29 Ağustos 2014 Cuma

Kutuplaşma ve ayrışmanın kökenleri

Kutsal kitaplar, peygamberler takipçilerini, ulus devlet yönetimler ise vatandaşlarını birlik ve beraberliğe çağırır ama yine de insanların tefrikaya ve fitneye düştüğü görülür. Ortak değer, beğeni, çıkar ve beklentiler gibi nedenler yanında coğrafya, doğal yapı ve şartlar insanların bir arada yaşamasına yol açmıştır. İnsanlar için güvenlik arayışı ve ihtiyacı ile ekonomik ve toplumsal dayanışma varoluşsal bir anlam kazanmıştır. Din de bütün bu maddi toplumsal unsurlara manevi bir ruh üflemiş; dirlik ve düzenliğin, sosyal barışın temellerini atmış ve kuvvetlendirmiştir. Klasik ve modern toplumbilimcilerin çoğu dinin bütünleştirici yönüne işaret etmiştir. Ancak katı modernleşme ve pozitivizmin etkileri ile dinin ve din kurumların toplumsal hayattan soyutlanmaya başlaması aynı zamanda toplumsal çözülmeye yani tefrika ve fitneye de zemin hazırlamıştır. Din hayattan çekildikçe, çıkar çatışmaları ön plana çıkmış, iktidar arayışı ve güç zehirlenmesi başlamış birlik ve beraberliğin temelinde bulunan eşitlik, adalet ve diğergarmlık değerleri örselenmiştir.
 
Ayrışmanın sosyolojik ve ekonomik sonuçları
Tefrika ve fitne toplumsal dayanışmayı erozyona uğratmıştır. Farklılıklar, zenginlik olarak kabul edilmesi gereken yerde gerilim ve çatışma kaynağına dönüşmüştür. Dini inanç ve ilkeler bütünleştiricidir. Ancak dine gereken önemin verilmediği dönemlerde sosyal yapıda çatlak oluşması, bunların çatışmaya dönüşmesi daha kolay olabilmektedir. Ekonomik açıdan da tefrika ve fitne ciddi sonuçlar doğurmaktadır. Ekonomik kalkınma ve refahın temelinde işbölümlerine dayalı üretim ve dayanışma vardır. Yardımlaşma ve çalışma ahlakı ile güven duygusunun oluşmasında dini inançların önemi bilinmektedir. İşte fitne ekonomik kalkınma ve refah için gerekli değer ve ilkelerin zayıflamasına neden olmaktadır.
 
Ayrışma ve ihtilaf dönemlerinde neler yapılmalı?
 
Kuran ve Sünnet Müslümanların ortak değerleridir. Siyasi ve dünyevi çıkarların meşrulaştırılması için araç olarak kullanılmamalıdır. Çünkü Kuran ve Sünnet müminlerin tümü için hakikatin başlıca kaynağıdır.
 
Adalet, eşitlik, dayanışma, birlik ve kardeşlik gibi değerlerin de bireylere ve sosyolojik bir kitle olarak cemaat ve ümmete aktarıldığı kaynaklardır. Bu nedenle Kuran ve Sünnet’in belirli topluluklar ve onların siyasi vb çıkarlarını savunmak ve bu uğurda yaptıklarını meşrulaştırmak için asla kullanılmamalıdır.
  
İslam dünyasında niçin bu kadar kutuplaşma ve çatışma var?
 
İslam dünyasında tanıklık ettiğimiz çatışma ve sürtüşmelerin temelinde başlıca üç neden yatmaktadır. Bunlardan birincisi meşruiyet arayışıdır. Suriye ve benzeri ülkelerde toplumun çoğunluğu Müslüman olmasına, siyasi temsil ve katılım talep etmesine, kendi geleceklerine kendileri karar vermek istemelerine karşın otoriter yönetimler buna olumlu cevap vermemiştir. İslam coğrafyasında son yıllarda geniş kapsamlı bir sorgulama başlamıştır. Bu sorgulamanın hedefinde toplumsal desteğe sahip olmayan yönetimlerin meşruiyetlerinin sorgulanması vardır.
 
İhtilafların temelinde yatan ikinci bir neden ise sömürgecilik döneminden geriye bırakılan daha doğrusu siyasal olarak projelendirilen toplumsal yapı inşalarıdır. Özellikle etnik ve mezhepsel aidiyetlerin sömürgeciler tarafından geriye bırakılan ayrıştırıcı bir miras olduğunu, geç dönem milliyetçilik rüzgarının da etkisiyle bunun ihtilaflara kaynaklık ettiğini belirtmek lazım.
 
İslam coğrafyasındaki ihtilafların üçüncü nedeni ise enerji kaynaklarının büyük oranda bu ülkelerde olması nedeniyle dış müdahalelerin doğrudan veya dolaylı biçimde devam ediyor oluşu; bazı Müslüman ülkelerin de hala zihinsel ve siyasal anlamda gerçek anlamda bağımsızlık kazanamamış olmalarıdır.
  
Dış etkenlerin çatışmalar üzerindeki payı
 
İslam dünyası, Türkiye gibi birkaç ülke istisna, uzun süre sömürgecilerin idaresinde kalmıştır. Sömürgecilik döneminde siyasal bir yapı oluşmuş, sosyolojik olarak projeler hayata geçirilmiş. Günümüzdeki haritalar ve sınırlar tesadüfen değil işte böyle bir strateji ile oluşturulmuştur.
 
Bugün çatışmaların olduğu ülkelerde hep sömürge döneminde oluşturulan sınıfsal ve siyasal yapıların korunduğunu ve iktidar mücadelesi sürdürdüğünü görüyoruz. Bu nedenle dış müdahalenin hala farklı biçimlerde devam ettiğini söylemek komplo teorisi üretmek değildir. 1990’larda Cezayir’de; 2013 yılında Mısır’da dış müdahale ve meşrulaştırıcı destek olmasaydı geniş kitlelerin başlattığı siyasal ve toplumsal değişimler durdurulamazdı.
 
Öte yandan ihtilafların dış kaynağı kadar iç nedenlerinin de olduğunu söylemek gerekir ki bunlardan birincisi ve en önemlisi bir uzlaşma kültürünün yeterince kök salmamasıdır.
 
Dünya sisteminde bakıldığında ittifakların belirleyici olduğunu görüyoruz. Ancak ittifaklar ve işbirlikleri hangi temelde yapılmalı sorusunu da sormalıyız. Sadece aynı din, inanç, mezhep, etnisite ve coğrafya aidiyeti üzerinden kurulan ittifaklar aynı anda kendilerine muarız ve muhalifler üretir. Bu nedenle İslam dünyası kendi için bir dayanışma örgütü veya yapısı kurmak istiyorsa bütün imkan ve riskleri gözden geçirmelidir. D-8 söz konusu risklerin yeterince hesaplanmadığını göstermiştir.
 
Sosyolojik yapı nasıl dönüştürülür?
İslam dünyasındaki değişim talepleri ve bu taleplere karşı durmanın temelinde meşruiyet krizi ve bununla doğrudan ilintili saydamlık ve hesap verebilirlik sorunları yatmaktadır. Ayrıca sömürge döneminde bilinçli olarak inşa edilen azınlıkların çoğunlukları yönettiği veya din/mezhepsel aidiyetlere göre yönetimlerin oluşturulduğu ülkelerde sosyolojik yapının kırılgan ve sürtüşmeye kolay düşen bir yapıda olduğu görülmektedir.
 
Bu nedenle ilk atılması gereken adımlardan biri meşruiyet krizinin aşılmasını sağlamak, yani halkın iradesinin siyasi idareye yansıdığı bir anlayış ve geçişin sağlanmasıdır. İkincisi sosyolojik yapıyı kırılganlaştıran dini, etnik ve mezhepsel farklılıkların ayrışma değil zenginlik olduğunu gösteren yeni bir sosyolojik paradigmanın inşası gereklidir.
 
Farklı olanlar tehdit olarak algılandığı sürece toplumsal barışın sağlanması mümkün değildir. Türkiye’nin deneyimleri bu anlamda oldukça öğreticidir. Gerek din ve toplum ilişkilerinde varılan mesafe, gerekse farklı dini, mezhepsel ve etnik grupların eşit vatandaşlık ve temsil siyasetine dahil edilmesi önemli bir deneyim olarak ön plana çıkmaktadır.
 
Bilginin güç olduğu bir dünyada yaşıyoruz. İslam dünyası son yüzyıla kadar içine kapanık bir görüntüde idi. Bazı ülkelerin hala öyle olduğunu, dışa açılmayı riskli gördüğünü, değişim taleplerine kapalı olduğunu görüyoruz. Halbuki küreselleşme, iletişim ve medya devrimleri dünyayı küçültmüş ve yeni pencereler açmıştır. Buna üniversiteler, araştırma merkezleri ve düşünce kuruluşları da eklendiğinde bilgi üretmenin ve bunu stratejik bir değere dönüştürmenin ne kadar önemli olduğu kendiliğinden ortaya çıkar.
 
İslam dünyası hala Batılı bilginin kodları ile entelektüel tartışmaları sürdürüyor zira kendi aydınları ve düşünürleri henüz özgün ve alternatif kavramlar ve kuramlar oluşturamadı. Bu konuda olumlu gelişmeler olmakla beraber entelektüel olarak bağımsızlığını ve yeterliliğini henüz kabul ettirebilmiş değil. Bilgi üretmeye ve ürettiği bilgi ile dünyada var olamadığı sürece oryantalist söylemlerin tanımlayıcılığından kurtulmak mümkün görünmemektedir.
 
Kur’an-ı Kerim’de yer alan emirler, uyarılar ve tavsiyeler zaman ötesidir. Müslümanları kuşatıcı bir özellik taşımaktadır. Aynı zamanda insanlık tarihinin de deneyimlerini yansıtmakta; önceki toplulukların düştükleri duruma düşülmemesi için uyarıda bulunmaktadır.
 
