27 Ekim 2012 Cumartesi

Ortadoğu'da Yeni Vizyon Arayışı ve Suriye Testi



Türk dış politikasına ilişkin eleştiri ve tartışmalar, bölgesel ve küresel değişkenler yeterince dikkate alınmadan, iç politikanın günübirlik polemiklerinin malzemesi olarak sürdürülüyor. Tartışmalarda hakim dil, Türkiye’nin sınırlarının ötesindeki gelişmeleri merkeze alan bir yaklaşım ve içerikten öte iktidar-muhalefet çekişmesi ve rekabetinin birbirini sürekli iğneleyen, suçlayan ve karşı tarafı dize getirmeyi önceleyen renklerini taşıyor. Ancak Türkiye’nin dış politika tercihlerini ve sürdürülegelen siyaseti iç politikanın kısır döngüsüne hapsederek tartışmak yeni gelişmeleri ve köklü değişimleri kapsamlı biçimde okumaya engel olmaktadır. Bu nedenle Türk dış politikasının temel parametrelerini, sabit ve değişken yönlerini polemik dilini aşarak tartışmak bir ihtiyaç olarak karşımıza çıkmaktadır. Zira mevcut siyasetin nereye doğru evrilebileceğini ve yeni stratejik tercihlerin neler olabileceğini görmek öncelikle dış aktör ve değişkenlerin de analiz edilmesini zorunlu kılmaktadır. Dış politika tercihleri ve kararları bir sürece işaret eder. Bu süreç uygulama aşamasında karmaşıklaşır, hızı ve yönü dış faktörlerin etkisiyle değişebilir, ilk planda vazgeçilmez görülen kararlar yeniden gözden geçirilebilir, belirli sınırlar içinde kabullenilen esneklik ile dış politika tercihlerinde değişiklik yapılabilir. Bu nedenle dış politika kararlarının her zaman ve şartta sonuç vermesini beklemek gerçekçi olmayan bir beklentiye tekabül eder. Bir ülkenin bölgesel ve küresel ilişkileri, yani dış politika karar ve tercihlerine dayalı hareketleri bir sürece işaret eder.


Türkiye örneğinden hareket ederek somutlaştırmak gerekirse, dış politikası belirli ölçüde devamlılık gösterse de bir ülkenin aldığı tüm kararların kendi istediği ve planladığı gibi bir sonuç üretmesi kolay değildir. Çünkü Türkiye’nin Suriye politikasında da görüldüğü gibi sürece dahil olan ve Türkiye’nin kontrol etmesi mümkün olmayan pek çok aktörün, içinde bulunduğumuz bölgede yaşananlara müdahale ettiği, olaylara taraf olduğu ve farklı çıkarlar peşinde koştuğu ortadadır. Aslında ilkeler temelinde yaklaşım farklılıkları ve çıkar çatışmalarını da barındıran bölgesel ve küresel rekabet, diğer ülkeler gibi Türk dış politikasını da etkilemekte, dış politikayı bir süreç değil de hemen sonuç alınacak kısa vadeli bir girişim olarak görenler beklentileriyle karşılaşmayınca hemen başarı notu verme kolaycılığını tercih etmektedir. Dış politikayı çok faktörlü bir süreç olarak görenler ise daha gerçekçi bir bakış açısı ile, izlenen politikaların sonuçlarının ancak uzun vadede görülebileceğini, kontrol edilemeyen aktör ve değişkenlerin etkisiyle söz konusu tercih ve hedeflerin revize edilebileceğini değerlendirmekte, yani dış politikanın doğası gereği bir süreç olarak görülmesi gerektiği üzerinden bir tartışma yürütmenin daha sağlıklı olacağını düşünmektedir. Türk dış politikasındaki geçmişten bugüne görülen değişimler ve beklenmedik olayların etkisiyle günümüzdeki yeniden gözden geçirme ihtiyaçları da dış politikanın bir süreç olarak görülmesi gerektiğini, tercihlerin mutlak olmayıp revize edilebileceğini göstermektedir. Cumhuriyetin kuruluşunun 89. yılını idrak ettiğimiz bugünlerde Türk dış politikasının nereden nereye doğru evrildiğinin kısa bir muhasebesini yapmak bugünü daha iyi anlama ve analiz etmeye yarayacağı gibi Türkiye’nin Ortadoğu vizyonundaki yenilikleri de idrak etmeye katkıda bulunacaktır. Osmanlı Devleti’nin dağılmasından sonra imparatorluk toprakları üzerinde 25’ten fazla ulus devlet kuruldu.
Türkiye’nin bu ülkeler ile ilişkileri daha çok o dönemin travmaları ve algılarının etkisi ile şekillendi. Türkiye’nin modernleşme ve Batılılaşma ideolojisi de ortak tarihi ve kültürü paylaşmasına rağmen Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da kurulan devletler ile minimum düzeyde ilişki geliştirmesine yol açtı. Çünkü Türkiye tercihini Batı’dan yana kullanmış ve dış politika öncelikleri arasında bugün eksen kayması tartışmalarına neden olan coğrafya ile ilişkilerini uzun süre sembolik düzeyde tutmuştur. Soğuk Savaş dönemi ideolojisi ve Türkiye’nin de konjonktürel ve stratejik nedenler ile içinde yer aldığı blok siyasi elitin, özellikle dış politikada karar alıcıların bağımsız bir siyasi çizgi geliştirmelerine büyük ölçüde engel olmuştur. Türkiye müttefikleri ile hareket etmiş, kendi ulusal çıkarlarının gerektirdiği ilişkileri geliştirecek siyasi ve idelojik imkan ve seçenekleri karar mekanizmasının itici gücü yapamamıştır. NATO üyeliği ile perçinlenen bu görüntü Özallı yıllara kadar büyük oranda dış politika tercihlerinde hakim renk olmuştur. Özal bir taraftan AB üyeliğinin altını çizerken diğer yandan Ortadoğu ile de köprüler kurmaya çalışmıştır. 1989-1990 Soğuk Savaşın sonu Türk dış politikasında yeni bir dönemin başlangıcı olmuş, Özal seleflerinden farklı olarak daha dışa dönük bir siyaset için kolları sıvamış ve Türk Cumhuriyetleri ile ekonomik ve siyasi ilişkileri geliştirmenin yollarını aramıştır. Diğer yandan ABD liderleri ile de yakın ilişkiler geliştirerek Türk dış politikasında AK Parti döneminde belirginleşen ve gittikçe kurumsallaşan dış politikada çok yönlülük siyasetinin temelllerini atmıştır. Türk dış politikasında bir süreklilikten bahsedilecekse Özallı yıllarda tohumları atılan ancak 2000’lere kadar parçalı siyaset ve koalisyon dönemleri içe kapanmalarından dolayı üzeri tozlanan bu dış politika tercihinin yeni boyut ve araçlar ile güçlü biçimde AK Parti döneminde pratiğe aktarılan siyasete işaret edilebilir.
AK Parti iktidarının dış politika öncelikleri belirlerken Soğuk Savaş retoriğinin çoktan geride kaldığı, Sovyetler Birliği’nin dağılmasını müteakip iki kutuplu dünya sisteminden tek kutuplu bir dünya sistemine doğru geçildiği, ancak bu süreçte Çin, Hindistan, Brezilya ve Güney Afrika gibi yeni aktörlerin de uluslararası sisteme güçlü bir şekilde girdikleri görülmüştür. Bu sayılan ülkelerin iki veya tek kutuplu dünya sistemindeki bağımlı dış politikalar yerine daha bağımsız siyasi tercihlerde bulundukları gözlenmiştir. İşte Türkiye de gelişen ekonomisi, büyüme hızı ve siyasi istikrarı ile yükselen aktörler arasına girmeyi başarmış, kendi dış politika önceliklerini belirlemede daha serbest bir tavır izleme imkanına kavuşmuştur. Ancak Özallı yıllarda olduğu gibi AK Parti yönetimi de bir taraftan AB üyelik hedefini canlı tutmuş, tam üyelik müzakereleri için irade beyanında bulunmuş, NATO ittifakı içindeki etkinliğini artırmış ve eksen kayması tartışmaları arasında Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleri ile siyasi ve ekonomik ilişkilerini ciddi biçimde geliştirme siyasetini hayata geçirmiştir. Türkiye’nin sahip olduğu ince güç, yani yakın coğrafya ülkeleri ve halkları ile ortak tarih, coğrafya, benzeşen kültür ve inanç değerleri güvenlik ve tehdit algılarının daha kolay aşılmasını sağlamış, komşularla sıfır sorun politikası hayata geçirilmiştir. Bu çerçevede Suriye, Irak, Lübnan ve Ürdün ile vizelerin kolaylaştırılması ve kaldırılmasından tutun da ortak bakanlar toplantısına kadar bir dizi dış politika reformuna imza atılmıştır. Benzer şekilde Körfez ülkeleri ve Kuzey Afrika ile yakın ilişkiler kurulmuş, Afrika’nın pek çok ülkesinde yeni büyükelçilikler kurulmuş, TİKA ve Yunus Emre Vakfı marifetiyle de mevcut ilişkiler desteklenmiştir. AB ve Arap dünyası perspektifinden bakıldığında Türk dış politikasındaki bu hareketlilik genelde başarı hanesine yazılmış, yukarıda sayılan ülkeler ile artan ticaret hacmi gelişen ilişkilerin halklara da yansımasına yol açmıştır.
Türkiye’nin Suriye testi
Türk dış politikası bir taraftan farklı ülke ve müttefiklerle ilişkileri dengeli biçimde yürütürken bir taraftan da bazı ilkeleri ön plana çıkarmaya başlamıştır ki işte bu ilkelerden ödün verilmemesi neticesinde Türkiye-İsrail ilişkilerinde bir kopuş yaşanmış, İran nükleer programının müzakereler ile çözümlenmesi girişimi de Türkiye ile ABD başta olmak üzere Batılı müttefikleri arasında soğuk rüzgarlar esmesine neden olmuştur. Arap uyanışının başlaması ile tıpkı Soğuk Savaşın bitiminde olduğu gibi Türk dış politikası açısından yeni bir dönem başlamıştır. Yeni dönemde Arap devrimlerinin önceden tahmin edilemeyişi ve devrim sonrası sürecin taşıdığı belirsizliklerin dış politika kararlarını ve tercihlerini önemli ölçüde etkilediğini ve bundan sonra da etkileyeceğini söylemek mümkündür.
Tunus’ta başlayan Arap uyanışına destek veren Türkiye, aynı talepler Suriye’de de gündeme geldiğinde kan dökülmesini önlemek için büyük çaba sarfetmiştir. Büyük oranda Beşar Esed ile müzakereler yürüten Türkiye’nin iyimserliği Baas rejiminin halka silah doğrultması ile bitmiş, buna rağmen uluslararası müdahale yerine bölgesel inisiyatifler ile krizin çözümlenmesi için girişimler sürdürülmüştür. Arap Ligi ve BM destekli Annan Planı sonuç vermemiş, Rusya-İran-Çin blokunun Suriye rejimine desteği krizi tırmandırmış ve bugün gelinen noktada 30 bin kişi hayatını kaybetmiş, 250 bin kişi ülkeyi terketmek zorunda kalmış, iç çatışmalar mezhep savaşına kayma riski yaratmıştır. Türkiye’de muhalefet ise Suriye’de Baas rejiminin halk üzerindeki baskısının yarattığı çatışmanın faturasını dış politikaya çıkarmıştır. Ana Muhalefet Partisi, Dışişleri Bakanı Davutoğlu hakkında gensoru verirken bile komşularla sıfır sorun politikasından daha iyi bir projenin gündemde olmadığını görmezden gelmiştir. Hatta Suriye sınırından Türkiye’ye düşen top mermilerinden bile iktidarın sorumlu tutulması, büyük resmin görülmediğini yani asıl krizin Türkiye-Suriye arasında değil, büyük çatışmanın Suriye’deki Baas rejimi ile halk arasında olduğunun görmezden gelinmesi manidardır. Nitekim muhalefetin bu bakışı dış dünyada da bir karşılık bulmakta, iktidarın Suriye rejimi karşıtı söylemi de ile birleşince sanki mücadelenin ana merkezinin Türkiye-Suriye olduğu izlenimi ortaya çıkmaktadır.
Suriye’nin Türk jetini düşürmesi, sınırlarımıza havan topu mermisi düşmesi ve Suriye uçağının Esenboğa’ya indirilmesi gibi olaylar, Batı’da, Türkiye Suriye ile savaşa mı giriyor türünden soruların sorulmasına yol açmıştır. Dış politika dilinin bu algıyı ortadan kaldırarak Suriye halkının mücadelesini ön plana çıkaracak biçimde yeniden kurgulanması gerek. Aksi takdirde Türkiye’nin temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alındığı, tehdit yerine karşılıklı güvenlik duygusunun tesis edildiği, dini, mezhebi ve kültürel çoğulculuğun korunduğu, ekonomik karşılıklı bağımlılığın geliştiği, bölgesel sorunların dışardan değil bölge içinden çözüme kavuşturulduğu bir Ortadoğu vizyonunu ikna edici biçimde anlatması ve hayata geçirmek için ittifaklar kurması zorlaşacaktır.
http://haber.stargazete.com/acikgorus/ortadoguda-yeni-vizyon-arayisi/haber-699920

