31 Ağustos 2010 Salı

Yükseköğretimde Kalite Güvencesi

Küresel Rekabet Türk Yükseköğretiminde Kalite Arayışını Hızlandırdı


Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı (SETA) Yükseköğretimde Kalite Güvencesi raporunu yayınladı. Prof. Dr. Mahmut Özer, Yrd. Doç. Dr. Bekir S. Gür ve Prof. Dr. Talip Küçükcan tarafından hazırlanan rapor, Türkiye’deki yükseköğretim sisteminin yapısı ve ihtiyaçlarını da göz önüne alarak, dünyada ön plana çıkmış birçok yükseköğretim siste¬minin kalite güvencesi mekanizmalarını ele alıyor. Değişik ülkelerdeki yükseköğretim kurumlarında çalışma deneyimine sahip olan ve kitapta ele alınan bazı ülkelerdeki kalite güvence¬si sistemlerini yerinde inceleme imkanı bulan yazarlar, Türkiye’nin yükseköğretimde kalite güvencesi konusunda nasıl bir yol izlemesi gerektiğini ortaya koyuyor.

Yükseköğretimde Kalite Güvencesi raporunda İngiltere, Almanya ve Fransa gibi Avrupa ülkelerinin 1960 ve 1970’lerde devlet politikası olarak benim¬sediği yükseköğretimi geniş kitlelere yayma sürecini Türkiye’nin ancak 2000’li yıllarda stratejik bir seçenek olarak benimsediği belirtilmekte ve her şehirde üniversite açılmasının ülkemizin ihtiyaç duyduğu nitelikli insan gü¬cünün yetiştirilmesi açısından önemine işaret edilmektedir. Yükseköğretime yatırım yapan ülkelerin kalkınma hızına bakıldığında Türkiye’de yeni üniversitelerin açılmasının doğru bir karar olduğu vurgulanmakta, bölgesel ve küresel bir güç olma yolunda emin adımlarla yürüyen ülkemizin siyasi, ekonomik ve teknolojik rekabet gücünün artırılmasının, yükseköğretime yatırımı zorunlu kıldığı belirtilmektedir. Raporda, yükseköğretim kurumları açılırken, kamu kaynaklarını kullanan bu kurumların kaliteden ödün vermemesine özen göstermesi vurgulanmaktadır.

Raporda, Türkiye’deki ve dünyadaki mevcut durum sağlıklı bir şekilde tes¬pit edilmeden, kalite güvencesi adına atılacak her türlü adımın, Türkiye’de yükseköğretim kurumları için ekstra bir bürokratik külfet olma riski taşıdığı belirtiliyor ve kalitenin anlayış olarak gelişme¬diği ve kültürel bir pratiğe dönüşmediği ortamlarda, dışarıdan zorlamalarla kalite güvencesinin sağlanmasının mümkün olamayacağına işarete ediliyor. Rapor, kalite güvencesi adına yeni bürokratik yapıların kurulması yerine kalite kültürünün yaygınlaşmasının özendirilmesini ve akran/meslektaş değerlendirmesine dayalı bir sistemin kurulmasını öneriyor. Kalite güvence sisteminin uygulanmasının yükseköğretim kurumlarında kaliteyi tek başına artırmasının mümkün olmayacağına işaret edilen raporda, kaliteyi artırmak için yükseköğretim kurumlarında iyileştirmeler yapılması ve yapısal sorunlarının çözülmesi öneriliyor.

Akademik Özgürlük ve Kurumsal Özerklik Korunmalı

Yükseköğretim kurumlarının özü gereği kurumsal özerklik ve aka¬demik özgürlüğe sahip olması gereken kurumlar olduğu, ancak saydamlık ve hesap verebilirliğin tüm kurumlar için kabul edilmeye başlandığı günümüzde, geniş ölçü¬de kamu kaynaklarından beslenen yükseköğretim kurumlarının da bu süreçlerin dışında kalmasının düşünülemeyeceği belirtilen raporda, kalite güven¬cesi ve denetimine ilişkin düzenleme ve uygulamaların kurum¬sal özerklik ve akademik özgürlüğe zarar vermemesine özen gös¬terilmesi isteniyor.


Yükseköğretim Kurulu’nun (YÖK) gelişmiş yükseköğretim sistemlerine sahip ülkelerdeki ka¬lite güvencesi mekanizmalarından daha fazla yetkiye sahip olduğu belirtilen raporda, YÖK dışında bir akreditas¬yon kurumunun hem yetki karmaşasına sebebiyet verebileceği hem de yük¬seköğretim kurumları üzerindeki bürokrasiyi artırma riski taşıdığı vurgulanıyor.

Yeni Bürokratik Yapı Yerine Yükseköğretime Destek Artırılmalı

Raporda, toplumsal talebi karşılamak adına, son yıllarda çok sa¬yıda yeni yükseköğretim kurumu açılmasının yükse¬köğretimdeki okullaşma oranlarının artırılması adına, yerinde bir karar olduğu belirtilmekte ve hükümetin, büyüme eği¬liminde olan yükseköğretime desteğini artırarak sürdürmesi önerilmektedir.

Yükseköğretimde kalite¬nin insan sermayesi ile ilintili olduğu gerçeğinden hareketle her seviyedeki akademik personelin daha donanımlı ye¬tiştirilmesi için projeler başlatılması önerilen raporda, nitelikli öğretim üyesi yetiştirilmesi için hükümetin yürüttüğü yurt içi ve yurt dışında lisansüstü burs ve destek programları¬nın hacminin genişletilmesi gerektiği vurgulanıyor.

Üniversitelerde ka¬litenin tesis edilmesinin, üniversite dışında bazı bürokratik yapıla¬rın varlığına değil, kendi kendini denetleme kültürü ve ilgili pro¬desürleri kurum içinde düzenlemenin varlığına bağlı olduğuna dikkat çekilen raporda, YÖK’ün yükseköğretim programlarıyla ilgili belirli aralıklarla per¬formans değerlendirmeleri yapması, ihdas edilen ölçütleri sağla¬mayan programlara eksikliklerini tamamlamaları için uyarılarda bulunulması, tanınan süre sonunda iyileşme sağlanmazsa yaptı¬rımlar uygulaması da öneriliyor.



SETA Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı

Reşit Galip Caddesi Hereke Sokak No:10,

GOP, Çankaya 06700 Ankara, TÜRKİYE

Tel: +90 312 405 61 51
Faks: +90 312 405 69 03

www.setav.org
info@setav.org




Yükseköğretimde Kalite Güvencesi

Mahmut Özer, Bekir S. Gür ve Talip Küçükcan

Ankara: Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı, 2010

ISBN 978-605-4023-08-0, 112 s.

4 Ağustos 2010 Çarşamba

Bologna ve ilk üniversite

Önceki yazıda Venedik kentinin kanalları, müzeleri, dar sokakları ile tarihte gezinti yapmak, sular üzerine kurulu bir kentin neler sunabileceğini görmek isteyenler için ideal bir mekan olduğunu söylemiştik. Bu hafta da Avrupa’nın hatta bir anlamda dünyanın ilk sistematik yükseköğretiminin başladığı yani ilk üniversitenin kurulduğu Bologna kentinden bahsetmek yerinde olacak.

Bologna tipik bir ortaçağ kenti. Kent merkezi tarih ile iç içe. Bir sokaktan diğerine geçerken sizi bekleyen güzel mimari sürprizlerle karşılaşıyorsunuz. Bologna’da da birçok İtalyan şehrinde olduğu gibi çok sayıda kilise var. Bazen karşı karşıya, bazen yana yana inşa edilmiş irili ufaklı farklı mimarileri yansıtan dini yapılar bunlar. Şehir bu yapılar etrafında oluşmuş. Yani ortaçağ şehir hayatının merkezin kiliseler, katedraller var.

Bologna’yı şöhrete kavuşturan kuşkusuz ilk üniversitenin burada kurulmuş olması. Sadece ilk üniversitenin kurulduğu şehir olması açısından bile bu şehir ziyaret edilmeyi hak ediyor. İtalya seyahatine Venedik’ten başlayanlar için pek uzak sayılmaz. Kısa bir hızlı ve bir o kadar da rahat ve dinlendirici manzaralı tren yolculuğundan sonra Bologna’ya ulaşmak mümkün.

Bologna tren istasyonunun karşısındaki otellerin birinde önceden yer ayırtmak, istasyondan çıkar çıkmaz eşyaları yerleştirip şehir turuna başlamak mümkün. Tıpkı Venedik ve Floransa gibi Bologna’da da araç ihtiyacınız olmayacak. Görülmesi gereken her yer yürüme mesafesinde ve zaten böylesine tarihi bir kentin tadı ancak yürüyerek çıkarılabilir.

Bologna’nın ilk anda dikkati çeken diğer kentlerden farklı tarafı mimarisinde göze çarpıyor. Ana cadde ve sokakların çoğunun ön cephesinde sütunların üzerinde yer alan kemerler, kapalı mekanlar uzayıp gidiyor. Tam bir gölgelik gibi. Bir ara zorunlu olarak yapılması gerekiyormuş. O nedenle Bologna’da toplamda kilometrelerce kemer ve altında yürüyebileceğiniz uzun koridorlar var. Bir zamanlar atlılar dahi buradan yürürmüş. O nedenle hayli yüksek tavanlı yapılmış.

Şehir merkezinde sizi karşılayan ilk yapı, diğer pek çok İtalyan kentinde olduğu gibi büyük bir katedral, eski papaların anısına yapılmış anıtlar, fıskiyeli bir havuz. Kafeler, lokantalar hemen bu merkezin yanı başında. Yani kahve içerken veya yemek yerken bir ortaçağ kentinin tam göbeğinde hissedebilirsiniz kendinizi. Özellikle akşamları yapılan ışıklandırmalar daha sade, sakin, dingin biraz da romantizm katabilir atmosfere. Bu, şehri seyretmekten aldığınız doyumu emin olun daha da artıracaktır.

Bologna’ya gelince mutlaka yapılması gereken şeylerden biri burada kurulan Avrupa’nın ilk üniversitesini de görmek olmalı. Özellikle hukuk fakültesi ilk kurulan fakültelerden olduğu için mutlaka içine girilmeli, kare biçimindeki bahçesinde yürünmeli, ilk hoca ve talebelerin burada neler tartıştıkları, neler konuştukları üzerinde biraz düşünülmeli ve hayal kurumalı.

Modern eğitim ve bilimin ilk merkezlerinden biri olan bu üniversiteyi, kütüphanesini ve koridorlarını dolaşmak insanda ayrıcalıklı olduğu duygusunu uyandırıyor. Bir üniversite hocası olarak şahsen ben bunu hissettim ve Bologna’ya ruh üfleyen şeyin de bu ilk üniversitedeki bilgi, erdem ve hakikat peşinde koşma tutkusu olduğunu düşündüm. Günün birinde tekrar yolumun buraya düşmesini dileyerek ayrıldım bu kentten. Ayrılırken bir hüzün çöktü ama bir sonraki durağın Floransa olduğunu bilmek içime su serpti.

Venedik

Yurt dışında yaşayan Türklerin yıllık alışkanlıklarından biri izinlerini Türkiye’de, kendi yurtlarında geçirmek. Bu, güzel bir alışkanlık. Zorluklara, mali külfetine rağmen ve uzun yolculuklara rağmen çok sayıda Türk tatillerini ve izinlerini Türkiye’nin dört bir yanında geçiriyor. Aslında bu çok güzel. Ancak her yıl tekrarlandığında biraz sıradanlaşmaya ve alışkanlığa dönüşüyor. Bu nedenle bazı alternatiflere ihtiyaç var.

Özellikle genç kuşakların anne-babalarının memleketlerini görmeleri, akraba ev yakınları ile tanışmaları, ezan sesi duymaları, Türk mutfağının eşsiz tatlarını tanımaları açısında da Türkiye’de geçirilecek her anın ayrı bir önemi var.

Ama artık küresel bir dünyada yaşıyoruz. Artık yaşadığımız ülke ve Türkiye ile sınırlı kalamayız. Ufkumuzu sınır ötesine taşımak durumundayız. Hem kendimizi gerçekleştirmek hem de yeni kuşaklara farklı ve yeni bakış açıları kazandırmak için her yıl ziyaret ettiğimiz, gezdiğimiz ve gördüğümüz yerlere yenilerini eklemeliyiz.

