turkey a Model for Islamic World insofar as It Changes

Public demands for structural change in North Africa and the Middle East has brought Turkey to the global stage within a new context. The course of developments in Muslim countries and the direction the Middle East in particular will pursue is the most important item on the international agenda.

Politicians and academics who discuss the topic in local and foreign media frequently mention Turkey as well. Questions like whether Turkey can serve as a model and be a source of inspiration for political and social change are asked. What experience does Turkey have? Which fields does it have the potential to impact? Can it contribute to change and transformation? How do the West and the Muslim world feel about Turkey’s role in the region? These are enlightening questions that Turkey should answer.


The Muslim world is not homogenous

The Muslim world encompasses a wide region. There are 57 Muslim countries that are members of the Organization of the Islamic Conference (OIC). Islam is a religion that has spread to almost every part of the world and has more than 1 billion followers. “Muslim society” is a broadly pluralistic one, but from the outside Muslims are perceived as homogenous. In light of historical experience and current facts, we can say there are different Islamic countries and different Islamic experiences spread across a broad region, from the Balkans to the Far East, from the Caucasus to Africa. When making an assessment about the Muslim world’s demand and quest for change, it is vital to keep this diversity in mind to avoid the mistake of undermining the demands, and to not produce a new Orientalist discourse.

The Muslim world can be divided into two general sections: countries that have experienced colonization and still suffer from its effects and countries that have not experienced colonization and can build their own futures. Islamic countries that suffered from colonialism faced big challenges during the establishment of their nation-state and when they declared their independence many failed to overcome crises in establishing an administration based on public support and the national will. It would be better to evaluate the events in Tunisia and Egypt in light of these historical experiences. Meanwhile, Turkey, which has not gone through such an experience, has managed to become a pivotal country in terms of consolidating civilian power, abolishing military tutelage, expanding religious freedoms, improving the economy and adopting a successful foreign policy despite a grueling journey towards democracy.

Several states were founded in the Middle East after the fall of the Ottoman Empire. When declaring their independence from colonialists and setting up their nation-states, they applied different models. Different models ranging from socialism to an Islamic state model, which aroused controversy, were tested, but the legitimacy problem lingered. Turkey stands out at this point because of its experience in institutionalizing political participation by adopting a multi-party system and in representing the public will in the legislative and executive branches, in other words in giving sovereignty to the people.

Turkey is a country that is able to understand the developments in the world better than most countries in the Muslim world. Other countries lagged behind in taking the initiatives that were taken in Turkey during the period of late Prime Minister Adnan Menderes and late President Turgut Özal, and accelerated during the term of Prime Minister Recep Tayyip Erdoğan. (Such initiatives include improvements in education and freedom of thought and expression, diversity of the media, the downsizing of government, the rise of new economic classes, the construction of a social state and the establishment of a balance between democracy and security.) These experiences in Turkey encouraged and empowered those demanding change in the Middle East, albeit implicitly. With the end of taking control of their futures, people have started demanding civilian administrations that rely on public will instead of one-man rules that last for many years. The very existence of Turkey played an empowering role in the change process underway in the region.


New Turkey breaking stereotypes of Orientalism

The Western perception of the Islamic world has always been problematic. It has been dominated by a very homogeneous essentialist approach and Orientalism has conceptualized and reinforced this point of view. The West started to reproduce biases and rigid views about Islam particularly after the 9/11 attacks. By constantly mentioning Islam and security issues together, the perception of Islam as a threat was created. The relationship that was established between Islam and radicalism made Islam seem like a threat and ultimately resulted in the occupation of some Islamic countries such as Afghanistan and Iraq. It was due to these security concerns that the demands of the Islamic world for change were ignored.

Their demands for political participation and wealth were suppressed on the grounds that they would bring radicals to the power. It is for this reason that concerns about radical and extremist groups coming to power in place of the current authoritarian regimes were highlighted during the developments in Tunisia and Egypt. Of course it is important to keep the masses separate from government administrations when speaking about Muslim countries. The people that are responsible for the negative views and stereotypes about the Muslim world today are not necessarily the general public in these Muslim countries but rather the political administration and movements that claim to be representing them. For example, in countries where there are human rights violations, religion, in other words Islam, is instantly blamed for them. In this respect, Turkey’s experience breaks these stereotypes; it affirms that a conservative party and its political cadre, which came to power in 2002, believes in democracy, and it shows the efforts of a predominantly Muslim country to integrate with the world and especially the EU. In other words, it shows that the basis of the political structure is not shaped according to religious beliefs and values but rather according to concepts like democracy, human rights, expansion of civilian control, transparency, and accountability. It is natural for this success story to serve as inspiration for the Muslim world. However, Turkey needs to accelerate efforts to make further progress -- in other words to improve the rule of law and democracy. It will be a new Turkey that will serve as inspiration for the Muslim world and set an example.


An example-setting New Turkey

Turkey has not been able to fully resolve its problems and confront its history. For example it has yet to resolve problems that disrupt the status quo such as religious freedom and the Kurdish issue. But with the transition to multi-party system, a process of normalization began. This process was occasionally stopped due to military interventions. Important steps were taken to address these problems. The political institution sometimes undertook serious endeavors to address them and other times turned a blind eye. We can say that it is relatively easier for Turkey, compared to other Muslim countries, to confront its problems. That is because in Turkey social demands are represented in politics. In countries where public participation in political affairs is limited and where the public will is not sufficiently represented in parliament, it becomes more painstaking and quite difficult to face and settle problems regarding issues like religion and democracy, religion and secularism and religious freedoms.

In Turkey, there is still a struggle going on between those who support the status quo and those who support change. On the one hand, there is a political attitude that is inclined to rely on military interventions, and even criticizes the army for not intervening in politics, and on the other hand a political mentality that, in contrast to the single-party period’s aim of creating a static political system, wants to establish a pluralistic legal and democratic system that is void of tutelage. The experience that holds meaning for both the Muslim world and the West is not the single-party period and the period in which coups and tutelage were defended, but the New Turkey experience that began during Özal’s administration and became more pronounced after 2002.

It isn’t a state-centric Turkey that is interested in maintaining the single-party era ideology that influences the Muslim world; rather, it is the New Turkey, which can bravely confront its problems, tackle long-standing problems, listen to the public will, respect beliefs and values and does not see demands for democracy as a threat.

Today's Zaman, February 28, 2011

www.setavakfi.org.tr/public/HaberDetay.aspx?Dil=tr&hid=68545

28 Şubat 2011 Pazartesi

Türkiye Değiştiği Ölçüde Model Olabilir


Kuzey Afrika ve Ortadoğu'daki yapısal değişim talepleri Türkiye'yi yeni bir çerçevede gündeme getirdi. İslam ülkelerindeki gelişmelerin yönü ve özellikle Ortadoğu coğrafyasının nereye doğru evrileceği uluslararası gündemin en önemli konusu. İç ve dış basında, siyasi ve akademik çevrelerde bu konu tartışılırken Türkiye'ye de sık sık atıflarda bulunuluyor. 'Türkiye model olabilir mi, siyasi ve toplumsal dönüşümde ilham kaynağı olabilir mi?' soruları soruluyor. 'Türkiye'nin birikimleri neler, potansiyel etki alanları olabilir mi, bir değişim ve dönüşüm için katkı sağlayabilir mi?', Batı'da ve İslam dünyasında 'Türkiye'nin bölgesel rolüne nasıl bakılıyor?' soruları ülkemize de ayna tutan ve Türkiye'nin de cevaplaması gereken sorular.

İslam dünyası homojen değil
İslam dünyası geniş bir coğrafya. İslam Konferansı Teşkilatı'na üye 57 İslam ülkesi var. Bir milyarı aşan nüfusu ile, dünyanın hemen her yerine dağılmış ve yerleşmiş bir din İslam. Kendi içinde geniş bir çoğulculuğu olan ama dışarıdan bakıldığında daha çok homojen algılanan bir topluluk Müslümanlar. Halbuki tarihî tecrübeler ve günümüzdeki gerçekler ışığında bakıldığında Balkanlardan Uzak Asya'ya, Kafkasya'dan Afrika'ya kadar geniş bir coğrafyaya yayılmış farklı İslam ülkelerinden ve farklı İslam tecrübelerinden söz etmek mümkün. Dolayısıyla İslam dünyasının değişim talep ve arayışları hakkında bir değerlendirme yaparken bu çeşitliliği mutlaka göz önünde bulundurmak, indirgemecilik yanlışına düşmemek, yeni bir oryantalist söylem üretmemek gerekiyor.
İslam coğrafyasını genel olarak ikiye ayırmak mümkün: Sömürge deneyimi yaşamış ve bunun etkilerini hâlâ hisseden ülkeler ile işgal ve sömürge deneyimi yaşamadan kendi geleceklerini kendileri inşa eden ülkeler. Sömürgecilik deneyimi yaşayan İslam ülkeleri, ulus devlet kurma süreçlerinde büyük sıkıntılar yaşamış, bağımsızlıklarını ilan ettiklerinde ise toplumsal destek ve milli iradeye dayalı yönetimler kurmada krizleri aşamamışlardır. Tunus ve Mısır'daki olayları bu tarihsel deneyimler ışığında okumak daha sağlıklı olacaktır. Bu tür deneyimi yaşamayan Türkiye ise sancılı bir demokrasi deneyimi olmasına karşın özellikle son yıllarda sivil iktidarı pekiştirme, askerî vesayeti kaldırma, din özgürlükleri alanını genişletme, ekonomik kalkınma ve dış politikadaki başarıları ile merkez ülke konumuna yükselmiştir. 
Osmanlı Devleti'nin yıkılmasından sonra Ortadoğu'da çok sayıda devlet kuruldu. Bunlar sömürgecilerden bağımsızlıklarını kazanıp ulus devlet kurma aşamasına geçerken farklı modeller uyguladı. Sosyalizm modelinden tartışmalı da olsa İslam devleti modeline kadar farklı modeller denendi ancak meşruiyet sorunu çözülemedi. Türkiye'yi bu noktada gündeme taşıyan, özellikle çok partili hayata geçişle birlikte kurumsallaştırmaya başladığı siyasal katılım, halkın iradesinin yasama ve yürütmeye yansıtılması, yani egemenliğin millete verilmesi tecrübesidir. 
Türkiye, dünyadaki gelişmeleri İslam coğrafyasındaki pek çok ülkeden daha iyi okuyan bir ülke. Türkiye'nin, Menderes ve Özal dönemlerinde başlatılan ve Erdoğan döneminde ivme kazandırılan hamlelerini (eğitim, düşünce ve ifade hürriyeti, medyada çoğulculuk, devletin küçülmesi, yeni ekonomik sınıfların yükselişi, sosyal devlet, demokrasi ve güvenlik dengesinin kurulması yolunda açtığı yeni fırsatlar) diğer ülkeler çok geriden takip etti. Türkiye'nin bu deneyimleri dolaylı da olsa Ortadoğu'da değişim talebinde bulunanları teşvik etti, cesaretlendirdi ve risk almaya itti. İnsanlar kendi geleceklerine sahip çıkmak amacıyla, uzun yıllar süren tek adam iktidarı yerine halkın iradesine dayalı sivil yönetimleri istemeye başladı. Türkiye bizatihi varlığı ile değişim sürecini cesaretlendiren bir rol oynadı. 
Yeni Türkiye, oryantalizmin ezberini bozuyor
Batı'nın İslam dünyasına bakışı öteden beri sorunlu olmuştur. Daha çok homojen ve özcü bir yaklaşım hakim olmuş, oryantalizm de bunu kavramsallaştırarak pekiştirmiştir. Batı, özellikle 11 Eylül'den sonra İslam'a ilişkin önyargıları, kalıp düşünceleri tekrar üretmeye başladı. İslam ve güvenlik kavramları sürekli beraber anılarak İslam'ın tehdit olarak algılanmasına yol açtı. İslam ve radikalizm arasında kurulan bu ilişki İslam'ın tehdit olarak görülmesine ve nihayet bazı İslam ülkelerinin (Afganistan ve Irak) işgal edilmesine yol açtı. İslam dünyasındaki değişim talepleri tam da bu güvenlik anlayışı nedeniyle görmezden gelindi.