25 Eylül 2012 Salı

Ortadoğu’ya İçeriden Bakış: Dini Liderler ve Kanaat Önderlerinin Bölge Vizyonu


İstanbul son yıllarda çok sayıda önemli toplantıya ev sahipliği yapıyor. Bunda Türkiye’nin büyüyen ekonomisi, siyasi istikrarı, izlediği aktif dış politika gibi nedenlerin etkili olduğu ve söz konusu etkenlerin İstanbul’u bir çekim merkezine dönüştürdüğü söylenebilir.
İstanbul’daki son toplantılardan biri de 7-8 Eylül 2012 tarihlerinde gerçekleştirilen ‘Arap Uyanışı ve Yeni Ortadoğu’da Barış: Müslüman ve Hıristiyan Perspektifler’ başlıklı uluslararası çalıştay oldu. Toplantıyı Ortadoğu ile ilgili eğitim ve araştırma faaliyetleri ile iki saygın kurum, Marmara Üniversitesi Orta Doğu Araştırmaları Enstitüsü  ile Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM) ortaklaşa düzenledi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın açılış konuşmasını yaptığı çalıştaya Mısır, Irak, Lübnan, Ürdün, Katar, Filistin, İran, Yemen, Türkiye ve diğer bölge ülkelerinden çok sayıda tanınmış Hristiyan ve Müslüman dini lider ve kanaat önderi katıldı.
‘Arap Uyanışı ve Yeni Ortadoğu’da Barış’ konferansını benzerlerinden ayıran iki temel unsur var. Birincisi Ortadoğu’nun problemleri ve geleceği ilk kez bölgede, bölgenin önemli aktörleri tarafından tartışıldı. Yani eskiden Vaşington, Londra, Paris ve Berlin’de yapılmasına alışık olduğumuz, hep dışarıdaki aktörlerin Ortadoğu’yu konuştuğu, hakkında planlar yaptığı toplantılara bir alternatif oluşmuş oldu. Yani bölge insanları kendi sorunlarını tartışmak ve ortak bir gelecek inşa edebilmek için aynı masa etrafında, ama Batı merkezlerinde değil, kendi merkezlerinde bir araya gelebileceklerini göstermiş oldu.
Toplantıyı farklı ve özgün kılan ikinci özellik ise ilk kez çok sayıda Müslüman ve Hristiyan dini ve ruhani liderin bir araya gelerek Ortadoğu’yu tartışmasıydı. Şimdiye kadar Ortadoğu’yu politikacılar, gazeteciler, akademisyenler ve düşünce kuruluşu uzmanları tartıştı. Son yıllardaki gelişmelerden en çok umutlanan, kaygı duyan ve bir arada yaşama konusunda önemli deneyimlerden geçmiş olan ancak etkin platformlarda sözlerine kulak verilmeyen dini liderler, düşünürler, kanaat önderleri seslerini ilk kez duyurma imkanı buldu.
Konferans vesilesiyle Ortadoğu ülkelerinden 80 Hıristiyan, 80 Müslüman ile Arap dünyası kökenli yurt dışındaki diyaspora temsilcileri İstanbul’da bir araya geldi. Kendi ülkelerinde aynı masa etrafında oturmaları zor, hatta imkansz olan farklı mezhep ve meşrep mensupları Türkiye’nin daveti ile İstanbul’a geldi ve kritik olayları tartıştı, geleceğin inşasında dinlerin ve inançların ne kadar önemli ve yapıcı katkıları olabileceğini ortaya koydu. Din, inanç ve mezheplerin Ortadoğu’da yaşanan sürtüşme ve çatışmaların gerçek nedeni olmadığı, ancak bunların otoriter rejimler tarafından meşrulaştırma aracı olarak kullanılabildiğine işaret eden katılımcılar eşitlik, adalet ve refah talebinin meşru olduğunu Hıristiyan ve Müslümanların yaşanan sorunların çözümünde önemli roller üstlenebilecekleri bir kez daha bölge aktörleri tarafından teyid edildi.
‘Arap Uyanışı ve Yeni Ortadoğu’da Barış: Müslüman ve Hıristiyan Perspektifler’ konferansı başlıca şu sorulara cevap aramak amacıyla organize edildi: ‘Ortadoğu’da yeni bir dönem başlarken, bölgenin kadim dini gelenekleri bu süreçte nerede durmaktadır? Ortadoğu’nun yüzlerce yıllık bir arada yaşama kültürü ve dini çoğulculuk tecrübesi, bölgede adil ve barışçıl bir düzenin inşasına nasıl katkılar sunabilir? Müslüman ve Hıristiyan topluluklar ve onların ruhani liderleri, tehditlere fırsata çevirmek için nasıl bir liderlik rolü üstlenebilir? Yeni Ortadoğu’da dini ve sosyal barışın tesisi için üzerimize düşen görevler nelerdir?’
“Arap Baharı ve Yeni Ortadoğu’da Barış” uluslar arası konferansı, bu sorulara cevap aramak amacıyla Türkiye’den ve Ortadoğu’dan dini liderleri ve uzmanları bir araya getirdi. Konferansta Arap Uyanışında Müslüman-Hıristiyan ilişkileri ele alındı ve ortak bir gelecek tasavvuru üzerinde duruldu. Müslüman ve Hıristiyan toplulukların ve liderlerin bu süreçte sahip olduğu sorumluluklar bir arada yaşama kültürü açısından etraflıca değerlendirildi. Dini kimliklerin bir çatışma unsuru olmadığı gerçeğinden hareketle, dini liderlerin toplumsal değişim süreçlerindeki ve kritik tarihi kırılma noktalarındaki öncü rolü müzakere edildi.
“Arap Baharı ve Yeni Ortadoğu’da Barış”  toplantısı son derece yapıcı ve olumlu bir havada geçti. Ortadoğu’da Müslüman, Hıristiyan, Sünni, Şii, Ortadoks, Katolik, Süryani, Keldani gibi grup ve kimliklerin bölgenin kadim unsurları olduğu, hiçbirinin azınlık olmadığı, birinin diğerine tahakküm etmemesi, baskı uygulamaması gerektiği bilhassa vurgulandı. Arap uyanışının doğurduğu olumlu beklentinlerin korunması, diğer taraftan süregiden belirsizlikten kaygı duyanların hak ve özgürlüklerinin teminat altına alınması için gereken önlemlerin alınması bütün dini liderlerin vurguladığı konular arasında yer aldı.
Sonuç olarak ‘Arap Uyanışı ve Yeni Ortadoğu’da Barış: Müslüman ve Hıristiyan Perspektifler’ konferansı ilk kez Ortadoğu bölgesinden gelen aktörlerin geniş katılımı ile ‘içeriden, mahalli ve yerel’ bakış açısı ile bugünü ve geleceği tartışma imkanı oluşturdu. Diğer yandan uluslararası platformlarda Ortadoğu’ya ilişkin beklenti, umut, kaygı ve önerileri şimdiye kadar duyulmamış olan dini lider ve kanaat önderlerini bir araya getirdi ve seslerini geniş bir kitleye ulaştırdı.

http://ortadogudabaris2012.com/
http://peaceinthemiddleeast2012.com/home-page

15 Haziran 2012 Cuma

Avrupa Birliği’nin geleceği tehlikede mi?


Küresel ekonomik krizin başladığı 2008 yılından bu yana bütün ülkeler diken üzerinde duruyor. Kimi ülkeler bu krizi nispeten küçük yaralar ile atlatırken, Avrupa Birliği üyesi ülkelerin bir kısmında olduğu gibi kimi ülkeler sarsıcı bir sürece girmiş bulunuyor. İrlanda, Yunanistan ve Portekiz’in ardından İspanya’nın da ekonomik krizlerin pençesine düştüğü ve kurtuluş reçetesi olarak AB fonlarına başvurmak aşamasına geldiği şu günlerde Avrupa Birliği’nin geleceği tartışılıyor. İkinci Dünya Savaşı’nın yıkıntı ve mirasından kurtulmak, benzer deneyimleri bir daha yaşamamak adına siyasi ve ekonomik işbirliği projesi olarak başlatılan Avrupa Birliği kurulduğundan bugüne sürekli genişledi. Bu başarı hikayesinin sonu nasıl olacak sorusu soruluyor artık.
Her ne kadar bugün İtalya ve Yunanistan örneklerinde olduğu gibi hükümetlerin istifalarına yol açan ekonomik krizleri konuşuyor olsak ta aslında gittikçe derinleşen bunalımın asıl kaynağı Avrupa Birliği yükselişteyken göz ardı edilen yapısal sorunlardır. Adını koymak gerekirse Avrupa’nın bunalımı Birliğin geleceğinin uzun süre teknokratlara teslim edilmiş olması, özellikle genişleme sürecinde siyasi katılım ve ortak akla dayalı kararlar yerine elit kadroların son sözü söylediği bir mekanizmanın hakim olmasıdır.

 AB’de krizin kökenleri
Bugün içine düştükleri krizler ile başa çıkmaya çalışan ülkeler Avrupa Birliği’ne girmek için büyük bir yarış içine girdiklerinde Birliğin karar verme mekanizmalarına ilişkin köklü sorular sormuyordu. Üyelik müzakerelerine başlamak, AB fonlarından yararlanmak, Avrupa’nın “medenileştirici” misyonu ve kimliği şemsiyesi altında yer almak öncelikli amaçlardı. Nitekim bugün iflasın eşiğinde olan İrlanda, Yunanistan,  Portekiz ve İspanya siyasal anlamda Avrupa’nın çeperinde yer almalarına rağmen üyelik süreci ve sonrasında aldıkları fonlar ile bir taraftan alt yapılarını yeniledi bir taraftan da eğitim, sağlık ve güvenlik gibi alanlarda standartlarını yükseltmeyi başardı.

 Avrupa Birliği genişleme sürecinde aday ve yeni üyeler sürekli kazançlı çıkan bir görüntü veriyordu. Ancak bu süreçte etkileri şimdilere daha net hissedilen iki önemli gelişme yaşanıyordu. Bunlardan biri kuşkusuz ekonomi ile ilgili. Birliğe yeni katılan ülkeler, ekonomileri güçlü Almanya, Fransa ve İngiltere gibi üretim ve ihracata dayalı yapıdan ziyade, AB fonlarına bel bağlayan ve üretimden çok tüketimi önceleyen politikaları benimsemişti. Özellikle üretimi güçlü ülkeler için yeni pazarlara dönüşen bu ülkelerin, üretim ve büyüme odaklı ekonomi politikaları yürütmeden statükoyu uzun süre devam ettiremeyeceği ötenden beri biliniyordu. Ancak yavaş yavaş belirtileri ortaya çıkan ve geliyorum diyen krizlerin görülmesine engel olan ikinci bir etken daha vardı: AB’nin siyasi karar mekanizması.

AB siyasi karar mekanizması ne kadar katılım cı?           
Bugün AB’nin yüz yüze olduğu krizlere ilişkin tartışmalarda Birliğin siyasi karar mekanizması ve bunun rolü nedense üzerinde durulmayan bir konu. Halbuki , AB’nin hem mali konularda hem de dış politika, sosyal politikalar, güvenlik politikası ve rafa kaldırılmak zorunda kalınan AB Anayasası gibi Birliğin bugünü ve geleceğini doğrudan etkileyen kritik meselelerde karar alma süreçlerinden geniş kitleler hep uzak kaldı veya uzak tutuldu.

Yeni ülkelerin üyeliğe kabulü ile gittikçe genişleyen, büyümeye paralel olarak ta katılım zeminini genişletmesi gereken Avrupa’nın “medenileştirici” misyonu ve katılımcı ruhunu hayati kararlar aşamasında etkin biçimde devreye soktuğunu iddia etmek zor. İşte AB’nin temel sorunu tamda burada, yani karar alma süreçlerindeki sınırlamalarda, uzlaşma yerine güçlü devletlerin baskı ve tercihlerinin tüm üye ülkelere dayatılmasında yatmaktadır.

Avrupa Birliği ekonomik olduğu kadar siyasi kan kaybı da yaşamaktadır. Sömürgecilik döneminde dünyaya şekil verme gücüne sahip olan, sanayileşme ve modernleşme ile birlikte askeri, ekonomik ve siyasi söylem üstünlüğü kuran Avrupa bugün ayakta kalma mücadelesi veriyor. Kuşkusuz her ülkenin etki gücü farklı ama bugün gelinen noktada dünya yeniden kurulurken bir koalisyon olarak AB belirleyici ve şekillendirici bir aktör olmaktan bir hayli uzak. AB kendi içindeki çoğulculuğu ve karar süreçlerine geniş katılımı sağlayamadığı sürece gelecek endişesi yaşama devam edecektir.


27 Mart 2012 Salı

Türkiye'nin yeni Ortadoğu vizyonu

Ortadoğu'daki köklü siyasal ve toplumsal değişimler bölgesel ve küresel dengeleri yeniden şekillendirmekte, sömürge döneminin kalıntılarını ve tortularını kademeli biçimde siyaset sahnesinden uzaklaştırmaktadır. Ortadoğu'da geriye dönüşü olmayan halk hareketleri en çok Batı'nın koruma şemsiyesi altında vesayet, baskı, sindirme, güvenlik ve ulufe dağıtma politikaları ile günümüze kadar gelmiş yönetimleri hedef almaktadır. Çünkü bu yönetimlerin toplumsal tabana dayalı meşruiyetinin bulunmadığı genel kabul gören bir gerçekliğe tekabül etmektedir.
Ortadoğu'da sömürge sonrası kurulan ve soğuk savaş döneminde pekiştirilen eski düzenin artık sürdürülemez olduğu aşikâr. Siyasal meşruiyet sorunlarına bir de ekonomik krizler, fırsat eşitsizliği ve halkın kendi kaderine yön verme iradesinin kuvveden fiile geçmesi faktörleri eklenince, önümüzdeki on yıllar boyu sürecek büyük değişimin ateşi yakılmış oldu.
Ortadoğu tarihinin artık yerli ve yabancı hâkim güçler tarafından değil, bu kez bölge hakları tarafından yazıldığı bir dönemden geçiyoruz. Fransa, İngiltere ve İtalya gibi sömürge ülkeleri, Ortadoğu ve Kuzey Afrika'dan çekilmek zorunda kaldıklarında yerlerine diktatörleri bırakmışlardı. Bugün bölge haklarının yapmaya çalıştığı şey, sömürge mirasından kurtulmaktır.