Yılda bir kez Türkiye’ye gelerek tüm izni burada geçirmek yerine, yıllık izinleri ikiye veya üçe bölerek belki kısa ama farklı yerlere daha sık seyahat imkanı yaratmalıyız. Özellikle İngiltere buna daha müsait bir ülke. Okullarda ara tatillerin sık olduğu bir sistem var. Eğer anne-babalar da izinlerini buna göre ayarlarsa farklı ülkelere ve kentlere gitmek hiçte zor olmayacaktır.

Evet, ülke gezilerine öncelikle Türkiye’den başlamalı, doğusunu, batısını, kuzeyini ve güneyini gezmeli ve görmeliyiz. Bir dünya kenti İstanbul’a ayrıca özel zaman ayırmalıyız. Ancak bununla yetinmemeli, yeni yerler keşfetmeye de çalışmalıyız.

Yeni yerler deyince ilk akla gelen yerlerden biri kuşkusuz İtalya olmalı Avrupa’da yaşayan Türkler için. Çünkü bir taraftan Roma İmparatorluğunun kalıntıları ve diğer taraftan Rönensansın bıraktığı izler ve miras bu ülkede. Avrupa medeniyeti açısından çok önemli bir yer burası zira kime sorarsanız sorun Avrupa deyince eski Yunan gibi Roma da ilk zikredilen unsurlar, Rönesans ise üzerinde uzun uzun konuşulan bir dönem oluyor. İşte bu sadece bu nedenle dahi olsa İtalya’nın görülmesi ve gezilmesi gerekiyor.

Tabii ki İtalya kocaman bir ülke ve baştan aşağı gezmek mümkün değil. O nedenle öncelik sırası yapmak ve Avrupa medeniyeti açısından önemli yerleri görmeye öncelik vermek lazım. Bu konuda ben şöyle bir rotayı öneriyorum.

Bazı pratik kolaylıklarından dolayı geziye Venedik’ten başlamak yerinde olacak. Venedik, sular üzerine kurulu bir şehir. İnsanın güvenlik arayışı onu çok yaratıcı yapabiliyor. Yüzlerce köprü ile birbirine bağlı bu su kenti dar sokakları, kanalları, gondolları ve müzeleri ile görülmeye değer. Venedik yürüyerek gezilecek bir yer. Sokakları labirent gibi. Motorlu araç girişi yasak. Ulaşım kanallar üzerinden motor ve botlar ile sağlanıyor. Bütün bunlara ilişkin detayları rehber kitaplarından bulmak mümkün. Ama hiçbir rehber kitap bir kenti kendi doğası içinde, mimarisi, kültürü, havası, yemeği, kafeleri vb gibi unsurları ile yaşayan bir kent olarak bize sunamaz.

Bir kentin nasıl yaşadığını, nasıl hayat bulduğunu, zamanın onu nasıl yıprattığını veya canlandırdığını, geçmişten bugüne neleri taşıdığını, mirasının nasıl korunduğunu ve yeniden yorumlandığını görmek için mutlaka o şehrin sokaklarında yürümek, merdivenlerinde oturup düşünmek, kaldırımlarını adımlamak gerekiyor. Bir kentin ruhunu ancak bu şekilde hissedebilirsiniz. Kentlerin ruhu mu olurmuş demeyin. Var. Bunu keşfetmek için Venedik’ten başlayın bu yıl yaz tatilinize.

28 Temmuz 2010 Çarşamba

Sosyolojik açıdan şiddet ve terör

Terör ve şiddet ülkemizin geleceği ve kalkınması için harcanması gereken kaynakların bir kısmını tüketiyor, sosyal barışı tehdit ediyor ve ince gücüne zarar veriyor.

Demokrasi, insan hakları, eşitlik, özgürlük ve adalet gibi değerlerin toplumsal barış, ulusal, bölgesel ve küresel ilişkiler açısından önem taşıdığının sık sık vurgulandığı günümüzde, bu değerlerle çelişen şiddet ve terör eylemlerinde göze çarpan bir artış var. Terörün ekonomik maliyetinin yüksekliğini biliyoruz. İstikrar ve barış ortamında bu zararlar zaman içinde telafi edilebilir. Ancak insani ve toplumsal maliyetinin telafi edilmesi mümkün olmayacaktır, terör ve şiddet sarmalı yeni hedef ve düşmanlar yaratmakta, bireysel ve toplumsal travmalara yol açmaktadır.

Terör, uzlaşma ve hoşgörü kültürünün sosyal zeminini zayıflatarak ortak yaşam alanlarını ve ortak gelecek kurgularını imkânsız hale getirmeyi amaçlamaktadır. Bu nedenle terörün insani ve toplumsal maliyetlerinin neler olabileceği üzerine sosyolojik analizler yapmak ve toplumsal araştırmalar yapmak durumundayız. Artık herkes biliyor ki sadece güvenlik perspektifi ile şiddet ve terörü anlamak ve önlemek mümkün değil. Bu nedenle yeni bakış açıları, ortak anlayışlar ve bir gelecek vizyonu geliştirmek zorundayız. Politikacılar, aydınlar, düşünce kuruluşları ve üniversiteler sosyolojik araştırmalara önem vermeli, terörün toplumsal köken ve sonuçlarını enine boyuna tartışmalıdır.

NİÇİN SORUSU YETERİ KADAR İRDELENMİYOR...

Siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler çerçevesi terör ve şiddetin anlaşılmasına önemli katkılarda bulunmaktadır. Ancak her ne kadar bu çerçeve söz konusu olayların analizinde ufuk açıcı kuramsallaştırma ve açıklamalar üretse de konunun sosyolojik bir gözle de ele alınmasında yarar vardır. Ne var ki Türkiye'de sosyologların şiddet ve teröre ilişkin araştırma ve kuramsallaştırmalarının kapsamlı ve doyurucu olduğunu söylemek zordur. Birçok ülkede gözlenen siyasal şiddet aslında aynı zamanda sosyal bir soruna da işaret etmektedir. Ancak bu sorunun ne olduğu, neden kaynaklandığı ve nasıl anlaşılması gerektiği gibi sorular, günümüzde terörle ilgili tartışmalarda çoğunlukla sosyolojinin imkânları kullanılarak ele alınmamaktadır.

Şiddet ve terör sadece güvenlik perspektifi ile anlaşılamayacağına göre bu kavramlarla birlikte düşünülmesi gereken, amaçlar, araçlar, çevre, motivasyon, talepler, olaylarda aktif veya pasif yer alanlar, etkilenenler ve kurbanlar gibi bir dizi etken zincirinin bütün yönleri ile ele alınmasının gerekliliği ortadadır. Şiddet ve teröre ilişkin sosyolojik analizi diğer yaklaşımlardan farklı kılan en önemli faktörlerden biri, bu olayların doğasına ilişkin değişim ve etkileşim zincirinin bütün halkalarının bir değişken ve veri olarak, analiz sürecinde değerlendirmeye alınmasıdır.

Şiddet ve terör olaylarına ilişkin siyasal yaklaşımlar daha çok bu olayların amaçlarına (siyasi taleplere) yoğunlaştıkları, hukuki yaklaşımlar ise konuyu daha çok biçimsel ve normatif bir düzlemde (amaç-araç-sonuç bağlamında) değerlendirme eğiliminde olduğu için, sosyolojik yaklaşımın, bu olayların daha kapsamlı açıklanmasına ve orta/uzun vadede karşı önlem alınmasına imkân tanıdığı söylenebilir. Ancak Türkiye'de teröre ilişkin sosyolojik araştırmaların hâlâ başlangıç aşamasında olduğunu not etmeliyiz ki bu durum özellikle üniversitelerimizin bu konuda toplumsal taleplere cevap veremediğini göstermektedir.

Terörle ilgili günümüzdeki literatüre bakıldığında, bu tür olaylara ilişkin tanım ve açıklamaların odak noktasını "siyasi amaçlı şiddet eylemi" vurgusunun oluşturduğu görülür. Bu odak noktasından hareketle yapılan analizlerde de daha çok terörün bir araç ve yöntem olarak seçildiği, siyasal taleplerin yerine getirilmesi için askeri ve sivil hedeflere yönelik saldırıların düzenlendiği, şiddet ve terörün artık sınır ötesi eylemlere dönüştüğü, kamuoyunda korku ve panik yarattığı ve bu tür eylemlere karşı alınacak siyasi, hukuki ve güvenlik tedbirlerinin neler olması gerektiği, ayrıca şiddet ve terörün nasıl önlenebileceği üzerinde durulmaktadır. Daha açık bir ifade ile şiddet ve terör eylemleri söz konusu olduğunda hem analizler hem de çözüme ilişkin görüşler söz konusu eylemlerin yaşanması, hedeflerine yönelik saldırıların görünür hale gelmesi ve kamuoyunu etkisi altına almasıyla başlamaktadır. Bu anlamda başlıca analiz ve açıklama odağı şiddet ve terör olaylarının "nasıl" olduğunu merkeze almakta ancak "niçin" sorusuna cevap imkânı sağlayan sosyo-politik arka planı ve küresel toplumsal değişimlerle ilintisini, yani sosyolojik kökenlerini yeterince dikkate almamaktadır.

Bu bakış açısının ağırlıklı olarak tercih edilmesi, "nedenler" üzerinde derin analizler yapılması yerine "sonuçlar" üzerinde tartışma yapılmasına ve kuramsal açılımların kilitlenmesine yol açmaktadır. İşte bu noktada "niçin" sorusunun cevaplanması, şiddet ve terör olaylarının toplumsal kökenlerinin gözden geçirilmesi, birey ve grupların hangi neden ve süreçlerin etkisiyle, ne toplumsal ne de siyasal olarak kabul görmeyen yöntemlere başvurarak taleplerini dile getirmeleri, siyasi aktörler ve kamuoyunu etkileme ve yönlendirme girişimlerinin değerlendirilmesi anlamlı olacaktır.

Artık şiddet ve teröre başvurmanın siyasal ve stratejik nedenlere bağlı bir seçenek olduğunu, bu eylemlerin bazı psikolojik ve sosyal faktörlerin istenmeyen sonuçlarından çok, mantıklı ve stratejik bir seçim olduğu gerçeğini görmeliyiz. Yani terör ve şiddet faaliyetlerinin tümünü akıldışı ve patolojik olgular olarak görmek yanlıştır. Sosyolojik analizlerle beslenmeyen ve zenginleştirilmeyen siyasal ve normatif yaklaşımların, şiddet ve terör konusuyla ilgili analizleri "güvenlik" ve "tehdit" bakış açılarının belirlediği kısır bir döngüye mahkûm etme riski yüksektir. Bu riskin ortadan kaldırılması, geniş çaplı toplumsal etki yaratma ve kamuoyunu yönlendirmeyi amaçlayan şiddet ve teröre başvurma davranışının gerisindeki olası motiflerden her birinin analizini gerekli kılmaktadır. Teröristleri sadece mantık dışı paranoyak birer fanatik olarak görmek ve böyle kalıp yargılarla değerlendirmek onların zihin yapıları ve davranış kalıplarının çözümlenmesine engel olabileceği için, aşırılık yanlısı grupların sahip olabilecekleri potansiyel zarar verme güçlerinin de görmezden gelinmesine yol açabilir. Ayrıca terörün toplumsal temellerine ilişkin bilgilerin yetersiz oluşu üstünkörü genellemeler yapılmasına neden olmaktadır.

ÜNİVERSİTELER TERÖR KONUSUNU ÇALIŞMALI

Şiddet ve terör, karmaşık süreçlerin ve çok sayıda değişkenin ürünü olarak ortaya çıkar. Bu nedenle şiddet ve terörü siyasal, sosyal, ekonomik, kültürel ve güvenlik bağlamlarından soyutlayarak, bir veya birkaç değişkene indirgeyerek anlamak ve açıklamak mümkün görünmemektedir. Şiddet ve terör iç içe girmiş süreç ve etkenlerin sonucudur. Aynı şekilde bu tür davranışları sergileyen gruplara katılanlar karmaşık sosyal, psikolojik ve siyasal etkenlerin yönlendirmesiyle şiddet, çatışma ve terör eylemlerinde rol almaktadır. Şiddet ve terörün sosyolojik kaynakları söz konusu olduğunda bu karmaşık süreç, etken ve faktörlerin göz önünde bulundurulması, bireysel ve toplumsal davranış ve tercihleri yönlendiren siyasi ve ekonomik değişkenlerin de toplumsal etkiler yaptığı unutulmamalıdır.