Siyasal katılım ve refahtan pay alma talepleri, radikal çevreleri iktidara taşır gerekçesiyle sürekli bastırıldı. Tunus ve Mısır'daki gelişmelerde otoriter rejimlerin alternatifinin radikal ve aşırı gruplar olabileceği endişesinin gündeme getirilmesi de bu noktada manidardır. Kuşkusuz İslam ülkeleri ile ilgili algılar söz konusu olduğunda geniş halk kitleleri ile yönetimlerini birbirinden ayırmak gerekir. Eğer bugün İslam dünyasına ilişkin bazı olumsuz düşünceler ve önyargılar var ise bunun sorumlusu aslında Müslüman halklar değil, onları temsil ettiklerini iddia eden siyasi yönetimler ve hareketlerdir. Örneğin insan hakları açısından sorunlu görülen bazı ülkelerde bu durum hemen dine mal edilmiş ve sorumlu İslam dini gibi gösterilmiştir. Türkiye deneyimi işte bütün bu ezberleri bozmakta, özellikle 2002'de başlayan yeni dönem, muhafazakâr bir parti ve onun siyasi kadrolarının demokrasiye olan inancını teyit etmekte, nüfusunun çoğunluğu Müslüman bir ülkenin AB başta olmak üzere dünya ile bütünleşme çabasını göstermektedir. Yani siyasi yapının temelinin dinî inanç ve değerlere göre şekillenmediği, demokrasi, insan hakları, sivilleşme, saydamlık ve hesap verebilirlik gibi kavramlar üzerine inşa edildiği görülmektedir. Bu başarı hikayesinin İslam dünyasındaki arayışlara ilham kaynağı olması doğaldır. Ancak Türkiye'nin bulunduğu yerden daha ileri bir noktaya ulaşması yani yeni Türkiye'yi hukuk ve demokrasi temelleri üzerine inşa etme sürecini hızlandırması gerekmektedir. İslam dünyasına ilham kaynağı olacak, örnek deneyim teşkil edecek olan işte bu yeni Türkiye olacaktır.

İlham kaynağı olan Yeni Türkiye'dir
Türkiye yakın tarihinin bütün yükünden kurtulabilmiş, geçmişi ile tümüyle yüzleşebilmiş değildir. Örneğin din özgürlükleri ve Kürt sorunu gibi statükoyu rahatsız edici sorunlarını halledebilmiş değil henüz. Ancak çok partili hayata geçişle birlikte bir normalleşme süreci başlamış, bu süreç zaman zaman müdahalelerle kesintiye uğramıştır. Sorunların çözümünde önemli adımlar atılmış, siyaset kurumu zaman zaman öncülük etmiş, zaman zaman ise isteksiz davranmıştır. Diğer İslam ülkeleri ile karşılaştırıldığında Türkiye'nin kendi sorunları ile daha kolay yüzleşmekte olduğunu söylemek mümkün. Zira toplumsal talepler siyasi mecraya taşınabiliyor. Siyasi katılım kapısının, yani halkın iradesinin yönetime yansımadığı veya sınırlı yansıdığı ülkelerde ise din-demokrasi, din-laiklik ve din hürriyetleri gibi alanlardaki sorunlar ile yüzleşmek daha zor oluyor ve daha sancılı oluyor.

Türkiye'de hâlâ statüko ve değişim yanlıları arasındaki mücadelenin sancıları hissediliyor. Bir tarafta askerî vesayete yaslanmaya hevesli, hatta siyasete müdahale etmediği için orduyu eleştiren siyasi bir tavır, diğer yanda tek parti döneminin tektipleştirici projesine karşı çoğulcu, vesayetsiz bir hukuk ve demokrasi sistemi kurmaya çalışan bir siyasi anlayış var. İslam dünyası ve Batı'dan bakıldığında anlamlı olan deneyim tek parti dönemi, darbeler ve vesayetin savunulduğu dönemler değil, Özal'lı yıllarda başlayan ve 2002'den itibaren belirginleşen yeni Türkiye deneyimidir. İslam dünyasını etkileyen tek parti döneminin ideolojisini sürdürmeye hevesli ve devleti merkeze alan Türkiye değil, kendi sorunları ile cesurca yüzleşebilen, dondurulmuş sorunların üzerine gidebilen, milletin iradesine kulak veren, inanç ve değerlerine saygılı, demokrasi taleplerini tehdit olarak görmeyen yeni Türkiye'dir.

Türkiye Değiştiği Ölçüde Model Olabilir


Kuzey Afrika ve Ortadoğu'daki yapısal değişim talepleri Türkiye'yi yeni bir çerçevede gündeme getirdi. İslam ülkelerindeki gelişmelerin yönü ve özellikle Ortadoğu coğrafyasının nereye doğru evrileceği uluslararası gündemin en önemli konusu. İç ve dış basında, siyasi ve akademik çevrelerde bu konu tartışılırken Türkiye'ye de sık sık atıflarda bulunuluyor. 'Türkiye model olabilir mi, siyasi ve toplumsal dönüşümde ilham kaynağı olabilir mi?' soruları soruluyor. 'Türkiye'nin birikimleri neler, potansiyel etki alanları olabilir mi, bir değişim ve dönüşüm için katkı sağlayabilir mi?', Batı'da ve İslam dünyasında 'Türkiye'nin bölgesel rolüne nasıl bakılıyor?' soruları ülkemize de ayna tutan ve Türkiye'nin de cevaplaması gereken sorular.

İslam dünyası homojen değil
İslam dünyası geniş bir coğrafya. İslam Konferansı Teşkilatı'na üye 57 İslam ülkesi var. Bir milyarı aşan nüfusu ile, dünyanın hemen her yerine dağılmış ve yerleşmiş bir din İslam. Kendi içinde geniş bir çoğulculuğu olan ama dışarıdan bakıldığında daha çok homojen algılanan bir topluluk Müslümanlar. Halbuki tarihî tecrübeler ve günümüzdeki gerçekler ışığında bakıldığında Balkanlardan Uzak Asya'ya, Kafkasya'dan Afrika'ya kadar geniş bir coğrafyaya yayılmış farklı İslam ülkelerinden ve farklı İslam tecrübelerinden söz etmek mümkün. Dolayısıyla İslam dünyasının değişim talep ve arayışları hakkında bir değerlendirme yaparken bu çeşitliliği mutlaka göz önünde bulundurmak, indirgemecilik yanlışına düşmemek, yeni bir oryantalist söylem üretmemek gerekiyor.
İslam coğrafyasını genel olarak ikiye ayırmak mümkün: Sömürge deneyimi yaşamış ve bunun etkilerini hâlâ hisseden ülkeler ile işgal ve sömürge deneyimi yaşamadan kendi geleceklerini kendileri inşa eden ülkeler. Sömürgecilik deneyimi yaşayan İslam ülkeleri, ulus devlet kurma süreçlerinde büyük sıkıntılar yaşamış, bağımsızlıklarını ilan ettiklerinde ise toplumsal destek ve milli iradeye dayalı yönetimler kurmada krizleri aşamamışlardır. Tunus ve Mısır'daki olayları bu tarihsel deneyimler ışığında okumak daha sağlıklı olacaktır. Bu tür deneyimi yaşamayan Türkiye ise sancılı bir demokrasi deneyimi olmasına karşın özellikle son yıllarda sivil iktidarı pekiştirme, askerî vesayeti kaldırma, din özgürlükleri alanını genişletme, ekonomik kalkınma ve dış politikadaki başarıları ile merkez ülke konumuna yükselmiştir. 
Osmanlı Devleti'nin yıkılmasından sonra Ortadoğu'da çok sayıda devlet kuruldu. Bunlar sömürgecilerden bağımsızlıklarını kazanıp ulus devlet kurma aşamasına geçerken farklı modeller uyguladı. Sosyalizm modelinden tartışmalı da olsa İslam devleti modeline kadar farklı modeller denendi ancak meşruiyet sorunu çözülemedi. Türkiye'yi bu noktada gündeme taşıyan, özellikle çok partili hayata geçişle birlikte kurumsallaştırmaya başladığı siyasal katılım, halkın iradesinin yasama ve yürütmeye yansıtılması, yani egemenliğin millete verilmesi tecrübesidir. 
Türkiye, dünyadaki gelişmeleri İslam coğrafyasındaki pek çok ülkeden daha iyi okuyan bir ülke. Türkiye'nin, Menderes ve Özal dönemlerinde başlatılan ve Erdoğan döneminde ivme kazandırılan hamlelerini (eğitim, düşünce ve ifade hürriyeti, medyada çoğulculuk, devletin küçülmesi, yeni ekonomik sınıfların yükselişi, sosyal devlet, demokrasi ve güvenlik dengesinin kurulması yolunda açtığı yeni fırsatlar) diğer ülkeler çok geriden takip etti. Türkiye'nin bu deneyimleri dolaylı da olsa Ortadoğu'da değişim talebinde bulunanları teşvik etti, cesaretlendirdi ve risk almaya itti. İnsanlar kendi geleceklerine sahip çıkmak amacıyla, uzun yıllar süren tek adam iktidarı yerine halkın iradesine dayalı sivil yönetimleri istemeye başladı. Türkiye bizatihi varlığı ile değişim sürecini cesaretlendiren bir rol oynadı. 
Yeni Türkiye, oryantalizmin ezberini bozuyor
Batı'nın İslam dünyasına bakışı öteden beri sorunlu olmuştur. Daha çok homojen ve özcü bir yaklaşım hakim olmuş, oryantalizm de bunu kavramsallaştırarak pekiştirmiştir. Batı, özellikle 11 Eylül'den sonra İslam'a ilişkin önyargıları, kalıp düşünceleri tekrar üretmeye başladı. İslam ve güvenlik kavramları sürekli beraber anılarak İslam'ın tehdit olarak algılanmasına yol açtı. İslam ve radikalizm arasında kurulan bu ilişki İslam'ın tehdit olarak görülmesine ve nihayet bazı İslam ülkelerinin (Afganistan ve Irak) işgal edilmesine yol açtı. İslam dünyasındaki değişim talepleri tam da bu güvenlik anlayışı nedeniyle görmezden gelindi.