Türkiye Ortadoğu'daki değişimin neresinde?

Özallı yıllara kadar Türkiye, Ortadoğu'ya soğuk bakan, sıcak ilişkiler kurmayan, bölge ülkeleri ile arasına mesafe koymaya özen gösteren bir ülke görünümündeydi. Türk dış politika eliti de kurucu ideolojinin tercihleri doğrultusunda, batı ile ilişki kurmayı daha fazla önemsiyor, modernleşmenin adresi olarak gördüğü bu kampta yer almayı tercih ediyordu.
Ekonomik gelişme ve ülke güvenliğinin sağlanması açısından Türkiye'nin çıkarı, bölge ülkeleri ile yakın ilişkiler kurmasını gerektirmesine rağmen, Türk dış politikasının ana kaygısı bu rasyonel gerçeklerden ziyade ideolojik bir çerçeve de gelişti. Bu yaklaşımın baskın olduğu dönemlerde Türkiye, özgün bir Ortadoğu vizyonu geliştiremedi çünkü kendisini bu bölgenin bir parçası ve öznesi olarak değil, Batı ittifakının bir üyesi olarak gördü. Böylece Türkiye, yüzyıllarca aynı coğrafyayı paylaştığı halklar ve ülkeler ile olan bağını güçlendiremedi, tarihi ve kültürel bağlarından doğan ince gücünün farkına bile varamadı.
Türkiye bölge ülkeleri ile arasına mesafe koyarken, ABD başta olmak üzere batılı ülkeler, Ortadoğu'yu şekillendiren etki gücüne ulaştılar. Türkiye de ister istemez içinde yer altığı ittifakın seçenekleri doğrultusunda, bir anlamda kendisine dayatılan bölge politikalarının tutsağı oldu. Kendine özgü bir bölge vizyonu ortaya koyamadığı için Türkiye, en yakın komşuları ile dostane ilişkiler bir yana normal ilişkiler dahi kuramadı. Soğuk Savaş döneminde NATO şemsiyesi altında yer alan Türkiye (Kıbrıs'a müdahale istisna tutulursa) bağımsız bir dış politika izlemekten çok içinde yer aldığı blok içinde belirlenen öncelikleri takip etti.

Yeni siyasal elit, yeni Ortadoğu vizyonu
Son yıllarda, Türk dış politikası, içe kapanık ve güvenlik tehdidi temelli bir dış politikadan bölgesel ve küresel aktörler ile yakın ilişkiler kurmaya uzanan köklü değişimler geçiriyor. Özal döneminde kısmen başlatılan ancak iç siyasi çekişmeler ve istikrarsızlıklar yüzünden kesintiye uğrayan ve ideolojik temelli yaklaşımların da etkisi ile ihmal edilen Ortadoğu'yu Türkiye yeniden keşfediyor.
Özellikle son on yılda Türkiye siyasi, kültürel ve ekonomik enstrümanları devreye sokarak Ortadoğu'ya yakınlaştı, kendisine yer açtı ve değişim taleplerinin ilham kaynağı oldu. AK Parti iktidarı, bölge ülkeleri ile ideolojik önyargılardan arınmış, gerçekçi ve rasyonel ilişkiler kurulmasını sağlarken, Türkiye'nin hem doğuda hem de batıda sözüne saygı duyulan bir ülke konumuna gelmesine katkıda bulundu. Zira Ortadoğu ülkeleri ile yakın ilişkiler kurulması, tarihi ve kültürel ortaklıkların olduğu kadar, stratejik gerekliliklerin de zaruri kıldığı bir durumdur ve Batı ile ilişkilerin kopması anlamına gelmemektedir.
Bu çerçevede, Türkiye'nin son on yıldır uygulamaya başladığı ve zaman içinde bir doktrine dönüşen yeni Ortadoğu vizyonunun altı temel boyutu olduğu söylenebilir:
1) Bölge ülkelerinin liderleri arasında doğrudan ve etkin iletişim ve ilişkilerin kurulması, sorun ve fırsatların doğrudan müzakere edilmesi;
2) Toplumsal taleplerin iktidara yansıması, katılımcı siyasi mekanizmaların tesisi, baskıların kaldırılması, hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması ve kurumsallaştırılması;
3) Ortadoğu'nun köklü sorunlarına, bölgesel aktör ve güçlerin oluşturacağı ittifak ve oluşumların girişimleri ile çözümler bulunması, dış aktörlerin bölgeye müdahalesine imkan ve fırsat verilmemesi;
4) Ortadoğu'da devletlerin, liderlerin ve halkların birbirlerine karşı güvenlerinin tesis edilmesi, kuşku ve tehdit algılamalarının ortadan kaldırılması;
5) Ekonomik ilişki ve yatırımların artırılması ve karşılıklı bağımlılık ile kalkınmanın sürdürülmesi;
6) Dini, kültürel ve mezhepsel çeşitliliğin korunması, tek tipleşme ve homojenleşmeye engel olunması.
Bu vizyon hayata ne kadar geçirilebilirse, Ortadoğu'nun geleceği de o ölçüde istikrarlı olacaktır.               

8 Mart 2012 Perşembe

SETA Ortadoğu'ya açılıyor

SETA Vakfı, Kahire'de bir ofis açmaya karar verdi. Stratejik olarak isabetli bir karar çünkü Mısır bu bölgenin en önemli ve belirleyici aktörlerinden biri. Ayrıca Türkiye ile ortak ortak tarihi geçmişi paylaşıyor. Kültürel yakınlıklar da ayrıca zikredilmeli. SETA'nın Ortadoğu'da da var olmasının kuşkusuz bazı gerekçeleri mevcut. SETA ofis açmadan önce Arap dünyasına hitap eden, yani 300 milyonluk bir nüfusu muhatap alan bir dergi çıkarmaya başladı.

Ortadoğu’daki köklü siyasal ve toplumsal değişimleri merakla izliyoruz. Ortadoğu tarihinin yeniden inşa edildiği ve yeniden yazılacağı bir dönemden geçiyoruz. Fransa, İngiltere ve İtalya gibi sömürge ülkeleri, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’dan çekilmek zorunda kaldıklarında yerlerine diktatörler bıraktı. Ne yazık ki bıraktıkları bu kötü mirasın izleri hala duruyor.
Ortadoğu toplumları bu izleri silmek için uğraşıyor. Kendi geleceklerini kendileri tayin etmek istiyor ve bunun için canlarını da feda etmeye hazır olduklarını gösteriyor. Türkiye Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da halkların taleplerine kulak verilmesini istiyor ve değişim sürecini destekliyor. Türkiye değişimi takip ederken, değişim yaşandığı ülkeler de Türkiye’ye bir ilham kaynağı olarak bakıyor. Türkiye bulunduğu konuma nasıl geldi, başarılarının altında neler var sorularının cevaplarını bulmaya çalışıyor.
Ankara merkezli SETA Vakfı, 29-31 Ocak 2012 tarihlerinde bu soruların da tartışıldığı bir konferans düzenledi Kahire’de. Insigth Turkey dergisi ile aynı derginin Arapça yayınlanan “Ruy’e Türkiyye” dergisinin de tanıtıldığı toplantıda önemli tartışmalar yapıldı.
Çok sayıda Mısırlı politikacı, uzman ve akademsiyenin katıldığı, Taha Özhan, Hatem Ete, Yılmaz Ensaroğlu, Selin Bölme, Ufuk Ulutaş,Muhittin Ataman, Burhanettin Duran, İhsan Dağı, Cengiz Çandar, Akif Beki, İsmet Berkan, Levent Köker ve Ceyda Karan’ın da katkıda bulunduğu toplantıda SETA DışPolitika Direktörü olarak ben de Türk dış politikasındaki gelişmeleri anlattım.
Konuşmada ana hatları ile şu konulara değindim: Türk dış politikası içine kapanık ve güvenlik tehdidi temelli bir dış politikadan çevre ve küresel aktörler ile yakın ilişkiler kurmaya uzanana köklü değişimler geçirdi. Bu bağlamda Soğuk Savaş döneminde NATO şemsiyesi altında yer alan Türkiye (Kıbrıs’a müdahale istisna tutulursa) bağımsız bir dış politika izlemekten çok içinde yer aldığı blok içinde belirlenen öncelikleri takip etti.
1980 ortalarında göreceli bir değişikliğin başladığını, Özallı yıllarda izlenen pazar ekonomisi ve liberalleşme süreçlerinin doğurduğu yeni imkan alanlarının dış politikaya da yansıdığını görmek mümkün. Soğuk Savaş sonunda şekillenmeye başlayan yeni dünya düzeninde Türk dış politikasında da yeni arayışlar başladı. Türkiye bir taraftan AB üyelik sürecine ilişkin politikalar izlerken diğer yandan komşu ülkelerle genelde güvenlik tehdidi üzerine inşa edilmiş mesafeli ve soğuk ilişkiler yerine daha yakın ilişkiler kurma yolunda adımlar attı.
Özellikle 2003 Irak savaşı sırasında aldığı pozisyon ile Türk dış politikasında önceki dönemlere oranla belirgin bir değişim yaşandı.Bu dönemde yeni politikalar ve kurulan bölgesel ilişkiler ile Türkiye’nin etkin bir aktör olarak kendini gösterdiğini söylemek mümkün. Özellikle ABD ve AB’de Türk dış politikasında ideolojik temelli bir eksen kayması yaşandığına ilişkin bazı tartışmaların da bu döneme denk düştüğünü görüyoruz. Aslında bu tartışmalar bile Türk dış politikasının ülke ve bölge önceliklerine göre yeniden şekillendiğinin bir göstergesi yani, dış politikada bağımsızlaşma olarak okunabilir.
Türk dış politikasında bir eksen kayması yaşanmadığını, bir başka ifade ile ideolojik ve romantik nedenler ile dış politika belirlenmediğini, dış politikadaki yeni adım ve tercihlerin rasyonel gerekçelere dayandığını belirtmekte yarar var. Bu noktada özellikle Türkiye’nin komşularla sorunları en az düzeye çekerek, büyüyen ve gelişen Türk ekonomisine yeni pazarlar arandığını ve Türkiye’nin son dönem Ortadoğu politikasının gerçekçi temellere dayandığını ifade edebiliriz. Türkiye’nin kendine mahsus, önceki dönemlerden farklı bir Ortadoğu vizyonuna sahip olduğunu görmek mümkün
SETA Kahire ve Ru'ye Turkiyye Türkiye vizyonunu bölgeye taşımaya çalışacak.


10 Şubat 2012 Cuma

Devlet, Laiklik ve Dindarlık


Türkiye’de din-devlet ve din-toplum ilişkileri tartışmaları ideolojik refleskler ve köklü önyargılardan dolayı sağduyulu bir yaklaşımla yapılamıyor. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın dindar gençlik yetiştirmeyle ilgili açıklaması bir kez daha gösterdi ki, Türkiye’de bazı kesimler dini hala bir tehdit olarak algılıyor, dini ilerlemenin önünde engel olarak görüyor ve dindarlık ile modern hayatın uyuşmayacağı inancını koruyorlar. Ünlü Alman düşünür Jürgen Habermas’ın da belirttiği gibi dünya post-seküler bir siyasal-toplumsal yapıya evrilirken Türkiye’de laikliği bir hukuki ilke ve düzenleme olarak değil de bir ideoloji ve hayat biçimi olarak yorumlayanalar içinde düştükleri fasit daireden çıkamıyor.

            Başbakan Erdoğan’ın dindarlıkla ilgili açıklamaları bağlamından koparılmadan, siyasi polemik malzemesi yapılmadan, ideolojik tarafgirlikten uzak rasyonel bir dille tartışılmayı hak ediyor. Başbakan Erdoğan’ın açıklamaları Türkiye’de devlet eliyle yukarıdan aşağıya empoze edilen laiklik anlayışı ve uygulamalarının, dini çoğulculuk ve din özgürlükleri açısından yeniden değerlendirilmesi, laiklik kavramının dünyada nasıl yorumlandığı ve tatbik edildiğinin tartışılması açısından önemli bir fırsattır.

            Dünya’da tek bir laiklik anlayışı olmadığı gibi tek bir din-devlet ilişkisi modeli de mevcut değildir. Her ülke kendi siyasi tarih ve kültürel yapısına bağlı olarak farklı anlayış ve modeller geliştirmiştir. Bu modellerin hepsinde laiklik, yasamanın kaynağının dini ilkelere dayalı olmaması; din ve vicdan özgürlüğünün temin edilmesi, din eğitimi ve örgütlenme serbestisinin sağlanması gibi ilkeler temelinde gelişmiştir.

 Türkiye, Fransız tipi laikliği benimsedi

Türkiye’de laiklik, kamusal alanda dine meşru bir yer ve temsil hakkı tanımayan veya katı biçimde sınırlayan bir uygulamaya dönüşmüştür. Türkiye’nin Fransız laiklik modelinden ilham almasının bunda etkili olduğunu ifade etmek mümkündür zira Fransız laikliği hegemonik bir dini yapıya yani Katolik Kilisesinin devlet ve toplum üzerindeki baskın etkisine karşı gelişmiştir.

Fransa’da Devlet, Katolik Kilisesine karşı sürdürdüğü mücadelesini kazanmış, Kilisenin direncini kırmak için binlerce papazı sınır etmiş, kilise mülklerine el koymuş, okullarını kapatmış, yani yasakçı ve baskıcı politikalar izlemiştir. Diğer Batı ülkelerinde ise Fransa’dakine benzer bir hegemonik kilise bulunmadığı için, dini bir tehdit ve tehlike olarak değil toplumsal yapının önemli bir parçası gören özgürlük ve çoğulculuk ilkelerine dayalı laiklik anlayışı gelişmiştir. Örneğin İngiltere, Danimarka ve Yunanistan gibi ülkeler devlet kilisesini korumuş, İspanya, İtalya ve Almanya gibi ülkeler ise kiliselerin tüzel kişiliklerini tanıyarak din ve devlet ilişkilerini karşılıklı saygı ve özgürlük temelinde sürdürmeye devam etmiştir.