Şiddet, sürtüşme, düşmanlık ve çatışmanın toplumsal yapıyı ve ilişkileri belirgin biçimde etkilediği sosyalleşme ortamlarında dört ana faktörün buralarda doğup büyüyen ve kimlik edinen kuşakları şiddet ve teröre sürüklediği, bir anlamda yeni kuşaklar arasında çatışmacı, şiddet yanlısı ve terör eylemi gönüllüsü ürettiği belirtilmektedir. "Şiddetin yenilenmesi" denilen bu süreçteki faktörleri şöyle sıralayabiliriz: 1- Sürtüşme ve çatışmanın hâkim ve sürekli olduğu çevrelerde çocuklardaki saldırganlık duygusunun normal eğitim, çevre ve sosyal etkilerle bastırılması ve törpülenmesi zor olmaktadır. Aksine, bu tür güdüler denetimsiz kalmakta, kontrol dışına çıkmakta ve şiddet tarafından özendirilmekte ve teşvik edilmektedir. 2- Şiddet, sürtüşme, çatışma ve savaş ortamlarında büyüyenler, şiddet ve terörü kendini ifade etme ve talepte bulunmanın meşru bir yolu ve yöntemi olarak görmektedir. 3- Şiddet ve çatışma kuşakları, kendilerini bir mağdur/kurban olarak algılamaya başlamakta ve içinde yaşadıkları çatışmanın sorumlusu olarak başkalarını görmektedir. Böyle bir kurban edilmişlik algısı, mağdurun hayatta kalmak ve varlığını sürdürmek için özel haklarının olduğu ve bunları kullanabileceği inancını doğurmaktadır. 4- Şiddetin günlük hayatın parçası olduğu sosyal ortamlardaki ergenler, hayat döngülerinin bu dönemindeki doğal bir gelişmenin sonucu, yani otoriteye karşı direnç gösteren ve başkaldıran bağımsız bir kimlik inşası sürecinin etkisiyle mevcut siyasal şartlar ve politik gelişmelerle kendilerini yakından özdeşleştirmektedir.

Türkiye'deki üniversite sayısı neredeyse 150'ye dayandı. Bunun elliye yakını vakıf üniversitesi. Çok sayıda araştırma merkezine sahip üniversitelerimizin kaynaklarının bir kısmını, en önemli sorunlarımızdan biri olan terör ve şiddetin köken ve sonuçlarını analiz etmeyi amaçlayan projelere ayırması gerekir. Sayıları memnuniyet verici biçimde artan bağımsız düşünce kuruluşlarının da bu alanda harcadıkları mesainin artırılması zaruridir. Zira bürokrasinin çarkları içinde bağımsız ve serbest düşünme ve analiz yeteneğinin körelmesi riskine karşı en iyi ilaçlardan biri sivil fikirler ve öneriler olacaktır.

Zaman - 07.07.2010

25 Haziran 2010 Cuma

Istanbul Türk Arap Forumu

Siayset Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı  14 Haziran 2010 tarihinde Türk-Arap Forumu düzenlemiştir. Bu yazı Forum tartışmalarını özetlemektedir.

Forumun Amacı

Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra yapılan yeni dünya düzeni tartışmalarında ve uluslararası ilişkiler analizlerinde Ortadoğu bölgesinin geleceği en önemli konulardan biri olmuştur. Söz konusu tartışma ve analizlerde ABD, İsrail ve Arap dünyasının iç dinamikleri, Avrupa Birliği ve Rusya’nın bölgenin geleceğindeki rolleri tartışılırken nüfuz alanlarını genişleten bir aktör olarak Türkiye’nin bölgenin geleceğinde oynayabileceği rol üzerin de durulmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüyle inişli çıkışlı biz zeminde ilerleyen Türk-Arap ilişkileri genelde Arap ülkeleri ve Türkiye arasında ulus devlet temelli bir rekabetle tanımlanmıştır. Ancak, böyle bir rekabetin varlığına karşın, Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve özellikle 11 Eylül saldırılarından sonra yeniden tanımlandırılan karşılıklı ilişkiler ekonomik ve siyasi alanda gerçekleştirilen başarılı işbirlikleriyle beklenti ve tecrübelerin aksi yönünde şekillenmiştir. Yoğunlaşan ekonomik ilişkiler ağı Türkiye ve Arap ülkelerinin birbirlerine bakışını dönüştürerek siyasal ilişkilerin gelişmesi için uygun bir ortam hazırlamıştır. Bu yakınlaşma beraberinde zaten derin olan tarihi ve kültürel bağların yeniden ortaya çıkmasına ve güçlenmesine mahal vermiştir.

Türk-Arap ilişkilerinin seyri Ortadoğu’nun istikrar ve refahı için doğrudan sonuçlar doğuracak niteliktedir. Taraflar arasındaki işbirliği ve güven Ortadoğu’da yıllardır özlenen barış ve kalkınmayı getirebilecek potansiyel taşımaktadır. Çatışma ve rekabet ise Ortadoğu’yu gelecekte de uzun yıllar boyunca gerginlik, sürtüşme ve yoksulluk döngüsüne hapsedebilecek niteliktedir.

Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı (SETA), Ortadoğu’da Türk-Arap ilişkilerindeki derinleşme ve istikrarın önemini uzun yıllardır çalışmalarıyla kamuoyuna sunmaya çalışmıştır. Bu amaçla Türkiye’de Arap imajını analiz eden araştırmalar yürütmüş , bölgedeki yakın gelişmeleri analiz eden raporlar yayınlamış,, Arap dünyasından akademisyen, gazeteci ve sivil toplum temsilcilerinin katılımı ile panel ve seminerler düzenlemiştir. SETA bu alandaki çalışma ve ürünleri ile Türk-Arap ilişkilerinin değerlendirilmesinde öncü araştırma enstitülerinden biri olmuştur. Türk-Arap ilişkilerinin bugün geldiği noktanın detaylı bir değerledirmesini yapmak amacıyla 14 Haziran 2010 tarihinde İstanbul’da ‘Türk-Arap Forumu: Uzun Süreli Durgunluktan 21. yy Başındaki Aktivizme’ temalı etkinliği düzenlemiştir. Bu yazı Türk-Arap Forumu’unda dile getirilen görüşleri ve önerileri özetlemektedir.

“Türk-Arap Forumu” Türk-Arap ilişkilerinin mevcut durumunu değerlendirmek, gelecek için yeni perspektifler sunmak, sorun ve fırsat alanlarını analiz edebilmek amacıyla üç ayrı oturumdan oluşmuştur. Forum, Türk-Arap ilişkilerinin güncel durumunu incelemek, Türkiye’nin son yıllarda Arap dünyasında yürüttüğü dış politika aktivizmini analiz etmek ve bu politikanın gelecekteki sürdürülebilirliliği üzerine projeksiyonlar üretmek olarak amacıyla düzenlenmiştir.

Forumda her bir oturumda dört konuşmacı toplam 15 dakikalık sunumlar yapmışlar, bunu takiben diğer katılımcılar tartışılan konulara ilişkin yorumlarını ve sorularını aktarmışlardır. Forumun sadece açılış bölümü basına ve izleyicilere açık olarak yapılmıştır. Oturumlar sırasında kapalı usul benimsenmiş ve ifade edilen görüşlerin kimlere ait olduğunun açıklanmamasına ilişkin gizlilik esası (Chatham House kuralı) kabul edilmiştir. Forum’a ilişkin bu rapor, SETA’nın kurumsal görüşünü yansıtmamaktadır. Rapor, katılımcıların Forum’da ifade ettikleri bireysel görüşler ve oturumlar sırasında yapılan tartışmalar çerçevesinde kaleme alınmıştır.

Açılış Konuşmaları

14 Haziran 2010 tarihinde gerçekleştirilen Türk-Arap Forumu SETA Genel Koordinatörü Taha Özhan ve SETA Dış Politika Koordinatörü Talip Küçükcan’ın açılış konuşmaları ile başlamıştır. Forumun amacının Türk-Arap ilişkilerinin güncel durumunu incelemek, Türkiye’nin son yıllarda Arap dünyasında yürüttüğü dış politika aktivizmini analiz etmek ve bu politikanın gelecekteki sürdürülebilirliliği üzerine projeksiyonlar üretmek olarak açıklayan konuşmacılar Türk-Arap ilişkilerinin tarihi boyutuna vurgu yapmışlardır. Açılış programında ilk konuşmayı yapan SETA Genel Koordinatörü Taha Özhan Irak'ın işgaliyle başlayan sürecin bugün gelinen noktasında, İsrail'in Akdeniz'de yardım gemilerine saldırmasının dış politikada bir kırılma yaşanmasına neden olduğunu, bu kırılmanın zihinsel kırılmayı da beraberinde getirdiğini söylemiştir. Türkiye, Ürdün, Suriye ve Lübnan arasında imzalanan vizesiz serbest ticaret bölgesi anlaşmasıyla İsrail'in etrafındaki ülkelerin bir araya gelmesinin anlamlı olduğunu ve İsrail'in yalnızlaştığını dile getiren Özhan, Türkiye'nin artık İslam dünyasıyla ilgili olaylarda tavrını net olarak ortaya koyduğunu ve bu duruşundan geri adım atmayacağının hem halklar hem de ülkeler tarafından görüldüğünü kaydetmiştir. Özhan, İsrail'in bu barış havzasının bir parçası olması için fiziki olarak bu coğrafyanın bir parçası iken zihnen Washington'da olmaması gerektiğini, aksi takdirde bu barış havzasından yararlanamayacağını ifade etmiştir.

Açılış programının ikinci konuşmasını gerçekleştiren SETA Dış Politika Koordinatörü Talip Küçükcan ise Türkiye ile Arap dünyası arasındaki ilişkilerin çok köklü, tarihi, kültürel, coğrafi ve siyasi birlikteliği ifade ettiğini, bu nedenle Türkiye ile Arap dünyası arasındaki yakın işbirliğinin Türkiye'nin Batı’dan uzaklaştığı ve bir eksen kaymasının yaşandığı anlamına gelmediğini dile getirmiştir. Türkiye'nin yürüttüğü siyasetin son derece rasyonel bir seçime dayandığını, Soğuk Savaş’ın ardından uluslararası sistemde yaşanan köklü değişikliklerin etkisinin Türk dış politikasında da görüldüğünü kaydeden Küçükcan, uluslararası sistemin artık tek kutuplu yapıdan çok kutuplu bir yapıya evrildiğini ve yükselen aktörlerin yeni konumlarını netleştirmeye çalıştıkları bir küresel karmaşa ortamında Türkiye gibi ülkelerin bölgelerinin başat aktörleri olabileceğini ifade etmiştir. Çin, Hindistan, Brezilya ve Türkiye gibi yeni aktörlere vurgu yapan Küçükcan, yeni dünya düzeni kurulurken Türkiye’nin sadece Orta Doğu ve diğer Arap ülkeleriyle değil Rusya, Yunanistan, Afrika ve Latin Amerika açılımlarıyla da dış politikasının yeni projeksiyonlarını ortaya koyduğunu ifade etti. Ayrıca Türkiye'deki bu değişimin 2002–2010 yılları arasında başlamadığını; 1980 ortalarından itibaren Türk dış politikasında komşu ülkeler ve AB üyelik süreci başta olarak üzere açılımların başladığını belirtti.