Siyasal katılım ve refahtan pay alma talepleri, radikal çevreleri iktidara taşır gerekçesiyle sürekli bastırıldı. Tunus ve Mısır'daki gelişmelerde otoriter rejimlerin alternatifinin radikal ve aşırı gruplar olabileceği endişesinin gündeme getirilmesi de bu noktada manidardır. Kuşkusuz İslam ülkeleri ile ilgili algılar söz konusu olduğunda geniş halk kitleleri ile yönetimlerini birbirinden ayırmak gerekir. Eğer bugün İslam dünyasına ilişkin bazı olumsuz düşünceler ve önyargılar var ise bunun sorumlusu aslında Müslüman halklar değil, onları temsil ettiklerini iddia eden siyasi yönetimler ve hareketlerdir. Örneğin insan hakları açısından sorunlu görülen bazı ülkelerde bu durum hemen dine mal edilmiş ve sorumlu İslam dini gibi gösterilmiştir. Türkiye deneyimi işte bütün bu ezberleri bozmakta, özellikle 2002'de başlayan yeni dönem, muhafazakâr bir parti ve onun siyasi kadrolarının demokrasiye olan inancını teyit etmekte, nüfusunun çoğunluğu Müslüman bir ülkenin AB başta olmak üzere dünya ile bütünleşme çabasını göstermektedir. Yani siyasi yapının temelinin dinî inanç ve değerlere göre şekillenmediği, demokrasi, insan hakları, sivilleşme, saydamlık ve hesap verebilirlik gibi kavramlar üzerine inşa edildiği görülmektedir. Bu başarı hikayesinin İslam dünyasındaki arayışlara ilham kaynağı olması doğaldır. Ancak Türkiye'nin bulunduğu yerden daha ileri bir noktaya ulaşması yani yeni Türkiye'yi hukuk ve demokrasi temelleri üzerine inşa etme sürecini hızlandırması gerekmektedir. İslam dünyasına ilham kaynağı olacak, örnek deneyim teşkil edecek olan işte bu yeni Türkiye olacaktır.

İlham kaynağı olan Yeni Türkiye'dir
Türkiye yakın tarihinin bütün yükünden kurtulabilmiş, geçmişi ile tümüyle yüzleşebilmiş değildir. Örneğin din özgürlükleri ve Kürt sorunu gibi statükoyu rahatsız edici sorunlarını halledebilmiş değil henüz. Ancak çok partili hayata geçişle birlikte bir normalleşme süreci başlamış, bu süreç zaman zaman müdahalelerle kesintiye uğramıştır. Sorunların çözümünde önemli adımlar atılmış, siyaset kurumu zaman zaman öncülük etmiş, zaman zaman ise isteksiz davranmıştır. Diğer İslam ülkeleri ile karşılaştırıldığında Türkiye'nin kendi sorunları ile daha kolay yüzleşmekte olduğunu söylemek mümkün. Zira toplumsal talepler siyasi mecraya taşınabiliyor. Siyasi katılım kapısının, yani halkın iradesinin yönetime yansımadığı veya sınırlı yansıdığı ülkelerde ise din-demokrasi, din-laiklik ve din hürriyetleri gibi alanlardaki sorunlar ile yüzleşmek daha zor oluyor ve daha sancılı oluyor.

Türkiye'de hâlâ statüko ve değişim yanlıları arasındaki mücadelenin sancıları hissediliyor. Bir tarafta askerî vesayete yaslanmaya hevesli, hatta siyasete müdahale etmediği için orduyu eleştiren siyasi bir tavır, diğer yanda tek parti döneminin tektipleştirici projesine karşı çoğulcu, vesayetsiz bir hukuk ve demokrasi sistemi kurmaya çalışan bir siyasi anlayış var. İslam dünyası ve Batı'dan bakıldığında anlamlı olan deneyim tek parti dönemi, darbeler ve vesayetin savunulduğu dönemler değil, Özal'lı yıllarda başlayan ve 2002'den itibaren belirginleşen yeni Türkiye deneyimidir. İslam dünyasını etkileyen tek parti döneminin ideolojisini sürdürmeye hevesli ve devleti merkeze alan Türkiye değil, kendi sorunları ile cesurca yüzleşebilen, dondurulmuş sorunların üzerine gidebilen, milletin iradesine kulak veren, inanç ve değerlerine saygılı, demokrasi taleplerini tehdit olarak görmeyen yeni Türkiye'dir.

24 Ocak 2011 Pazartesi

Türkiye Bölgede Düzen Kurucu Rol Üstleniyor


Soğuk Savaş sonrası kurulan yeni dünya düzeninde sıradan ve pasif bir aktör olmayı kabullenmeyen Türkiye, dış politika önceliklerini ve tercihlerini başka güçlerin etkisinde kalmadan belirlemeye başladı.
Siyaset, ekonomi, eğitim, hukuk ve sağlık gibi hayatımızı doğrudan ilgilendiren alanlarda kabuk değiştiren, bölgesel ve küresel gelişmelere seyirci kalmak yerine müdahil olmaya başlayan Türkiye, dış politikada kendi gündemini oluşturmaya ve bölgedeki gelişmelerde etkin olmaya çalışmakta. Dış politika tercihlerinde küresel hegemonik güçlerin yörüngesinden kurtulmak, kendi istikametini belirlemek, geleneksel müttefikleri küstürmeden yeni ittifaklar kurmak cesaret, zekâ ve manevra alanına sahip olmayı gerektirir. Ancak cesaret ve zekâ bağımsız bir dış politika kurgulamak ve sürdürmek için yeterli değil. Bunlara ilaveten bir ülkenin sert ve ince güce, bunları akıllı güce (smart power) dönüştürebilecek siyasi lider ve kadrolara da ihtiyacı vardır. Son dönemdeki dış politika aktivizmine ve etkilerine bakıldığında Türkiye'deki siyasi kadronun ülkemizin sahip olduğu sert ve ince gücü ideoloji ve romantizm kıskacına kapılmadan gerçekçi ve akılcı bir şekilde yönettiğini görüyoruz.

Ic politika gibi dış politika da normalleşiyor 

Türkiye'nin demokratikleşerek açık ve saydam bir ülkeye dönüşmesi, üretiminin artması, ekonomisinin büyümesi ve yeni pazar arayışları güvenlik perspektifini etkisizleştirdi. Bunun yerine akılcı, gerçekçi, pragmatik ve aynı zamanda moral değerleri de önemseyen bir dış politika vizyonu benimsendi. Türk dış politikasındaki yeni açılımlar, özellikle Ortadoğu ülkeleri ile kurulan yakın ilişkiler her ne kadar bazılarında eksen kayması biçiminde yorumlansa da aslında bir özgüvenin ve yukarıda işaret edilen gelişmelerin yansımasıdır. Bu noktada, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Kuveyt'teki Türk-Arap İlişkileri Konferansı'nda yaptığı konuşmada "Dış politikamızı kendimiz tayin eder, rotamızı kendimiz belirler, dış politikada gündemimizi kendimiz oluştururuz" mealindeki sözleri, Türkiye'nin dış politikasının en önemli parametrelerinden birinin kendine güven olduğunu göstermesi bakımından anlamlıdır. Türkiye'nin uluslararası sistemde sözüne kulak verilen bir aktör olmasında, BM, AB, İKÖ ve NATO'da saygınlığının artmasında özgüveni kadar moral ve etik değerleri dış politikasının merkezine yerleştirmesinin de büyük bir payı var. Uluslararası sistemin etkin aktörlerinin özeleştiri yapmalarına da öncülük eden ilkelere dayalı bu tercih, Türkiye'yi küresel vicdanın sesi olma yolunda ön plana çıkarmıştır. 

Moral değerleri dış politikaya taşımak 
Barış, istikrar, insan hakları ve adalet gibi değerler yanında savaş ve çatışma yerine diplomasi ve müzakereyi önceleyen bir yaklaşımı benimseyen Türkiye, dış politikadaki etki alanını insani kaygılarla daha da genişletme imkânı bulmuştur. Türkiye'nin geleneksel dış politika tercihleri ve ilişkileri ideolojik kaygılarla ve kuşkusuz Soğuk Savaş dönemine damgasını vuran güvenlik anlayışı ile şekillenmiş, daha çok Batılı müttefikler ile ilişkiler geliştirilmiştir. Bunun doğal bir sonucu olarak tarihi ve kültürel zemin hazır olmasına karşın Balkanlar, Kafkasya, Afrika ve Ortadoğu'ya hak ettiği önem verilmemiştir.Türkiye'nin bugün izlediği dış politika aslında iç politikadakine benzer bir normalleşme ve restorasyon dönemini başlatmıştır. Bir taraftan AB ile üyelik müzakereleri sürdüren, Kıbrıs ve Ermenistan gibi dondurulmuş sorunları masaya yatıran, tek ülkeye bağımlı kalma riskini ortadan kaldırmak için enerji kaynaklarını çeşitlendirme adına Rusya ve İran ile ilişkileri geliştiren, Afganistan, Lübnan ve Balkanlara barış gücü gönderen, diğer taraftan Arapİsrail sorununun çözümünde arabuluculuk yapmaya çalışan bir aktör Türkiye. Türkiye bu bölgelerdeki girişimleri ile bölgesel sorunların ve krizlerin çözümünde önemli bir adres olmuştur. Lübnan Başbakanı Saad Hariri'nin ülkesindeki hükümet krizinin çözümüne katkıda bulunması için Türkiye'ye gelmesi, İran nükleer sorununun diplomasi ile çözüme kavuşturulması amacıyla P5+1 üyeleri (İngiltere, Fransa, Rusya, ABD, Çin ve Almanya) ve İran'ın 21–22 Ocak'ta İstanbul'da bir araya gelecek olması Türkiye'nin küresel bir aktör olma yolunda kat ettiği mesafeyi göstermektedir.

Ortak bir dış politika dili ve vizyonu geliştirmek 

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun aksi açıklamalarına karşın, Türkiye'nin Balkanlar özellikle de Ortadoğu ülkelerinde yürüttüğü aktif dış politika, zaman zaman Yeni Osmanlıcılık olarak yorumlanıyor. Bu algının bazı Arap aydınlar arasında da kabul gördüğü biliniyor. Zira bunlar Türkiye'nin, Irak sorunu başta olmak üzere bölgeye ilişkin dış politika oluşturma sürecinde kendi ülkelerinin görüş ve kaygılarının yeterince dikkate almadığını düşünüyorlar. Bu nedenle Türkiye'nin, bölgeye ilişkin dış politika tercihlerini Arap aydınları ve kamuoyuna daha iyi anlatması gerekiyor. Başbakan Erdoğan Kâbil, Bağdat, İstanbul, Beyrut ve Şam'ın dili ile yani bölgenin hassasiyetini yansıtan bir dille konuşuyor. Arap dünyasında ise bölgesel sorunları hâlâ Batılı güç merkezlerinin perspektifinden gören ve onların dili ile konuşan aydınların var olduğu görülmeli, bu bölgede ortak bir tarihimiz olduğu gibi geleceğimizin de ortak olduğu daha sık dile getirilmelidir. Başbakan Erdoğan'ın açıkça işaret ettiği yakın tarihin ideolojik mirası olan karşılıklı önyargı ve kaygıların giderilmesi ancak bu yolla mümkün olacaktır.

http://www.setav.org/public/HaberDetay.aspx?Dil=tr&hid=60749&q=turkiye-bolgede-duzen-kurucu-rol-ustleniyor

23 Aralık 2010 Perşembe

Üniversiteler ve Gençlerin Protestosu

Hükümetin yükseköğretim alanında neler yaptığını, gençler için hangi fırsatları yarattığını daha iyi anlatması gerekiyor.