Türkiye’de hegemonik bir dini kurum veya Hristiyanlıktaki gibi bir ruhban sınıfı olmamasına karşın Fransız tipi jakoben bir laiklik anlayışı ve uygulaması gelişmiştir. Laiklik ilkesi hukuki bir ilke olmaktan öte ideolojik bir tercih olarak benimsenmiş, kamusal alanda dinin temsiline izin verilmemiş, 28 Şubat gibi dönemlerde ise laiklik toplumun büyük kesiminin kimliğinin paydalarından olan dini hassasiyetleri örselemiş, başörtüsü yasakları gibi uygulamalar ile Türkiye’yi modern dünyadan büyük ölçüde koparmıştır. Ancak devlet eliyle yürütülen toplum mühendisliği bütün çabalara rağmen toplumun geniş kesimlerini sekülerleştirememiş, dinin kamusal görünürlüğünü ortadan kaldıramamıştır.

 Yeni Türkiye’nin yeni laiklik anlayışı

Başbakan Erdoğan’ın dindar nesiller yetiştirmek istiyoruz açıklaması din-devlet ilişkilerinin bugün geldiği nokta çerçevesinde tartışılmaktan ziyade devlet gücü kullanılarak tek tip insan yetiştirme ve homojen bir toplum inşa etme niyeti olarak sunuluyor. AK Parti döneminde başlatılan girişimlere bakıldığında iktidarın devlet gücünü toplumu homojenleştirme istikametinde kullandığını iddia etmek haksızlık olur. Örneğin Alevilerin Cumhuriyet dönemi boyunca kulak verilmeyen taleplerine ilk kez olumlu tepki vererek arama çalıştayları düzenleyen yaklaşımı laiklik karşıtı olarak göstermek mümkün değildir.

Laikliği yerli yerine oturtan yani çoğulculuk, özgürlük ve toplumun inançlarına saygılı bir ilke olarak uygulamanın yollarını açan Yeni Türkiye, azınlık inançlarına da hak ettiği itibarı kazandırmaya başlamıştır. Bu bağlamda dernekler ve vakıflar yasalarında yapılan değişiklikler, azınlık vakıflarına mal ve mülklerinin iade edilmesinin yolunu açmıştır. Türkiye, din-devlet ilişkileri ve laiklik uygulamasında yeni bir yola girmiştir. Bu doğru bir yoldur ve Başbakan Erdoğan çoğulculuk ve özgürlük temelinde ilerleyen bu yolda cesur adımlar atmaya devam etmelidir.


23 Aralık 2011 Cuma

Fransa, yitirdiği zemini kazanmaya çalışıyor



Fransa Ulusal Meclisi Genel Kurulu, 1879 Fransız Devrim’inin ruhunu sızlatan bir karar aldı. 2001, 2006 ve 2010 yılında da gündeme 1915 olaylarının Ermeni soykırımı olmadığını ifade etmeyi yasaklayan tasarı meclis üyelerinin sadece 40’nın oyu ile geçti. Ermeni soykırım iddialarının reddi, hafife alınması ve alay edilmesine yasak getiren ve bu fiilleri işleyenlere bir yıl hapis, 45 bin Euro para cezası öngören yasa meclisin üst kanadı Senatoda da kabul edildiği takdirde birçok açıdan Türkiye’yi etkileyebilecek sonuçlar doğuracaktır.
            Her ne kadar yasa Fransız Ulusal Meclis’inden geçmiş olsa da Fransız kamuoyunun bu yasanın arkasındaki yasakçı zihniyeti bütünüyle desteklediğini söylemek güç. Zira oylamaya 577 üyeden sadece 46’sı katılmış ve bunların da 40’u tasarının geçmesi için oy kullanmıştır. Bu oran belki meclisin çalışma tekniği açısından bu ülkede kabul edilen bir durum olabilir ancak Fransız kamuoyunun iradesini yansıttığını söylemek mümkün değil. Ayrıca yasa, bütün dünyada ilham kaynağı olan ve pek yerde özgürlük ateşini tetikleyen Fransız Devrimi ve bu devrimden büyük ölçüde etkilenen Avrupa değerleri ile de çelişiyor. “Eşitlik, özgürlük ve adalet” sloganı ile köklü değişimlere neden olan devrimin ruhu Fransa Ulusal Meclisi’ni esir alan 40 kişi tarafından heba edildi.

Fransa özgürlük ateşini söndürdü
            Refah devletinin gerilemeye başlaması, ekonomik krizler ve aşırı sağın yükselişi ile birlikte Fransa’da eşitlik ve adalet ilkelerinden zaten ciddi boyutlarda ödün verilmişti. Ülkede yaşayan göçmen kökenli topluluklar ile eski sömürgelerden gelerek Fransa’ya yerleşenlerin eğitim, istihdam ve siyaset alanlarından dışlanmışlıkları ve perişan halleri eşitlik ve adalet temini konusunda ciddi sorunların olduğunu gösteriyor. Şimdi buna bir de ifade hürriyetini engelleme eklenmiş oldu.
            Fransa Ulusal Meclisi’nin aldığı kararın başlıca üç boyutu var. Birincisi iç kamuoyuna yönelik bir tüketim. Yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Ermeni oyalarına bel bağlayan Sarkozy’nin popülist siyasi manevralar ile koltuğunu koruma gayretinde olduğu biliniyor. Meclisin, bir başka ülkenin tarihini yazarak, yorumlayarak ve Ermeni soykırım iddialarını ret suçu gibi yeni suç yaratarak Sarkozy liderliğinde itibar ve zemin yitiren Fransa’nın iç dinamikleri açısından kısa süreli de olsa tekabül ettiği bir karşılık var ki olayın bu boyutu Türkiye açısından kayada değer bir önem taşımamaktadır.
            Yasanın kabulünün ikinci önemli boyutu Fransa dış politikası ile ilgilidir. Fransa eski hinterlandı da dahil olmak üzere etkili olduğu pek ülkede ağırlığını kaybediyor. Özellikle Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da en büyük rakip olarak Türkiye’yi görüyor. Fransa’nın ayakları altından kayan zemin her yıl biraz daha genişliyor. Tunus, Mısır ve Libya başta olmak üzere bölge ülkeleri yeni siyasi yapılanma ve kendi geleceklerini planlama süreçlerinde Fransa’ya değil Türkiye’ye bakıyor. “Eşitlik, özgürlük ve adalet” inşası konusunda artık Fransa değil Türkiye ilham kaynağı pek çok ülke halkları için. Fransa bu yasayı geçirerek Ermenilerin acıları ve hatırları üzerinden politikalar inşa etmeye ve Türkiye’yi itibarsızlaştırmaya çalışıyor.
           
Kaybeden Fransa, kazanan Türkiye
Fransız Meclisi’nin aldığı karar bir dış politika enstrümanı olarak kullanılma potansiyeline sahip olmasına karşın Türkiye’de yorumcular işin bu yönünü görmezden geliyor. Fransa, Türkiye’nin sahip olduğu ince gücün, bölge ülkeleri ile başlattığı ekonomik entegrasyonun derinleştiğinin ve geçmişte Paris’e bakanların artık Ankara’ya baktıklarının farkında. Fransa kaybeden, Türkiye ise kazanan ülke konumunda olduğu için Fransa elindeki tüm kozları kullanarak mevziini korumaya, kaybettiği zemini de geri kazanmaya çalışıyor. Bunu da 1915 olayları üzerinden yapmaya çalışıyor. Türkiye bu noktada Fransa’nın manevrasını iyi okumak ve rasyonel tartışmalar başlatmak durumundadır. Fransa kendi tarih kitaplarında sömürge dönemi politikalarını görmezden geliyor, kirli tarihini unutturmaya çalışıyor türünden söylemler ile karşı pozisyon almak yerine bölgesel ve küresel dengelerin Fransa aleyhine geliştiğini, Fransa’nın bunu hazmedemediğini, ifade hürriyetini kısıtlayarak uluslar arası kayıplarını kapatmaya çalıştığını gündeme taşımak daha etkili ve ikna edici olacaktır.
            Türkiye’nin kınadığı ve ilk aşamada sekiz maddelik bir yaptırım ile tepki gösterdiği yasanın üçüncü ve en önemli boyutu ise 1915 olaylarının yüzüncü yılına tekabül eden 2015’e hazırlıktır. 1915 olaylarını Türkiye kendi içinde ortak bir acı ve adil bir hafıza çizgisinde konuşamadığı için, öte yandan resmi tarih bu topraklarda yaşananları homojenleştirici ulus devleti meşrulaştırmanın ideolojik aygıtı olarak işlev gördüğü için ve son tahlilde biz Türkler (Türkiyeliler) ve Ermeniler olarak kendi tarihimizi tartışamadığımız için üçüncü ülkelerin ve aktörlerin insafına kalmış görüntüsü içinceyiz. Fransa’da başlayan Türkiye’yi, Türk halkını ve Türkiyelileri itibarsızlaştırma, bölgesel ve küresel yükselişini engelleme ve kolektif suçluluk psikolojisi yaratma girişimleri artarak devam edecektir. Finali 1915 yılında yapmak isteyenlerin girişimleri öz eleştiri ve yüzleşme başta olmak üzere, geniş bir bakış açısıyla değerlendirilmeli, duygusal tepkiler yerine rasyonel argümanlar üretilmelidir.







7 Kasım 2011 Pazartesi

Türkler Avrupa’yı değiştiriyor


Türkler Avrupa’yı değiştiriyor

Türkiye’den Avrupa’ya işgücü göçünün 50’inci yılı vesilesiyle düzenlenen etkinlikler söz konusu göçlerin siyasi ve toplumsal sonuçlarını gündeme taşıdı. Diğer yandan dört milyonu aşan Türkiye kökenli nüfusun Avrupa’nın kimliği, geleceği ve Avrupa Birliği-Türkiye ve Doğu-Batı ilişkilerine etkileri tartışılmaya başlandı. Türkiyeli göçmenler artık pek çok Avrupa kentinde toplumsal dokunun köklü ve ayrılmaz bir parçası olarak kamusal alanda temsil ediliyor, talepte bulunuyor, siyaset ve ekonomiyi etkiliyor.
Sahip oldukları birikimler ve genç nüfusu ile Avrupalı Türkler, yaşadıkları ülkelerin geleceğini etkileyebilecek ciddi bir insan sermayesi oluşturuyor. Ancak göçün üzerinden yarım asırdan uzun geçmesine rağmen Türkiye’deki hükümetler şimdiye kadar Avrupa’daki vatandaşlarımızın sorunları ile uzaktan ilgilenmiş, çoğu kez bunları görmezden gelmişti. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın özel ilgisi ile Türkiye artık bir devlet olarak Avrupa’daki vatandaşlarının yanında olduğunu, onları yalnız bırakmayacağını ve bütün imkanları ile arkalarında duracaklarını ilan etti. Altmış yıllık göç tarihinde ilk kez bir Başbakan bu kadar açık bir dil ve güçlü bir irade ile Avrupalı Türkleri cesaretlendirici bir sahiplenme gösterdi. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de Ekim ayında yaptığı Almanya ziyaretinde benzer mesajlar vererek büyük bir ülke vizyonu ile Türkiye’nin kendi vatandaşlarının hak ve hukukunu her yerde savunacağını belirtmişti.