Türk Dış Politikası ve Arap Dünyası

Arap dünyasına dair Türk dış politikasının nasıl bir çerçevede şekillendiğini ele alan ilk oturumda konuşmacılar, Türkiye’nin bölgeye yönelik pasif dış politikasının Soğuk Savaş sonrası ve özellikle de 11 Eylül saldırılarından sonra büyük ölçüde artan aktivizme dönüştüğünü ifade etmişlerdir. AK Parti iktidarı döneminde Türk dış politikasına yön veren karar alıcıların, Türkiye’nin Ortadoğu’daki rolünü yeniden tanımlama süreçlerine ivme kazandırdığına değinilmiş; bu süreçten Türkiye’nin kendine çok daha güvenen, bölgede barış ve işbirliği eksenli politikalar izleyen ve yeri geldiğinde özellikle Gazze konusunda uluslararası güçlerin bölgeye bakışını eleştiren bir bölgesel aktör olarak çıktığı hususu özellikle vurgulanmıştır. Konuşmacılar, AK Parti iktidarının olaylara seyirci kalmak yerine olayları yönlendirici bir rol oynamayı seçtiğini belirmişlerdir. Türkiye’nin bölgeye yönelik gerek hükümet gerekse sivil toplum düzeyinde yürüttüğü bu yeni, proaktif ve barış isteyen politikaların Arap dünyasında pozitif etkilerine değinen konuşmacılar; iki tarafın da bölgeye yönelik amaç ve politikaların temelde örtüştüğünü ifade etmişlerdir.

Türk ve Arap halkları arasındaki tarihi, coğrafi ve kültürel bağların öneminin vurgulandığı bu oturumda, Türkiye’nin aslında bölgeye yeni yerleşmiş bir güç olmadığı aksine bölgenin en eski uygarlıklarından biri olduğu ifade edilmiş; son dönemdeki dış politika değişimi neticesinde de ‘Türkiye Araplara Araplar ise Türkiye’ye yüzünü dönmüştür’ ifadesi kullanılmıştır. Arap dünyasında Türkiye’nin rolüne kuşkuyla bakan kesimlerin Türkiye’nin iyi niyet gözeten politikalarının defalarca test edildiği durumlara bakması gerektiğini dile getiren konuşmacılar, bu kuşkuların halk katmanında yankı bulmadığını, aksine Türkiye’nin tavır ve politikalarıyla toplumsal tabanda büyük destek gördüğüne işaret etmişlerdir. Türkiye’nin politikalarının yalnızca çıkar eksenli olmaması ve aynı zamanda ahlaki ve etik temelli sürdürülmesinin de Türkiye’nin bölgede yükselen pozitif imajının önemli nedenlerinden biri olduğu belirtilmiştir.. Türk tarafının yürüttüğü olumlu politikaların Arap devletleri tarafından desteklenerek tamamlanması gerektiğinin vurgulandığı panelde özellikle Mısır ve İran’ın bu noktada önemine değinilmiştir. Türkiye, Mısır ve İran denklemini bir üçgene benzeten konuşmacılar bu güçlerin arasına zafiyet sokulması gayretlerine karşı uyarıda bulunmuşlardır. Türkiye’nin 1980’li yıllardan beri geçirmekte olduğu değişimin Türkiye’nin bugünkü gücüne ulaşmasında etkili olduğunun altı çizildikten sonra Mısır’ın da bir toparlanma sürecinde olduğu belirtilmiş; Türkiye’nin bu üçgende İran’la olan ilişkileri sebebiyle İran ve Arap dünyasının yakınlaşması noktasında kilit önemine vurgu yapılmıştır.

Türk-Arap dünyası arasındaki siyasi ilişkiler boyutundaki normalleşmenin ekonomik alana da yansıdığını belirten konuşmacılar iki taraf arasındaki ciddi ölçüde artan ticaret hacmine dikkat çekmişlerdir. Ekonomik ilişkilerin iki tarafı birbirine daha fazla bağladığı ve dolayısıyla gelecekte ortaya çıkabilecek olası anlaşmazlıkların önlenmesi için daha büyük bir azimle çaba sarf edilmesinin gerektiği vurgusu panelde ön plana çıkan diğer bir husustur. Bu çerçevede Türkiye’nin yakın bir zamanda Arap ülkeleriyle kurduğu yoğun ekonomik ilişkiler konuşmacılar tarafından dile olumlu olarak değerlendirilmiştir. Örneğin Suriye ile bu dönemde imzalanan serbest ticaret anlaşmasıyla iki ülke arasındaki ticaret hacmi önemli ölçüde artmıştır. Aynı şekilde Türkiye-Irak ilişkilerinde 2008 yılında imzalanan ve Ortadoğu’nun gördüğü en kapsamlı strateji anlaşması ekonomik ilişkileri çok üst düzeye çekmiştir. Ekonomik bütünleşme konusunda bahse değer diğer gelişme ise Körfez ülkeleri ile Türkiye arasında gerçekleşen hızlı ekonomik bütünleşme çabasıdır. Yine paralel bir şekilde, Suudi Arabistan’la olan ticaret hacmi de çok büyük oranlarda büyüme göstererek geçtiğimiz yıllarda 5,5 milyar dolara kadar yükselmiştir. Türkiye ve Arap ülkeleri arasındaki ekonomik ve ticari ilişkilerin iyileştirilmesinin yalnızca ikili olarak ülkelerin gelişime katkıda bulunmayacağı, aynı zamanda bütün bölgenin istikrarı ve kalkınmasında kilit rol oynayacağı konuşmacılar tarafından sıklıkla öne sürülmüştür.

Kültürel ilişkilerde yaşanan gelişmelerin de değerlendirildiği toplantıda konuşmacılar gelişen siyasal ve ekonomik ilişkilerin bir yansıması ve destekleyicisi olarak kültürün alışverişin de vurgulanması gerektiğini ifade etmişlerdir. Bu anlamda Arap ülkelerinde Türkçe eğitime duyulan ilgi ve Türk kültür merkezi açılışlarına dikkat çekilmiş, Türk film ve TV dizilerinin yaygın etkisinden bahsedilmiştir. Yakın dönemde Sudan, Yemen ve Mısır’da açılan Türkçe eğitim veren okullar ile kısa süre önce Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun katılımıyla Mısır’da açılan Yunus Emre Kültür Merkezi’nin, Türkiye’nin yeni dış politikasında kültürel entegrasyona verilen önemin göstergesi olduğu vurgulanmıştır. Aynı zamanda benzer çabaların Arap ülkeleri tarafından Türkiye’de gerçekleşmesinin önemli olduğuna değinen konuşmacılar, Türkiye’nin de bu gibi çabalara destek olması gerektiği fikrinde birleşmişlerdir. Demokrasi ve İslamı aynı potada buluşturmayı başarmış bir ülke olarak Türkiye’nin, içinde bulunduğu bölgenin siyasi ve toplumsal uzlaşma arayışlarına sağlayabileceği katkıların geniş kapsamlı olabileceğine inandıklarını ifade eden konuşmacılar, Türkiye’nin bu katkıları somutlaştırması halinde bölgenin en önemli aktörü olma rolünü pekiştireceğini ifade etmişlerdir.

Son olarak, Türk-Arap dünyası arasında gözlenen yakınlaşmanın AK Parti iktidarı dönemi ile sınırlı olup olmayacağı, bunun genel bir dış politika tercihini yansıtıp yansıtmadığı ve gelecekte söz konusu ilişkilerin nasıl şekilleneceğine ilişkin soru ve görüşleri de dile getiren konuşmacılar, AK parti iktidarının şu anki olumlu atmosferin oluşumundaki rolünün yadsınamacayacağını belirtmişlerdir. Kendisinden önceki hükümetlere göre daha esnek ve geniş ölçekli dış politika izleyen AK parti iktidarının, Türkiye’nin Arap dünyasıyla olan yakınlaşma sürecinin başlıa itici gücü olduğu belirtilmiş ve bu sürecin bundan gelecekte de sürdürülmesi gerektiği vurgulanmıştır.

Küresel Çerçevede Türk-Arap İlişkileri

Türk-Arap ilişkilerinin küresel bir çerçevede ele alınmaya çalışıldığı ikinci oturumda konuşmacılar ilişkileri şekillendiren küresel gelişmelere temas etmişlerdir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasıyla birlikte, imparatorluk mirası üzerinde bölgede Türkiye dâhil birçok Arap devleti kurulmuş; ancak çağdaş devletin simgesi olarak kabul edilen ulus devlet yapılaşmasının bu bölgede bir anamoli yarattığı noktasına değinilmiştir. Soğuk Savaş yıllarında ise Ortadoğu bölgesinin iki kutuplu dünyanın yansıması olarak Amerikan ve Rus güçlerinin gölgesi altında şekillendiği ifade edilmiş, yaklaşık yüzyılı bulan bu ayrılığın Soğuk Savaş’ın bitmesinin ardından yaşanan gelişmelerle yerini yeni bir entegrasyon sürecine bıraktığı dile getirilmiştir. Bu yeni resimde genel Arap algısında bölgenin üç temel denge ayağından biri olan Mısır sahneden çekilmiş, İran tarihinde ilk kez bölgeye Şiilik nüfusuyla yayılabilmiş, Irak savaşı ve Irak’taki rejimin çöküşüyle birlikte Birinci Dünya Savaşı sonrası uluslararası sistemin alt sistemi olarak kurulmuş olan Sünni iktidar sistemi de çökmüştür.

Türkiye ekonomik olarak ciddi bir büyüme göstermiş ve dünyanın en büyük 16. ekonomisi olmuştur. Bu ekonomik büyümeye paralel olarak yeni pazar arayışına girmiş ve kendi kabuğundan çıkarak bölgeye yönelmiştir. Nitekim Türkiye’nin bölgeyle olan ilişkilerinde ekonomik etken belirleyici bir rol oynamaktadır; örneğin son olarak Türkiye, Suriye, Lübnan ve Ürdün arasında serbest ticaret bölgesinin kurulması ve vizelerin kaldırılması anlaşması bunun tam bir yansımasıdır. Konuşmacılar, ekonomik gücünü tamamlayıcı siyasi bir güç sergilemeye çalışan Türkiye’nin İsrail’le olan ilişkilerinin ise güncel olaylar nedeniyle değil yapısal nedenlerden dolayı sarsıntı geçirdiğini belirtmişlerdir. Yapısal neden olarak ta yükselen bir Türkiye ile küreselleşmeye karşı bir ulus devleti temsil ettiği varsayılan İsrail’in bir arada duruş sergileyebilmelerinin mümkün olmadığı görüşü dile getirilmiştir.

Türk-Arap ilişkilerindeki yakınlaşma ve iki tarafın entegrasyonu sadece siyasi ve ekonomik alanlarda değil aynı zamanda kültürel ve günlük alanlarda da yankı bulmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüyle birlikte kendini gösteren ve iki toplumun birbirine yakınlaşmasını zorlaştıran psikolojik bariyerler yakın bir geçmişe değin varlığını sürdürmekteydi. Karşılıklı bu güven bunalımı nedeniyle Arap dünyasında Osmanlı dönemi Arap tarihinin en kötü dönemi olarak ifade edilmiş, Türkiye’de ise ‘Araplar bizi sırtımızdan vurdu’ kalıp yargısı ön plana çıkarılmıştı. 1990’lı yıllardan itibaren Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte iki tarafın aydın çevrelerinde bu tanımlamaları yıkmak için ciddi bir çaba sarf edilmiş ve ilişkilere yeni bir boyut getirilmiştir. Özellikle 2004 yılı karşılıklı ilişkilerin en üst noktaya ulaştığı yıl olarak tarihe geçmiş, Osmanlı-Arap ilişkileri çeşitli konferans ve seminerlerde tekrar masaya yatırılmış, daha objektif bir tarihi değerlendirme yapılmaya çalışılmıştır. Bu noktada Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Davos çıkışının Türk-Arap ilişkilerinde ve Türkiye’nin bölgedeki gelişmelere ilgisi bakımından yeni bir dönüm noktasını ifade ettiği dile getirilmiştir.

Filistin sorununun çözümünün bölge barışı için olmazsa olmazı olarak nitelendiren konuşmacılar, Türkiye’nin bu husustaki çabalarının Arap dünyasında takdirle karşılandığını ifade etmişlerdir. İsrail’in Mavi Marmara gemisine saldırması ve dokuz Türk’ü öldürmesi tüm dünyaya İsrail’in bölgede barış istemediğinin göstergesi olduğu ifade edilmiş, bu saldırının bölgede Türk-Arap işbirliğini, İsrail’in artan şiddetine karşı vazgeçilmez kıldığı dile getirilmiştir. Bu noktada etnik, dini, mezhepsel farklılıkların geri plana itilmesi gerektiği ve Türkiye’nin öne çıkardığı ‘bölge insanı’ retoriğine Arap ülkelerinin sıkı bir şekilde sarılmasının önemi vurgulanımş ve Arap ülkelerinin de konuya dair kısa zamanda aktif bir siyaset geliştirmelerinin kaçınılmaz olduğunu ifade etmişlerdir. Türkiye’nin izlediği aktif Filistin siyasetinin hiçbir bölgesel güç tarafından dillendirilmediği gerçeği etrafında konuşan konuşmacılar Arap dünyasında bazı kesimlerce Türkiye’ye karşı duyulan kuşkulu yaklaşımın bölge barışına faydalı olmayacağını belirtmişlerdir.