Avrupa Birliği ülkeleri dahil birçok ülke ile karşılaştırıldığında Türkiye daha genç ve dinamik bir nüfusa sahip. Türkiye'nin bu potansiyelinin rekabet gücüne dönüşmesi genç nüfusun çağdaş bilgi ve beceriler ile donatılmasına, sivil ve demokratik değerleri benimsemelerine bağlıdır. Bir ülkede yükseköğretim mezunu kaliteli insan gücü oranı ne kadar yüksekse, o ülkenin her alanda daha ileri bir noktaya sıçrama yapma imkânı da o kadar yüksektir. Türkiye'de yükseköğretim tartışmalarının bu kapsamda yapılması gerekirken üniversite tartışması, gençlerinden bazılarının protestoları, zaman zaman şiddete başvurma eğilimi de taşıyan yumurtalı eylemleri ile güvenlik güçlerinin bu öğrencileri engelleme girişimi sırasındaki davranışları çerçevesinde sürdürülmektedir.


Türkiye'de üniversitede okumak artık hayal değil

Batılı ülkelerin 1960'lı yıllarda yaptığını, yani üniversite kapılarını geniş kitlelere açmasını Türkiye ancak 2002'den itibaren gündemine alabilmiştir. Hükümet her şehirde üniversite kurmak, Yükseköğretim Kurulu da kontenjanları artırmak suretiyle yükseköğretimin geniş kitlelere açılmasını sağlamıştır. Bu kapsamda yapılan ilklerden biri de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın rektörlerle yaptığı toplantıdır. Üniversite gençlerinin protestolarına sahne olan rektörlerle buluşma ve devamındaki eylem ve tartışmalar kuşkusuz üniversite gençliği ve protesto kültürünü tartışmayı gerektirmektedir.


Gençler, Başbakan'ın reform kararlılığını göremiyor

Üniversite gençliği ne istiyor, neyi protesto ediyor? Protestocu gençler YÖK'ün kaldırılmasını, kayıt ve harç ücreti alınmamasını, üniversitelerin çoğulcu ve özerk olmasını talep ediyor. Bunlar elbette meşru talepler ve öğrencilere yönelik sert müdahalenin savunulabilir bir yanı yok. Ancak bu başka bir yazının konusu. Burada öğrencilerin talepleri ile hükümetin gündemi arasındaki paralelliklere değinilecektir. Başbakan Erdoğan'ın rektörlerle yaptığı toplantılara bakıldığında protestocu gençlerin talep ettiklerinden çok daha fazlasını yapmaya kararlı ve istekli olduğunu görmek mümkün. Başbakan Erdoğan'ın rektörlerle buluşmasında üniversite sektörünü ilgilendiren her konu masaya yatırıldı ve gündeme getirildi. Örneğin 28 Kasım'daki ilk toplantıya katılan rektörler yetmiş-seksen konuda Başbakan'a sorunlarını, beklentilerini ve çözüm önerilerini aktardı. Rektörleri dinleyen Başbakan beraberindeki ilgili bakanlarına, öğrencilerin yurt ihtiyaçlarının karşılanması ve burs miktarlarının artırılması dâhil, dile getirilen taleplerin en kısa sürede karşılanması doğrultusunda girişimde bulunulması yolunda talimat verdi. Protestocu gençler ve destekçilerinin görmezden geldiği bir başka konu da Başbakan Erdoğan'ın YÖK'ün yapısının değiştirilmesine ilişkin kararlılığıdır. Başbakan, YÖK'ün katılımcı, çoğulcu, demokratik ve saydam bir kuruma dönüştürülmesi; yetkilerinin kısıtlanarak üniversitelere devredilmesi konusunda kararlı olduğunu hükümetin hayata geçirilemeyen YÖK reformu girişimleri sırasında göstermişti. Bu açıdan da bakıldığında protestocu öğrencilerin talepleri ile hükümetin planları arasında bir çelişki olmadığı görülmektedir.


Öfkeyle sokağa dökülmeden gerçeklerle yüzleşmek

Protestocu öğrenciler, üniversite öğreniminin ücretsiz olmasını talep ediyor. Türkiye'de devlet üniversitelerinde eğitimin kişi başına yıllık maliyeti 8000 TL civarında olup öğrencilerin her yıl için ödedikleri öğrenim harcı ise 250-600 TL arasındadır. Yani mali yükün büyük kısmı hâlâ devletin omuzlarındadır. Bu noktada üniversite öğrencilerinin dış dünyadaki gerçeklerle Türkiye'yi mukayese ederek yola çıkmaları gerekir. ABD'de en ucuz devlet üniversitesinin yıllık ücreti 15.000-30.000 TL aralığında ve tamamını öğrencinin ödemesi gerekiyor. Özel üniversitelerde ise ortalama yıllık ücretler 30.000-50.000 TL aralığında. İngiltere'de ise tümü öğrenci tarafından ödenmesi gereken yıllık ücret 20.000 TL'ye yükseltilmiş durumda. Bütün bu veriler, Türkiye'deki durumun öğrenciler lehine olduğunu gösteriyor. Başbakan Erdoğan, protestocu gençlerle bir zamanlar YÖK'ü mevcut hükümete karşı canla başla savunan destekçilerinin talep ve tahayyüllerinden çok daha fazlasını yapmaya kararlı görünüyor. Üniversitelerin toplumsal sorunlara duyarlı olmasını ve çözüm önerilerinde bulunmasını, siyaset kurumuna rehberlik etmesini ve topluma yol göstermesini, kampus duvarlarını yıkarak şehir ve toplumla kucaklaşmasını ve kaynaşmasını isteyen Başbakan Erdoğan'dır. Gençlik dönemi, duygusal ve tepkisel davranışların baskın olduğu, rasyonel düşünmenin gelişme aşamasında olmasından dolayı olayları yeterince sorgulamadan rüzgârın akışına kapılma ihtimalinin yüksek olduğu bir dönemdir. Bu nedenle hükümetin yükseköğretim alanında neler yaptığını, üniversite reformu konusunda nasıl bir yol haritası izleyeceğini, gençler için hangi fırsatları yarattığını daha iyi anlatması gerekiyor. Buna karşın üniversite gençliğinin şiddet, öfke ve saldırganlıktan uzak demokratik bir protesto kültürü geliştirmeleri ve devletin de kendi çocuklarına daha müşfik davranması, vatandaş-devlet kaynaşmasını kolaylaştıracaktır.

Sabah-Perspektif-11.12.2010

23 Ekim 2010 Cumartesi

Ortadoğu'nun ilham kaynağı Türkiye

Batı medyası üzerinden okunduğunda Ortadoğu karmaşa, savaş, otoriteryanizm ve siyasi çalkantıların kıskacında bir bölge olarak algılanır. Batı medyasının çizdiği resimde doğruluk payı olmakla beraber, Ortadoğu ülkelerinde sayıları azımsanmayacak bir kitlenin köhnemiş yapıları, siyasi iktidarları ve bölgeye dışarıdan giydirilen elbiseyi değiştirme arayışları içinde olduklarını biliyoruz. Ortadoğu'nun kadim unsurlarından olan Araplar da, yeni medya araçları ve küreselleşmenin devreye girmesi ve uluslar arası ilişkilerdeki artış nedeniyle kendi siyasal ve toplumsal yapılarına eleştirel bir bakışı geliştirmeye başlamıştır. Dünyanın pek çok ülkesindeki değişim Arap dünyasında da yakından takip edilmekte, farklı ülkelerin deneyimleri gözden geçirilmekte ve bu deneyimlerden dersler çıkarılmaya çalışılmaktadır. Arap dünyasının en yakından takip ettiği ülke ise Türkiye'dir. Bundan on yıl önce Arap medyasında tek-tük Türkiye yorumları yer almakta, yakın tarihi ve kültürel ilişkiler olmasına rağmen yayınevleri Türkiye üzerinde kitap yayınlama konusunda çekimser davranmaktaydı.

Bugün geldiğimiz noktada Arap aydınların, siyasilerin ve gazetecilerin Türkiye'ye odaklandıklarını, ülkemizdeki her gelişmeyi günü gününe yakından takip etmeye başladıklarını görüyoruz. Türkiye'ye duyulan bu ilginin kaynağında iki faktörün ön plana çıktığını söylemek mümkün. Bunlardan birincisi Arap dünyasının, yüzyılın gerçekleri ile yüzleşmeye başlamaları, toplumsal desteği olmayan baskıcı siyasi yapıların zayıfladığını görmeleri ve Batının yeni sömürgecilik dalgasına karşı bölgesel güç merkezleri kurulması gerektiğini anlamış olmalarıdır. İkincisi ise değişim ve dönüşüm arayışındaki Arap dünyasına Türkiye'nin ilham kaynağı olabilecek başarılarıdır. Halkının çoğunun Müslüman olduğu, din ve demokrasiyi, İslam ve modern hayat tarzını uzlaştırmayı başaran Türkiye'nin özellikle 2002 yılından bu yana gösterdiği performans Arap dünyasının ülkemize bakışını olumlu yönde değiştirmiştir.

Arap dünyası arayışta

Arap dünyası yirmiden fazla devlete bölünmüş durumda. Üç yüz milyonluk Arapça konuşan bir nüfus olmasına karşın bu demografik büyüklük ciddi bir bölgesel ve küresel güce dönüşebilmiş değil. Arap dünyası daha önceleri sosyalizmi ve Arap milliyetçiliğini kurtuluş reçetesi olarak denemiş ancak bu denemeler bir sonuç vermemiştir. Bazı Arap ülkeleri ise ABD ve Batı'nın yörüngesine girmiş, on yıl süren İran-Irak savaşını seyretmekle yetinmiş, son olarak Irak gibi önemli bir bölge ülkesinin işgal edilmesine ve yağmalanmasına kayıtsız kalmıştır. Bütün bunlar Arap dünyasında yeni arayışları tetikleyen, statükoyu sorgulayan, değişim taleplerini körükleyen bir zemin hazırlamıştır.

Peki, böylesine dağınık bir siyasi haritada Arap dünyasına yol gösterecek bir ülke var mı? Arap sokaklarındaki milyonların arayışlarına umut üfleyebilecek bir örnek, bir lider, bir örgüt var mı? İşte bu soruların cevaplarını arayan çok sayıda Arap aydını ve siyasetçi Türkiye tecrübesini merak ediyor ve önemsiyor. Arap dünyası, Türkiye nasıl oldu da askeri darbelerin her on yılda bir dibe çektiği bir ülke olmaktan kurtulup dünyanın on yedinci, AB'nin altıncı büyük ekonomisi olabildi sorusunun cevabını arıyor. Türkiye'nin demokrasi ve insan hakları konusunda gerçekleştirdikleri reformları merak ediyor, askeri vesayetin nasıl çözüldüğünü, katılımcı bir demokrasi ve açık bir toplumun nasıl inşa edildiğini öğrenmek istiyor. Kısacası, Araplar Türklerin demokrasi, İslam ve laikliği nasıl uzlaştırdıklarını öğrenmek, bundan kendileri için dersler çıkarmak istiyorlar.