Buradan hareketle Müslümanlara sürekli olarak, ortak değerler ve ilkeler bütünü olarak Kur’an ve Sünnetin mesajlarına kulak vermeleri hatırlatılmalıdır. Diğer taraftan siyasal ve toplumsal ayrışmalara zemin hazırlayan eşitsizlikler, adaletsizlikler, temsil ve meşruiyet sorunları da ortadan kaldırılmalıdır.

Muslim democracy in Turkey: a threat or an opportunity? .


A number of actors, film makers and writers, including Sean Penn, Rachel Johnson and David Lynch, have sent a letter to Turkey's Prime Minister Recep Tayyip Erdogan. Published in London's Times newspaper it accused Erdogan of being an authoritarian undermining democracy in Turkey, a Muslim-majority country with a secular state system. The arguments in the letter do not reflect the deeply-rooted changes of the past decade wherein standards of democracy have been improved and the public sphere has been opened to all political and religious groups hitherto regarded as threats to national security. Moreover, the might of the military over civilian politics has been largely weakened and a constitutional referendum was held to change several articles to make the country more democratic.



Political protests over the development plans in the Gezi Park and the Taksim Square were justified only in terms of rhetoric and perceptions rather than what has happened in Turkey over the ten years of rule by the Justice and Development Party (AKP). It is true that the Turkish government and the AKP should draw lessons from such social and political protests and handle them in a better way, and the government has already signalled that the excessive use of state power to quell the demonstrations is under investigation.


Major developments have taken place to democratise Turkey in recent years under a conservative government whose leading members' religious identity was met with scepticism and suspicion at the beginning of their term of office. In contrast to claims that Muslim democrats who gained power in 2002 have a hidden agenda to Islamise the country gradually, Turkey's new direction is set towards full membership of the European Union and the institutionalisation of its values, even though there is resistance from Germany and France to Turkey's membership on predominantly cultural grounds. Turko-sceptics in Europe propose a "privileged partnership/membership" instead of full accession.
In contrast to critics' expectations of a conservative government, on May 19, 2007, the Akdamar Church (Armenian Cathedral of the Holy Cross), a 1,100 year-old place of worship on Akdamar Island in Eastern Anatolia was opened as a museum after being renovated by the Turkish government. The BBC reported that senior officials attended the opening ceremony following its restoration at a cost of $1.5m, which took 18 months in order to save the empty and neglected building with its intricate wall carvings depicting Biblical scenes1. Calls were made by several figures including Patriarch Mesrob II, spiritual leader of the Armenian Orthodox community in Turkey, for the government to open up the restored church for worship at least once a year. The government responded to this call positively and the building hosted worship on September 19, 2010, attended by hundreds of Orthodox Armenians, some of whom travelled from Armenia itself for the service.


On August 14, 2010, the first liturgy after 88 years was celebrated in the ancient Sumela Monastery (the so-called Monte Cassino of the East), 50 km from the city of Trabzon in the North-east of Turkey on the Black Sea. The monastery was founded in 386 and went through many ups and downs across the centuries. When it fell at the hands of Muslim Turks following the conquest of Istanbul, it remained untouched and continued its educational and spiritual activities uninterrupted. Probably the last religious ceremony was held in 1923 before a large-scale population exchange took place between Turkey and Greece, involving Orthodox Greeks in Turkey and Muslims in Greece. The monastery was then restored and turned into a museum. On September 14, 2010, thousands of Orthodox Greeks from around the world gathered there to pray.


The opening of the Sumela Monastery and the Akdamar Church to worship indicate that there are hopeful signs of an increasing tolerance and acceptance of minority religions on the one hand and the recognition of other identities and lifestyles such as the Kurdish and Alevi initiatives in Turkey, launched by the AKP. No other political parties since the establishment of modern Turkey have taken such bold steps to democratise the country and recognise publicly the grievances of its marginalised and neglected minorities. In contrast to claims that the AKP is consolidating conservatism and preparing the ground for social pressure on groups who don't share its ideology, by looking at the reforms since 2002 one can argue strongly that the moderate Islamist party is bringing Turkey closer to the western standards of democracy, rule of law, human rights and equal citizenship. Moreover, by opening Turkey to the world outside through trade and active foreign policy, Turkey is becoming more engaged in international affairs and integrated into the western system, which actually motivates the country to adopt further democratisation and transparency. As such, the debate about Turkey should focus on structural changes as agents of democratisation and transformation wherein the AKP government has played a leading role rather than looking at the outdated cliché that Islam and democracy are incompatible and Muslims fail to recognise the rights of secularists, unorthodox communities and other non-Muslim minorities.


The opening of the Sumela Monastery and the Akdamar Church mentioned above took place in a political environment dominated by the Islamist AKP, which is accused constantly of having a secret agenda to establish an Islamic state despite categorical denials by the party leadership. Claims are circulated that the Erdogan government is fostering religious conservatism to transform Turkish society, creating social pressure on people to conform to the ideals of the AKP in the process, curtailing several freedoms such as the consumption of alcohol and influencing fashion styles. Although these claims are repeated frequently, there are no legal arrangements and regulations, court decisions or other sociological evidence of Turkey moving in a conservative direction. However, there is a discussion on conservative social pressure, termed "neighbourhood pressure", by Serif Mardin. It is argued that the government's conservative ideology, intentionally or unintentionally, encourages like-minded people to force others to conform to a conservative life style.
Although social pressure and discrimination is often attributed to conservatism which is claimed to be largely informed by religion in Turkey, there is almost no discussion of how the current secular elite, who see themselves as the standard-bearers of republican and secular values, stand with regards to Muslim groups, the Kurds and non-Muslim minorities as far as discrimination and "othering" are concerned. A recent research paper on "Elites and Social Distance" indicates that most of the respondents who were educated in prestigious public or private schools, having a good job with middle or upper income levels, have a closer proximity to non-Muslims than the Kurds, which make them indifferent to the Kurdish problem. The same research demonstrates that the secular elite believes that the AKP has a hidden agenda of turning Turkey into a more conservative country. The Islamist newcomers to power are seen as "occupiers" who are against the republican secular values and the solution for the majority within the elite is to close down the AKP, though in principle they are against banning political parties. As far as the headscarf issue is concerned, such veiled women are regarded as "others" by the respondents and seen as a threat. Their primary social environment is closed to veiled women which suggests that differences in ideology and life styles create isolated social worlds in society with essentialist views towards others2.


Although one should acknowledge the presence of various forms of discrimination in the workplace, in the state institutions and in society as pointed out in several reports, these are not the product of the Erdogan government. In fact, the evidence suggests the contrary and that it is the Muslim democrats in the current government who initiated direct talks with the Kurds, the Alevis and the Roma people in Turkey for the first time in the Republic's history.


Turkey's policy towards its non-Muslims citizens is moving in the right direction in terms of consolidating and expanding rights and liberties that they were not able to enjoy fully under Kemalism, which tended to favour a nationalist and exclusivist interpretation of secularism. The performance of the current Turkish government under the AKP since 2002 signals us to be optimistic for the future. Not only has recognition and reconciliation begun but also legal provisions, such as granting "place of worship" status to churches and synagogues in 2003 and opening a new Protestant Church in 2006 which sparked optimism and increased expectations. Following these developments the parliament passed an amendment which enables churches and synagogues to have the right to use free water and electricity on a par with mosques in the country. However, the question of re-opening the Halki Seminary, which was established on October 1, 1844, on Heybeli Island and closed down in 1971, still remains unresolved though government ministers and politicians make positive statements.
The rise of the Justice and Development Party in 2002 was a source of concern for the secular elite, including the military, judiciary, high level bureaucracy and the main opposition Republican People's Party, that it would undermine democracy, destroy the secular foundations of the Republic and establish an Islamic state.The party's record since 2002 and research findings demonstrate that such claims are unfounded. In fact the AKP has initiated a "silent revolution and "instead of undermining democracy, it has done more to widen civil liberties than any preceding government since the 1960s."3 The political attitude of the Erdogan government has also paved the way for the emergence of more progressive and libertarian views with the objective of lifting prohibitions on religion and the restitution of liberties and legal entitlements for religious communities.


Footnotes
1. http://news.bbc.co.uk/2/hi/europe/6505927.stm
2. Füsun Üstel and Birol Caymaz, Elitler ve Sosyal Mesafe, (Elites and Social Distance), April 2010, Istanbul: Bilgi University and Open Society Foundation, p. 38,39,52.
3. Willam Hale and Ergun Ozbudun, Islamism, Democracy and Liberalism in Turkey, The case of the AKP, London: Routledge, 2010, p. 151

İsral’i eleştirmek antisemitizm mi?

İsrail, kurulduğu 1948 yılından bu yana Ortadoğu’da istikrarsızlığın ve çatışmaların ortasında yer alan ülkelerden biri olageldi. Birleşmiş Milletler (BM) kararı ile kurulan ve Avrupa başta olmak üzere pek çok ülkeden göç eden Yahudilerin oluşturduğu İsrail devleti, toprakları ellerinden alınan Filistinliler ve bölgedeki Arap ülkelerinin onu resmen tanımaması dolayısıyla meşruiyet sorunu yaşayageldi.


1967 Arap-İsrail savaşlarındaki işgalleri müteakiben Filistin toprakları üzerinde kurulan yeni yerleşim üniteleri, koloniler halinde genişledi. Filistinliler, tüm bu işgal ve kolonileştirme siyasetine karşı direnmek amacıyla çeşitli girişimlerde bulundular. Örgütler kuran Filistinliler, zaman zaman İsrail güvenlik güçleri ile çatışmalara girdiler. 
Madrid ve Oslo Barış Görüşmeleri'nde bazı konularda uzlaşmaya varılmasına rağmen Filistin konusunda nihai bir anlaşma bir türlü sağlanamadı. Bir güvenlik devleti olarak temayüz eden İsrail, 1967’den bu yana 750 bin Filistinliyi hapse attı. Ayrıca Gazze ve Batı Şeria’nın ekonomik gelişmesine engel olmak için duvarlar ördü ve bölgeyi abluka altına aldı. Özellikle ABD’nin BM Güvenlik Konseyi’ndeki veto koruması altında şiddet politikalarını sürdüren İsrail, 2008 ve 2012 yıllarında Gazze'ye can ve mal kaybına neden olan saldırılarda bulundu.