Türk-Arap ilişkilerinin Geleceğine Dair Notlar

Türk-Arap yakınlaşmasının gelecekte sürdürülebilirliğinin analiz edildiği bu oturumda konuşmacılar umutlu olmakla birlikte daha temkinli bir yaklaşım sergilemişlerdir. Geçmişte de bugünküne benzer geçici duygusal coşkunlukların yaşandığını belirten konuşmacılar bu dönemler sonrasında hiçbir somut gelişmenin yaşanmamasının toplumlar nezdinde hayal kırıklıkları yarattığını belirterek, bu durumların tekrarının engellenmesi için ilkelere dayalı ileri görüşlü adımlar atılmasının ehemmiyetine değinmişlerdir.

Geleceğe dair politika geliştirebilmenin en önemli ayağı da Türk-Arap ilişkilerinde sıkıntı doğurabilecek hususların iyi tespit edilmesi ve bu tespit ışığında karşılıklı çabayla problemli alanları ortadan kaldırabilecek ortak politikalar geliştirmektir. İşte bu noktada akademik ve entelektüel çevrelere önemli görev düştüğünü belirten konuşmacılar iki toplumun karşılıklı imajlarını inceleyen ve ortak ılımlı politikaların bu imajları nasıl etkilediğini gözlemleyen periyodik çalışmaların son derece faydalı olacağını ifade etmişlerdir. SETA tarafından Türkiye’deki Arap imajını inceleyen araştırmanın sonuçları da konferansta katılımcılara sunulmuştur. Türkiye’deki Arap imajının bugünkü durumunu tarihsel bir çerçevede, Cumhuriyet ve sonrası dönemlerde ortaya konan söylem ve politikalar bağlamında ortaya koyan ve geniş kapsamlı bir alan araştırmasına dayalı çalışmayla bugün Türk halkının Araplar hakkında neler düşündüğünü gösteren SETA raporu katılımcılar arasında büyük bir ilgi uyandırmıştır. Genel olarak 1980’li yıllara kadar tarih kitaplarının Arap medeniyetine dair derinlemesine bir bilgi içermediğini, buna paralel olarak ise Arap dünyasının Türk medyasında genelde çatışma ya da Arap şeyhlerinin özel hayatı ile ilgili haberlerle özdeşleştirildiğinin altını çizen araştırma, tüm olumsuz haber ve yorumlara karşın Türk toplumunda Arap imajının beklenildiği kadar olumsuz olmadığını ortaya koymuştur. Diğer milletler ile karşılaştırıldığında Araplara ilişkin görüşlerin daha olumlu olduğu belirtilmiş, örneğin Amerikalılar ve Avrupalılar ile karşılaştırıldığında Türk halkının kendisini Araplara daha yakın hissettiği sonucuna ulaşılmıştır.

Sonuç

Türk-Arap Forumu, Ortadoğu bölgesinin istikrarı, güvenliği, ekonomik kalkınması ve geleceği için en önemli iki aktörün, Türkiye ve Arap dünyası aydınlarını bir araya getirmesi, Türk-Arap ilişkilerini tarihi bir perspektiften inceleyerek geleceğe dair projeksiyonlar üretmesi ve bunu son gelişmeler ışığında ele alması açısından son derece faydalı bir forum olmuştur. Forum boyunca Türkiye ve Arap dünyası arasındaki ilişkilerin küresel bir çerçevede geldiği son durum üzerinde durulmuş, olası sorunda ele alınmış, mevcut durumun geleceğe nasıl yansıyacağına dair görüş alış verişinde bulunulmuştur. Bunun yanı sıra farklı işbirliği alanlarına işaret edilmiş, özellikle aydınlar ve eğitim kurumları arasında bilgi ve görüş alışverişi ile ortak projelerin geliştirilmesi önerilmiş, olası işbirliklerinin halihazırda ilk sinyalleri görülen entegrasyon sürecini hızlandıracağı görüşü dile getirilmiştir. Forum, medyada uzun uzun tartışılan ve çoğunlukla siyasi elitin gözetiminde ele alınan ve şekillendirilen Türk-Arap ilişkilerini akademik eksende ele alması açısından da çok yararlı olmuştur.

Forumda başlıklar halinde ele alınan konulara ilişkin katılımcıların görüşlerini birbirleriyle paylaşmaları hedeflenmiştir. Bununla birlikte, üzerinde mutabakata varılan bir sonuç bildirgesinin yayınlanması, ilişkileri değerlendirme hedefi ile düzenlenen toplantının amaçları arasında yer almadığı için böyle bir bildirge yayınlanmamıştır. Türk-Arap Forumu, Arap ülkeleriyle Türkiye’nin ilişkilerini analiz etmek için ve Türkiye’nin bölgeye yönelik dış politikasında hangi noktada olduğunu görebilmek amacıyla düzenlenmiş olup, benzer toplantıların gelecek yıllarda da devamı için görüş birliğine varılmıştır.. Gelecek yıl düzenlenmesi planlanan Türk-Arap Forum’una ise bir Arap ülkesinin ev sahipliği yapması önerilmiştir.

http://setav.org/public/HaberDetay.aspx?Dil=tr&hid=32185

30 Nisan 2010 Cuma

Türkiye ve Almanya ortak iyinin peşinde

İki ülke arasında hükümet ve devlet başkanları düzeyinde geçekleştirilen ziyaretler öncesinde, konuk ve ev sahibi liderler ile özel röportajlar yapılması ve bunların yayınlanması nerdeyse gelenek olmuştur. Bir tür kamu diplomasisi eksersizi sayılabilecek bu tür röportajların amacı ziyaretin siyasi içeriği hakkında kamuoyunu önceden bilgilendirmek, bazen sürprizlere hazırlamak, bazen de bazı müzakere konularında gerektiğinde toplumun göstereceği tepkileri destek olarak gündeme getirmektir.

Almanya Başbakanı Angela Merkel’in Türkiye ziyareti öncesinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile yapılan ve Alman basınında yer alan açıklamalar ile Merkel’in, ziyaretin içeriğine ilişkin görüşlerinin Türk basınına yansıma biçimi alışılmışın dışında bir içerik ve ton taşıyordu. Ziyaret öncesi yapılan açıklamalar iki ülke arasında gerginlik yaratmıştı. Çünkü hem Erdoğan hem de Merkel’in beyanatlarından “duygusal” etki yapabilecek kelimeler, kavramlar ve sözler ön plana çıkarılmıştı. Her iki başbakan da aslında iç kamuoylarına kendilerine güvendikleri, çizgilerinden geri adım atmayacakları ve karşı tarafa boyun eğmeyecekleri mesajını başarıyla vermişti.

Tam üyelikte kararlı

Almanya Başbakanı Merkel, Türkiye’de hükümet ve kamuoyunun hassas olduğu AB’ye tam üyelik konusunda iktidara geldiğinden bu yana ısrarla dile getirdiği, tam üyelik değil “imtiyazlı ortaklık” tercihini gündeme getirerek kendi tabanının hoşuna gidecek pozisyonunu tekrarlarken, bunun Türk tarafını rahatsız edeceğini gayet iyi biliyordu. Buna karşın Başbakan Erdoğan da Alman siyasi seçkinleri ve kamuoyunun belki de en hassas ve zayıf olduğu noktayı çok iyi analiz etmişti. Almanya’daki Türklerin entegrasyonu bağlamında, bu ülkede Türkçe bir okulun açılması gerektiğini ısrarla vurguluyordu. AB’ye üyelik konusunda ise “imtiyazlı ortaklık” önerisini ciddiye almadığını, tam üyelikten başka bir seçeneğin kabulünün mümkün olmadığını dile getiriyordu.

Almanya-Türkiye ilişkilerinin geçmişi, derinliği ve diplomasi mantığı göz önüne alındığında ziyaret öncesinde başlayan gerilim ve üstü örtülü sürtüşmenin tırmanması mümkün değildi. Nitekim öyle de oldu. Ziyaret, müzakereler ve basın açıklamaları sırasında duygusal ve tepkisel bir dil ve yaklaşımın değil, ortak çıkarları önceleyen rasyonel bir diplomasinin egemen olduğu görüldü.

Asimilasyon uyarısı

Almanya-Türkiye ilişkilerinin köklü bir geçmişinin olması yanında Almanya’da yaşayan Türkiye kökenli vatandaşlardan dolayı insani bir bağ da var. İlişkileri sürekli canlı ve dinamik tutan bu unsurun görmezden gelinmesi mümkün değil. Zira Almanya’da 140 bin Türkiye kökenli işverenin olduğu, Türkiye’de ise dört binin üzerinde Almanya kökenli şirketin ticari faaliyette bulunduğu biliniyor.

Başbakan Erdoğan’ın 2008 yılında Almanya’da yaptığı bir konuşmada “asimilasyonu insanlık suçu” olarak ilan etmesi büyük tepkilere yol aşmıştı. Almanya’da yaşayan Türklerin inanç, kimlik ve değerlerini kaybetmeden Alman toplumuna entegre olabileceklerini, ancak asimilasyonun kabul edilemeyeceğini belirten Başbakan Erdoğan aslında iki ülke arasındaki ilişkilerin insani boyutuna işaret ediyordu. Başbakan’ın Almanya’da Türkçe bir okul açılması isteği de aslında bu insani boyutun bir başka yönünü oluşturuyor. Yurtdışındaki Türkiye kökenli vatandaşlar ile her buluşmasında Başbakan Erdoğan’ın Türkleri yaşadıkları ülke vatandaşlıklarına geçmeye, siyasi ve sosyal hayata katılmaya teşvik ettiği bilinen bir gerçek olmasına karşın söz konusu talebin, entegrasyonu engelleyici bir unsur olarak sunulmasının rasyonel olmaktan öte siyasi bir gerekçesi olduğu açıktır.

Sosyolojik araştırmalar, entegrasyona ana dilin değil ayrımcılık, eşitsizlik, ırkçılık, dışlanma, aşağılanma, küçük görülme, gettoya itilme, refahtan pay alamama ve Avrupa merkezcilik gibi anlayış ve pratiklerin entegrasyonu engellediğini göstermektedir. Bu nedenle Almanya hem federal hem de eyalet hükümetleri ölçeğinde kültür ve inanç farklıklarının saygıyla karşılandığı çoğulcu politikalar geliştirerek entegrasyonun gerçeklenmesine katkıda bulunabilir. Bugün gelinen noktada entegrasyonun anahtarını elinde tutan Türk tarafı değil Alman tarafıdır.

Almanya’nın aksine Türkiye, Almanca eğitim veren okulların mevcudiyetine ve arazisi devlet tarafından tahsis edilecek ve bütün alt yapısı kamu kaynaklardan sağlanarak inşa edilecek olan bir Türk-Alman üniversitesinin açılmasına sıcak bakmaktadır. Bu, Türkiye açısından olumlu bir yaklaşımdır. Yükseköğretimde kalite arayışlarının başladığı Türkiye’de, Almanya yükseköğretim deneyimlerinin ülkeye aktarılması eğitim, araştırma, bilim ve teknolojinin gelişmesine katkıda bulunacaktır.

Avrupa’nın gelecek kararı

Avrupa’nın geleceğini Türk-Alman ilişkilerinin bölgesel ve küresel dış politika açısından analizinde entegrasyon, asimilasyon, Türkçe okul açılması ve vize kolaylıklarının sağlanmasından daha derin konular mevcut. Bu konuların başında AB’nin geleceği önemli bir yer tutmaktadır. AB yeni ittifak ve katılımlarla küresel bir aktör mü olacaktır, yoksa ABD’nin politikalarını onaylamaktan öte iddiası olmayan bölgesel bir birlik olarak mı kalacaktır? Oxford Üniversitesi Rektörü, İngiltere AB Komisyonu eski üyesi (1999-2004) ve Hong Kong eski Valisi Chris Patten, “What is Europe to do?” (Avrupa ne yapmalıdır?) başlığı ile The New York Review of Books’da (Mart 11-24, 2010) yayınlandığı makalesinde AB’nin Rusya, Orta Doğu ve Pakistan başta olmak üzere önemli bölgelerde siyasi nüfuzunun azaldığının vurguluyor. Chris Patten AB’yi zayıflatan unsurlar arasında ortak dış politika, finans, enerji ve güvenlik politikasının geliştirilememiş olmasının altını çiziyor.