Uluslararası başarılara gıpta ile bakılıyor

Türkiye'nin başarı hikâyelerini yakından takip eden Arap dünyası, ülkenin bütün dünyada itibarını yükselten söz konusu başarıların sırrını merak ediyor. Aslında bunun cevabı açık. Türkiye'de değişim isteyen geniş bir kitle var, bu değişim talebini gören ve tabandan aldığı destekle siyaset yapan bir de lideri var. Türkiye'nin yükselen bir yıldız oluşu işte bu lider ve ekibinin aldığı riskler ve yürüttüğü politikalar ile doğru orantılıdır. Hatırlayalım, Türkiye en yakın komşuları ile daha yakın zamana kadar küs idi. Çevre ülkelerden soyutlanmış, içine kapanmış, değişim taleplerini uzun süre göz ardı etmiş, tehdit ve korku girdabına saplanmaya ramak kalmıştı. Türkiye'nin ve içinde bulunduğu bölgenin yeni bir dile, yeni bir anlayışa ve yenilikçi politikalara ihtiyacı vardı. Ancak pek çok siyasi hareket ve politikacı cesaret isteyen yeni adımları atamamıştı.

Birilerinin artık bu köhnemiş düzene "hayır!" demesi, eski alışkanlıkları ve köhnemiş fikirleri geride bırakarak Türkiye'nin üzerine serpilmiş ölü toprağını temizlemesi gerekiyordu. 2002 seçim sonuçları bu açıdan büyük mesajlar taşıyordu. Millet artık siyasi ve ekonomik istikrarsızlığa "hayır!" diyordu. Komşu ülkelerle biriken sorunların, bölgede dondurulan sorunların çözülmesini istiyordu. Bu nedenle iktidara yeni bir partiyi ve onunla birlikte yeni bir kadroyu taşıyordu. Bu kadro 2007 seçimlerinde de öncekine benzer bir başarı ile iktidarını korumayı başaracaktı. Türkiye bu yeni dönemde olgun ve gelişmiş demokrasilerdeki bir pratiği de ülkeye taşıdı. Gelişmiş demokrasilerde siyasiler, dış politika kararları verirken halkın görüşünü, hissiyatını ve tercihlerini de göz önüne alır, bunu uygulamalara da yansıtırlar. Türkiye'de işte tam da bu oldu aslında. Siyasi liderler cesur kararlar almaya başladı. Yenilikçi düşünceler ve projeler siyasi kararlara kaynaklık etmeye ve yön vermeye başladı. Dış politikanın önce Başbakan Başdanışmanı sonra da Bakan olarak dümenine geçen Ahmet Davutoğlu, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Hükümetin desteğiyle dış politika da Türkiye'yi oyun kuran bir ülke konumuna taşıdı.

İşte Türkiye'nin Arap dünyasına ilham kaynağı olmasının temelinde yatan en büyük etkenlerden biri bu. Yani vizyoner bir lider ile bu lidere ayak uydurabilen bir ekibinin var oluşu. Geçtiğimiz günlerde Kahire'de yapılan "Arap Toplumları ve Türkiye Modeli" konulu toplantıda bir katılımcının söyledikleri yaşananları tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor: "Arap halkları uzun yıllar kendi coğrafyalarında kahramanlarını aradı. Ne var ki, Arap dünyasına umut veren bir kahramanı bu coğrafyada bir türlü bulamadılar. Arap sokakları kahramanlarını Türkiye'de buldu."

Sabah 23 - 10- 2010
http://www.sabah.com.tr/Gundem/2010/10/23/ortadogunun_ilham_kaynagi_turkiye

14 Ekim 2010 Perşembe

Türkiye Orta Doğu için ne anlam ifade ediyor?

Bir önceki blogda Mısır’ın Kahire şehrinde yapılan uluslar arası bir toplantıdan hareketle Türk dış politikasındaki yeni açılımların yakın komşularımızı ve de özellikle Arap dünyasını nasıl etkilediğini anlatmaya başlamıştım. Türkiye’nin Arap dünyasına olduğu kadar diğer komşu ve bölge ülkelerine ilham kaynağı olması, bir umut ışığı gibi algılanması kendiliğinden olmadı kuşkusuz.

Türkiye’nin yükselen bir yıldız oluşu aldığı riskler ve yürüttüğü politikalar ile doğru orantılıdır. Hatırlayalım, 1990 yılı başlarında Suriye ile savaşın eşiğine gelmiştik. Suriye ülkemizi tehdit eden terör örgütüne destek veriyor ve elebaşını da konuk olarak ağırlıyordu. Türkiye ne yazık ki bu dönemde komşuları ile iyi ilişkiler kuramadığı, onları yanına alamadığı ve ikna etme gücüne sahip olmadığı için kötü ilişkilerinden dolayı çok kayıp verdi.

Birilerinin artık bu eski düzene “hayır” demesi, eski alışkanlıkları ve köhnemiş fikirleri geride bırakarak Türkiye’nin üzerine serpilmiş ölü toprağını temizlemesi gerekiyordu. Türkiye’nin ve içinde bulunduğu bölgenin yeni bir dile, yeni bir anlayışa ve yenilikçi politikalara ihtiyacı vardı. Ancak pek çok siyasi hareket ve politikacı cesaret gerektiren yeni adımları atmamıştı. Kısacası Türkiye bir girdabın içine sürükleniyor ve çıkmazın eşiğine geliyordu.

1990’lı yıllara damgasını vuran kriz dönemlerinde siyaset yeni ufuklar açmaktan uzaktı. Ekonomik krizler, siyasi istikrarsızlıklar, ülkeyi dış dünyadan tecrit politikaları ve terör, Türkiye’nin bütün kaynaklarını kurutmaktaydı. 28 Şubat müdahalesi gibi siyasi, 2000 yılı ekonomik krizi gibi finansal istikrarsızlığın zirve yaptığı dönemlerde Türkiye ağır faturalar ödedi. Ülkede siyasi dengeyi alt üst eden, birçok partinin seçim barajı altında kalması ile sonuçlanan 2002 seçim sonuçları bu açıdan büyük mesajlar taşıyordu.

Millet artık siyasi ve ekonomik istikrarsızlığa “hayır” diyordu. Komşu ülkelerle biriken sorunların, bölgeden dondurulan sorunların çözülmesini istiyordu. Bu nedenle iktidara yeni bir parti ve onunla birlikte yeni bir kadro taşıyordu. Bu kadro 2007 seçimlerinde de öncekine benzer bir başarı ile iktidarını korumayı başaracaktı.

Bütün bu gelişmelerin dış politikayla da doğrudan ilişkisi var. Nasıl mı?

Artık öyle bir noktaya geldik ki siyasiler, dış politika kararları verirken halkın görüşünü, hissiyatını ve tercihlerini de göz önüne almak zorunda kalmaktadır. Gelişmiş ve olgun bir demokrasinin önemli göstergelerinden biri de işte budur. Yani siyasi kararların alınmasından toplumun görüş ve eğilimini de ciddiye almak, bunu karar ve uygulamalara da yansıtmak.

Türkiye’de işte tam da bu oldu aslında. Siyasi liderler cesur kararlar almaya başladı. Yenilikçi ve ufuk açıcı düşünceler ve projeler siyasi kararlara kaynaklık etmeye ve yön vermeye başladı. Bundan dış politika da nasibini aldı. Dış politikanın önce Başdanışman sonra da Bakan olarak dümenine geçen Ahmet Davutoğlu entelektüel birikimi ve oyun kurma becerileri ile önce Türkiye’nin içinde yer aldığı bölgeden başlayarak iyi ilişkileri geliştirmeye başladı.

Toplumsal hafıza, tarihsel birikim ve ortak bir gelecek gibi önemli parametrelere dayalı dış politika önce komşularımızla sıfır sorun hedefine odaklandı. Aynı zamanda NATO, BM, AB, AGİT ve İKÖ gibi aktörlerle de başarılı ilişkiler kurarak etki alanını gün geçtikçe genişletti. Bugün bakıldığında Türkiye’nin artık bir merkez ülke konumuna geldiğini görüyoruz. Bu başarıda kuşkusuz dış politika bürokrasinin de payı büyük. Ancak büyük çerçeveyi çizen ve ortaya koyan bir lider var.

İşte Türkiye’nin komşu ülkelere ışık tutmasının ve ilham kaynağı olmasının temelinde yatan en büyük etken de bu. Yani vizyoner bir lider ile bu lidere ayak uydurabilen bir takımın var oluşu.

Arap dünyası Türkiye modelini tartışıyor

“Arap halkları uzun yıllar kendi coğrafyalarında kahramanlarını aradı. Ne var ki, Arap dünyasına umut veren bir kahramanı bu coğrafya bir türlü bulamadılar. Arap sokakları kahramanlarını Türkiye’de buldu”.

Bu sözler 2 Ekim 2010 tarihinde Mısır’ın başkenti Kahire’de yapılan bir konferansa dinleyici olan katılan bir gözlemciye ait. “Arap Toplumları ve Türkiye Modeli” (Arab Societies and the Turkish Model ) başlığını taşıyan konferansı Mısır’daki tanınmış ve saygın kuruluşlar organize etti. The Middle East Studies Center, Al Sharq Center for Regional and Strategic Studies ve The American University in Cairo bir araya gelerek Türkiye’nin deneyimlerini, özgün değerini ve bütün bunların Araplar açısından ne önem taşıdığını tartışmaya açtı.

Konferansa hem Arap hem de Türk bilim insanları (Prof. Dr. Fulya Atacan, Prof. Dr. Ömer Taşpınar) katıldı. Benden istenen konuşmanın başlığı “Islam and the Secular State in the Turkish Experience” idi. Yani “Türkiye’nin İslam ve Laik Devlet Deneyimi”.

Kahire Kaosa Teslim

THY’nin Mısır uçağı tıka-basa doluydu. Yaklaşık iki saatlik rahat bir uçuştan sonra Kahire havalimanına indik. Bu, Mısır’a ikinci gidişim. İlk gidişim doktora öğrencilik yıllarında bundan nerdeyse on beş yıl önceydi. Bizi yeni bir havalimanı karşıladı. Tertemiz, geniş, ferah ve aydınlık limanda pasaport polisleri de gayet kibardı.

Doğrusu on beş yıl öncesine göre inanılmaz bir değişim izlenimi veriyordu havalimanı. İniş öncesinde uçaktan seyrine daldığımız Kahire’nin daha da büyüdüğü, uydu kentlere kavuştuğu görülüyordu. Sanki Kahire kabuk değiştirmişti. Bu düşüncelerle havalimanından ayrılıp Kahire merkezine geldiğimizde sandığım gibi bir değişimin olmadığına tanıklık ettik ne yazık ki. Zira Kahire on beş yıl önde nasıl gördüysem aynı duruyordu. Hatta daha da çökmüş ve köhnemiş geldi bana merkezi yerleri.

Kahire’de ilk dikkatimizi şey yine trafik, toz yığını, sokakların kirliliği ve kaosu andıran kentin akışı idi. Kahire ile ilgili gözlemleri bir tarafa bırakıp konferansa dönelim tekrar.

Arap Dünyası Çıkış Arıyor

Arap dünyası yirmiden fazla devlete bölünmüş durumda. Üçyüz milyonluk Arapça konuşan bir nüfus olmasına karşın bu demografik büyüklük ciddi bir dünya gücüne dönüşebilmiş değil. Arap dünyasının büyük bir kısmı yoksulluk, diktatörlük ve baskının pençesinde ne yazık ki. Körfez ülkeleri örneğinde olduğu gibi küçük bir azınlık ise debdebeli bir hayat sürüyor. Lüksün ve refahın zirvesinde oldukları için de demokrasi, insan hakları, eşitlik gibi huzurlarını bozacak işlerle uğraşmıyorlar.