İsrail’in kolonileştirme politikalarına direnç
Filistin’in BM’de üye olmayan gözlemci ülke olarak tanınması, Hamas ve Fetih grupları arasındaki yakınlaşma, Doğu Akdeniz’de doğalgaz rezervlerinin bulunması, bölgesel jeopolitiği İsrail aleyhine değiştirebilecek yeni bir durum yarattı. Bundan rahatsız olan İsrail, kaçırıldıktan sonra ölü bulunan üç İsrailli'yi bahane ederek Temmuz 2014'te Gazze’ye büyük bir saldırı başlattı.


Yıllardır İsrail politikalarının eleştirileri söz konusu olduğunda, antisemitizm etiketlemesi araç olarak kullanıldı. Böylesi bir etiketlemeden endişe duyan aydınlar ve politikacılar, İsrail'in saldırıları karşısında hep suskun kalmayı tercih ettiler. Ancak son Gazze saldırıları, bu endişelerin kısmen de olsa ortadan kalktığına işaret ediyor.
İsrail'in Gazze'de yürüttüğü operasyon, neredeyse her ülkede tepkilere neden oldu. Özellikle sivil kayıpların çok oluşu ve BM okulu gibi korunaklı yerlere yapılan saldırılar, ciddi eleştirilerin dile getirilmesine yol açtı. İsrail'in, Filistin Sorunu'na bakışı ve askeri operasyonlara dayalı devlet politikası, sadece Müslümanlar tarafından değil her din ve milliyetten insanlar tarafından kınandı. Özellikle New York ve Londra gibi kentlerde yaşayan Yahudiler de orantısız güç kullanımını eleştirmek amacıyla diğer grupların düzenlediği protestolara katıldılar. 

İsrail devletinin takip ettiği siyaseti eleştirmek, zaman zaman antisemitizm ile karıştırılıyor. Bazı Yahudi lobi kuruluşları da İsrail eleştirisini özellikle Yahudi karşıtlığı olarak göstermeye çalışıyor. Antisemitizm, inanç ve kimliklerinden dolayı Yahudilere karşı olmayı içeren ve onlara siyasal ve toplumsal meşruiyet tanımayan bir kavramdır. Antisemitizm olgusu ve Yahudileri gettolara yerleştirerek onlara karşı ayrımcı politikalar uygulanması, Batı dünyasında başlamış ve trajik sonuçlar doğurmuştur.
Antisemitizm, Batı uygarlığının öteki ile bir arada yaşama konusunda karşılaştığı meydan okumaların ürünüdür. İkinci Dünya Savaşı'nda zirve yapan antisemitizm, milyonlarca Yahudinin toplama kamplarında sistematik olarak öldürülmesi, yani soykırım ile sonuçlandı. Halen de pek çok Batı ülkesinde antisemitizmin var olduğu ve artış gösterdiğine ilişkin raporlar yayımlanıyor. Batı kültüründe ortaya çıkan Yahudi karşıtlığının, zaman içerisinde diğer ülkelere de yayıldığı görülüyor.


İslam, Yahudilik ve antisemitizm
İslam dini, özü itibariyle kendisini Yahudilik ve Hristiyanlığın devamı olarak görür. Aynı geleneğin bir parçası olarak gördüğü bu dinlere ve bu dinlerin mensuplarına bakış açısını da işte bu arka plan belirler. İslamiyetin ilk ortaya çıktığı yıllardan itibaren yapılan anlaşmalar ve Medine Vesikası'nda da görüldüğü gibi diğer din mensupları ile bir arada yaşamanın sosyolojik ve siyasal temelleri kurulmuştur. İşte bu nedenle İspanya'dan göç etmek zorunda kalan Yahudiler, Osmanlı topraklarında kendilerine korunaklı bir alan bulabilmişlerdir.
Osmanlı döneminde oluşturulan 'Millet Sistemi', Yahudi ve Hristiyanların kendi eğitim kurumlarını kurma, kendi dillerinde eğitim yapma ve kendi şeriatlarını/hukuklarını uygulama özgürlükleri sağlıyordu. İkinci Dünya Savaşı'nda da bazı Türk diplomatların Yahudileri korumaya yönelik çabaları oldu.
Fakat Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılmasının ardından gelen ulus devlet kurma ve kimlik politikaları, çokkültürlü yapı yerine homojen bir ulus inşa etme sürecini başlattı. Bu dönemde etnik ve dini azınlıkların ayrımcılık ve hak ihlalleri ilgili ciddi sorunlar yaşadığı biliniyor. Ancak bu ihlaller, sosyolojik bir karşıtlık, talep ve eğilimin değil dönemin ideolojik tercihlerinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştı.


Antisemitizm etiketlemesi işe yaramıyor
İslamiyet, din özgürlüklerini, öteki inanç ve kültürlere hoşgörüyü esas alan bir dindir. Lakin tarihsel ve siyasal kırılmalar, Müslümanlar ile diğer din mensuplarının ilişkilerine de yansıdı. Bu nedenle konjonktürel gelişmelerin ortaya çıkardığı sonuçları dinin özüne mal etmek mümkün değildir.
İslamiyet, kategorik bir Yahudi düşmanlığını onaylamadığı gibi, Yahudilere yönelik şiddet ve nefret içeren bir dil ve söylemi de onaylamaz. Ama Müslümanların da, diğerleri gibi İsrail'in devlet politikalarını eleştirmeye, kınamaya ve protesto etmeye hakları vardır. Ve bu hakkı kullanmaları, antisemitizm olarak değerlendirilmemelidir.
Diğer yandan Müslümanlar da bu hakkı kullanırken, benimsedikleri dil ve yönteme özen göstermelidirler. İsrail devletinin şiddet politikalarından duyulan kaygı, asla Yahudi yazar, sanatçı, din adamı gibi bireylere ve Havra gibi Yahudi kurumlarına karşı bir öfkeye yönelmemelidir. Antisemitizm, İslam kültürünün bir ürünü değildir ve sosyolojik karşılık da bulamamaktadır. İslamiyetin özüne uygun olan da budur.
İslam dünyasında ciddi bir İsrail eleştirisi olduğu doğrudur ve bunun haklı gerekçeleri vardır. Bu eleştiri dalgası, İsrail politikalarına geleneksel olarak olumlu bakan ülkelere de yayılmaya başlamıştır.
Artık antisemitizm etiketlemesi ile dünyanın vicdanını susturmak mümkün görünmüyor.


http://www.aljazeera.com.tr/gorus/israli-elestirmek-antisemitizm-mi

İslam dünyasının aşırılıkla imtihanı


Pew Araştırma Merkezi’nin Müslüman nüfusun yoğun olduğu 14 ülkede Nisan ve Mayıs aylarında 14.244 katılımcı üzerinde yaptığı araştırma, İslam dünyasındaki siyasal gelişmelerin sosyolojik yapı üzerindeki etkilerini ortaya koymaktadır. Araştırma özellikle Batı kamuoyunda yaygın olan bazı kalıpyargıları sarsacak bulgular da içermektedir.
1997 yılında yayınlanan "Islamophobia: A Challenge for Us All başlıklı Runnymede Trust" raporunun da ortaya koyduğu gibi Batı kamuoyunda İslam ile ilgili yaygın kanaatler olumsuz imgeler ve önyargılar içeriyordu. Bu raporun bulgularına göre İslamiyetin diğer kültürler ile ortak yönlerinin bulunmadığı, Batı kültürünün daha üstün olduğu, İslamiyetin şiddet içeren bir ideoloji olduğu kamuoyunda yaygın önkabuller arasında yer alıyordu.
11 Eylül 2011 saldırıları, Taliban ve El-Kaide gibi dini inanç ve söylemleri araçsallatırarak meşruiyet dayanağı olarak gösteren şiddet yanlısı örgütler İslam ve aşırılık arasında kurulan özdeşleşmeye malzeme taşımıştır. Afganistan ve Irak’ın işgali, Arap Baharı’nın öncelik ettiği siyasal değişim taleplerinin bastırılmasına karşı gelişen ve pozisyonlarını tahkim eden Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) gibi örgütler ise kökenleri geçmişe uzanan kalıpyargıları daha da pekiştirmiştir.


Ancak Pew araştırması bulgularının da açıkça işaret ettiği gibi radikal ve aşırı örgütlerin İslam coğrafyasında geniş bir toplumsal karşılığı ve desteği bulunmamaktadır. Buna rağmen istisnaları olmakla birlikte Batı medyası, siyaseti ve akademyasındaki hâkim bakış açısı ve kullanılan dil, Müslüman toplulukların aşırılıklara ve şiddet içeren İslam yorumlarına yatkın olduğunu ima etmektedir.






İslam dünyasına bakıldığında özcü yaklaşımlardan kaçınılmasını gerektiren geniş bir siyasal ve sosyolojik çeşitlilik olduğu göze çarpar. Pew araştırmasının da gösterdiği gibi Müslümanların çoğu aşırı örgütlerin varlığı ve yükselişini kaygı ile karşılamaktadır. İslam siyaset tarihinde şiddet eğilimi gösteren gruplar ve örgütler her zaman var olmuştur. Ancak bu tür İslam yorumları geniş kitleleri peşinden sürükleyememiştir. Her ne kadar temsil krizleri ve meşruiyet sorunlarının yaşandığı, merkezi otoritenin zayıfladığı dönemlerde göreceli bir yükseliş gösterseler de aşırı örgütler geniş bir destek tabanı bulamamıştır. Pew araştırması da bu gözlemi teyit eden bulgular içermektedir, zira Lübnan, Tunus, Mısır, Filistin, Ürdün, Bangladeş ve Pakistan gibi ülkelerde halkın büyük çoğunluğu aşırı örgütlerin varlığından duydukları endişeleri dile getirmektedir. Geçen yıllara oranla endişelilerin oranında belirgin bir artış olduğu da gözlenmektedir.
İslam dünyasında aşırı örgütlerin varlığından duyulan kaygıların artmasında yol açan pek çok neden sayılabilir. Bunlar arasında siyasal gelişmelerin nereye doğru evrildiğine ilişkin belirsizliklerin giderilememiş olması, etnik ve mezhepsel aidiyetlere dayalı toplumsal kırılmaların yarattığı risklerin gün geçtikçe artması, merkezi hükümetlerin siyasal istikrar ve güvenliği sağlayamaması ve otorite boşluğunu doldurmaya başlayan aşırı örgütlerin siyasal alana yayılmaları sayılabilir.
İslam ülkelerinde aşırı örgütlere tepkilerin artmasında belki de en önemli etken refah, istikrar, güvenlik, demokratikleşme ve sivilleşme taleplerinin bu örgütler yüzünden zemin kaybetmesi ve sorgulanmaya başlaması olmuştur.