HAK, ÖZGÜRLÜK VE EŞİTLİK DİLİ
Başbakan Erdoğan Batı ülkelerinde yaptığı konuşmalarda yerel ve bölgesel bir devlet adamı olarak değil küresel bir lider olarak konuşuyor. BM Genel Kurulu’nda yaptığı gibi her konuşmasında hak, özgürlük ve eşitlik çıtasını biraz daha yükseltiyor. Hafta içinde Almanya’da yaptığı konuşmada da evrensel ilkelere yaslanan, temel hak ve hürriyetler üzerine inşa edilen bir dille yurtdışındaki Türkiye vatandaşlara sahipsiz olmadıklarını, muhataplarına ise vatandaşlarını ezdirmeyecekleri mesajını verdi.
Başbakan Erdoğan’ın mesajı ince ve adil dengeler üzerine kurulu yapıcı tespit ve öneriler içeriyordu. Bir taraftan Almanya başta olmak üzere Avrupa ülkelerinde yaşayan Türklere göçün başlangıcından itibaren yaşadıkları sorunların farkında olduklarını, diğer yandan da yurt dışındaki vatandaşlarımızın yaşadıkları ülke vatandaşlığına geçmeleri ve o toplumlara uyum sağlamaları gerektiğinin altını çizdi. Yurt dışındaki vatandaşlarımıza, yaşadıkları ülkelerin dilini iyi öğrenmelerini, siyasi, kültürel ve ekonomik hayatlarına mutlaka katılımlarını öğütleyen Erdoğan, bunların yanında Avrupa ülkelerine de hak ve özgürlükler dili ile hatırlatmalarda bulundu.
Asimilasyonun bir insanlık suçu olduğunu belirten Erdoğan, Türkiye kökenli göçmenler ve onların çocuklarından kendi inanç, dil ve kültürel değerlerinden vazgeçmelerinin beklenmemesi gerektiğine işaret ederek aslında onların karşı karşıya kaldıkları ciddi bir riski de göstermiş oldu. Ayrıştırıcı bir dil kullanmaktan özenle kaçınarak yapıcı bir dil benimseyen ancak siyasi ve toplumsal sorunları eleştirmekten de çekinmeyen Başbakan “50 yıl önce misafir işçi olarak gelen, bugün üçüncü ve dördüncü nesliyle Almanya'nın sosyal dokusunda tartışmasız yer edinen Türklerin, fırsat eşitliğinden, eşit katılımdan ve birlikte yaşama imkanından ne kadar istifade ettiğini sormak ve sorgulamak bizim hakkımızdır” diyerek Türklerin uzun yıllardır pek çok Avrupa ülkesinde yaşadıkları ve hala çözüm bekleyen sorun alanlarını muhataplarının gündemine taşıdı. Şimdiye kadar yapılan araştırmalar ve özellikle 11 Eylül 2001 sonrasındaki gelişmeler de Başbakan Erdoğan’ın işaret ettiği sorunların ivme kazandığını, güvenlikçi bir yaklaşımla Türkler de dahil müslümanların tehdit unsuru olarak görüldüğünü teyit ediyor.
UYUM VE ENTEGRASYON ZAMANI
            Göçün 50’ci yılında Başbakan’ın üzerinde durduğu konulardan biri de Avrupalı Türklerin hem çoğunluk toplum, hem de kendi içlerindeki farklı gruplar ile uyum içinde yaşamaları gerektiği, birlik ve beraberlik içinde güç birliği tesis etmeleri gerektiği konusuydu. Türkiyeli göçmenler, hem Türkiye ve Avrupa ülkelerinin kalkınmasına katkıda bulunabilecek, hem de Türkiye ve Avrupa Birliği ilişkilerinin geleceğini belirleyebilecek önemli bir potansiyele sahip. Türkiye ilk kez bu potansiyele sahip çıkıyor. Başbakanlık Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı da bu amaçla kurulmuş stratejik bir kurum. Bu kurum, yurt dışındaki Türkler açısından bir milattır. Zira dili, kültürü, inancı ve değerleri ile Avrupa’da yeni ve köprü kimlikler inşa eden vatandaşlarımız ilk kez bu kadar güçlü bir irade ile Türkiye’de hükümetin gündemine alınmıştır.
Göçün 50’nci yılı Türkiye’de yeni bir anlayışın, yani mevcut sınırlar içine sıkışmak yerine bölgesel ve küresel bir vizyonla aktif politikalar oluşturulması anlayışının doğuşuna denk düşmektedir. Yeni Türkiye işte bu anlayışla yurt dışındaki vatandaşlarımıza ilişkin kucaklayıcı bir vizyon geliştirmiş, etnisite, vatandaşlık, çok kültürlülük, siyasal katılım ve temsil, dini ve kültürel çoğulculuk gibi öteden beri tartışılan kavramlara yeni açılımlar getirerek göçün Avrupa ve Türkiye için yarattığı siyasi ve toplumsal imkanları keşfetmeye başlamıştır.

http://www.sabah.com.tr/Perspektif/Yazarlar/kucukcan/2011/11/05/turkler-avrupayi-degistiriyor

5 Eylül 2011 Pazartesi

Üniversitelerden Demokratikleşme ve Kalite Bekleniyor

Türkiye'de son on yılda seksenin üzerinde yeni üniversite açıldı. Bu sayı Cumhuriyetin kuruluşundan iki binli yıllara kadar açılan tüm üniversite sayısından daha fazla. Yeni Türkiye'nin inşa edildiği bu dönemde tıpkı ekonomi, dış politika, demokratikleşme, alt yapı hizmetleri ve sosyal politikalar alanlarında olduğu gibi eğitim alanında da köklü değişimler yaşanıyor. Eski Türkiye ile yeni Türkiye arasındaki en önemli farklardan biri yükseköğretimde fırsat eşitliği kapısının aralanması, yükselen Türkiye'nin bölgesel ve küresel rekabetini sürdürebilmesi için ihtiyaç duyulan kaliteli insan sermayesine yatırım yapılmasıdır. Devletin yükseköğretim sektörüne yaptığı yatırım, üniversitelerden beklentileri yükselten yerinde ve doğru bir yatırımdır. Bugün gelinen noktada yükseköğretim sisteminin önünde yeni fırsatlar ve ihmal edildiği takdirde yapısal sorunları derinleştirebilecek risk alanları olduğunu söylemek mümkündür.

Demokratikleşmenin laboratuvarı

Türkiye'de özellikle 1980 darbesi sonrası kurulan YÖK sistemi ile yükseköğretim sisteminde merkezileşme ve tektipleşme yaşanmış, demokratik, çoğulcu ve katılımcı bir üniversite yapısı yerine bütün kritik kararların tek merkezden alındığı bir kültür inşa edilmiştir. Askeri vesayet altında kurulan bu otoriter yapı 28 Şubat döneminde daha da katılaşmış, üniversiteler bilim, kültür ve teknoloji üreterek ülke kalkınması ve toplumsal gelişmeye liderlik yapacakları yerde ideolojik saplantıların tutsağı haline gelmişlerdir. Türkiye'de köklü değişimlerin başlangıcına işaret eden 2002 seçimlerinden sonra ise YÖK ve askeri disiplin ile zapturapt altına alınan üniversiteler, muhalefet merkezleri olarak bildiriler yayınlamaya, hükümetin reform çabalarına canhıraş biçimde karşı çıkmaya başlamıştır.

Dünyanın hiç bir ülkesinde bireylerin okuma hakları kılık kıyafetinden dolayı elinden alınamazken vesayetçi zihniyet, demokrasi tarihine kara leke olarak geçecek başörtüsü yasağını uygulamaya koydu. Türkiye'de başörtüsünü yasaklayan hiçbir yasa yokken bu yasak siyasi ve ideolojik baskılarla uygulanmaya başlandı ve daha sonra yasak uygulamasını ortadan kaldırmak amacıyla yapılan girişimler engellenerek hukuki dayanak oluşturuldu. YÖK'ün başlattığı, 28 Şubat sürecinin de arkasında durduğu ve desteklediği yasağın gerisinde herhangi bir yasal zemin yoktu. Tam tersine TBMM iki kere yasakların kaldırılması amacıyla anayasal değişiklikler yaptı. Ancak vesayet rejiminin bekçileri bu değişiklikleri Anayasa Mahkemesi'ne götürdü.

Bugün gelinen noktada Türkiye, siyasi ve ideolojik temelli baskı ve yasakların sürekli olarak kaldırıldığı, daha demokratik ve katılımcı bir sosyal yapının geliştiği bir ülkedir. Yenilikçi ve özgürlükçü düşüncelere öncülük etmesi, baskı ve yasaklara ilk karşı çıkması gereken üniversiteler Türkiye'de ne yazık ki uzun süre statükonun savunulduğu ve desteklendiği kurumlar olmuştur. Son yıllarda ise tekrar geleneksel rollerini üstlenmeye ve toplumsal sorunların çözümüne katkıda bulunmaya başlamışlardır. Toplumun beklentisi de üniversitelerin demokrasi, özgürlük ve çoğulculuğun kaleleri olarak değişime öncülük etmeleri, kritik sorunlara çözüm önerileri geliştirmeleri yönündedir.

Sektörel büyüme ile kalite

Türkiye'nin ekonomisi gün geçtikçe büyüyor, siyasi etkinliği artıyor, bölgesel ve küresel sisteme entegrasyonu sürüyor. Bütün bu süreçlerin başarılı biçimde yönetilebilmesi kaliteli insan gücü ve sermayesine sahip olmakla mümkün. Bunun farkında olan hükümet her şehire en az bir üniversite açarak Türkiye'yi ileriye taşıyacak ve kalkınmasına omuz verecek kuşakların yetiştirilmesine yatırım yapıyor.

Bugün Türkiye'de 165 üniversite var. Ancak nüfusumuzun yapısı, farklı sektörlerin ihtiyaçları ve Türkiye'den beklentiler söz konusu olduğunda bu sayı yetmez. Uzmanlık ve kalite ilkelerini de göz önüne alarak yeni üniversiteler açılmalı, yükseköğretim sektöründeki büyüme sürdürülmelidir. Zira, Türkiye OECD ülkeleri arasında 18-24 yaş grubu arasında yüksek öğretime erişimi en düşük düzeyde olan ülkelerin arasında yer alıyor. Bu durum ekonomisi büyüyen ve sanayii çeşitlenen bir ülke olarak Türkiye için ciddi bir problem olarak değerlendirilmelidir. Türkiye niceliksel iyileştirmeler yaparken niteliğe de özel önem vermelidir. Üniversite sayılarını artırmak başarı hanesine yazılabilir ancak asıl başarı sayıyı artırırken kaliteyi de artırmakla yakalanabilir.



22 Temmuz 2011 Cuma

Yeni Türkiye’nin Dış Politika Dinamizmi


Siyasi liderlik, bugünü olduğu kadar geleceği de doğru ve isabetli okumayı, çıkması muhtemel krizleri önceden görmeyi, bunların çözümü için öneri ve teklifler sunmayı gerektirir. Türk dış politikası uzun yıllar gündem yaratma yerine, başka aktörlerin oluşturduğu gündemleri takip etme, bağımsız bir duruş sergileme yerine müttefiklik adı altında ülke çıkarları ile örtüşmeyen, hatta zaman zaman çelişen seçeneklerin peşine takılma talihsizliği yaşadı. Özellikle son on yılda Türk dış politikasındaki önceliklerin değiştiğini, Türkiye’nin, onu aynı kaderi paylaştığı ülkelerden soyutlayan, en uzun sınır komşusu ile çatışma noktasına getiren pasif dış politika gömleğini üzerinden çıkardığını ve mahkum edilmeye çalışıldığı fasit daireden çıktığına tanıklık ediyoruz.

AK Parti dönemi, Türk dış politikasına yeni bir ruhun üflendiği, Türkiye’nin bölgesel ve küresel bir güç olarak temayüz ettiği, istikrar, barış ve iş birliği arayışlarında önemli bir merkeze dönüştüğü bir dönem olarak tarihe geçebilir. İç ve dış siyasetin iç içe geçtiği günümüzde, iç politikada istikrar sağlanmadan vizyoner bir dış politikanın oluşturulması ve sürdürülmesi mümkün değildir. İşte Türkiye 2002 yılından itibaren onu uluslar arası sistemde düzen kurucu merkez bir ülke konumuna taşıyacak alt yapının inşa edildiği istikrarı yakaladı ve günümüze kadar da sürdürme başarısı gösterdi.

Siyasi istikrar yanında kaydedilen ekonomik büyüme ve kalkınma Türkiye’nin kendine güvenini artırdı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın sık sık altını çizdiği “kendine güven” vurgusu dış politika kararlarının alınmasında önemli bir dayanak oldu. Daha yakın dönemlere kadar hiçbir konuda belirgin ve görünür pozisyonlar almayan, uluslar arası kuruluşlarda etkili ses çıkaramayan Türkiye bugün pek çok ülkede ve uluslar arası kurumda sözüne itimat edilen, elini taşın altına sokması beklenen bir ülke konumuna geldi. Avrupa Birliği, ortak bir dış politika inşasında üyeleri arasındaki belirsizliklerle mücadele ederken, ABD başlattığı ve sürdürdüğü savaşların aşındırdığı imajını tamir etme çabası sürdürürken, Türkiye hem kaybettiği yılları telafi etmeyi başardı, hem de çoğumuzun sadece hayalini süsleyen Afrika, Balkanlar ve Güney Amerika açılımlarını başlattı.


TÜRKİYE, REALİZMİN TUTSAĞI OLMADI
Soğuk Savaş sonrası kurulmaya çalışılan dünya düzeninin hala Batı ittifakının planladığı biçimde kurulamadığı, Türkiye, Hindistan, Çin, Brezilya, İran ve Rusya gibi önemli aktörlerin ABD etkisindeki yeni hegemonik dayatmalara direndiğine tanıklık ediyoruz. Bu direnç, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki kurulu düzenin sarsılmasını tetikleyen unsurlardan biri oldu. Bugün uluslar arası sistem yeniden kuruluyor ve Türkiye yakın coğrafyasındaki ülkeler için birinci ilham kaynağı konumunda.

Yeni Türk dış politikasını farklı kılan, realist kaygılara esir olmamasıdır. Türkiye’yi ilham kaynağı yapan Başbakan Erdoğan’ın sessizlerin sesi, ezilen ve kendi topraklarında yurtsuz bırakılanların hamisi, rejimleri ve siyasi liderleri tarafından bastırılanların samimi bir sözcüsü olmasıdır. Eğer Türkiye bundan on, on-beş yıl önce olduğu gibi yanı başında olup bitenlere kulağını tıkamış olsaydı, zulüm ve haksızlıkları görmezden gelseydi ne bölge ülkelerine ne de dünyaya söyleyecek bir sözü olmayacaktı. Türkiye bugün çok farklı ve etkin bir noktada. Suriye muhalefeti ve Lübnan Temas Gurubu çatışmaların çözümüne Türkiye’de çözüm arıyorsa, Tunus ve Mısır’dan siyasi partiler sık sık Türkiye’yi ziyaret edip ülkemizin yakaladığı siyasi istikrar ve ekonomik kalkınmanın sırrını öğrenmeye çalışıyorsa bunda birinci derecece rol oynayan kişi Başbakan Erdoğan’dır.

GÜNDEMİ BELİRLEYEN LİDERLİK
Yeni Türkiye’nin mimarı olarak Başbakan Erdoğan’ın bakanlarına geniş bir siyasi insiyatif kullanma alanı tanıması ve onları cesaretlendirmesi de altı çizilmesi gereken hususlardandır. Zira yeni Türk dış politikasının tasarımcısı Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun başarısının arkasında yatan en önemli unsur da Başbakan’dan aldığı bu destek olsa gerek. Stratejik derinlik, merkez ve düzen kurucu ülke olmak, komşularla sıfır sorun, proaktif dış politika gibi kavramları siyasete dönüştüren ve uygulamaya koyan Davutoğlu, Başbakanın da arkasında durduğu Kıbrıs çıkışı ile 2012’de çıkacak krizi şimdiden öngörmüştür ve AB üyelerini çözüm aramaları konusunda uyarmıştır. Başbakan Erdoğan KKTC ziyaretinde AB’nin dikkatlerini şimdiden çözüm arayışlarına çekerek gündemi takip eden değil önceden belirleyen bir liderlik sergilemiştir. Yeni Türkiye’ye yakışan ve milletimizin özlediği ve beklediği de budur.