Arap dünyası daha önceleri sosyalizmi ve Arap milliyetçiliğini kurtuluş reçetesi olarak denedi ancak bunlar dertlerine çare olmadı. Bazı ülkeler ise ABD ve Batı’nın yörüngesine girdi ve Irak gibi kardeş bir ülkeleri işgal edilmesine ve yağmalanmasına karşın bu yörüngeden bir türlü çıkamıyorlar.

Peki, böyle bir siyasi haritada Araplara ilham kaynağı olabilecek bir ülke var mı? Arap sokaklarındaki milyonların arayışlarına psikolojik dahi olsa umut üfleyebilecek bir örnek, bir lider, bir toplum var mı? İşte bu soruların cevaplarını arayan bazı Arap entelektüel ve bilim insanları Türkiye’ tecrübesini merak ediyorlar.

Türkiye, nasıl oldu da askeri darbelerin her on yılda bir dibe çektiği bir ülke olmaktan kurtulup dünyanın on yedinci, AB’nin altıncı büyük ekonomisi olabildi sorusunun cevabını arıyorlar. Türkiye’nin demokrasi ve insan hakları konusunda gerçekleştirdikleri reformları merak ediyor, askeri vesayetin nasıl çözüldüğünü, katılımcı bir demokrasi ve açık bir toplumun nasıl inşa edildiğini öğrenmek istiyorlar. Türklerin demokrasi, İslam ve laikliği nasıl uzlaştırdıklarını öğrenmek, bundan kendileri için dersler çıkarmak istiyorlar.

Türkiye nereye koşuyor?

Bu soruyu herkes soruyor. Siyaset, ekonomi, kültür, eğitim ve spor gibi alanlarda nerdeyiz ve nereye gidiyoruz? Türkiye’yi kuran büyük liderlerin koydukları hedefe ulaştık mı? Bu hedeflere doğru mu ilerliyoruz, yoksa bazılarının iddia ettiği gibi bir sapma söz konusu mu?

Bu sorulara cevap ararken dikkatli olmak gerek. Zira bu ve benzeri sorulara cevap verirken iki yol önümüzde. Bunlardan biri daha çok ideolojik bir bakış açısının rengini ve etkisini taşıyan duygusal yaklaşım. Diğeri de ise olgulardan ve gerçeklerden hareket eden akılcı ve objektif yaklaşım.

Bizim tercihimiz ikincisi. Yani olgulardan hareket ederek Türkiye’deki gelişmeleri takip etmek ve değerlendirmek. Bu yöntem daha objektif, tarafsız, mesafeli ve gerçekçi sonuçlara ulaştıracaktır. Duygusal ve tepkisel yaklaşımın ideolojik körlük yaratma riski vardır. Nitekim özellikle siyasi angajmanı çok güçlü olan kişiler olguları görmezden gelme eğiliminde oldukları için kullandıkları dil objektif olmaktan uzaktır.

Türkiye kurulurken milletimiz büyük acılar çekti. Koca bir imparatorluğun çöküşüne tanıklık etti. Devletini ve toprağını kaybetti. Geniş sınırları olan bir devlet dağılırken işgale uğradı. Özgürlüklerini da kaybetme riski ile karşı karşıya geldi. Ama yılmadı, pes etmedi, bütün yoksunluk ve travmalara rağmen dimdik ayakta kalmaya başardı ve yeni bir devlet kurdu. Bu yeni ve genç devlere Türkiye Cumhuriyeti adı verildi.

Osmanlı İmparatorluğu’nu kaybetti ama yeni bir Cumhuriyet’e kavuştu. Bu heyecanla tekrar canla başla çalışmaya, savaşın yaralarını sarmaya, her alanda atılım yapmaya başladı. Devleti kuran liderlerin geniş bir vizyonu vardı, koydukları hedefte büyüktü: Çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak, hatta onu aşmak.

Bugün gelinen noktada Türkiye bu hedeflere ne kadar ulaştı? Daha ne kadar yol kat etmek durumunda? Her düşünen Türkiye vatandaşı ve Türkiye sevdalısının bu sorular üzerinde kafa yorması gerekmez mi? Elbette gerekir.

Önce eğitimden başlayalım. Cumhuriyet kurulduğunda nüfus azdı. Okuma yazma oranları çok düşüktü. Yeni Türk devletinin ilk hamlelerinden biri eğitim seferberliği oldu. Çünkü eğitim düzeyi ne kadar yüksek olurda bir milletin, yükselmesi ve gelişmesi de o kadar hızlı olacaktı. Aradan yıllar geçti. Bugün gelinen noktada okur-yazar oranı yüzde doksanı geçti.

Türkiye genelinde ilköğretimde okullaşma oranı yüzde 98. Bu, Cumhuriyet tarihinin rekoru. Doğu illerimize gidince bu oran biraz düşüyor ama yine de umut verici bir durum var. Örneğin Hakkâri’de yüzde 85, Bitlis ve Muş’ta yüzde 87, Yozgat ve Van’da yüzde 88, Bingöl’de yüzde 91,Ağrı’da ise yüzde 93 olarak belirlendi. Okullaşma oranı orta ve yükseköğretimde aynı oranda gelişmiş değil. Fakat gittikçe yükselen bir trend söz konusu.

Peki, ama eğitim-öğretim oranları üzerinde niçin bu kadar duruyorsunuz diye sorabilirsiniz. Bunun cevabı sizin de zihniniz de olan cevap aslında. Eğitim düzeyi arttıkça insanlar daha iyi, doğru ve rasyonel seçimler ve tercihler yaparlar. Akıllarını başkasının cebine koymazlar. Kendi geleceklerini kendileri tayin ederler. Eğitim, insanı özgürleştirir, güçlendirir, kendine olan güven duygusunu artırır.

Türkiye’nin nereye koştuğunu, hangi istikamette gittiğini görmek açısında eğitim ve öğretim oranları son derece önemli. Son göstergeler bazı eksiklik ve noksanlarına rağmen ki bunların zaman içinde telafi edilmedi ve çözümlenmesi mümkün, Türkiye aydınlık bir geleceğe doğru koşuyor. Bunu görmek için yapmamız gereken olgulara bakmak, ideolojik ve duygusal yaklaşımlarımızı bir kenara koyabilirsek Türkiye’nin gerçeklerini daha kolay görebiliriz.

31 Ağustos 2010 Salı

Yükseköğretimde Kalite Güvencesi

Küresel Rekabet Türk Yükseköğretiminde Kalite Arayışını Hızlandırdı


Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı (SETA) Yükseköğretimde Kalite Güvencesi raporunu yayınladı. Prof. Dr. Mahmut Özer, Yrd. Doç. Dr. Bekir S. Gür ve Prof. Dr. Talip Küçükcan tarafından hazırlanan rapor, Türkiye’deki yükseköğretim sisteminin yapısı ve ihtiyaçlarını da göz önüne alarak, dünyada ön plana çıkmış birçok yükseköğretim siste¬minin kalite güvencesi mekanizmalarını ele alıyor. Değişik ülkelerdeki yükseköğretim kurumlarında çalışma deneyimine sahip olan ve kitapta ele alınan bazı ülkelerdeki kalite güvence¬si sistemlerini yerinde inceleme imkanı bulan yazarlar, Türkiye’nin yükseköğretimde kalite güvencesi konusunda nasıl bir yol izlemesi gerektiğini ortaya koyuyor.

Yükseköğretimde Kalite Güvencesi raporunda İngiltere, Almanya ve Fransa gibi Avrupa ülkelerinin 1960 ve 1970’lerde devlet politikası olarak benim¬sediği yükseköğretimi geniş kitlelere yayma sürecini Türkiye’nin ancak 2000’li yıllarda stratejik bir seçenek olarak benimsediği belirtilmekte ve her şehirde üniversite açılmasının ülkemizin ihtiyaç duyduğu nitelikli insan gü¬cünün yetiştirilmesi açısından önemine işaret edilmektedir. Yükseköğretime yatırım yapan ülkelerin kalkınma hızına bakıldığında Türkiye’de yeni üniversitelerin açılmasının doğru bir karar olduğu vurgulanmakta, bölgesel ve küresel bir güç olma yolunda emin adımlarla yürüyen ülkemizin siyasi, ekonomik ve teknolojik rekabet gücünün artırılmasının, yükseköğretime yatırımı zorunlu kıldığı belirtilmektedir. Raporda, yükseköğretim kurumları açılırken, kamu kaynaklarını kullanan bu kurumların kaliteden ödün vermemesine özen göstermesi vurgulanmaktadır.

Raporda, Türkiye’deki ve dünyadaki mevcut durum sağlıklı bir şekilde tes¬pit edilmeden, kalite güvencesi adına atılacak her türlü adımın, Türkiye’de yükseköğretim kurumları için ekstra bir bürokratik külfet olma riski taşıdığı belirtiliyor ve kalitenin anlayış olarak gelişme¬diği ve kültürel bir pratiğe dönüşmediği ortamlarda, dışarıdan zorlamalarla kalite güvencesinin sağlanmasının mümkün olamayacağına işarete ediliyor. Rapor, kalite güvencesi adına yeni bürokratik yapıların kurulması yerine kalite kültürünün yaygınlaşmasının özendirilmesini ve akran/meslektaş değerlendirmesine dayalı bir sistemin kurulmasını öneriyor. Kalite güvence sisteminin uygulanmasının yükseköğretim kurumlarında kaliteyi tek başına artırmasının mümkün olmayacağına işaret edilen raporda, kaliteyi artırmak için yükseköğretim kurumlarında iyileştirmeler yapılması ve yapısal sorunlarının çözülmesi öneriliyor.

Akademik Özgürlük ve Kurumsal Özerklik Korunmalı

Yükseköğretim kurumlarının özü gereği kurumsal özerklik ve aka¬demik özgürlüğe sahip olması gereken kurumlar olduğu, ancak saydamlık ve hesap verebilirliğin tüm kurumlar için kabul edilmeye başlandığı günümüzde, geniş ölçü¬de kamu kaynaklarından beslenen yükseköğretim kurumlarının da bu süreçlerin dışında kalmasının düşünülemeyeceği belirtilen raporda, kalite güven¬cesi ve denetimine ilişkin düzenleme ve uygulamaların kurum¬sal özerklik ve akademik özgürlüğe zarar vermemesine özen gös¬terilmesi isteniyor.


Yükseköğretim Kurulu’nun (YÖK) gelişmiş yükseköğretim sistemlerine sahip ülkelerdeki ka¬lite güvencesi mekanizmalarından daha fazla yetkiye sahip olduğu belirtilen raporda, YÖK dışında bir akreditas¬yon kurumunun hem yetki karmaşasına sebebiyet verebileceği hem de yük¬seköğretim kurumları üzerindeki bürokrasiyi artırma riski taşıdığı vurgulanıyor.

Yeni Bürokratik Yapı Yerine Yükseköğretime Destek Artırılmalı

Raporda, toplumsal talebi karşılamak adına, son yıllarda çok sa¬yıda yeni yükseköğretim kurumu açılmasının yükse¬köğretimdeki okullaşma oranlarının artırılması adına, yerinde bir karar olduğu belirtilmekte ve hükümetin, büyüme eği¬liminde olan yükseköğretime desteğini artırarak sürdürmesi önerilmektedir.