Radikal örgütlere karşı endişelerin artmasında kuşkusuz bu örgütlerin eylemlerinin önemli bir payı vardır. Radikal örgütlerin Ortadoğu, Kuzey Afrika, Afganistan ve Pakistan’da meşruiyet arayışına dayalı sivil ve geniş toplumsal tabanlı siyasi hareketleri devre dışına bırakmaya çalıştığı ve bu amaçlarına artan oranda yaklaştığı görülmektedir. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki müesses nizamı değiştirmeyi amaçlayan Arap Baharı yeni umutlar doğurmuş, meşru ve katılımcı rejimlerin kurulması için yeni imkânlar yaratmıştır. Ancak bu süreçte farklı İslam yorumlarını benimseyen grup ve örgütler arasında da bir iktidar mücadelesi başlamıştır. Bu değişm sürecinde Libya, Suriye ve Irak’ta da görüldüğü demokratikleşme ve normalleşme talebinde bulunan geniş halk kitlelerinin temsili sorunu başgöstermiş, muhalefetin dağınıklığından yararlanan aşırı örgütler silahtan güç alarak rol çalmaya başlamıştır.


İslam ülkelerinde aşırı örgütlere tepkilerin artmasında belki de en önemli etken refah, istikrar, güvenlik, demokratikleşme ve sivilleşme taleplerinin bu örgütler yüzünden zemin kaybetmesi ve sorgulanmaya başlaması olmuştur. Bir başka ifade ile meşru temsil iddiasının aşırı örgütler tarafından çalınması, şiddet örgütlerine karşı tepki ve endişeleri de artırmıştır. Bunda Batı dünyasının bölge politikalarının da etkisi olmuştur. Toplumsal tabanı ve meşruiyeti kamuoyunda genel kabul gören hareketlere otoriter rejimler ile mücadelelerinde yeterli destek verilmeyişi radikal örgütlere alan açmıştır. Bugün aşırı İslami örgütler Ortadoğu, Afrika ve Asya’da sahada etkin bir konuma gelmiş ise bu Pew araştırmasının da işaret ettiği söz konusu örgütlerin görüş ve eylemlerinin yerel halk tarafından benimsenmesi veya desteklenmesinin sonucu değildir. Zira çoğu ülkede Müslüman toplulukların aşırı örgütlere bakışlarında görülen kaygı giderek artmaktadır.
Irak ve Suriye deneyimleri aşırı İslami örgütlerin istikrarsızlık, kutuplaşma, mezhepsel çatışma ve bölünmeye ne kadar katkıda bulunduğunu göstermesi bakımından anlamlıdır. Her ne kadar her iki ülkede de etnik ve mezhepsel gerilimlerin tarihsel kökenleri olsa da radikal örgütler devreye girene kadar bu farklılıklar ve gerilimler en az maliyetle yönetilebilir durumdaydı. Bugün gelinen noktada aşırı örgütlerin eylemleri halkın talep ettiği siyasal değişim ve dönüşümün önündeki en büyük engele dönüşmüş durumda. İşte bu yüzden pek çok ülkede Müslüman kamuoyu aşırı örgütleri ve şiddet eylemlerini endişe ile izlemeye devam etmektedir.
İslam dünyasında özellikle kriz ve çatışmaların uzun süreli olduğu ve bir türlü çözülemediği yerlerde İslami hareketler çözümün adresi olarak görülmekte, bu hareketlerden beklentiler de doğal olarak artmaktadır. Siyasal İslami hareketlerin yükselişe geçtiği her yerde meşruiyet sorunu yaşayan rejimlerin çözemediği temsil meselesi başta olmak üzere ekonomi ve dış politikaya ilişkin sorunların çözümlenmesi beklenmektedir.






Yüzyıllık sorunların mucizevi biçimde çözülememesi ise iktidara gelen yeni İslami siyasal aktörlerin sorgulanmasına yol açmaktadır. Hamas bu hareketlerden biri olarak zikredilebilir zira seçimle iş başına gelmiş, Gazze’de toplumsal ve siyasal meşruiyeti kabul edilmiş bir örgüttür. Ancak gerek Gazze’ye yönelik ablukanın kaldırılması gerekse Batı Şeria ile olan ilişkilerde normalleşme ve güven inşasının gecikmesi, dolayısıyle Filistin sorununun çözümünde beklentileri tam olarak karşılayamaması, ayrıca İsrail ve müttefiklerinin uluslararası kamuoyunda yalnızlaştırma girişimleri nedeniyle Hamas’a destek azalmıştır.
Siyasal alanın katılıma açık olup olmaması önemli bir sorun olarak kendisini göstermektedir. Örneğin Mısır’da ilk sivil ve saydam seçimle Cumhurbaşkanı seçilen Mursi’nin bir darbe ile görevden uzaklaştırılması, Müslüman Kardeşler’in önce yasaklanması ve sonra terör örgütü ilan edilerek liderlerinin hapsedilmesi, üyelerinin bir kısmının idama mahkûm edilmesi siyasete olan güvenin zedelenmesine yol açabilir. Siyasetten umudunu kesenlerin artması ise aşırı örgütlerin rol çalması ve destek bulması için verimli zemin oluşturmaktadır.


http://www.aljazeera.com.tr/gorus/islam-dunyasinin-asirilikla-imtihani

İran nükleer anlaşması yeni bir dönemin başlangıcı mı?

BM Güvenlik Konseyi üyeleri ABD, Rusya, Çin, İngiltere, Fransa (P5) ve Almanya'nın (+1) İran ile yürüttüğü müzakereler anlaşmayla sonuçlandı. Siyasi çevreler ve uzmanların tarihi olarak niteledikleri anlaşma diplomasinin hala sonuç alabileceğini, sert güç kullanımının doğurabileceği risklerin dikkatlice hesaplanması gerektiğini bir kez daha dünya kamuoyu gündemine taşımış oldu. İran ile yapılan anlaşmaya kim kazandı kim kaybetti mantığı ile bakanlar olduğu kadar söz konusu anlaşmanın hem ilgili tarafların bundan sonraki davranışlarına hem de bölge politikalarına nasıl yansıyacağı sorusu çerçevesinde bakanlar da bulunmaktadır ki özgün olan da böyle bir yaklaşımdır.
Anlaşma tarihi başarı mı?

1979 devriminden bu yana İran'ın bazı ülkeler dışında uluslararası sistemin başat aktör ve kurumları ile ilişkilerinde bir kopuş yaşandığı biliniyor. Zaman zaman yakınlaşma gereğinden söz edilse de özellikle ABD ve Batı ülkeleri ile İran arasında diplomatik ilişkilerin yeniden kurulamadığı, İran'ın takip ettiği bölge politikaları yüzünden uluslararası sistemin dışında tutulduğu, İsrail, Irak, Suriye ve Lübnan siyasetinden dolayı sert biçimde eleştirildiği herkesin malumu. Bu sürtüşmelerden dolayı İran'ın nükleer teknoloji geliştirmesi, geliştirmeyi sürdürdüğü teknolojiyi sivil mi yoksa askeri amaçla mı kullanacağı hep tartışılageldi. İsrail'in de katkısıyla İran üzerinde ciddi bir kuşku bulutu oluşturuldu.
P5+1 ve İran arasında varılan anlaşma kuşkusuz tarihi bir öneme sahip çünkü şimdiye kadar muhatap alınmayan ve ikna edilemeyen İran masaya oturdu, müzakerenin yani sorunun değil de çözümün bir parçası olarak uluslararası sisteme geri dönüş yaptı. Bu açıdan bakıldığında anlaşmaya tarihi denilebilir. Ancak bu anlaşmadaki şartların neredeyse hepsini taşıyan bir anlaşma, Türkiye-Brezilya ve İran arasında 2010'da imzalanmıştı. Yani Türkiye ve Brezilya, bölgesel ve küresel güçlerin Uluslararası Atom Enerjisi kanalıyla talep ettikleri şartları İran'a kabul ettirmişti. 2010'daki anlaşmaya soğuk bakan hatta o gün Türkiye'yi hoyratça suçlayanların benzer bir anlaşmaya bugün tarihi demeleri manidardır.