Türkiye’nin yeni dış politikası yukarıda da işaret edildiği gibi iç siyasetten tümüyle bağımsız değildir. Bunun son örneğini bağlayıcı bir özelliği olmasa da, ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komisyonu’nda Dışişleri Bakanlığı Yetki Yasası görüşmelerinde alınan karar Türkiye’nin bölgesel ve küresel imajına zarar verecek nitelikte. Bu kararı duyanlar gayri müslim vatandaşlarımızın din ve vicdan özgürlüklerinin kısıtlandığını fikrine kapılacaktır. Türk diplomasinin, özgürlük alanlarını genişleten ve demokrasisini güçlendiren bir ülke olarak ülkemizin dışarıdaki imajını haksız yere zedeleyecek bu girişimlere karşı ikna edici bir söylem geliştirmesi ve muhatapları ile paylaşması yerinde olacaktır.







27 Mayıs 2011 Cuma

Civil Religion and Secular Nationalism in Turkey

I have published an article in the special issue of The George Washington International Law Review. This special issue has articles on Europe, US and Turkey.

If you would like to read the whole article, you follow the link below.

“Sacralization of the State and Secular Nationalism: Foundations of Civil Religion in Turkey”, The George Washington International Law Review, 2010, Vol. 41, No.4, 2010, pp. 963-983

http://docs.law.gwu.edu/stdg/gwilr/PDFs/41-4/JLE413.pdf
 
The article deals with the following issues:
This Article illustrates how secular nationalism has been introduced as a source of collective identity and as a founding ideology of the Turkish state vis-`a-vis the Islamic legacy of the Ottoman Empire. This Article locates religion in the process of laying the foundations of civil religion and examine how religion has been sidelined, marginalized, and reconfigured by the state ideology. Finally, in the context of Turkey-EU relations, this Article will analyze how the Turkish state has repositiones itself with regard to Islam, non-Muslims, and freedom of religion.

ABD’nin İslam dünyasındaki imajı niçin kötü?


Ortadoğu ve Kuzey Afrika İslam coğrafyasında köklü ve kalıcı siyasi değişimlerin habercisi olan gelişmeler, ABD yönetiminin bölgeye yönelik politikalarını gözden geçirmesine yol açıyor. Bölgedeki otoriter rejimler ile yakın ilişkiler geliştirerek onlara meşruiyet kazandıran ve hamilik yapan ABD’nin, artık statükonun sürdürülemeyeceğini gördüğü ve Müslüman halklarla ilişkileri tamir etmeye yönelik girişimlerde bulunduğuna tanıklık ediyoruz. Bu girişimler olumlu olmakla birlikte ne kadarı yapısal ve kalıcı ne kadarı söylemsel ve geçici olacak bunu ABD iç siyasetindeki dengelerin mücadelesi belirleyecek.

Kamuoyu araştırmaları İslam dünyasında ABD ve Obama yönetiminin imajının hala olumsuz olduğunu gösteriyor. Pew Araştırma Merkez’inin Nisan ayında yedi İslam ülkesinde yaptığı araştırma sonuçları Başkan Obama’nın hala yeterli güveni veremediğini, Türkiye, Mısır ve Pakistan gibi nüfusu büyük ülkelerde olumsuz imajların daha yüksek olduğuna işaret ediyor. ABD’li uzmanlar başta olmak üzere Batılılar ve bu bloğun dış politikasını destekleyenler söz konusu sonuçları şaşırtıcı bulmakta ve ABD yönetiminin iyi anlaşılmadığını düşünmemektedir. Böyle düşünenlerin iki konuyu doğru okuyamadıklarını söylemek mümkün. Birincisi, İslam dünyasındaki siyasi ve sosyolojik gerçekliği doğru okuyamıyorlar, ikincisi ABD yönetimi ve Başkan Obama’nın çelişkili ve zikzaklı çizgisini görmezden geliyorlar.

ABD Yönetiminin Güven Tazeleme Çabaları

Obama, 2009 yılında başkanlık yemininin ardından yaptığı ilk konuşmada şunları söylemişti: “Babamın doğduğu küçük köyden en büyük başkentlere kadar, dünyanın her yerinden bizi izleyen insanlara ve hükümetlere bildirmek isterim ki, Amerika, barış ve saygınlıktan yana duruş sergileyen her ulusun; kadın, erkek, çocuk herkesin dostudur. Yeniden öncülük etmeye hazırız.” Bu konuşma, George W. Bush döneminde yürütülen çatışmacı ABD dış politikasının sona erdirileceği, Obama’nın kriz bölgelerinde adil ve tarafsız bir pozisyon alarak ülkesinin dibe vuran olumsuz imajını düzelteceği umudunu yaratmıştı.

11 Eylül saldırıları sonrasında terörle mücadele adı altında yürütülen güvenlik eksenli politikalar özellikle İslam dünyasında ABD’ne yönelik tepkileri artırmış, kurgu olduğu sonradan apaçık anlaşılan nedenlerle 2003 yılında Irak’ın işgali, Türkiye de dâhil İslam ülkelerinde ABD’ne beslenen güveni iyice sarsmıştı. Obama, ABD’nin terör değil İslam’la savaştığı algısının derinleşmeye başladığı bir siyasi atmosferde ılımlı mesajları ile Bush dönemi şahin çizginin geride kalacağını ilan ederek yeni bir dış politika izleyeceği izlenimi yaratmıştı. 7 Nisan 2009’da Ankara’da TBMM’de yaptığı konuşmada söz konusu yeni politikanın ipuçlarını da vermişti. ABD’nin İslam ile değil terör ve aşırılık ile mücadele ettiğini, İsrail-Filistin çatışmasının adil bir çözüme kavuşturulması için Türkiye ile birlikte çalışacağının altını çizmişti. 4 Haziran 2009’da Kahire’de merakla izlenen konuşmasında “ABD ile İslam dünyası arasında karşılıklı çıkar ve saygıya dayanan yeni bir başlangıç aramağa geldim” demiş ve Filistinlilerin yasal isteği olan onur ve kendi devletlerine sahip olma hakkına sırt çevirmeyeceğini de sözlerine eklemişti. İslam dünyasında kimilerinin mesafeli durduğu ve temkinli yaklaştığı bu ifadeler Müslüman kamuoyunda genelde olumlu yankı yapmış ve beklentileri artıran bir rol oynamıştı.


Obama Çelişkilerini Aşamıyor

Her ne kadar Başkan Obama’nın konuşmaları ilk anda bir iyimserlik havası yaratmış olsa da, bunun söylemsel düzeyde kaldığı, sorunların çözümüne yönelik politikalar geliştirilmediği kısa zamanda anlaşıldı. Obama yönetimi cesur adımlar atamadı. Irak’tan çekilme sözü vermesi olumlu karşılandı ancak sürecin uzaması ve Irak işgalinin yarattığı insani kayıplar ve ekonomik çöküntünün tamirine yönelik bir girişim görülmedi. Dahası Irak siyasi bir kaosa doğru sürüklenirken ABD, pratikte işgal olarak görülen Afganistan’daki askeri varlığını artırma kararı aldı. İsrail’in işgal altındaki Filistin topraklarında yeni yerleşimler kurmasına göz yumdu, İsrail’i kınayan BM kararlarını veto etmeyi sürdürdü. Aynı İsrail’in Gazze saldırılarına sessiz kaldı ve dokuz Türk vatandaşının öldürülmesi ile sonuçlanan Mavi Marmara olayında da müttefiki Türkiye’nin beklediği tepkiyi göstermedi. Tunus ve Mısır’daki demokratikleşme ve sivilleşme hareketinin ilk günlerinde ürkek ve çekingen bir politika izledi. Demokrasi ve insan hakları söylemi ile dünya sahnesine “yeniden öncülük etmek” için çıkacaklarını ilan eden Obama yönetiminin İslam dünyasındaki gelişmelere ilişkin ikircikli yaklaşımı ve İsrail-Filistin sorununun çözümünde inisiyatifi yitirmesi ABD’den beklentileri büyük oranda zayıflatmıştır.

Obama’nın geçen hafta yaptığı iki konuşma ABD yönetiminin Ortadoğu’ya ilişkin politikalarının gel-gitler ve lobilerin esiri olduğunu bir kez daha teyit etti. Obama, büyük değişimlerin yaşandığı Ortadoğu’daki gelişmelere seyirci kalmadıklarını göstermek için yaptığı ilk konuşmada otoriter rejimlerin meşruiyetlerini kaybettiklerini kabul etmeleri gerektiğini vurgularken, halk hareketlerini ve Filistinlilerin kendi devletlerini kurma isteklerini desteklediklerini belirtti. İsrail’in 1967 öncesi sınırlara çekilmesi gerektiğinin de altını çizdi ki bu Arap dünyasının İsrail’i meşru bir devlet olarak tanımalarının yolunu da açacak bir seçenekti. Obama, ABD’deki en etkili Yahudi lobilerinden Amerikan-İsrail Halkla İlişkiler Komitesi'nde yaptığı konuşmada ise, aradan geçen yıllar içinde meydana gelen demografik değişimler nedeniyle 1967 sınırlarına dönüşün mümkün olmadığını belirterek bir anlamda işgal altındaki yerleşimlerin meşruiyetini kabul etmiş ve İsrail’in hala sürdürdüğü benzer politikalarına dolaylı da olsa yeşil ışık yakmıştır.

Başkan Obama’nın bir adım ileri, iki adım geri biçiminde özetlenebilecek çelişkilerle dolu Ortadoğu söylemi, İslam dünyasına yönelik yaptığı konuşmaların inanırlığına ve güvenirliğine gölge düşürmektedir. Dahası yeni açılımlara açık olduğu izlenimi verme konusunda mahir olan Başkan Obama’nın son konuşmasında Afganistan’dan ABD askeri gücünü çekip çekmeyeceğine ilişkin tek söz etmemsi, El-Fetih ile de el sıkışan Gazze’deki Filistin halkının seçimle iş başına gelen meşru temsilcisi Hamas’ın muhatap alınıp alınmaması konusunda sessiz kalması İslam dünyasında sorgulayıcı bakışın dikkatinden kaçmamıştır. ABD yönetimi İslam dünyasındaki imajının niçin olumsuz olduğunu anlamak istiyorsa hem söylem hem de politikaları açısından kendi çelişkilerini, ikircikli yaklaşımlarını ve lobilerin etkisini gözden geçirmelidir.

Prof. Dr. Talip Küçükcan
M.Ü. Ortadoğu Araştırmaları Enstitüsü Müdürü









8 Nisan 2011 Cuma

Fransız laikliği müslümanları ötekileştiriyor

Fransa Anayasa Konseyi’nin Eylül 2010’da anayasaya uygun gördüğü kamuya açık yerlerde peçe takılmasını yasaklayan ve burka veya nikap tarzı örtüyle yüzünü tamamen kapatarak sokağa çıkanlara cezayı öngören yasa 11 Nisan Pazartesi günü uygulanmaya başlıyor. 2004 yılında türbanlı, başörtülü veya dini inancı gösteren herhangi bir sembolü taşıyan öğrencilerin devlet okullarına devamına yasak getiren de Fransa idi.

‘Eşitlik, özgürlük ve kardeşlik’ sloganı ile uygarlık tarihinde yeni bir dönemi başlatan ve Osmanlı da dahil birçok ülkede hürriyet ve reform hareketlerine ilham kaynağı olan Fransız Devrimi yasakçı anlayış ve siyasetin gölgesinde kalma riskiyle karşı karşıya. Kendi geçmişine yabancılaşan Fransa bir kimlik krizinin eşiğinde ve bu krizden kurtulma arayışında laiklik ve cumhuriyet değerlerini yaşatma bahanesiyle yasakçılığa sığınıyor.

Fransa’da yasa uygulanmaya başladığında peçe yasağına uymayan müslüman kadınlara ve onları peçe takmaya zorladıkları düşünülenlere ceza yağacak. Otobüs, metro, okul ve hastane gibi kamuya açık yerlerde peçe takan ve çıkarmayı reddeden kadınlara 300 TL civarında para cezası kesilecek veya vatandaşlık kursuna gönderilecek. Kadını peçe takmaya zorlayan kişiye ise yaklaşık 60 bin TL para cezası ve bir yıla kadar hapis cezası verilecek. Eğer peçe takmaya zorlanan kişi onsekiz yaşından küşük ise söz konusu ceza ikiye katlanacak. Müslümanları hedef haline getirme potansiyeli taşıyan yasa, cezalandırılmaktan endişe duyan kadınları eve hapsedecek. Laiklik ve cumhuriyet değerlerinin korunması, güvenlik kaygılarının giderilmesi bahanesi ile çıkarılan söz konusu yasa Fransız polisini kendi vatandaşı ile karşı karşıya getirecek.

Fransa uluslararası sözleşmeleri çiğniyor

Fransa, çoğu Kuzey Afrika ve Türkiye kökenli, Avrupa’da en kalabalık (beş milyon) müslümanın yaşadığı bir ülke. Önce devlet okullarında (ilk ve ortaöğretim düzeyinde) türban ve başörtüsü yasağı başlatan, şimdi ise peçeyle kamuya açık yerlerde dolaşmayı engelleyen yasağı uygulamaya sokacak olan Fransa’nın, 1789 Devrimi’nin temellerinden ‘özgürlük ve eşitlik’ ilkelerine sırt çevirdiği görülüyor. Zira beş milyon müslümanın büyük çoğunluğu Fransız vatandaşı olmasına karşın müslümanların diğer vatandaşlara tanınan temel hak ve özgürlüklerinden aynı ölçüde yararlandırılmadığı görülüyor.