Türkiye’nin Almanya ve AB ile ilişkilerinde üzerinde durulması gereken temel alanlar Chris Patten’in de işaret ettiği gibi ekonomi, enerji, güvenlik ve dış politika konularıdır. Zira Almanya ve AB’nin geleceği bu alanlarda alacağı pozisyonlara ve geliştireceği politikalara bağlıdır. Örneğin AB ülkeleri doğal gaz ihtiyaçlarının yüzde 40’ını Rusya’dan karşılıyor. Rusya, şimdiye kadar ortak strateji geliştiremedikleri için AB ülkelerini enerji politikaları konusunda bölmeyi başarmış ve sahip olduğu enerji kaynaklarını dış politika aracı olarak kullanarak Rusya’ya bağımlılığı artırmaya başlamıştır.

Türkiye anahtar ülke

Enerji kaynakları konusunda Rusya’ya bağımlılığın azaltılması, söz konusu kaynakların çeşitlenmesini ve güven altına alınmasını zorunlu kılmaktadır. Bu noktada Türkiye güvenli bir enerji koridoru olarak ve AB’nin açıkça dile getiremediği ancak rahatsızlık duyduğu Rusya’nın etki alanının daraltılması bakımından denkleme alınmak zorundadır. 2002’de yeni bir vizyonla devreye sokulan ve Başbakan Erdoğan’ın desteğiyle Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu tarafından ustalıkla yönetilen çok boyutlu dış politika, Türkiye’yi anahtar bir ülke konumuna taşımıştır. Türkiye, AB’nin Balkanlar, Orta Doğu ve daha genelde İslam dünyası ile ilişkilerinde ihmal edemeyeceği ağlara ve etki gücüne sahiptir.

Yukarıda, “Avrupa ne yapmalıdır?” başlıklı yazısına atıfta bulunduğumuz Chris Patten, AB’nin geleceğini belirleyecek en önemli unsurlardan birinin Türkiye’nin tam üyeliği olacağını vurguluyor. Türkiye’nin üyeliğinin Almanya, Fransa ve Avusturya’daki popüler önyargılara kurban edilemeyecek kadar mühim olduğunu belirten Patten, Türkiye’nin üyeliğini reddetmenin maliyetinin yüksek olacağını, böyle bir kararın AB’yi küresel olayların akışının dışında bırakacağını savunuyor.

Gerçek engel İslam mı?

Merkel’in ziyareti çerçevesinde ne Alman ne de Türk tarafı, Türkiye’nin üyeliği konusunda “din farkı” ve “İslam” faktörünü açıkça zikretti. Başbakan Erdoğan Libya ziyareti sırasında İslam dünyasının Türkiye’nin AB üyeliğini önemsediğini ve ilgiyle takip ettiğini, bu bağlamda Türkiye’nin Avrupa ve İslam dünyası arasında bir köprü kurabileceğini dile getirmişti. Merkel’in liderliğini yaptığı Hıristiyan Demokrat Birlik Partisi ise muhafazakâr görüşleri ile bilinmekte, Türkiye’nin üyeliğine din faktörünü açıkça zikretmemekle birlikte kültürel farklılıklar temelinde karşı çıkmaktadır.


Türkiye’de halkın çoğunluğunun Müslüman oluşu, Türkiye’nin üyeliğine engel teşkil eder mi? Teorik olarak bu sorunun cevabı “hayır”, çünkü dini inançların üyelik kriterleri arasında olmadığı ve üyelik sürecinde bir rol oynamadığı sık sık dile getiriliyor. Ancak The Wall Street Journal (30 Mart 2010) yazarı Patience Wheatcroft, “Turkey Knocks: Will EU Let It Enter?” (Türkiye Kapıyı Çalıyor: AB İçeri Alacak mı?) başlıklı yazısında “Türkiye’nin tam üyeliğine muhalefetin nedeni Kıbrıs konusundaki bitmek bilmez hırgür değil. Ne de Türkiye’nin siyasi reformlarını hızlandırma gereği.

Asıl mesele Türkiye nüfusunun büyük çoğunluğunun Müslüman olması, fakat bu dile getirilmiyor” diyor ve ekliyor “Türkiye 72.5 milyonluk nüfusuyla AB’ye katılırsa Almanya’dan sonraki en büyük üye haline gelecek. Ülkenin hükümeti laik olsa da, tahminlere göre Müslüman nüfusun oranı yaklaşık yüzde 99. Din Avrupa’nın geniş kesimlerinde eskisi gibi bir itici güç değil, fakat ezici çoğunluğu Müslüman bir ülkeyi içeri almanın kulübün karakterini ciddi biçimde değiştireceğine dair yaygın bir inanç söz konusu.”

Bu çok çarpıcı bir iddiadır. Almanya başta olmak üzere, Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkan AB üyeleri için, din farkını önemseyip önemsemediklerini açık ve samimi bir şekilde açıklamak ahlaki bir sorumluluktur. Ortak iyi ve çıkarlar adına AB ülkeleri bu ahlaki sorumluluktan kaçmamalıdır.

Açık Görüş - 4 Nisan 2010
http://www.stargazete.com/acikgorus/turkiye-ve-almanya-ortak-iyinin-pesinde-haber-253517.htm

24 Mart 2010 Çarşamba

Batı’nın hoşgörüsü İslam’la sınanıyor

Son yıllarda Batı ülkelerinin demografik yapısını ve kültürel dokusunu değiştiren Müslüman nüfusun artışı, Avrupa ülkelerinin vatandaşı olan Müslümanların kamusal alandaki görünürlüğünün daha belirgin oluşu, taleplerini katılımcı bir dille ifade etmeleri yeni tartışmalara yol açmaya başladı. Siyasi rekabetin yoğun olduğu dönemlerde Batı-İslam ilişkilerinde çoğunlukla gerilimli ve çatışmacı bir yaklaşımın hakim olduğu, kültürel ilişkilerin ön plana çıktığı dönemlerde ise daha dostça bir dilin iki dünya arasındaki ilişkileri etkilediği görülür. Ancak 11 Eylül Batı-İslam ilişkilerinde bir kırılma noktası olmuş, Batılıların ve özellikle de Avrupa’nın çoğulculuk, çok kültürlülük ve hoşgörü anlayışı Müslüman topluluklar ile testten geçmeye başlamıştır. Batılı ülkelerin hepsini aynı kefeye koymak doğru olmamakla beraber Pew Research Center, European Union Agency for Fundamental Rights ve Human Rights First gibi güvenilir kuruluşların araştırmaları, Batı’daki Müslümanlara yönelik ayrımcılık ve hoşgörüsüzlüğün arttığını göstermektedir.

Çokkültürlü değil ‘kültürcü’

Eşit vatandaşlık, çoğulculuk ve farklı dini değerlere saygı yerine “kültürcü” bir yaklaşımın ortaya çıktığı, Müslüman toplulukların bir güvenlik tehdidi olarak algılandığı göze çarpmaktadır. Batı’nın bir zamanlar çeperinde olan ancak yoğun göçler nedeniyle merkezine ve içerisine kadar uzanan İslam kültürü ve Müslüman nüfusuna ilişkin bazı kaygılarının olduğu, hem siyasi söylemlere hem de medya ve popüler kültür diline yansıyor. İslam dünyasının Batılı ülkeler tarafından sömürge olarak yönetildiği, iktidar ilişkilerinde kendilerinin egemen olduğu dönemlerin büyük oranda geride kaldığı bir dönemde yaşıyoruz. Ortaçağ’da kiliselerin siyaset, ekonomi ve eğitim üzerinde dominant olduğu dönemleri geride bırakan Avrupa ülkelerinin çoğunda seküler, rasyonel ve bireysel kültür egemen oldu. Ancak Müslümanların Avrupa’ya yerleşmesi, inançlarını korumaları ve kimliklerini canlı tutmak için kurumsallaştırmaları, günlük yaşantılarına inançlarının gereğini yansıtmaları kaygıyla karşılanmaya başlandı.

Çünkü Avrupa büyük oranda sekülerleşmiş, yani hem kurumsal olarak din ve kilise birbirinden ayrılarak farklı alanlarda işlevler üstlenmiş hem de bireysel anlamda dindarlık düzeyleri azalmış yani kilise üyelikleri azalmış, Tanrı inancı zayıflamış, dini pratikleri yerine getirme oranları gerilemiştir. Bütün bunların sonucu olarak dinin toplumsal hayat üzerinde etkisi nerdeyse sıfırlanmış ve dinin kamusal alandaki talepleri zemin kaybetmiştir.

Müslümanların Avrupa’nın çeperinden merkezine yerleşmeleri ve dini/kültürel kimliklerini sahiplenmeleri seküler Avrupa’yı kaygılandırmaya başlamıştır. Aşırı sağ başta olmak üzere bazı kesimler Avrupa’nın İslam kültürünün işgaline uğradığını ve Müslüman göçmenler tarafından sömürgeleştirildiklerini iddia etmeye başlamıştır. Kurumsal dini yapıların yani kiliselerin etkinliğini büyük çabalarla sınırlandıran Batılılar din ile aralarına büyük mesafeler koymuş, kalın duvarlar inşa etmiştir. Modernleşmeyi zorunlu olarak dinden kopuş olarak okuma biçimi yavaş yavaş terk edilse de özellikle Batı Avrupa’daki hakim düşünce bu olduğu için Müslümanların inançlarını görünür biçimde yaşamaları ve kurumsallaştırma girişimleri seküler Batı düşüncesi tarafından bir tehdit olarak algılanmaktadır.

Krizi yönetemeyen Avrupa

Fransa’da başörtüsü başta olmak üzere okullarda dini sembollerin yasaklanması, Danimarka’daki karikatür krizi, İsviçre’deki minare yasağı, pek çok ülkede İslam karşıtı söylemleri ile ön plana çıkan aşırı sağcı ve ırkçı partilerin yükselişi aslında Avrupalıların bu kaygılarının siyasi ve kültürel yansımaları olarak okunmalıdır. İşte söz konusu kaygı ve korkular Avrupa’da bazı ülkelerin dini çoğulculuk, din ve vicdan hürriyeti gibi evrensel hukukta yer alan bazı ilkeleri görmezden gelecek şekilde Müslümanları devlet eliyle idare etme ve yönetme girişimlerine sahne oldukları gözlenmektedir.

Bugün gelinen noktada Fransa, Almanya, İsviçre ve Danimarka başta olmak üzere pek çok Avrupa ülkesinin Müslüman topluluklara ilişkin politikalarının yetersiz ve başarısız olduğu, dini ve kültürel kaynaklı olduğu iddia edilen krizleri başarılı biçimde yönetemediği ortaya çıkmıştır. Müslüman toplulukların geldikleri ülkeler, ait oldukları mezhepler ve dini geleneklerin tüm farklılıklar ile yansıdığı Avrupa ülkelerinde son dönemlerde acaba Müslüman toplulukları nasıl yönetiriz sorusu daha sesli olarak sorulmaya başlanmıştır.

Önceleri Müslümanları muhatap almayan, onları sorunları ile baş başa bırakan siyasi elit artık kendi vatandaşları olan bu toplulukların uyumu, kontrolü, denetimi ve dış etkilerden korunması için neler yapılabilir kabilinden stratejik sorulara cevap aramaya başlamıştır.