Yükseköğretimde kalite¬nin insan sermayesi ile ilintili olduğu gerçeğinden hareketle her seviyedeki akademik personelin daha donanımlı ye¬tiştirilmesi için projeler başlatılması önerilen raporda, nitelikli öğretim üyesi yetiştirilmesi için hükümetin yürüttüğü yurt içi ve yurt dışında lisansüstü burs ve destek programları¬nın hacminin genişletilmesi gerektiği vurgulanıyor.

Üniversitelerde ka¬litenin tesis edilmesinin, üniversite dışında bazı bürokratik yapıla¬rın varlığına değil, kendi kendini denetleme kültürü ve ilgili pro¬desürleri kurum içinde düzenlemenin varlığına bağlı olduğuna dikkat çekilen raporda, YÖK’ün yükseköğretim programlarıyla ilgili belirli aralıklarla per¬formans değerlendirmeleri yapması, ihdas edilen ölçütleri sağla¬mayan programlara eksikliklerini tamamlamaları için uyarılarda bulunulması, tanınan süre sonunda iyileşme sağlanmazsa yaptı¬rımlar uygulaması da öneriliyor.



SETA Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı

Reşit Galip Caddesi Hereke Sokak No:10,

GOP, Çankaya 06700 Ankara, TÜRKİYE

Tel: +90 312 405 61 51
Faks: +90 312 405 69 03

www.setav.org
info@setav.org




Yükseköğretimde Kalite Güvencesi

Mahmut Özer, Bekir S. Gür ve Talip Küçükcan

Ankara: Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı, 2010

ISBN 978-605-4023-08-0, 112 s.

4 Ağustos 2010 Çarşamba

Bologna ve ilk üniversite

Önceki yazıda Venedik kentinin kanalları, müzeleri, dar sokakları ile tarihte gezinti yapmak, sular üzerine kurulu bir kentin neler sunabileceğini görmek isteyenler için ideal bir mekan olduğunu söylemiştik. Bu hafta da Avrupa’nın hatta bir anlamda dünyanın ilk sistematik yükseköğretiminin başladığı yani ilk üniversitenin kurulduğu Bologna kentinden bahsetmek yerinde olacak.

Bologna tipik bir ortaçağ kenti. Kent merkezi tarih ile iç içe. Bir sokaktan diğerine geçerken sizi bekleyen güzel mimari sürprizlerle karşılaşıyorsunuz. Bologna’da da birçok İtalyan şehrinde olduğu gibi çok sayıda kilise var. Bazen karşı karşıya, bazen yana yana inşa edilmiş irili ufaklı farklı mimarileri yansıtan dini yapılar bunlar. Şehir bu yapılar etrafında oluşmuş. Yani ortaçağ şehir hayatının merkezin kiliseler, katedraller var.

Bologna’yı şöhrete kavuşturan kuşkusuz ilk üniversitenin burada kurulmuş olması. Sadece ilk üniversitenin kurulduğu şehir olması açısından bile bu şehir ziyaret edilmeyi hak ediyor. İtalya seyahatine Venedik’ten başlayanlar için pek uzak sayılmaz. Kısa bir hızlı ve bir o kadar da rahat ve dinlendirici manzaralı tren yolculuğundan sonra Bologna’ya ulaşmak mümkün.

Bologna tren istasyonunun karşısındaki otellerin birinde önceden yer ayırtmak, istasyondan çıkar çıkmaz eşyaları yerleştirip şehir turuna başlamak mümkün. Tıpkı Venedik ve Floransa gibi Bologna’da da araç ihtiyacınız olmayacak. Görülmesi gereken her yer yürüme mesafesinde ve zaten böylesine tarihi bir kentin tadı ancak yürüyerek çıkarılabilir.

Bologna’nın ilk anda dikkati çeken diğer kentlerden farklı tarafı mimarisinde göze çarpıyor. Ana cadde ve sokakların çoğunun ön cephesinde sütunların üzerinde yer alan kemerler, kapalı mekanlar uzayıp gidiyor. Tam bir gölgelik gibi. Bir ara zorunlu olarak yapılması gerekiyormuş. O nedenle Bologna’da toplamda kilometrelerce kemer ve altında yürüyebileceğiniz uzun koridorlar var. Bir zamanlar atlılar dahi buradan yürürmüş. O nedenle hayli yüksek tavanlı yapılmış.

Şehir merkezinde sizi karşılayan ilk yapı, diğer pek çok İtalyan kentinde olduğu gibi büyük bir katedral, eski papaların anısına yapılmış anıtlar, fıskiyeli bir havuz. Kafeler, lokantalar hemen bu merkezin yanı başında. Yani kahve içerken veya yemek yerken bir ortaçağ kentinin tam göbeğinde hissedebilirsiniz kendinizi. Özellikle akşamları yapılan ışıklandırmalar daha sade, sakin, dingin biraz da romantizm katabilir atmosfere. Bu, şehri seyretmekten aldığınız doyumu emin olun daha da artıracaktır.

Bologna’ya gelince mutlaka yapılması gereken şeylerden biri burada kurulan Avrupa’nın ilk üniversitesini de görmek olmalı. Özellikle hukuk fakültesi ilk kurulan fakültelerden olduğu için mutlaka içine girilmeli, kare biçimindeki bahçesinde yürünmeli, ilk hoca ve talebelerin burada neler tartıştıkları, neler konuştukları üzerinde biraz düşünülmeli ve hayal kurumalı.

Modern eğitim ve bilimin ilk merkezlerinden biri olan bu üniversiteyi, kütüphanesini ve koridorlarını dolaşmak insanda ayrıcalıklı olduğu duygusunu uyandırıyor. Bir üniversite hocası olarak şahsen ben bunu hissettim ve Bologna’ya ruh üfleyen şeyin de bu ilk üniversitedeki bilgi, erdem ve hakikat peşinde koşma tutkusu olduğunu düşündüm. Günün birinde tekrar yolumun buraya düşmesini dileyerek ayrıldım bu kentten. Ayrılırken bir hüzün çöktü ama bir sonraki durağın Floransa olduğunu bilmek içime su serpti.

Venedik

Yurt dışında yaşayan Türklerin yıllık alışkanlıklarından biri izinlerini Türkiye’de, kendi yurtlarında geçirmek. Bu, güzel bir alışkanlık. Zorluklara, mali külfetine rağmen ve uzun yolculuklara rağmen çok sayıda Türk tatillerini ve izinlerini Türkiye’nin dört bir yanında geçiriyor. Aslında bu çok güzel. Ancak her yıl tekrarlandığında biraz sıradanlaşmaya ve alışkanlığa dönüşüyor. Bu nedenle bazı alternatiflere ihtiyaç var.

Özellikle genç kuşakların anne-babalarının memleketlerini görmeleri, akraba ev yakınları ile tanışmaları, ezan sesi duymaları, Türk mutfağının eşsiz tatlarını tanımaları açısında da Türkiye’de geçirilecek her anın ayrı bir önemi var.

Ama artık küresel bir dünyada yaşıyoruz. Artık yaşadığımız ülke ve Türkiye ile sınırlı kalamayız. Ufkumuzu sınır ötesine taşımak durumundayız. Hem kendimizi gerçekleştirmek hem de yeni kuşaklara farklı ve yeni bakış açıları kazandırmak için her yıl ziyaret ettiğimiz, gezdiğimiz ve gördüğümüz yerlere yenilerini eklemeliyiz.

Yılda bir kez Türkiye’ye gelerek tüm izni burada geçirmek yerine, yıllık izinleri ikiye veya üçe bölerek belki kısa ama farklı yerlere daha sık seyahat imkanı yaratmalıyız. Özellikle İngiltere buna daha müsait bir ülke. Okullarda ara tatillerin sık olduğu bir sistem var. Eğer anne-babalar da izinlerini buna göre ayarlarsa farklı ülkelere ve kentlere gitmek hiçte zor olmayacaktır.

Evet, ülke gezilerine öncelikle Türkiye’den başlamalı, doğusunu, batısını, kuzeyini ve güneyini gezmeli ve görmeliyiz. Bir dünya kenti İstanbul’a ayrıca özel zaman ayırmalıyız. Ancak bununla yetinmemeli, yeni yerler keşfetmeye de çalışmalıyız.

Yeni yerler deyince ilk akla gelen yerlerden biri kuşkusuz İtalya olmalı Avrupa’da yaşayan Türkler için. Çünkü bir taraftan Roma İmparatorluğunun kalıntıları ve diğer taraftan Rönensansın bıraktığı izler ve miras bu ülkede. Avrupa medeniyeti açısından çok önemli bir yer burası zira kime sorarsanız sorun Avrupa deyince eski Yunan gibi Roma da ilk zikredilen unsurlar, Rönesans ise üzerinde uzun uzun konuşulan bir dönem oluyor. İşte bu sadece bu nedenle dahi olsa İtalya’nın görülmesi ve gezilmesi gerekiyor.

Tabii ki İtalya kocaman bir ülke ve baştan aşağı gezmek mümkün değil. O nedenle öncelik sırası yapmak ve Avrupa medeniyeti açısından önemli yerleri görmeye öncelik vermek lazım. Bu konuda ben şöyle bir rotayı öneriyorum.

Bazı pratik kolaylıklarından dolayı geziye Venedik’ten başlamak yerinde olacak. Venedik, sular üzerine kurulu bir şehir. İnsanın güvenlik arayışı onu çok yaratıcı yapabiliyor. Yüzlerce köprü ile birbirine bağlı bu su kenti dar sokakları, kanalları, gondolları ve müzeleri ile görülmeye değer. Venedik yürüyerek gezilecek bir yer. Sokakları labirent gibi. Motorlu araç girişi yasak. Ulaşım kanallar üzerinden motor ve botlar ile sağlanıyor. Bütün bunlara ilişkin detayları rehber kitaplarından bulmak mümkün. Ama hiçbir rehber kitap bir kenti kendi doğası içinde, mimarisi, kültürü, havası, yemeği, kafeleri vb gibi unsurları ile yaşayan bir kent olarak bize sunamaz.

Bir kentin nasıl yaşadığını, nasıl hayat bulduğunu, zamanın onu nasıl yıprattığını veya canlandırdığını, geçmişten bugüne neleri taşıdığını, mirasının nasıl korunduğunu ve yeniden yorumlandığını görmek için mutlaka o şehrin sokaklarında yürümek, merdivenlerinde oturup düşünmek, kaldırımlarını adımlamak gerekiyor. Bir kentin ruhunu ancak bu şekilde hissedebilirsiniz. Kentlerin ruhu mu olurmuş demeyin. Var. Bunu keşfetmek için Venedik’ten başlayın bu yıl yaz tatilinize.

28 Temmuz 2010 Çarşamba

Sosyolojik açıdan şiddet ve terör

Terör ve şiddet ülkemizin geleceği ve kalkınması için harcanması gereken kaynakların bir kısmını tüketiyor, sosyal barışı tehdit ediyor ve ince gücüne zarar veriyor.

Demokrasi, insan hakları, eşitlik, özgürlük ve adalet gibi değerlerin toplumsal barış, ulusal, bölgesel ve küresel ilişkiler açısından önem taşıdığının sık sık vurgulandığı günümüzde, bu değerlerle çelişen şiddet ve terör eylemlerinde göze çarpan bir artış var. Terörün ekonomik maliyetinin yüksekliğini biliyoruz. İstikrar ve barış ortamında bu zararlar zaman içinde telafi edilebilir. Ancak insani ve toplumsal maliyetinin telafi edilmesi mümkün olmayacaktır, terör ve şiddet sarmalı yeni hedef ve düşmanlar yaratmakta, bireysel ve toplumsal travmalara yol açmaktadır.