İran nükleer anlaşmasının yansımaları
Diplomasinin zaferi olarak lanse edilen P5+1 ve İran nükleer anlaşmasının yansımalarını üç açıdan yorumlamak mümkündür.
Birincisi, İran açısından bakıldığında anlamlı kazanımların olduğu görülebilir. Bazı ülkeler hariç uluslararası toplum İran'ın nükleer projesini bir takım sınırlamalar ile meşru bir girişim olarak kabul etti. Ayrıca İran müzakere masasına oturarak uluslararası sistemin yeniden bir parçası olmuş, muhatap alınmış ve böylece izolasyondan kurtulmanın kapısını aralamıştır. İran'ın meşru bir muhatap olarak görülmesine yol açan müzakere ve anlaşmanın en somut kazanımı ise İran'a uygulanan yaptırımların gevşetilecek oluşudur.
İkincisi, P5+1'ın temsil ettiği uluslararası toplum ve bilhassa ABD açısından bakıldığında, savaş ve şiddete başvurmadan İran ikna edilmiş, bileği bükülmüş ve nükleer silah üretimi riski en azından şimdilik önlenmiştir. Irak ve Afganistan'dan askeri varlığını çeken, Suriye'deki krize müdahaleye isteksiz olan ABD ve Batı ittifakı bölgede kendileri açısından daha az maliyetli ama daha etkin bir yöntem ve siyasetle yönlendirici olmanın yolunu açmıştır.
Bu anlaşma, ABD ve diğer büyük güçlerin bölgeden çekildiği görüşünü çürütmekte, tam tersi yeniden ama farklı yöntem ve enstrümanla bölgeye müdahil olduğuna işaret etmektedir. İsrail ve Suudi Arabistan ise ABD müttefiki olmalarına karşın bölgedeki en büyük hasımları olarak gördükleri İran'ı rahatlatan anlaşmaya karşı çıktıklarını açıkça beyan etmeyi sürdürmektedir. Anlaşma ile birlikte ortaya çıkan sorulardan biri de İran'dan sonra sıranın hangi ülkeye geleceğidir. Örneğin nükleer projeleri olan diğer ülkelere ilişkin nasıl bir siyasal tutum ve uygulama olacak sorusu şimdiden sorulmaya başlanmıştır. İsrail'in nükleer ve biyolojik silahları olduğu ve NPT'ye de imza koymadığı biliniyor. Eğer bölgesel bir silahsızlanma olacaksa, İsrail'in de sorgulanması talep edilebilir.
Üçüncüsü, İran ile müzakerelerin anlaşma ile sonuçlanması Türkiye'yi de yakından ilgilendiren bir gelişmedir. Bir yönü ile Türkiye açısından olumlu bir gelişmedir zira nükleer silah tehdidinden arındırılmış bir bölge Türkiye'nin risk ve tehdit algılarını azaltacaktır. Ayrıca yaptırımların gevşemesi ve kalkması ile sınır komşusu olması nedeniyle İran'la dış ticaret hacminde genişleme olacak; Türkiye'nin ihracatı artacak ve daha güvenli ve ekonomik enerji temini mümkün olacaktır. Son tahlilde 2010'da zaten Türkiye de Brezilya ile birlikte İran'ı çözüme ikna etmişti.
2010'da çözümün liderliğini Türkiye ve Brezilya yaptığı için soğuk karşılanmıştı. Bugün gerçekleşen anlaşma aslında Türkiye'nin olayları çok önceden gördüğünün bir işaretidir. İran'ın merkezi bir konuma oturtulması yönünde bir gelişmenin yaşanması ve psikolojik olarak güçlendirilmesi ise bölgesel rekabet açısından bakıldığında Türkiye'nin çıkarları ile uyuşmamaktadır.



https://www.blogger.com/blogger.g?blogID=12960178#editor/target=post;postID=7458797749807546244

Suriye krizinde çözüm seçenekleri

ABD'nin Rusya'nın başlattığı diplomatik girişimlere teslim olmasıyla, Obama sahneden inerken Putin oyun kurucu lider görüntüsü ile sahneye çıktı
Rusya'nın başlattığı diplomatik girişimlere teslim olan ABD küresel rekabet yarışında bir adım attı; Obama sahneden inerken Putin oyun kurucu lider görüntüsü ile sahneye çıktı.
Gerek Obama'nın ertelediği Suriye'ye müdahale planı gerekse Putin'in arabuluculuk girişimi ile kimyasal silahların imha edilmesi planı Suriye krizine nihai bir çözüm getirmeyi amaçlamıyor.
ABD ve Rusya perde gerisinde kontrollü bir krizin devam etmesinin kendi çıkarlarına aykırı olmadığı konusunda anlaşmış görünüyor, zira masa üzerindeki seçenekler sahadaki dengeleri değiştirecek cinsten değil.


Suriye krizinin mucizevi bir çözümü yok

Suriye'de iki yılı aşkın bir süredir devam eden kriz ve iç çatışma, İran ve Rusya gibi güçlerin dışarıdan rejime; bazı ülkelerin de muhalefete verdiği destekten dolayı oldukça karmaşık bir yapıya bürünmüş durumda. Suriye, bir taraftan iç savaşın devam ettiği, diğer taraftan bölgesel ve küresel güçlerin çıkar ve nüfuz mücadelesinin devam ettiği açık bir rekabet alanına dönüştü. Bölgesel ve küresel aktörlerin kendi güçlerini de sınadığı bir ülke Suriye.
Bu nedenle krize kolay bir çözüm yolu görünmüyor ufukta. Afganistan ve Irak örnekleri de göstermektedir ki bölgeye dışardan müdahaleler, her zaman beklenen sonuçları doğurmayabilir.
Suriye krizinde aşağı yukarı şu seçenekler ile karşı karşıyayız. Bunları anlama ve yorumlama biçimleri Suriye'nin geleceğini tayin edecek adımların atılmasını gerekli kılacaktır.
Suriye'de 120 bin insan öldü ve mevcut durum ve güç dengeleri olduğu gibi devam ederse ölmeye devam edecek. Ülkenin toplumsal dokusu mezhepsel hatlarda tamir edilemez biçimde yara alacaktır. Mültecilerin sayısında dramatik artışlar yaşanacaktır. Türkiye'nin sınır güvenliği riskleri de daha artacaktır.
Bu gelişmelere seyirci kalınabilir mi? Nereye kadar seyirci kalınabilir?


Dış müdahalenin riskleri

Diğer yandan bir dış müdahale pek çok riski içinde barındırmasına karşın, gerçekleştirildiğinde iki ihtimal doğacaktır. İktidar değişikliği ile son bulacak bir müdahalede rejim giderse ve bunun yerine yeni ve geniş tabanlı bir hükümet kurulabilirse (kolay olmayacaktır kuşkusuz) krizin çözümü için bir imkân doğabilir. Ki Suriye'de bugünkü krizin başlangıç noktası da demokratik talepler çerçevesinde siyasal alanın açılması idi. Rejim değişikliği ile sonuçlanmayan bir müdahale durumunda ise tekrar başa dönülme, şiddet sarmalının genişleyerek sürme ihtimali oldukça büyük görünüyor. Diplomatik girişimlere bir şans daha verilmesi durumunda sonuç alınabilir mi sorusu da bu bağlamda sorulmalıdır. Krizin başlangıcından hemen sonra başlayan Arap Birliği gözlemcilerinin girişimleri; Kofi Annan arabuluculuğu; birinci Cenevre zirvelerinin sonuç vermediği göz önüne alınırsa diplomatik yolların da büyük oranda tıkandığı söylenebilir.
Suriye'de hangi yöntem tercih edilirse edilsin krize mucize bir çözüm beklenmesi rasyonel ve gerçekçi değildir.

27 Aralık 2012 Perşembe

Üniversiteler ve Demokrasi Kültürü



Londra Üniversitesi’nde yüksek lisans, Warwick Üniversitesi’nde doktora yaptım, aynı üniversitede iki yıl çalıştım ama bir kez bile olsun bu üniversite kampuslerinde şiddet olaylarına rastlamadım. İngiliz üniversite kültürü ve geleneği ile Türkiye’dekiler arasında hayli farklılıklar var diyebilirim. Türkiye’de kutuplaşma son zamanlarda şiddetin tırmanmasına neden oluyor.
Türkiye’nin en zeki, yetenekli ve başarılı öğrencilerinin okuduğu, üniversiteye hazırlanan binlerce öğrencinin ilk sıralarda tercih ettiği ve saygın bilim insanlarının çalıştığı ODTÜ kampusünde yaşanan olaylar, Başbakan ve rektörlerin açıklamaları, sayıları az olmakla beraber bazı öğrencilerin şiddet içeren davranışları, ünivesitelere ve demokrasi kültürüne ilişkin yeniden bir düşünme süreci başlattı.

Üniversite, Devlet ve İdeoloji

Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren  yükseköğretim kurumları Türkiye’de önemli işlevler görmüş, devlet ideolojisinin, yukarıdan aşağıya empoze edilen modernleşme ve sekülerleşme projesinin etkin bir taşıyıcısı ve savunucusu olmuştur. Üniversite sayıları uzun yıllar yükseköğretim talebini karşılayamadığı için bu kurumlardan sınırlı sayıda vatandaş yararlanabilmiş, üniversiteler kritik konularda suskun kalmış ve kronik sorunların çözümünde öneriler getirmekten çekinmiştir. Bir başka ifade ile üniversiteler, yükseköğretim geleneğinin köklü biçimde geliştiği ülkelerdeki gibi bilim, eleştirel düşünce,  araştırma ve sorgulama kültürünü geliştirmek suretiyle topluma yol gösterme konusunda kendilerinden beklenen performansı sergileyemedi. 

Statüko ve vesayete karşı koyması ve direnmesi gereken kurumlar olması beklenen üniversiteler, ideolojik kaygılarla hareket eden, çoğulculuk yerine tektipçiliğe sırtını dayayan ötekileştirici uygulamaların mekanı oldu.  Vesayetin güçlü olduğu dönemlerde yasakları uygulayan ve savunan kurumlar olmakla kalmadılar, yeni siyasi aktörleri ortaya çıkaran toplumsal değişimlere asker, bürokrasi ve yargı ile ittifak halinde direnç gösterdiler. Bu yönleriyle üniversitelerden beklenen üç temel alanda; eğitim-öğretim ve nitelikli insan gücü yetiştirme, özgün araştırmalarla teknolojik  yeniliklere liderlik yapma, hoşgörü ve çoğulculuk kültürünün gelişimine ve demokratikleşmeye katkıda bulunmada çağın gerisinde kaldılar. Buna rağmen üniversiteleri kurtarılmış kaleler olarak gören bazı aydınlar, topluma hesap vermek yerine, medya ve eski Türkiye eliteleri ile kurdukları ideolojik ittifaklar sayesinde söylemsel üstünlüklerini sürdürdüler. Bugün ODTÜ olaylarından sonra yaşananlar ve alınan pozisyonlar bir kez daha gösteriyor ki az sayıda öğrencinin katılımı ile başlayan ve farklı üniversitelere yayınlan şiddet olayları araçsallaştırılabilmektedir.