Fransa’da müslüman nüfusa yönelik yasakçı uygulama İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Din ya da İnanca Dayalı Her Türlü Hoşgörüsüzlük ve Ayrımcılığın Kaldırılması Bildirgesi’nin güvence altına aldığı din ve vicdan hürriyetli ile bireylerin dini inançlarının gerektirdiği pratikleri yerine getirme özgürlükleri ile taban tabana zıt. Fransa, taraf olduğu ve imza koyduğu uluslararası sözleşmeleri görmezden geliyor. Ulusal Birlik Hareketi’nden Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, Başkakan François Fillon ve Ulusal Cephe lideri Marine Le Pen’in başını çektiği göçmen karşıtı ve İslam aleyhtarı anlayışın kökenlerini, bu ülkede gelişen katı laiklik anlayışında bulmak mümkün. Başta ABD olmak üzere diğer Batılı ülkeler ile karşılaştırılığında en katı, dışlayıcı ve yasakçı laiklik anlayış ve uygulamasının Fransa’da olduğu görülür.

Fransız siyasi tarihi ve toplumsal hafızasında, 1905 yılına kadar ülkede tarihsel hegemonyasını tekrar kurmaya çalışan Katolik Kilisesine karşı verilen uzun mücadelelerin derin izler bıraktığı anlaşılıyor. Hegemonik dini yapıların olmadığı ülkelerde ise daha özgürlükçü, çoğulcu ve kapsayıcı bir laiklik ve din-devlet ilişkisi modelinin ortaya çıktığı gözlenmektedir. Dünya’daki yaygın eğilimin, din ve vicdan hürriyetinin korunması ve güçlendirilmesine yönelik politikalar geliştirilmesi yönünde olmasına karşın, Fransa’da bunun tam tersi yönde gelişmeler olduğu görülüyor.

Müslümanlar kamusal alandan dışlanıyor

Fransa’da yasağın uygulanması, Türkiye açısından da önemli bir konuyu tartışmaya açıyor. O da kimi zaman kamuya açık yer, kimi zaman kamusal alan, kimi zaman da devletin yetki sınırları içindeki yer gibi anlaşılan veya yorumlanan ‘alan’ın ne olduğudur. Fransa’da kamusal alan çok geniş bir yorumlama ile otobüs, metro, banka, lokanta, banka, tiyatro, çarşı ve sokak gibi herkese açık yer veya okul, hastane, müze ve bakanlıklar gibi devlete ait bir yer olarak yorumlanıyor. Yani kamusal alan bir fiziki bir mekana indirgeniyor. Hal böyle olunca devlet, baskın ideolojisini ve tektipleştirici politikalarını söz konusu kamusal alanın belirleyici dayanağı yapıyor. Fransa’da kamusal alan halkın tümüne ve toplumun çeşitli kesimlerine açık bir özgürlük alanı olmaktan çıkıyor. Dünyanın diğer pekçok ülkesinde ise kamusal alan farklı toplum kesimlerinin taleplerini dile getirebildiği, temsil edilebildiği özgür bir müzakere alanı olarak işlev görüyor.

Fransa, dini sembol ve taleplere olumsuz bakan katı bir laiklik anlayışının etkisinden kurtulamıyor. Gelecek yıl yapılacak olan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ırkçı, göçmen ve yabancı karşıtlarının oylarının şimdiden peşine düşen Sarkozy’nin teşviki ile Jean-François Copé’nin salı günü düzenlediği ‘Fransa’da laiklik ve İslam’ tartışması iktidardaki Fransız siyasi elitinin dini hoşgörüsüzlüğüne işaret etmekle kalmıyor. Laikliği korumak için 26 önlemin tartışıldığı bu toplantı aynı zamanda İslamofobinin toplumsal taban bulmasına zımnen meşruiyet kazandırıyor. Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Sarkozy ülkesindeki işsizlik, ayrımcılık ve yabancı düşmanlığı gibi toplumsal sorunları görmezden geliyor, Fransız Devrimi’nin ruhuna ihanet etme pahasına müslümanları ötekileştiriyor.

Dünyanın neresinde olursa olsun, çoğulculuk, dini hoşgörü, din ve vicdan özgürlüğü ile dini azınlık haklarının korunmasını önemseyen ve savunan aydınların Fransa’nın yasakçı politikalarına itirazı ahlaki ve vicdani bir sorumluluktur. Küresel vicdanın sesi olmaya özen gösteren Türkiye’nin, uluslararası kamuoyunu da yanına alarak Avrupalı müslümanların selameti için Fransa’nın ayrımcı politikalarına karşı mücadelede öncülük yapması bekleniyor. Çünkü, kendi içinde özgürleşen Yeni Türkiye eşitlik, özgürlük ve dinle barışık laiklik konularında sadece İslam dünyasına değil Batıya da örnek oluşturacak ilerlemelere ev sahipliği yapıyor.

6 Nisan 2011 Çarşamba

Demokratik bir üniversite için YÖK reformu şart

Demokratik bir üniversite için YÖK reformu şart
Türkiye gerek ekonomide, gerek dış politikada hızla büyüyor ve gelişiyor. Ancak ülkemize mahsus kemikleşmiş bazı meseleler Türkiye’deki demokratikleşme ve dünyaya entegre olma sürecinin önünde büyük bir engel olarak duruyor. Üniversite meselesi bu sorunlardan biri ve belki de en büyüğü. Türkiye’deki yükseköğretim sistemiyle ilgili önemli çalışmaları olan, Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi ve YÖK Başkan Danışmanı Prof. Dr. Talip Küçükcan’la öğrenci affını ve Türkiye’deki üniversitelerin durumunu değerlendirdik.
Prof. Dr. Talip Küçükcan:
Mostar: Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde “torba yasa” olarak nitelendirilen yasa tasarısı görüşüldü ve kabul edildi. “Torba yasa”nın içerisinde üniversite affına ilişkin maddeler de bulunuyor. Bu maddelerin kapsamı ile ilgili ne düşünüyorsunuz?
Talip Küçükcan: Öncelikle bu değişiklikle beraber hangi sebeple atılmış olursa olsun üniversitelerden atılan öğrencilere af geliyor. Bu afla birlikte üniversitelerle ilişiği kesilmiş öğrenciler geri gelecek. Aslında af yeni bir mesele değil. Türkiye’de tıpkı zaman zaman vergiye ilişkin meselelerde af çıktığı gibi üniversiteden herhangi bir nedenle uzaklaştırılmış öğrencilere ilişkin de af çıkabiliyor. Ancak mevcut proje şimdiye kadar yapılan çalışmaların en kapsamlısı olacak. Affın hem pozitif hem de negatif tarafları var. Üniversitelerden uzaklaştırılan öğrencilere yönelik yapılan herhangi bir ön çalışma olmadığı için afla geri dönecek kaç kişinin olduğunu bilmiyoruz. Zannedildiğinden çok daha fazla sayıda insan üniversitelere geri dönebilir. Son dönemde üniversitelerin kontenjanları artırıldı ve şu an üniversitelerimiz fizikî alan kullanımı olarak neredeyse doyum noktasına geldi. Artık hangi bölüme giderseniz gidin sınıflar tam kapasite çalışmaya başladı. Daha önce kontenjan artırımına kadar üniversitelerimizin birçoğu fiziksel olarak yeterli imkânları olmasına rağmen kapasitelerinin altında çalışıyordu ve yeteri kadar öğrenci alınmıyordu. YÖK şimdiye kadar yapılmayan bir iş yaptı ve kontenjanları artırdı. Af meselesi de bu kontenjan artırımı ile ilintili bir şey aslında. Ne kadar öğrencinin geri geleceği de bilinmediği için tam kapasite çalışan üniversitelerde yeni durumla ortaya çıkacak öğrenci sayısı eğitimi biraz zorlaştırabilir.
Mostar: Türkiye’de yeni açılan çok üniversite var. Onlar böyle bir sorun yaşamayacaklar herhalde?
Talip Küçükcan: Bahsettiğim sorun zaten büyük üniversitelerle ilgili. Yeni üniversitelerde böyle bir sorun elbette yaşanmaz. Afla ilgili olumsuz yönlerden biri bu. Özellikle yüksek lisans ve doktora öğrencileri için daha da farklı bir durum söz konusu. Bu öğrencilerin danışmanlara ihtiyaçları var. Yüksek lisansta ve doktorada iyi bir danışmanlık sistemi gerekiyor. Danışman hocalarla öğrenciler düzgün bir diyalog geliştiremezlerse ortaya çıkan çalışmalar çok kapsamlı olmuyor. Bununla ilgili de bir sıkıntı ortaya çıkabilir. Zaten mevcut sistemde ciddi bir danışmanlık sistemi problemi var. Afla birlikte bu problemin de artabileceğini düşünüyorum. Affın olumlu yönleri de var. Türkiye OECD ülkeleri içerisinde 20-25 yaş grubu arasında yüksek öğretime erişimi en düşük düzeyde olan ülkelerin başında geliyor. Bu durum bizim için ciddi bir problem aslında. Çünkü üniversite eğitimi ile gelişmişlik düzeyi arasında paralellikler var. Bir ülkede üniversite mezunu insan sayısı ne kadar fazlaysa, gelişmişlik de o oranda fazla oluyor. Bu ülkenin siyasetine, ekonomisine, üretimine, yönetimine yansıyor. Uzun vadede de ülkenin kalkınmışlığını olumlu yönde etkiliyor. Bu açıdan baktığımızda üniversitelerle herhangi bir şekilde ilişiği kesilmiş kişilerin yeniden kazanılmasının olumlu bir gelişme olduğunu söylememiz gerekir. Çünkü bunlar aslında yarıda bıraktıkları bir projeyi sürdürme imkânına kavuşmuş olacaklar. Sonra üniversiteden başörtüsü nedeniyle ya da farklı mülahazalardan dolayı uzaklaştırılan bayanlar vardı. Onlara tekrar şans verilmesi çok anlamlı. Kanaatime göre en anlamlı yönü de bu. Şimdiye kadar haksız yere üniversiteden uzaklaştırılan ya da anayasal hak olduğu halde üniversiteye girmesi engellenen insanlar tekrar bu hakkı elde edecekler. Türkiye’ye yakışan da bu.