Müslümanları tektipleştirme

Bu noktada Müslümanların tek çatı altında toplanması gibi aslında Avrupa’nın dini ve kültürel çoğulculuk anlayışına, farklıklara saygı ve hoşgörü tecrübesine ters düşen politikalar geliştirmeye çalıştıkları görünmektedir. Örneğin Almanya Federal İçişleri Bakanlığı’nın girişimi ile bu ülkedeki bütün Müslüman grupların (Türkler, Araplar, Boşnaklar, Aleviler, Sünniler vb.) temsilcilerinden oluşan bir Almanya İslam Konferansı (Die Deutsche Islam Konferenz) başlatılmıştır. İlki 2006 yılında toplanan konferansın amacı “Alman devleti ile Müslümanlar arasında uzun vadeli diyalog başlatmak, birlikte yaşamaya ilişkin sorunlara ortak çözümler bulmak, entegrasyona katkıda bulunmak” olarak açıklanmıştı. Almanya, bir taraftan İslam’ı bir din olarak resmen tanımaya yanaşmamakta, öte yandan dolaylı da olsa devletin baskısı ile Müslümanları

ortak bir çatı altında birleştirmeye çalışmaktadır. Almanya İslam Konferansı’nda hangi kuruluşların temsil edileceğine bile devlet karar vermektedir. Türkiye’de olsa bu girişim, devletin dine müdahalesi olarak görülür ve kıyasıya eleştirildi.

Müslümanları devlet gücüyle birleştirme girişiminin bir başka örneği Fransa’da yaşandı ama istenilen sonuca ulaşılamadı. Nicolas Sarkozy’in İçişleri Bakanlığı döneminde oluşumuna büyük destek verdiği Fransa Müslümanlar Konseyi (Conseil Français du Culte Musulman) 2003 yılında kuruldu. Fransız hükümetinin İslam ve Müslümanlar söz konusu olduğunda muhatap almayı amaçladığı Konsey beklenildiği kadar etkin olamadı. Devlet müdahalesi sivil toplum ve çoğulculuğun ruhuna aykırı olmasına rağmen Fransa inatla Müslümanları tek çatı altında birleştirmeye, bir başka deyişle Hıristiyan ve Yahudi cemaatleri gibi onları “resmi” kalıplara sokmaya çalışmıştır. Ancak bunu başaramamıştır. Aslında Fransa’nın yaptığı da Almanya’nın yaptığı gibi dine, Müslümanların iç işlerine müdahaledir ve bunun laiklikle bağdaştırılması mümkün değildir.

Batı’daki gelişmelere sosyolojik olarak bakıldığında aslında Avrupalıların Müslümanlar üzerinden din ile tekrar yüzleşmeye başladıklarını, kendi dini kökenlerini tekrar keşfetmeye doğru yürüdüklerini söylemek mümkündür. Bu nedenle Batı’nın geleceğini Müslüman toplulukları parantez içine alarak tahayyül etmek mümkün değildir.

http://www.stargazete.com/acikgorus/bati-nin-hosgorusu-islam-la-sinaniyor-haber-251131.htm

3 Mart 2010 Çarşamba

Türkiye-İngiltere İlişkilerinde Yükseköğretim

İnsan ve bilgi akışının sınır ötesi boyutlar kazandığı günümüzde uluslararasılaşma ve küreselleşme süreçleri ile birlikte yükseköğretim kurumları, sadece ulusal ölçekte değiş değil uluslararası ölçekte de etkinliklere ev sahipliği yapıyor. Son yıllarda etkileri daha derinden hissedilen küreselleşme ve uluslararasılaşmayla birlikte üniversiteler giderek daha fazla küresel roller üstleniyor.

Ayrıca sınır ötesi hareketlilikte gözlenen artışın, yükseköğretimdeki uluslararasılaşma hacmini genişlettiği de görülmektedir. Örneğin OECD ülkelerinde son yirmi yılda yabancı ülke öğrencileri sayısının ikiye katlanarak 1.6 milyon gibi yüksek bir rakama ulaştığı bilinmektedir. Yükseköğretim talebine gösterilen ilginin bu sayıyı daha da artıracağı söylenebilir.

Türkiye-İngiltere arasında uzun yıllara dayanan eğitim ilişkileri sürüyor. Özellikle dil öğrenimi, lisans ve yüksek lisans düzeyinde eğitim almak isteyen binlerce öğrenci her yıl İngiltere’ye geliyor. Ama Türkiye’ye giden İngiliz öğrenci sayısı çok az. Olsa olsa Erasmus programlarından yararlanmak isteyen az sayıda öğrenci geliyor Türkiye’ye.

RESMİ VE SİVİL İLİŞKİLER SÜRMELİ

Türkiye-İngiltere arasında kurulan işbirliklerinin yapısı, çerçevesi ve niteliği, üniversitelerin iki ülke arasındaki ilişkilerin geliştirilmesine yönelik mevcut katkıları önemle üzerinde durulması gereken konular. Bu manada sadece devlet kurumları tarafından yürütülen “resmi” proje ve etkinlikler değil bağımsız kuruluşlar tarafından yürütülen “sivil” proje ve etkinlikler de önemlidir.

Türkiye açısından bakıldığında üniversiteler öğrenci, araştırmacı ve öğretim üyesi değişimi gibi alanlarda sunduğu potansiyel tam olarak kullanılamamaktadır. Son yıllarda kurulanlar da dahil olmak üzere Türkiye’deki devlet ve vakıf üniversite sayısı 150’ye yaklaşmasına karşın İngiltere’den gelen öğrencilerin sayısı, Türkiye’den İngiltere’ye giden öğrencilere göre daha azdır. İki ülke arasında, üniversitelerin eğitim, öğretim, yönetişim ve teknolojik yeniliklere ilişkin çok katmanlı ve sürdürülebilir katkı potansiyellerinin daha etkin biçimde mobilize edilmesi mümkündür.

NELER YAPILMALI?

Türk üniversitelerinde İngiltereli öğrencilere ayrılan lisans, yüksek lisans ve doktora kontenjanlarının artırılması, sağlanan burs miktarının artırılması gerekli görülmektedir.

Gelişmiş bir Türk ve iyi bir İngiliz üniversitesi önceliğinde Türkiye bir Uluslararası Türk-İngiliz Üniversitesi kurulmalıdır.

Türkiye ve İngiltere üniversiteleri arasında ortak lisans, yüksek lisans ve doktora öğretimi verecek yeni programlar başlatılmalıdır, var olanların kapasitesi artırılmalıdır. Üniversiteler, müfredatlar arası uyumu inceleyerek çifte diploma verebilecek programları başlatmalıdır.

Türkiye ve İngiltere arasındaki mesleki ve teknik öğretim alanlarında işbirlikleri kurulmalı, Türk öğrencilerin İngiltere, İngiliz öğrencilerin Türkiye’deki şirketlerde staj yapması için uygun mekanizmalar hazırlanmalıdır. Türkiye ve İngiltere üniversiteleri bünyesinde Türk ve İngiliz öğretim üyesi ve araştırmacıların ortak çalışmalar yapabileceği Araştırma Merkezleri kurulmalı, bu merkezlerde üretilen bilgi ve teknoloji paylaşılmalıdır.

Türkiye ve İngiltere’den, öğretim üyesi ve araştırmacıları düzenli aralıklarla bir araya getirecek, ortak projeler üretmelerini teşvik edecek, uluslararası platformlarda birlikte hareket etmelerini kolaylaştıracak Türkiye-İngiltere Yükseköğretim Forumu kurulmalıdır.

Sivil Toplum Kuruluşlarının Türkiye-Azerbaycan arasındaki yükseköğretime katkıları desteklenmeli, her iki ülke sivil toplum kuruluşlarının bir araya gelerek ortak bir üniversite kurmaları, öğrenci ve araştırmacı değişim programları hazırlamaları, sivil toplum, eğitim ve siyasi karar vericiler arasında geniş kapsamlı bir ağ (network) oluşturmaları için teşvik edilmeli, bu amaçla kolaylaştırıcı mali destek paketleri ve yasal düzenlemeler hayata geçirilmelidir.

Türkiye ve İngiltere arasında şimdiye kadar daha çok tek yönlü bir öğrenci ve öğretim üyesi akışı var. O da Türkiye’den İngiltere yönüne doğru. Bu trendin Türkiye’ye bilimsel anlamda kazandırdığı çok şey var. Ancak ekonomik olarak bunun ciddi bir maliyet ürettiğini de söylemek lazım. Bu nedenle bazı eğitim programlarının Türkiye’de başlatılıp sürdürülmesi, gerektiğinde İngiltere’nin katkılarının alınması maliyeti düşürecek aynı zamanda yeniliklerin paylaşılmasına zemin hazırlayacaktır.

Yabancıların Türkiye’de merak ettikleri

Mesleğim gereği sık sık farklı ülkelerden gelen insanlarla karşılaşıyorum ve davet edildiğim konferanslara katılmak üzere kısa aralarla Türkiye dışında oluyorum. Bu sırada da yabancıların meraklı sorularına maruz kalıyorum. En son İngiltere ve Suriye’de katıldığım toplantılardan hareketle yabacıların Türkiye ilgisini ve ülkemizde neleri merak ettiklerini paylaşmıştım. Bu hafta ise Türkiye’de katıldığım toplantılardan notlar gözlemlerimi aktarmak istedim.

International Crisis Group adında bir kuruluş var. Yıllık toplantılarını Türkiye’de yapıyorlar. Bu vesileyle International Crisis Group’un başkanı onuruna Kanada’nın Ankara Büyükelçisi bir yemek verdi. Yemeğe davet edilen az sayıda insandan biri de bendim. Üç tane yabancı büyükelçi, Dışişleri Bakanlığımızdan iki bürokrat ve bir üniversite hocasının davetli olduğu yemekte herkesin ortak konusu Türkiye idi.

TÜRKİYE NEREYE GİDİYOR?

Yabancı konuklar ve büyükelçilerin en çok merak ettikleri, Türkiye’nin nereye gittiği? Dışarıdan yaptıkları gözlemlerle olayları enine boyuna anlayamadıklarını, farklı kesimlerden birbiriyle çelişen hikayeler dinlediklerini, taban tabana zıt görüşler aldıklarını, bütün bunların kendilerini şaşırttığını söylüyorlar. Yani onlara göre karşılarında büyük bir bilmece var ve bunu çözemiyorlar.

Türkiye’de yaşananlar gerçekten de kimden dinlediğinize bağlı olarak farklı biçimlerde yorumlanıyor. Kimine göre bir normalleşme süreci kimine göre ise üstü örtülü bir baskı oluşturulmaya çalışılıyor.

Pekiyi bu yaklaşımların hangisi daha tutarlı? Hangisi daha rasyonel ve inandırıcı? Hangisi daha objektif verilere dayalı? Ne kadarı ideolojik saplantıların gölgesinde kalıyor? Bütün bu soruları cevaplamadan ister Türkiyeli, ister yabancı memleketten biri olsun Türkiye’de ne olup bittiğini gerçekten de pek iyi anlayamaz, bilmeceyi çözemez, olayları sağlıklı ve isabetli biçimde değerlendiremez.

İdeolojik bağlılıklar ve tercihler zaman zaman insanı körleştirir. Saplantılar, duygusal bağlılıklar ve irrasyonel bakış açıları insanın yanı başındaki gerçekleri görmesine engel olur. Bir sis perdesi çöker geçekliğin üzerine. Bunu kaldırmak için insanın inançları ve ideolojileri ile kendileri arasına bir mesafe koyması gerekir. Yoksa olayların künhüne vakıf olmak, yani tümüyle olayları kavramak mümkün olmaz.

TÜRKİYE NORMALLEŞME SANCILARI YAŞIYOR

Tekrar en çok sorulan soruya dönmek gerekirse, yani Türkiye’de olup bitenleri nasıl anlamak gerekir sorusuna gelince şunu söylemek gerek. Türkiye değişiyor, hem de köklü biçimde değişiyor. Seksen küsur yıllık Cumhuriyet tarihinin belki de en derin değişimlerini yaşıyor. Siyaset, hukuk, askeriye, sivil toplum, iş dünyası, üniversiteler ve tabi ki Türk toplumu artık geleneksel formlarıyla, biçimleriyle, anlayışları ile daha fazla açılım yapamayacağını görüyor. Eski gömlekler artık dar geliyor.

Bazı kesimler doğal gelişime ayak uydurup kendi bedenlerine uygun gömlek alıyor. Bazı kesimler ise yıllardır ellerinde tuttukları iktidar ve devlet gücünden kaynaklanan imtiyazlarını kaybetmemek için dar gömleklerini giyme konusunda ısrarlı davranıyorlar. Sonuçta da bu gömlekler ya patlıyor bir yerden ya da yırtılıyor çünkü değişim dalgası o kadar güçlü ki buna direnmek sosyolojik olarak mümkün değil.