Kutuplaşma ve Şiddet Kime Yarar?

Türkiye, izleri bügün dahi hissedilen, üniversite öğrencilerinin şiddet sarmalına kapıldığı, idelojik kamplaşma ve kutuplaşmanın çok sayıda gencin hayatına mal olduğu talihsiz dönemler yaşadı. Kimi devrim, kimi vatanperverlik uğruna karşıt ideolojik uçlara savrulan üniversite gençliği birbirine kırdırıldı. Pekçok öğrenci eğitimini yarıda bırakmak zorunda kaldı. Bu kirli çekişmenin kaybedeni öğrenciler ve üniversiteler oldu. Türkiye’nin kayıp yılları şiddetin aklı ve sağduyuyu tutsak ederek müzakere kültürünü tutsak ettiği yıllar olmuştur.

Yeni Türkiye eski alışkanlıkların terkedilmeye başlandığı, vesayet rejiminin etkisini yitirdiği, siyasi ve ekonomik istikrarın yüksekğöretimde de yeni fırsat alanları açtığı bir Türkiye’dir. 2023 hedeflerine ulaşılmasında müzakere kültürünü benimseyen nitelikli kuşakların yetişmesi için her şehirde üniversite açılmış, yükseköğretimde tektipçilğin son bulması için yetmiş vakıf üniversitesinin kuruluşu onaylanmıştır. Üniversite eğitimini kolaylaştırmak amacıyla yeni üniversiteler açılırken kontenjanlar da artırılmış, dünya paralı eğitime geçerken harçlar kaldırılmış, burs miktarları yükseltilmiş, ücretsiz internet bağlantılı yurtlar açılmıştır. Bütün bunlar fırsat eşitliğini tabana yayarak üniversitelerde daha fazla öğrencinin daha iyi imkanlarla okuması, kendi geleceklerine daha güvenle bakabilmeleri için yapılmıştır. Türkiye’yi uluslarlarası sistemde temsil etmesi ve büyük güçler ile rekabet edebilen bir ülke konumuna getirmeleri beklenen de bu öğrencilerdir.

Üniversiteler, birbirine karşıt dahi olsa farklı görüşlere açık olan, muhalif ve alternatif görüşlerin bir arada yeşerebileceği kurumlardır. Bu yönüyle protesto ve itiraz haklarının serbestçe kullanılabileceği yerlerdir. Öte yandan yükseköğretime yapılan yatırımlar Yeni Türkiye’nin geleceğine yapılan yatırımlardır. Bu yatırımların protesto adı altında şiddete başvurularak sabote edilmesine, itibarsızlaştırılmasına ve saygınlığının zedelenmesine toplumun mazur beklenemez. Üniversiteler şiddetin korunduğu ve kutsandığı mekanlar olamayacağı gibi şiddete başvurulmadığı sürece öğrenci ve akademisyenlerin protesto haklarının kısıtlanamayağı kamusal alanlardır.

7 Aralık 2012 Cuma

Türk-Rus İlişkilerinde Yeni Perde


Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Türkiye ziyareti, Soğuk Savaş dönemi dış politika parametreleri ve ana bakış açılarının köklü bir değişime uğradığını bir kez daha teyit etti. İki kutuplu Soğuk Savaş yıllarında dış politikayı belirleyen iki ana unsur vardı. Bu unsurlar Rus ve Türk dış politikasını etkilemiş ve şekillendirmişti. Dönemin dış politikasında öne çıkan parametreler ideoloji ve güvenlik olarak tanımlamış ve bu yaklaşım Türkiye ve Sovyetler Birliği ilişkilerini uzun yıllar tutsak etmişti.

İkili İlişkilerde İdeoloji ve Güvenlik Kıskacı

İdeolojik olarak kendisini Batı demokrasisi ve liberalizmi eksenine yerleştiren Türkiye, içinde yer aldığı ittifakın da etkisi ile Sovyetler Birliği’nin komünist yayılmacılığını tehdit ve tehlike olarak algılamış ve bu ülke ile mesafeli ilişkiler geliştirmiştir. Benzer şekilde Sovyetler Birliği ve etkisindeki ülkeler de liberal pazar ekonomisi ve temsili demokrasi gibi değerleri yabancı ideolojik değerler olarak kodlamıştır. Söz konusu ideolojik farklılaşma yanında güvenlik riski algısı da ilişkileri etkilemiştir. Türkiye NATO içinde, Sovyetler Birliği ise Varşova Paktı içinde biri birine karşıt iki ayrı güvenlik alanına savrulmuş, sınır komşusu ülkeler olmalarına karşın siyasi ve ekonomik ilişkiler minimum düzeyde tutulmuştur. Türkiye bu dönemde kendi çıkarlarını önceleyen dış politika vizyonu geliştiremediği ve Sovyet yönetimi de Türkiye’yi karşı kampta gördüğü için ikili ilişkiler ideoloji ve güvenlik riskinin kıskacına girmiştir.

Soğuk Savaşın bitimi ile Türkiye ve Rusya için yeni bir dönem başlamıştır. Bir başka deyişle Sovyetler Birliğinin dağılması Türkiye ve Rusya için yeni imkan ve fırsatlar doğurmuştur. 1990’lı yıllar her iki ülke için de ideoloji ve güvenlik tehdidi algısı duvarlarının yıkıldığı, dış politikada ise çok boyutluluk ve bölgesel yakınlaşmanın ortaya çıktığı bir dönem olmuştur. Türkiye komşularla sıfır sorun ilkesini pratiğe dönüştürürken, Rusya ideoloji ihraç eden bir ülke olmaktan uzaklaşmış, bölgedeki ekonomik potansiyeli görerek rasyonel bir politika izlemeye başlamıştır.

Türk-Rus İlişkilerinin Normalleşmesi

Türk-Rus ilişkileri ekonomik çıkarlar temelinde yeniden tanımlanmış, üçüncü ülkelerin etkisinden kurtulmuş, karşılıklı yatırımlar ve sürekli derinleşen ticari ortaklık ülke arasında güven duygusu oluşturmuştur. Rusya özellikle Putin’in Devlet Başkanı seçildiği 2000’lerden itibaren dünya sisteminde ağırlık kazanma girişimlerinde bulunmuş, Putin, 1997 yılında yazdığı “Yerel Doğal Kaynakların Stratejik Açıdan Yeniden Yapılandırılması” konulu doktora tezindeki görüşlerini hayata geçirmeye başlamıştır. Türkiye ise bir taraftan AB ile ilişkilerini geliştirmiş, diğer yandan Ortadoğu, Balkanlar, Kafkasya/Orta Asya bölgesinde etki sahasını genişletmiştir. Her iki ülke de ikili ilişkilerdeki normalleşmeyi fırsata dönüştürmüştür.

Putin’in Türkiye ziyareti ve imzalanan 11 kritik anlaşma, 30 milyar dolara ulaşan yıllık ticaret hacmi, Rusya’nın Türkiye’deki 10 milyara dolara yaklaşan doğrudan yatırımı ile Türkiye’nin Rusya’daki 6 milyarı doları aşan yatırımı, Suriye krizinin çözümündeki görüş ayrılıklarının ikili ilişkileri derinden etkilemediğini göstermektedir.

Suriye krizi ile ilgili iki ülkenin farklı görüşleri ve çözüm önerileri olduğu biliniyor. Türkiye uluslararası toplumun daha etkin ve duyarlı davranması gerektiğini ifade ederken, Rusya, özellikle BM çatısı altında veto yetkisini kullanarak Suriye rejimini koruma yolunu seçti. Rusya’nın bu adımımın arkasında yatan temel neden Irak, Afganistan ve Libya olaylarında devre bırakılmış olmasıydı. Türkiye bu süreçte Rusya’nın kritik ve anahtar rolünü görmezlikten gelerek enerjisinin büyük kısmını, İran’ın da dahil olduğu bölge ülkeleri ile konuşmaya ayırarak; BM, AB ve ABD ile müzakereler yürüterek krize çözüm aramaya harcadı.

Putin’in ziyareti sırasında yapılan görüşmelerin ana gündem maddelerinden birinin Suriye oluşu gösterdi ki Türkiye, Suriye krizinin çözümünde Rusya’nın ciddi bir muhatap olarak görülmesini kabul etmeye başladı çünkü AB ve ABD beklenen ölçüde ağırlıklarını Türkiye’den yana şimdiye kadar koymadı. Diğer yandan Putin’in Suriye rejimi ile ilgili açıklamaları, Rusya’nın katı tutumunda gevşemeler olduğunu da gösterdi. Suriye krizinin bölgesel istikrarı tehdit ettiği, çözümlenmemesi durumunda yaratacağı riskler konusunda Türkiye ve Rusya’nın benzer görüşler taşıdığı, çözüm şartları ve yöntemi konusundaki farklılıkların da müzakere edildiği göz önüne alındığında Putin’in Türkiye ziyareti her ülke için de olumlu sonuçlar doğurmuştur. Bugün gelinen noktada, Türk-Rus ilişkilerinde ideoloji ve güvenlik tehdidi algılarına dayalı görüş yerini rasyonel yaklaşımların aldığını ve yeni bir perdenin açıldığını söylemek mümkündür.