Terör, uzlaşma ve hoşgörü kültürünün sosyal zeminini zayıflatarak ortak yaşam alanlarını ve ortak gelecek kurgularını imkânsız hale getirmeyi amaçlamaktadır. Bu nedenle terörün insani ve toplumsal maliyetlerinin neler olabileceği üzerine sosyolojik analizler yapmak ve toplumsal araştırmalar yapmak durumundayız. Artık herkes biliyor ki sadece güvenlik perspektifi ile şiddet ve terörü anlamak ve önlemek mümkün değil. Bu nedenle yeni bakış açıları, ortak anlayışlar ve bir gelecek vizyonu geliştirmek zorundayız. Politikacılar, aydınlar, düşünce kuruluşları ve üniversiteler sosyolojik araştırmalara önem vermeli, terörün toplumsal köken ve sonuçlarını enine boyuna tartışmalıdır.

NİÇİN SORUSU YETERİ KADAR İRDELENMİYOR...

Siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler çerçevesi terör ve şiddetin anlaşılmasına önemli katkılarda bulunmaktadır. Ancak her ne kadar bu çerçeve söz konusu olayların analizinde ufuk açıcı kuramsallaştırma ve açıklamalar üretse de konunun sosyolojik bir gözle de ele alınmasında yarar vardır. Ne var ki Türkiye'de sosyologların şiddet ve teröre ilişkin araştırma ve kuramsallaştırmalarının kapsamlı ve doyurucu olduğunu söylemek zordur. Birçok ülkede gözlenen siyasal şiddet aslında aynı zamanda sosyal bir soruna da işaret etmektedir. Ancak bu sorunun ne olduğu, neden kaynaklandığı ve nasıl anlaşılması gerektiği gibi sorular, günümüzde terörle ilgili tartışmalarda çoğunlukla sosyolojinin imkânları kullanılarak ele alınmamaktadır.

Şiddet ve terör sadece güvenlik perspektifi ile anlaşılamayacağına göre bu kavramlarla birlikte düşünülmesi gereken, amaçlar, araçlar, çevre, motivasyon, talepler, olaylarda aktif veya pasif yer alanlar, etkilenenler ve kurbanlar gibi bir dizi etken zincirinin bütün yönleri ile ele alınmasının gerekliliği ortadadır. Şiddet ve teröre ilişkin sosyolojik analizi diğer yaklaşımlardan farklı kılan en önemli faktörlerden biri, bu olayların doğasına ilişkin değişim ve etkileşim zincirinin bütün halkalarının bir değişken ve veri olarak, analiz sürecinde değerlendirmeye alınmasıdır.

Şiddet ve terör olaylarına ilişkin siyasal yaklaşımlar daha çok bu olayların amaçlarına (siyasi taleplere) yoğunlaştıkları, hukuki yaklaşımlar ise konuyu daha çok biçimsel ve normatif bir düzlemde (amaç-araç-sonuç bağlamında) değerlendirme eğiliminde olduğu için, sosyolojik yaklaşımın, bu olayların daha kapsamlı açıklanmasına ve orta/uzun vadede karşı önlem alınmasına imkân tanıdığı söylenebilir. Ancak Türkiye'de teröre ilişkin sosyolojik araştırmaların hâlâ başlangıç aşamasında olduğunu not etmeliyiz ki bu durum özellikle üniversitelerimizin bu konuda toplumsal taleplere cevap veremediğini göstermektedir.

Terörle ilgili günümüzdeki literatüre bakıldığında, bu tür olaylara ilişkin tanım ve açıklamaların odak noktasını "siyasi amaçlı şiddet eylemi" vurgusunun oluşturduğu görülür. Bu odak noktasından hareketle yapılan analizlerde de daha çok terörün bir araç ve yöntem olarak seçildiği, siyasal taleplerin yerine getirilmesi için askeri ve sivil hedeflere yönelik saldırıların düzenlendiği, şiddet ve terörün artık sınır ötesi eylemlere dönüştüğü, kamuoyunda korku ve panik yarattığı ve bu tür eylemlere karşı alınacak siyasi, hukuki ve güvenlik tedbirlerinin neler olması gerektiği, ayrıca şiddet ve terörün nasıl önlenebileceği üzerinde durulmaktadır. Daha açık bir ifade ile şiddet ve terör eylemleri söz konusu olduğunda hem analizler hem de çözüme ilişkin görüşler söz konusu eylemlerin yaşanması, hedeflerine yönelik saldırıların görünür hale gelmesi ve kamuoyunu etkisi altına almasıyla başlamaktadır. Bu anlamda başlıca analiz ve açıklama odağı şiddet ve terör olaylarının "nasıl" olduğunu merkeze almakta ancak "niçin" sorusuna cevap imkânı sağlayan sosyo-politik arka planı ve küresel toplumsal değişimlerle ilintisini, yani sosyolojik kökenlerini yeterince dikkate almamaktadır.

Bu bakış açısının ağırlıklı olarak tercih edilmesi, "nedenler" üzerinde derin analizler yapılması yerine "sonuçlar" üzerinde tartışma yapılmasına ve kuramsal açılımların kilitlenmesine yol açmaktadır. İşte bu noktada "niçin" sorusunun cevaplanması, şiddet ve terör olaylarının toplumsal kökenlerinin gözden geçirilmesi, birey ve grupların hangi neden ve süreçlerin etkisiyle, ne toplumsal ne de siyasal olarak kabul görmeyen yöntemlere başvurarak taleplerini dile getirmeleri, siyasi aktörler ve kamuoyunu etkileme ve yönlendirme girişimlerinin değerlendirilmesi anlamlı olacaktır.

Artık şiddet ve teröre başvurmanın siyasal ve stratejik nedenlere bağlı bir seçenek olduğunu, bu eylemlerin bazı psikolojik ve sosyal faktörlerin istenmeyen sonuçlarından çok, mantıklı ve stratejik bir seçim olduğu gerçeğini görmeliyiz. Yani terör ve şiddet faaliyetlerinin tümünü akıldışı ve patolojik olgular olarak görmek yanlıştır. Sosyolojik analizlerle beslenmeyen ve zenginleştirilmeyen siyasal ve normatif yaklaşımların, şiddet ve terör konusuyla ilgili analizleri "güvenlik" ve "tehdit" bakış açılarının belirlediği kısır bir döngüye mahkûm etme riski yüksektir. Bu riskin ortadan kaldırılması, geniş çaplı toplumsal etki yaratma ve kamuoyunu yönlendirmeyi amaçlayan şiddet ve teröre başvurma davranışının gerisindeki olası motiflerden her birinin analizini gerekli kılmaktadır. Teröristleri sadece mantık dışı paranoyak birer fanatik olarak görmek ve böyle kalıp yargılarla değerlendirmek onların zihin yapıları ve davranış kalıplarının çözümlenmesine engel olabileceği için, aşırılık yanlısı grupların sahip olabilecekleri potansiyel zarar verme güçlerinin de görmezden gelinmesine yol açabilir. Ayrıca terörün toplumsal temellerine ilişkin bilgilerin yetersiz oluşu üstünkörü genellemeler yapılmasına neden olmaktadır.

ÜNİVERSİTELER TERÖR KONUSUNU ÇALIŞMALI

Şiddet ve terör, karmaşık süreçlerin ve çok sayıda değişkenin ürünü olarak ortaya çıkar. Bu nedenle şiddet ve terörü siyasal, sosyal, ekonomik, kültürel ve güvenlik bağlamlarından soyutlayarak, bir veya birkaç değişkene indirgeyerek anlamak ve açıklamak mümkün görünmemektedir. Şiddet ve terör iç içe girmiş süreç ve etkenlerin sonucudur. Aynı şekilde bu tür davranışları sergileyen gruplara katılanlar karmaşık sosyal, psikolojik ve siyasal etkenlerin yönlendirmesiyle şiddet, çatışma ve terör eylemlerinde rol almaktadır. Şiddet ve terörün sosyolojik kaynakları söz konusu olduğunda bu karmaşık süreç, etken ve faktörlerin göz önünde bulundurulması, bireysel ve toplumsal davranış ve tercihleri yönlendiren siyasi ve ekonomik değişkenlerin de toplumsal etkiler yaptığı unutulmamalıdır.

Şiddet, sürtüşme, düşmanlık ve çatışmanın toplumsal yapıyı ve ilişkileri belirgin biçimde etkilediği sosyalleşme ortamlarında dört ana faktörün buralarda doğup büyüyen ve kimlik edinen kuşakları şiddet ve teröre sürüklediği, bir anlamda yeni kuşaklar arasında çatışmacı, şiddet yanlısı ve terör eylemi gönüllüsü ürettiği belirtilmektedir. "Şiddetin yenilenmesi" denilen bu süreçteki faktörleri şöyle sıralayabiliriz: 1- Sürtüşme ve çatışmanın hâkim ve sürekli olduğu çevrelerde çocuklardaki saldırganlık duygusunun normal eğitim, çevre ve sosyal etkilerle bastırılması ve törpülenmesi zor olmaktadır. Aksine, bu tür güdüler denetimsiz kalmakta, kontrol dışına çıkmakta ve şiddet tarafından özendirilmekte ve teşvik edilmektedir. 2- Şiddet, sürtüşme, çatışma ve savaş ortamlarında büyüyenler, şiddet ve terörü kendini ifade etme ve talepte bulunmanın meşru bir yolu ve yöntemi olarak görmektedir. 3- Şiddet ve çatışma kuşakları, kendilerini bir mağdur/kurban olarak algılamaya başlamakta ve içinde yaşadıkları çatışmanın sorumlusu olarak başkalarını görmektedir. Böyle bir kurban edilmişlik algısı, mağdurun hayatta kalmak ve varlığını sürdürmek için özel haklarının olduğu ve bunları kullanabileceği inancını doğurmaktadır. 4- Şiddetin günlük hayatın parçası olduğu sosyal ortamlardaki ergenler, hayat döngülerinin bu dönemindeki doğal bir gelişmenin sonucu, yani otoriteye karşı direnç gösteren ve başkaldıran bağımsız bir kimlik inşası sürecinin etkisiyle mevcut siyasal şartlar ve politik gelişmelerle kendilerini yakından özdeşleştirmektedir.

Türkiye'deki üniversite sayısı neredeyse 150'ye dayandı. Bunun elliye yakını vakıf üniversitesi. Çok sayıda araştırma merkezine sahip üniversitelerimizin kaynaklarının bir kısmını, en önemli sorunlarımızdan biri olan terör ve şiddetin köken ve sonuçlarını analiz etmeyi amaçlayan projelere ayırması gerekir. Sayıları memnuniyet verici biçimde artan bağımsız düşünce kuruluşlarının da bu alanda harcadıkları mesainin artırılması zaruridir. Zira bürokrasinin çarkları içinde bağımsız ve serbest düşünme ve analiz yeteneğinin körelmesi riskine karşı en iyi ilaçlardan biri sivil fikirler ve öneriler olacaktır.

Zaman - 07.07.2010

Endonezya’da yeni hükümetin öncelikleri hangi konular?

Nüfus bakımından dünyanın en büyük dördüncü ülkesi olan Endonezya, 280 milyonluk nüfusu ile en büyük İslam ülkesi. G20 üyesi olan Endonezya ...