BAŞÖRTÜSÜ MESELESİ SÜREÇ İÇERİSİNDE ÇÖZÜLECEK
Mostar: Başörtüsü meselesine ilişkin yaşananlarla tekrar karşı karşıya kalabiliriz. Çünkü hâlâ bazı üniversitelere başörtüsü ile girmek yasak.
Talip Küçükcan: Bu bir süreç olarak algılanmalı. Türkiye’de üniversitelerimizde bu çağdışı uygulama devam ediyor. Ancak altını çizerek söylemek istiyorum dünyanın hiçbir ülkesinde insanların okuma hakları kılık kıyafetinden dolayı elinden alınamaz. Tam tersi üniversitelerde insanların inançlarını yaşayışa yani pratiğe dönüştürebilecekleri ortamlar sağlanır. Oxford’da, Cambridge’te, Harward’da, Princeton’ta, Sorbonne’da da benzer uygulamalar görürsünüz. Ne bireysel olarak hiçbir hoca, ne de kurumsal olarak hiçbir üniversite bir öğrencinin okuma hakkını elinden almaz. Tam tersine teşvik eder. Ancak maalesef Türkiye’de bugüne kadar tam tersi bir politika güdüldü ve üniversiteye giden öğrencilerin bu hakları ellerinden alındı. Şimdi geri veriliyor ve öğrenciler geç de olsa haklarına kavuşmuş olacaklar. Bu yasağın doğurduğu bir travma vardı. Ve insanlar üzülerek söylüyorum ki bu travmayı atlatamadı. Afla ve yeni uygulamalarla birlikte yeni sorunların doğacağını düşünmüyorum. Çünkü problem tamamen uygulamadan kaynaklanıyordu. Aslına bakılırsa başörtüsü yasağı uygulamaya bakıldığında ortadan kalktı. Türkiye’de başörtüsünü yasaklayan hiçbir yasa yok zaten. Bu bir uygulama meselesiydi. YÖK’ün zamanında çıkardığı, 28 Şubat sürecinin de arkasında durduğu desteklediği hayali bir yasaktı. Altında herhangi bir yasal zemin yoktu. Yasağa karşı daha sonra çıkarılmaya çalışılan önlemler Danıştay’a, Anayasa Mahkemesi’ne götürüldü malumunuz. Orada hukuki bir zemin bulunmaya çalışıldı. Hiç kimse bugüne kadar TBMM’nin başörtüsüne ilişkin bir yasağının olduğunu göremez. Tam tersine TBMM iki kere mevcut yasaların değişmesine ilişkin girişimde bulundu. Anayasa’daki değişikliklerle eğitimin devam ettirilmesinin altı çizildi. Ancak buna rağmen Anayasa Mahkemesi bunun Türkiye’deki mevcut düzene aykırı olduğunu ve birer tehdit unsuru olduğunu iddia ederek bu değişiklikleri reddetti. Demokrasisi ister gelişmiş olsun, ister gelişmemiş olsun, isterse totaliter olsun dünyanın hiçbir ülkesinde böyle yasaklar görülmemiştir. Bunlar yalnızca Türkiye’ye özgü, utanç verici yasaklardı. Mevcut YÖK bir takım değişikliklerle bu anti-demokratik durumu ortadan kaldırmaya çalıştı. Görüldü ki aslında problem kurumsal uygulamalardan kaynaklanıyor. Üniversite yetkilileri bu uygulamadan vazgeçerse Türkiye’de başörtüsü meselesi gibi bir meselenin olacağını düşünmüyorum. Bireysel olarak kimi hocaların konuya ilişkin yorumları da olabilir. Ancak bunlar bireysel çabalardan öteye geçmez, üniversitenin kendisini bağlamaz. Yeni uygulamalar ve yasalarla başörtüsü meselesi çözülecektir.
ÜNİVERSİTEDEN ATILMA TÜRKİYE’YE HAS BİR UYGULAMA
Diğer ülkelerde durum nasıl peki? Türkiye’deki gibi üniversitelerden atılma diye bir uygulama var mı?
Mostar: Talip Küçükcan: Hem AB’de, hem ABD’de hem de dünyanın diğer pek çok yerinde “hayat boyu öğrenme” diye bir kavram var. Yani herhangi bir yaş ya da kıyafet sınırlaması olmaksızın insanlar istedikleri zaman üniversitelere geri dönebiliyorlar. Mesleklerini değiştirmek veya farklı entelektüel ilgilerini tatmin etmek istediklerinde üniversiteye dönebiliyorlar. Hatta bunlar için belirli kolaylıklar sağlanıyor. İnsanların belirli yaşlarda daha çalışkan olduğu, zihinlerinin daha açık ve imkânlarının daha müsait olduğu düşünülüyor. Ve okula dönmeleri için çeşitli kolaylıklar sağlanıyor. Türkiye’de de “hayat boyu öğrenme” meselesinin sahiplenilmesi gerekiyor.
Mostar: Af yasasıyla birlikte üniversitelerden ilişiği kesilme de kaldırılacak değil mi?
Talip Küçükcan: Evet, af yasası Cumhurbaşkanı tarafından onaylandıktan sonra artık üniversitelerden atılma diye bir durum söz konusu olmayacak. “O zaman insanlar üniversite eğitimini çok ciddiye almazlar” gibi bir eleştiri getiriliyor. Böyle bir durumun ortaya çıkma ihtimali çok düşük. Çünkü biliyorsunuz dünyanın çeşitli ülkelerinde üniversite eğitimi kredi usulüne göre yapılıyor. Öğrenciler almak zorunda oldukları krediden başarılı olurlarsa mezun oluyorlar. Kimisi 3 yılda bitiriyor, kimisi 5 yılda bitiriyor. Hayatın gerçekleri öğrencileri üniversiteyi zamanında hatta bir yıl önce bitirmeye zorluyor.
Mostar: Hiçbir öğrenci okulunu bilerek uzatmak istemez herhalde.
Talip Küçükcan: Evet, kimse bunu göze almak istemez. Üniversiteden atılmak da hiçbir şeyi çözmüyor. Üçüncü sınıfta iki dersten kaldı diye öğrencinin üniversite ile ilişiği kesiliyor. Öğrencilerin devlete olan maliyetlerini de düşündüğümüzde aslında ilişiği kesme devlete ciddi bir ekonomik külfet de getiriyor. Türkiye’nin böyle bir lüksü yok, dünyanın diğer ülkeleri de böyle bir lüksü uzunca bir süre önce kaldırmış ve demiş ki; “4 yılda bitirilmesi gereken üniversiteyi 8-9 yılda bitirirsen harç bedeli olarak biraz daha fazla ödemek durumundasın”. Bu da istisnai bir durum dediğiniz gibi. Öğrencinin okulu bitirememesinin çeşitli nedenleri olabilir. Hastalanmıştır, hem çalışıp hem okumak durumunda kalmıştır, konsantrasyon eksikliği yaşamıştır. Böyle bir durumda öğrenciyi üniversiteden uzaklaştırarak geleceğini karartmamak lazım. Rekabetin olduğu bir dünyada rasyonel insanlar üniversite eğitimini ekstra bir durum söz konusu olmadıkça 4 yıldan 8 yıla çıkarmaz. Bir de yeni uygulamayla gerçekleşecek olan harç bedelinin yükselmesiyle öğrenciler, uzattıkları her yıl için biraz daha fazla harç bedeli ödemek durumunda kalacaklar. Bu da öğrencileri tembellik yapmaktan alıkoyacak bir yaptırım bence. Türkiye’yi dünyanın diğer ülkeleriyle karşılaştırdığınızda üniversite sisteminde Türkiye’de bir gelişme olduğunu görürsünüz. En son 8 üniversitenin daha kurulması karalaştırıldı. Devlet ve vakıf üniversiteleri toplam 164 üniversiteye ulaştı. Bunların bir kısmı henüz eğitime başlamadı ama kurulma kararı alındı. İstanbul’da yaklaşık 40 üniversite var. Kimileri bu kadar üniversite fazla diyor. Hâlbuki ABD’de Boston’ın nüfusu 5-6 milyon ama 100’e yakın üniversite var. İstanbul’un nüfusu 20 milyona yakın ama 35-40 civarı üniversite var. Buna rağmen biz bu üniversitelerin çok olduğunu düşünüyoruz. İstanbul’un da dâhil olduğu Marmara Bölgesi Türkiye nüfusunun yüzde 60’ını oluşturuyor neredeyse, dolayısıyla bu bölgedeki üniversite sayısının çok olması gerekir. Tüm bunları düşündüğümüzde 164 üniversitenin sayıları az. Sayılarının artırılması lazım.
ASIL SORUN NİTELİKTE
Mostar: Üniversite mezunu bir sürü işsiz de var. Yeni üniversiteler açmak bunların sayısını da artırmayacak mı?
Talip Küçükcan: Olabilir ama bu gerekçe yeni üniversite açmamayı gerektirmez. İstihdam alanı açtığımızda işsizlere iş imkânı sağlayabiliriz. Bu iki durumu birbirinin zıddı gibi görmemek lazım.
Mostar: Bu kadar üniversite açmak eğitimin kalitesini ve bununla paralel olarak yetişmiş insan sayısını düşürmez mi? Herkesin kolay bir şekilde üniversiteye girebildiği ve mezun olduğu bir ortamda üniversite okumuş olmanın ayrıcalığı da ortadan kalkıyor sanki.
Talip Küçükcan: Asıl sorulması gereken de bu. Niceliği artırırken niteliği de artırmak durumundayız. Sayıyı artırırken kaliteyi de artırmak için ne yapmak gerekiyor? Böylesine kritik bir kararı alırken bu problemi hesaba katmalıyız. Türkiye’de yükseköğretimin geleceği ve sizin de belirttiğiniz gibi üniversite mezunu insanların kalifiye olup olmaması bu sorunun cevabında gizli. Bugüne kadar nicelik konusuna çok yoğunlaşılmadığı için nitelik konusuna da ciddi çalışmalar yapılmadı. Türkiye’deki yükseköğretim sistemini bekleyen en büyük risklerden biri kalite meselesi. Eğer Türkiye’deki üniversiteler kaliteyi sağlamadan ya da kaliteli eğitim, öğretim için neler yapmak gerektiğini gündemine almadan yola devam edecek olurlarsa çeşitli problemlerle karşılaşabilirler. O nedenle şu an YÖK bünyesinde bazı çalışmalar yapıldı. Türkiye’de üniversitelerin kalite güvence sisteminin kurulması çalışmaları devam ediyor. Dikkat edilmesi gereken konu şu: Kalite meselesi merkezî bir sistemle çözülecek bir problem değil. Kaliteli eğitimi sağlamak için üniversitelerin kendi bünyelerinde çalışmalar yapmaları gerekiyor. Kalite kültürü, üniversitelerin kendi bünyelerinde derinleştirmeleri, kökleştirmeleri gereken bir kültür.
Mostar: Batı Avrupa ve ABD’de kalite güvence ajansları gibi bazı merkezi kurumlar var.
Talip Küçükcan: Evet, ama orada yükü asıl taşıyan yine üniversitelerin kendi bünyelerinde kurdukları sistemler. Üniversiteler, hoca ya da öğrenci nasıl çalışmalı, nasıl üretmeli, buna ilişkin çalışmalar yapıyor. Kalite meselesini YÖK bir ajans kurarak ya da bir büro kurarak çözemez. Bu sorunu temel olarak çözecek en önemli girişimlerden biri bazı yetkilerin üniversitelere verilmesi. Mevcut YÖK 12 Eylül’ün mirası. Mesela 28 Şubat gibi dönemlerde YÖK yetkilerini çok aşarak demokratik yapıyı zedeleyecek, bu yapıya aykırı birçok işe imza attı. İşte bu gibi temel bazı sorunları çözmek için YÖK’ün bir kısım yetkilerini üniversite rektörlerine devretmesi, üniversite rektörlerinin de kendi yetkilerini üniversite bünyesinde bulunan bazı kurullara devretmesi gerekiyor.
Mostar: Türkiye’de üniversitelerin eğitim kalitesinin düşük olmasını neye bağlıyorsunuz?
Talip Küçükcan: Büyük üniversitelerimizde eğitimin seviyesi yükseldi. Türkiye’deki büyük üniversiteler eğitim kalitesine yönelik zaman içerisinde çeşitli çalışmalar yaptılar. Yeni kurulan ya da gelişmekte olan üniversitelerin kalite hususuna dikkat etmeleri gerekiyor. Geçmiş dönemlerde üniversiteler kendi alanlarına yoğunlaşmadıkları, aktif siyasette daha fazla söz sahibi olmaya çalıştıkları için kalite düştü. Üniversiteler siyasetle ilgilenmez diye bir şey söyleyemeyiz. İnsanların fikir ürettiği yerler olan üniversitelerin ülkenin meselelerine bigâne kalması mümkün değil. Üniversitelerin temel sorumluluklarından biri de bilgi üretmenin yanında toplumun temel sorunlarına ilişkin de fikir üretmeleri. Buradan baktığımızda üniversite-siyaset ilişkisi ister istemez kuruluyor. Fakat bu ilişki günübirlik politikalar üzerinden olmamalı. Parti politikalarının üzerinde, partiler üstü siyasetle üniversitenin münasebetinin olması gerekiyor. Buna siyasa dememiz daha doğru olur. Siyasa-üniversite ilişkisi mutlaka olmalı. Üniversite hocaları bu ülkenin aydınları. Aydınlara düşen ise vatandaşların dikkatini çekmeyen konularla ilgili halkın, kamuoyunun dikkatini çekmek, bu meseleleri onların gündemine taşımak.
Mostar: İfade ettiğiniz gibi üniversitelere ilişkin problemler bugüne kadar YÖK ve onun destekçisi kimi kişi ya da gruplar yüzünden çıktı. YÖK’e kendi konumunu da sorgulayan bir başkanın gelmesiyle yükseköğretime ilişkin ciddi işler yapılıyor. Mevcut durum üzerinden konuşacak olursak Türkiye’deki üniversitelerin geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Talip Küçükcan: Mevcut YÖK sistemiyle Türkiye’de üniversitelerin geleceğinin çok parlak olacağını söyleyemeyiz. Bu kişilerle ilgili bir durum değil. Bizzat YÖK’ün yapısına ilişkin bir mesele. YÖK’ün kuruluş amaçlarına ve yapılarına bakacak olursak üniversitelere ilişkin genel standartların oluşturulması bakımından merkezi bir sistem muhakkak gerekiyor. Ancak burada temel problem YÖK’ün yetkileri hususunda ortaya çıkıyor. Dünyanın hiçbir yerinde YÖK’ün sahip olduğu yetkilere sahip olan bir kurum yok. Bu kurumlar daha çok bölgesel ya da üniversitelerdeki çalışmaların desteklenmesi hususlarında ya da kalitenin artırılmasına yönelik çalışmalarda ortaya çıkıyorlar. Bugün Türkiye’de hem iktidar hem de muhalefet YÖK’ün çok ciddi şekilde reforme edilmesi gerektiğini düşünüyor. Ancak yalnızca YÖK’ün değil üniversitelerin de kendilerini reforme etmesi gerekiyor. Üniversiteler Türkiye’de polemik siyasetinden uzak durarak siyaset üstü çalışmalara destek vermeli. Üniversiteye verilen bütçeler kalem kalem olmaktan ziyade külli olarak verilmeli ve bütçeyi kullanma inisiyatifi rektörlere bırakılmalı. Sonra üniversite-sanayi işbirliği muhakkak geliştirilmeli. Bugün birçok sanayi kuruluşu kendi Ar-Ge’sini kuruyor. Bunun yerine sanayi kuruluşları üniversitelerin ürettiği bilimden istifade etmeli. Ancak bu yapılırken üniversiteler piyasa aracı haline getirilmemeli. Tüm bunlar gerçekleştiği zaman üniversitelerin Türkiye’nin her türlü ihtiyacına cevap veren, bilim üreten demokrasinin beşiği kurumlar olacağına inanıyorum.
Kimdir
Prof. Dr. Talip Küçükcan, Marmara Üniversitesi öğretim üyesi. Yüksek lisansını Londra Üniversitesi’nde, doktorasını Warwick Üniversitesi’nde sosyoloji ve etnik ilişkiler alanında yaptı. Aynı üniversitede iki yıl süre ile doktora sonrası araştırmalar yürüttü. İSAM’da araştırmacı olarak çalıştı. Küçükcan halen SETA'da Dış Politika Koordinatörlüğü görevini sürdürüyor. Prof. Küçükcan’ın Yükseköğretim’de Kalite Güvencesi, Türkiye’de Yükseköğretim: Karşılaştırmalı Bir Analiz, Deprem ve Din, Avrupa Birliği Ülkelerinde Din-Devlet İlişkisi gibi eserleri bulunuyor.
MOSTAR, 2011, Sayı 73

Endonezya’da yeni hükümetin öncelikleri hangi konular?

Nüfus bakımından dünyanın en büyük dördüncü ülkesi olan Endonezya, 280 milyonluk nüfusu ile en büyük İslam ülkesi. G20 üyesi olan Endonezya ...