27 Ekim 2012 Cumartesi

Ortadoğu'da Yeni Vizyon Arayışı ve Suriye Testi



Türk dış politikasına ilişkin eleştiri ve tartışmalar, bölgesel ve küresel değişkenler yeterince dikkate alınmadan, iç politikanın günübirlik polemiklerinin malzemesi olarak sürdürülüyor. Tartışmalarda hakim dil, Türkiye’nin sınırlarının ötesindeki gelişmeleri merkeze alan bir yaklaşım ve içerikten öte iktidar-muhalefet çekişmesi ve rekabetinin birbirini sürekli iğneleyen, suçlayan ve karşı tarafı dize getirmeyi önceleyen renklerini taşıyor. Ancak Türkiye’nin dış politika tercihlerini ve sürdürülegelen siyaseti iç politikanın kısır döngüsüne hapsederek tartışmak yeni gelişmeleri ve köklü değişimleri kapsamlı biçimde okumaya engel olmaktadır. Bu nedenle Türk dış politikasının temel parametrelerini, sabit ve değişken yönlerini polemik dilini aşarak tartışmak bir ihtiyaç olarak karşımıza çıkmaktadır. Zira mevcut siyasetin nereye doğru evrilebileceğini ve yeni stratejik tercihlerin neler olabileceğini görmek öncelikle dış aktör ve değişkenlerin de analiz edilmesini zorunlu kılmaktadır. Dış politika tercihleri ve kararları bir sürece işaret eder. Bu süreç uygulama aşamasında karmaşıklaşır, hızı ve yönü dış faktörlerin etkisiyle değişebilir, ilk planda vazgeçilmez görülen kararlar yeniden gözden geçirilebilir, belirli sınırlar içinde kabullenilen esneklik ile dış politika tercihlerinde değişiklik yapılabilir. Bu nedenle dış politika kararlarının her zaman ve şartta sonuç vermesini beklemek gerçekçi olmayan bir beklentiye tekabül eder. Bir ülkenin bölgesel ve küresel ilişkileri, yani dış politika karar ve tercihlerine dayalı hareketleri bir sürece işaret eder.


Türkiye örneğinden hareket ederek somutlaştırmak gerekirse, dış politikası belirli ölçüde devamlılık gösterse de bir ülkenin aldığı tüm kararların kendi istediği ve planladığı gibi bir sonuç üretmesi kolay değildir. Çünkü Türkiye’nin Suriye politikasında da görüldüğü gibi sürece dahil olan ve Türkiye’nin kontrol etmesi mümkün olmayan pek çok aktörün, içinde bulunduğumuz bölgede yaşananlara müdahale ettiği, olaylara taraf olduğu ve farklı çıkarlar peşinde koştuğu ortadadır. Aslında ilkeler temelinde yaklaşım farklılıkları ve çıkar çatışmalarını da barındıran bölgesel ve küresel rekabet, diğer ülkeler gibi Türk dış politikasını da etkilemekte, dış politikayı bir süreç değil de hemen sonuç alınacak kısa vadeli bir girişim olarak görenler beklentileriyle karşılaşmayınca hemen başarı notu verme kolaycılığını tercih etmektedir. Dış politikayı çok faktörlü bir süreç olarak görenler ise daha gerçekçi bir bakış açısı ile, izlenen politikaların sonuçlarının ancak uzun vadede görülebileceğini, kontrol edilemeyen aktör ve değişkenlerin etkisiyle söz konusu tercih ve hedeflerin revize edilebileceğini değerlendirmekte, yani dış politikanın doğası gereği bir süreç olarak görülmesi gerektiği üzerinden bir tartışma yürütmenin daha sağlıklı olacağını düşünmektedir. Türk dış politikasındaki geçmişten bugüne görülen değişimler ve beklenmedik olayların etkisiyle günümüzdeki yeniden gözden geçirme ihtiyaçları da dış politikanın bir süreç olarak görülmesi gerektiğini, tercihlerin mutlak olmayıp revize edilebileceğini göstermektedir. Cumhuriyetin kuruluşunun 89. yılını idrak ettiğimiz bugünlerde Türk dış politikasının nereden nereye doğru evrildiğinin kısa bir muhasebesini yapmak bugünü daha iyi anlama ve analiz etmeye yarayacağı gibi Türkiye’nin Ortadoğu vizyonundaki yenilikleri de idrak etmeye katkıda bulunacaktır. Osmanlı Devleti’nin dağılmasından sonra imparatorluk toprakları üzerinde 25’ten fazla ulus devlet kuruldu.
Türkiye’nin bu ülkeler ile ilişkileri daha çok o dönemin travmaları ve algılarının etkisi ile şekillendi. Türkiye’nin modernleşme ve Batılılaşma ideolojisi de ortak tarihi ve kültürü paylaşmasına rağmen Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da kurulan devletler ile minimum düzeyde ilişki geliştirmesine yol açtı. Çünkü Türkiye tercihini Batı’dan yana kullanmış ve dış politika öncelikleri arasında bugün eksen kayması tartışmalarına neden olan coğrafya ile ilişkilerini uzun süre sembolik düzeyde tutmuştur. Soğuk Savaş dönemi ideolojisi ve Türkiye’nin de konjonktürel ve stratejik nedenler ile içinde yer aldığı blok siyasi elitin, özellikle dış politikada karar alıcıların bağımsız bir siyasi çizgi geliştirmelerine büyük ölçüde engel olmuştur. Türkiye müttefikleri ile hareket etmiş, kendi ulusal çıkarlarının gerektirdiği ilişkileri geliştirecek siyasi ve idelojik imkan ve seçenekleri karar mekanizmasının itici gücü yapamamıştır. NATO üyeliği ile perçinlenen bu görüntü Özallı yıllara kadar büyük oranda dış politika tercihlerinde hakim renk olmuştur. Özal bir taraftan AB üyeliğinin altını çizerken diğer yandan Ortadoğu ile de köprüler kurmaya çalışmıştır. 1989-1990 Soğuk Savaşın sonu Türk dış politikasında yeni bir dönemin başlangıcı olmuş, Özal seleflerinden farklı olarak daha dışa dönük bir siyaset için kolları sıvamış ve Türk Cumhuriyetleri ile ekonomik ve siyasi ilişkileri geliştirmenin yollarını aramıştır. Diğer yandan ABD liderleri ile de yakın ilişkiler geliştirerek Türk dış politikasında AK Parti döneminde belirginleşen ve gittikçe kurumsallaşan dış politikada çok yönlülük siyasetinin temelllerini atmıştır. Türk dış politikasında bir süreklilikten bahsedilecekse Özallı yıllarda tohumları atılan ancak 2000’lere kadar parçalı siyaset ve koalisyon dönemleri içe kapanmalarından dolayı üzeri tozlanan bu dış politika tercihinin yeni boyut ve araçlar ile güçlü biçimde AK Parti döneminde pratiğe aktarılan siyasete işaret edilebilir.
AK Parti iktidarının dış politika öncelikleri belirlerken Soğuk Savaş retoriğinin çoktan geride kaldığı, Sovyetler Birliği’nin dağılmasını müteakip iki kutuplu dünya sisteminden tek kutuplu bir dünya sistemine doğru geçildiği, ancak bu süreçte Çin, Hindistan, Brezilya ve Güney Afrika gibi yeni aktörlerin de uluslararası sisteme güçlü bir şekilde girdikleri görülmüştür. Bu sayılan ülkelerin iki veya tek kutuplu dünya sistemindeki bağımlı dış politikalar yerine daha bağımsız siyasi tercihlerde bulundukları gözlenmiştir. İşte Türkiye de gelişen ekonomisi, büyüme hızı ve siyasi istikrarı ile yükselen aktörler arasına girmeyi başarmış, kendi dış politika önceliklerini belirlemede daha serbest bir tavır izleme imkanına kavuşmuştur. Ancak Özallı yıllarda olduğu gibi AK Parti yönetimi de bir taraftan AB üyelik hedefini canlı tutmuş, tam üyelik müzakereleri için irade beyanında bulunmuş, NATO ittifakı içindeki etkinliğini artırmış ve eksen kayması tartışmaları arasında Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleri ile siyasi ve ekonomik ilişkilerini ciddi biçimde geliştirme siyasetini hayata geçirmiştir. Türkiye’nin sahip olduğu ince güç, yani yakın coğrafya ülkeleri ve halkları ile ortak tarih, coğrafya, benzeşen kültür ve inanç değerleri güvenlik ve tehdit algılarının daha kolay aşılmasını sağlamış, komşularla sıfır sorun politikası hayata geçirilmiştir. Bu çerçevede Suriye, Irak, Lübnan ve Ürdün ile vizelerin kolaylaştırılması ve kaldırılmasından tutun da ortak bakanlar toplantısına kadar bir dizi dış politika reformuna imza atılmıştır. Benzer şekilde Körfez ülkeleri ve Kuzey Afrika ile yakın ilişkiler kurulmuş, Afrika’nın pek çok ülkesinde yeni büyükelçilikler kurulmuş, TİKA ve Yunus Emre Vakfı marifetiyle de mevcut ilişkiler desteklenmiştir. AB ve Arap dünyası perspektifinden bakıldığında Türk dış politikasındaki bu hareketlilik genelde başarı hanesine yazılmış, yukarıda sayılan ülkeler ile artan ticaret hacmi gelişen ilişkilerin halklara da yansımasına yol açmıştır.
Türkiye’nin Suriye testi
Türk dış politikası bir taraftan farklı ülke ve müttefiklerle ilişkileri dengeli biçimde yürütürken bir taraftan da bazı ilkeleri ön plana çıkarmaya başlamıştır ki işte bu ilkelerden ödün verilmemesi neticesinde Türkiye-İsrail ilişkilerinde bir kopuş yaşanmış, İran nükleer programının müzakereler ile çözümlenmesi girişimi de Türkiye ile ABD başta olmak üzere Batılı müttefikleri arasında soğuk rüzgarlar esmesine neden olmuştur. Arap uyanışının başlaması ile tıpkı Soğuk Savaşın bitiminde olduğu gibi Türk dış politikası açısından yeni bir dönem başlamıştır. Yeni dönemde Arap devrimlerinin önceden tahmin edilemeyişi ve devrim sonrası sürecin taşıdığı belirsizliklerin dış politika kararlarını ve tercihlerini önemli ölçüde etkilediğini ve bundan sonra da etkileyeceğini söylemek mümkündür.
Tunus’ta başlayan Arap uyanışına destek veren Türkiye, aynı talepler Suriye’de de gündeme geldiğinde kan dökülmesini önlemek için büyük çaba sarfetmiştir. Büyük oranda Beşar Esed ile müzakereler yürüten Türkiye’nin iyimserliği Baas rejiminin halka silah doğrultması ile bitmiş, buna rağmen uluslararası müdahale yerine bölgesel inisiyatifler ile krizin çözümlenmesi için girişimler sürdürülmüştür. Arap Ligi ve BM destekli Annan Planı sonuç vermemiş, Rusya-İran-Çin blokunun Suriye rejimine desteği krizi tırmandırmış ve bugün gelinen noktada 30 bin kişi hayatını kaybetmiş, 250 bin kişi ülkeyi terketmek zorunda kalmış, iç çatışmalar mezhep savaşına kayma riski yaratmıştır. Türkiye’de muhalefet ise Suriye’de Baas rejiminin halk üzerindeki baskısının yarattığı çatışmanın faturasını dış politikaya çıkarmıştır. Ana Muhalefet Partisi, Dışişleri Bakanı Davutoğlu hakkında gensoru verirken bile komşularla sıfır sorun politikasından daha iyi bir projenin gündemde olmadığını görmezden gelmiştir. Hatta Suriye sınırından Türkiye’ye düşen top mermilerinden bile iktidarın sorumlu tutulması, büyük resmin görülmediğini yani asıl krizin Türkiye-Suriye arasında değil, büyük çatışmanın Suriye’deki Baas rejimi ile halk arasında olduğunun görmezden gelinmesi manidardır. Nitekim muhalefetin bu bakışı dış dünyada da bir karşılık bulmakta, iktidarın Suriye rejimi karşıtı söylemi de ile birleşince sanki mücadelenin ana merkezinin Türkiye-Suriye olduğu izlenimi ortaya çıkmaktadır.
Suriye’nin Türk jetini düşürmesi, sınırlarımıza havan topu mermisi düşmesi ve Suriye uçağının Esenboğa’ya indirilmesi gibi olaylar, Batı’da, Türkiye Suriye ile savaşa mı giriyor türünden soruların sorulmasına yol açmıştır. Dış politika dilinin bu algıyı ortadan kaldırarak Suriye halkının mücadelesini ön plana çıkaracak biçimde yeniden kurgulanması gerek. Aksi takdirde Türkiye’nin temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alındığı, tehdit yerine karşılıklı güvenlik duygusunun tesis edildiği, dini, mezhebi ve kültürel çoğulculuğun korunduğu, ekonomik karşılıklı bağımlılığın geliştiği, bölgesel sorunların dışardan değil bölge içinden çözüme kavuşturulduğu bir Ortadoğu vizyonunu ikna edici biçimde anlatması ve hayata geçirmek için ittifaklar kurması zorlaşacaktır.
http://haber.stargazete.com/acikgorus/ortadoguda-yeni-vizyon-arayisi/haber-699920

25 Eylül 2012 Salı

Ortadoğu’ya İçeriden Bakış: Dini Liderler ve Kanaat Önderlerinin Bölge Vizyonu


İstanbul son yıllarda çok sayıda önemli toplantıya ev sahipliği yapıyor. Bunda Türkiye’nin büyüyen ekonomisi, siyasi istikrarı, izlediği aktif dış politika gibi nedenlerin etkili olduğu ve söz konusu etkenlerin İstanbul’u bir çekim merkezine dönüştürdüğü söylenebilir.
İstanbul’daki son toplantılardan biri de 7-8 Eylül 2012 tarihlerinde gerçekleştirilen ‘Arap Uyanışı ve Yeni Ortadoğu’da Barış: Müslüman ve Hıristiyan Perspektifler’ başlıklı uluslararası çalıştay oldu. Toplantıyı Ortadoğu ile ilgili eğitim ve araştırma faaliyetleri ile iki saygın kurum, Marmara Üniversitesi Orta Doğu Araştırmaları Enstitüsü  ile Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM) ortaklaşa düzenledi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın açılış konuşmasını yaptığı çalıştaya Mısır, Irak, Lübnan, Ürdün, Katar, Filistin, İran, Yemen, Türkiye ve diğer bölge ülkelerinden çok sayıda tanınmış Hristiyan ve Müslüman dini lider ve kanaat önderi katıldı.
‘Arap Uyanışı ve Yeni Ortadoğu’da Barış’ konferansını benzerlerinden ayıran iki temel unsur var. Birincisi Ortadoğu’nun problemleri ve geleceği ilk kez bölgede, bölgenin önemli aktörleri tarafından tartışıldı. Yani eskiden Vaşington, Londra, Paris ve Berlin’de yapılmasına alışık olduğumuz, hep dışarıdaki aktörlerin Ortadoğu’yu konuştuğu, hakkında planlar yaptığı toplantılara bir alternatif oluşmuş oldu. Yani bölge insanları kendi sorunlarını tartışmak ve ortak bir gelecek inşa edebilmek için aynı masa etrafında, ama Batı merkezlerinde değil, kendi merkezlerinde bir araya gelebileceklerini göstermiş oldu.
Toplantıyı farklı ve özgün kılan ikinci özellik ise ilk kez çok sayıda Müslüman ve Hristiyan dini ve ruhani liderin bir araya gelerek Ortadoğu’yu tartışmasıydı. Şimdiye kadar Ortadoğu’yu politikacılar, gazeteciler, akademisyenler ve düşünce kuruluşu uzmanları tartıştı. Son yıllardaki gelişmelerden en çok umutlanan, kaygı duyan ve bir arada yaşama konusunda önemli deneyimlerden geçmiş olan ancak etkin platformlarda sözlerine kulak verilmeyen dini liderler, düşünürler, kanaat önderleri seslerini ilk kez duyurma imkanı buldu.
Konferans vesilesiyle Ortadoğu ülkelerinden 80 Hıristiyan, 80 Müslüman ile Arap dünyası kökenli yurt dışındaki diyaspora temsilcileri İstanbul’da bir araya geldi. Kendi ülkelerinde aynı masa etrafında oturmaları zor, hatta imkansz olan farklı mezhep ve meşrep mensupları Türkiye’nin daveti ile İstanbul’a geldi ve kritik olayları tartıştı, geleceğin inşasında dinlerin ve inançların ne kadar önemli ve yapıcı katkıları olabileceğini ortaya koydu. Din, inanç ve mezheplerin Ortadoğu’da yaşanan sürtüşme ve çatışmaların gerçek nedeni olmadığı, ancak bunların otoriter rejimler tarafından meşrulaştırma aracı olarak kullanılabildiğine işaret eden katılımcılar eşitlik, adalet ve refah talebinin meşru olduğunu Hıristiyan ve Müslümanların yaşanan sorunların çözümünde önemli roller üstlenebilecekleri bir kez daha bölge aktörleri tarafından teyid edildi.
‘Arap Uyanışı ve Yeni Ortadoğu’da Barış: Müslüman ve Hıristiyan Perspektifler’ konferansı başlıca şu sorulara cevap aramak amacıyla organize edildi: ‘Ortadoğu’da yeni bir dönem başlarken, bölgenin kadim dini gelenekleri bu süreçte nerede durmaktadır? Ortadoğu’nun yüzlerce yıllık bir arada yaşama kültürü ve dini çoğulculuk tecrübesi, bölgede adil ve barışçıl bir düzenin inşasına nasıl katkılar sunabilir? Müslüman ve Hıristiyan topluluklar ve onların ruhani liderleri, tehditlere fırsata çevirmek için nasıl bir liderlik rolü üstlenebilir? Yeni Ortadoğu’da dini ve sosyal barışın tesisi için üzerimize düşen görevler nelerdir?’
“Arap Baharı ve Yeni Ortadoğu’da Barış” uluslar arası konferansı, bu sorulara cevap aramak amacıyla Türkiye’den ve Ortadoğu’dan dini liderleri ve uzmanları bir araya getirdi. Konferansta Arap Uyanışında Müslüman-Hıristiyan ilişkileri ele alındı ve ortak bir gelecek tasavvuru üzerinde duruldu. Müslüman ve Hıristiyan toplulukların ve liderlerin bu süreçte sahip olduğu sorumluluklar bir arada yaşama kültürü açısından etraflıca değerlendirildi. Dini kimliklerin bir çatışma unsuru olmadığı gerçeğinden hareketle, dini liderlerin toplumsal değişim süreçlerindeki ve kritik tarihi kırılma noktalarındaki öncü rolü müzakere edildi.
“Arap Baharı ve Yeni Ortadoğu’da Barış”  toplantısı son derece yapıcı ve olumlu bir havada geçti. Ortadoğu’da Müslüman, Hıristiyan, Sünni, Şii, Ortadoks, Katolik, Süryani, Keldani gibi grup ve kimliklerin bölgenin kadim unsurları olduğu, hiçbirinin azınlık olmadığı, birinin diğerine tahakküm etmemesi, baskı uygulamaması gerektiği bilhassa vurgulandı. Arap uyanışının doğurduğu olumlu beklentinlerin korunması, diğer taraftan süregiden belirsizlikten kaygı duyanların hak ve özgürlüklerinin teminat altına alınması için gereken önlemlerin alınması bütün dini liderlerin vurguladığı konular arasında yer aldı.
Sonuç olarak ‘Arap Uyanışı ve Yeni Ortadoğu’da Barış: Müslüman ve Hıristiyan Perspektifler’ konferansı ilk kez Ortadoğu bölgesinden gelen aktörlerin geniş katılımı ile ‘içeriden, mahalli ve yerel’ bakış açısı ile bugünü ve geleceği tartışma imkanı oluşturdu. Diğer yandan uluslararası platformlarda Ortadoğu’ya ilişkin beklenti, umut, kaygı ve önerileri şimdiye kadar duyulmamış olan dini lider ve kanaat önderlerini bir araya getirdi ve seslerini geniş bir kitleye ulaştırdı.

http://ortadogudabaris2012.com/
http://peaceinthemiddleeast2012.com/home-page

Endonezya’da yeni hükümetin öncelikleri hangi konular?

Nüfus bakımından dünyanın en büyük dördüncü ülkesi olan Endonezya, 280 milyonluk nüfusu ile en büyük İslam ülkesi. G20 üyesi olan Endonezya ...