İşte Türkiye’yi uzaktan seyredenlere, olayların iç yüzünü anlamak isteyenlere verilmesi gerek cevap budur. Türkiye’deki gelişmeler yıllardır üstü örtülmüş, görmezden gelinmiş, ihmal edilmiş sorunların gün yüzüne çıkmasıyla ilintilidir. Geçmişte bu sorunlardan kaçınıldı, ertelendi. Bugün ise artık cesur bir irade ile bütün toplumsal kesimlerin gerçeklerle yüzleşmesi, daha da derinleşmeden el birliği ile bu sorunların çözümü için bir araya gelmesi gerekiyor.

Tarihin biriktirdiği sorunların çözümü için kalem oynatan, düşünce üreten ve politika geliştirenlere hemen “hain” damgası vurmak kendisine sığınılan bir kolaycılıktan ibarettir. Görmezden gelindikçe kangren olan sorunların çözümünü dış dünyadan bekleyemeyeceğimize göre, Türkiye’nin normalleşmesi için elini taşın altına koyanlara en azından saygı duymak gerekmez mi?

17 Şubat 2010 Çarşamba

Arap dünyasının Türkiye İlgisi: Şam Konferansı

İki hafta önce (8 Şubat 2010) Lordlar Kamarası’nda Türkiye ile ilgili bir toplantı yapıldı. ‘Turkey’s Role in an Emerging Network World’ başlığını taşıyan toplantıya Türkiye’den Egemen Bağış, Kürşad Tüzmen, Suat Kınıklıoğlu, Nursuna Memecan, Dr. İbrahim Kalın, Murat Yalçıntaş, Remzi Gür, Cemalettin Haşimi ve Mustafa Akyol katıldı. Bu toplantıda Türkiye-İngiltere ilişkileri yanında Türkiye’nin bölgesel ve küresel konulardaki politikaları tartışılmıştı. Bu toplantının hemen ardından Suat Kınıklıoğlu, ve Dr. İbrahim Kalın Royal Institute of International Relations’da özel davetli bir gruba Türk dış politikasındaki yeni eğilimleri ve gelişmeleri aktarmıştı.

Her iki toplantıda da ufuk açıcı tartışmalar olmuş, Türkiye’ye duyulan ilginin gittikçe büyüdüğü, bu ilginin kendinden oluşmadığı, Türkiye’nin artan etkisi ve dış dünya ile bütünleşme adımlarının olduğu görülmüştü.

ORTA DOĞU DA TÜRKİYE’Yİ MERAK EDİYOR

Türkiye’ye duyulan ilgi ve merak sadece Batılı ülkelerde değil Orta Doğu ve İslam coğrafyasında da artıyor. Bunun önemli göstergelerinden biri bu ülkelerde Türkiye konulu yayın, konferans ve toplantıların sayısında görülen belirgin artıştır. Nitekim, 12 Şubat 2010 tarihinde Suriye’nin başkenti Şam’da yapılan uluslar arası bir toplantıda da en çok merak edilen ve üzerinde koşulan ülke Türkiye oldu.

Suriye’deki toplantı davetiyesi ilk geldiğinde iki ülke arasındaki vizeler henüz kalkmamıştı. Vize başvurusunda istenen belgelerin hazırlanması ve ayrıca büyükelçilikte sıra bekleme kaygısından dolayı önce “hayır” cevabı vermiştim. Toplantı tarihi ertelenmiş ve sonra da vizeler kaldırılmıştı. Israrla aynı daveti alınca bu kez “evet” dedim. Türkiye’den ayrıca Prof. Binnaz Toprak davet edilmişti.

Türkiyeli katılımcılardan istenen şey şuydu: Acaba Türkiye’de din-devlet ilişkileri ve laiklik nasıl gelişmişti? AK Parti’nin iktidara gelişi laiklik açısından bir tehlike oluşturmuş muydu? 2002 yılından bu yana Türkiye modern kazanımlarından taviz vermiş miydi? Muhafazakâr bir partinin iktidar oluşu demokrasi ve laiklik açısından nasıl bir sonuç doğur muştu? Türkiye diğer İslam ülkeleri açısından bir örnek teşkil edebilir mi?

Arap kamuoyu bu soruların cevabını öğrenmek istiyor. Demokrasi ve laiklik konusunda Türkiye’nin geldiği noktayı ve bunun nasıl gerçekleştiğini merak ediyor. Özgürlük ve siyasal katılım taleplerinin henüz çok güçlü bir sesle dile getirilemediği Arap dünyasında halkı Müslüman olup ta demokrasisini belirli bir seviyeye çıkarmış en iyi örnek Türkiye olarak görülüyor. Din ve demokrasi, din ve laiklik arasında bir çatışmanın yaşanmaması gerektiğine inanan Arap aydınları acaba Türkiye deneyiminden ne öğrenebiliriz diyor.

ARAP AYDINLARI VE TÜRKİYE

Şam’daki toplantı “Secularism in the Arab Levant - Secular State and the Question of Religion” genel başlığını taşıyordu. Konferansın ilk oturumunda “Secularism in the Middle East, a social or a state achievement? The Turkish model” konusu masaya yatırıldı. Yani Türkiye modelinin gelişim aşamaları, yapısı, özellikleri ve incelikleri nelerdir sorularna cevap arandı. Bu oturumda Sadek J. Al-Azm, “Secular state and question of religion: the Turkish Model” başlıklı bir bildiri sunarak Türkiye’nin başarılarının altını çizdi.

Ben de “Transformation of Centre-Periphery Relations Turkey: Politics, Islam and Secularism” başlıklı bir konuşma yaparak Türkiye’de toplumsal yapının nasıl değiştiğini, Özallı yıllarla başlayan ekonomik gelişme, dışa açılım ve eğitim gibi faktörlerin elit iktidarlarını nasıl değiştirip daha katılımcı bir demokrasiye geçişin sağlandığını anlattım. AK Parti gibi muhafazakar bir partinin iktidara gelişinin de demokrasi ve laiklik açısından bir tehdit olmadığını, zira AK Partinin Türkiye’yi AB’ye yakınlaştırma çabası içinde olduğunu ve AB’ye yakınlaştıkça da bu tür geriye dönüşün zaten mümkün olamayacağını anlattım.

Türkiye’ye gösterilen ilgi giderek artacak. Bize düşen görev merak edenleri doğru bilgilendirmek olmalı.

3 Şubat 2010 Çarşamba

Lordlar Kamarasında Türkiye Tartışması

Türkiye’nin hem bölgesel hem de küresel bir aktör olarak daha saygın, güvenilir ve etkin bir ülke konumuna geldiğini, bir taraftan içte istikrar ve güveni tesis ederken diğer yandan da dış dünyadaki sürtüşme ve gerilimleri yatıştırmaya çalıştığını toplumun geniş bir kesimi kabul ediyor. Bugün gelinen noktada ise Türkiye’nin uluslar arası ilişkiler açısından önemini kavrayan aktörler ülkemizi daha yakından tanımaya çalışıyor.

Türkiye’nin siyasi yapısı, kültürel dokusu, inanç atlası, ekonomik gelişmesi, AB, ABD, Ortadoğu, Kafkaslar ve Balkanlar ile ilişkileri merak konusu oluyor. Türkiye denge ve düzen kuran bir ülke olarak dikkatleri çekiyor. Bu nedenle büyük bir ilgi odağı oluyor ve Türkiye’den uzmanlar, politikacılar ve gazeteciler konferanslar ve seminerler için davet ediliyor. Amerika’da sık rastlanan bu tür toplantılar Avrupa’da da yapılmaya başlandı. İngiltere de bu kervana katılan ülkeler arasında yer alıyor.

LORDLAR KAMARISINDA TÜRKİYE TARTIŞMASI
Türkiye’nin birikim ve açılımlarını daha yakından tanımak isteyen İngiltere, 8 Şubat 2010 tarihinde bir günlük önemli bir seminere ev sahipliği yapacak. Amaç her yönüyle Türkiye’yi tartışmak ve bir gelecek perspektifi edinmek. Tam gün sürecek seminere Türkiye ve İngiltere’den uzmanlar katılacak.

‘Turkey’s Role in an Emerging Network World’ başlığını taşıyan seminer Lordlar Kamarası’ında gerçekleştirilecek. Global Strategy Forum tarafından düzenlenen bu toplantıya Michael Ancram (Former Shadow Foreign Secretary and Chairman of the Conservative Part) ev sahipliği yapıyor. Konuşmacıların hepsi tanıdık ve uzman isimler. AB ile ilişkilerde gelinen son noktayı Egemen Bağış, ekonomik kalkınma politikasını Kürşad Tüzmen, Dış politikayı Yaşar Yakış, Türk-İngiliz yakınlaşmasını Suat Kınıklıoğlu anlatacak. Ayrıca Dominic Grieve, Lord Howell of Guildford, Baroness Nicholson of Winterbourne ve Lord Hannay of Chiswick gibi etkin isimler de konuşmalar yapacak.

Türkiye’nin birikimi, vizyonu ve gelecek perspektifi hakkında Nursuna Memecan, Dr. İbrahim Kalın ve Mehmet Öğütçü de birer konuşma yapacak. Ayrıca Cemalettin Haşimi, Mustafa Akyol, Sir David Richmond, Lord Bell of Belgravia, Remzi Gür, Huseyin Gün, Jonathan Clarke ve Murat Yalçıntaş mizakereleri ile seminere katkıda bulunacak.

STRATEJİK KONULAR MASAYA YATIRILIYOR
Konuşma başlıklarına bakınca seminerin konusu ve kapsamı hakkında daha geniş fikir edinmemiz mümkün. Seminerde şu başlıklarda sunumlar yapılacak: ‘Turkey’s evolving foreign policy: the view from Ankara’, ‘Zero problems with neighbours: Turkey’s regional strategy’, ‘Turkey’s role in the wider Middle East – more than a mediator? The implications for UK and EU poliy.,’ ‘The Role of Turkey's Foreign Trade in the neighbouring and surrounding countries’, ‘Changing Patterns in Turkish Foreign Policy – the impact on relations between Turkey and her western allies’, ‘Turkey and the UK – full partners on security and justice’, ‘Turkey and the UK – building a stronger partnership’, ‘Turkey and the EU: the view from Brussels - the politics and realities of EU accession’, ‘Is the EU vital to Turkey’s future: the opportunities and the challenges of accession?’, ‘Relations between Turkey and a future Conservative Government – what would they look like?’, ‘The importance of energy as a driver in shaping Turkish foreign policy’.

Seminerin son konuşmasını Başbakan Başdanışmanı Dr. İbrahim Kalın yapacak. Konuşmasının başlığı oldukça anlamlı: ‘The future: the rise of Turkey in a globalised world?”

Hem katılımcıların uzmanlık alanları ve deneyimleri hem de tartışma konularının kapsamı ve derinliği Türkiye hakkında verimli bir bilgi alışverişinin olacağı izlenimini veriyor. Bunu belki de yeni kurulan Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü’nün ilk etkinliklerinden biri olarak kayıtlara geçmek gerek zira Türkiye’de olup bitenleri dış dünyaya anlatmada bir hayli zaman kaybedildi. Şimdi bunu telafi etme zamanı.

Medyanın ıskaladığı gerçek: Türkiye yılından Türkiye yüzyılına

Türkiye açısından sevindirici gelişmeler oluyor. Türkiye’de yaşayan bizler bunu pek göremiyoruz. Çünkü özellikle iç politikadaki çekişmeler ve bütün enerjimizi alan sonuçsuz tartışmalar görüş alanımızı daraltıyor veya bir sis perdesi olarak önümüzü kapatıyor. Türkiye’yi takip etmek gerçekten emek istiyor, dikkat ve enerji istiyor. Çünkü her gün ayrı bir olay bomba gibi gündeme düşüyor.

Gazeteciler açısından, haber ve manşet konusu bulmak bakımından Türkiye’den daha verimli bir ülke var mı? Bana kalırsa yok. Çünkü bizim kadar dinamik ve değişken, arayış içinde olan ve yılların paslandırdığı zincirleri kırmak isteyen az toplum var. Türkiye bu konuda iyi bir örnek oluşturuyor.

Mesela şu meşhur “Balyoz” darbe girişimi veya tatbikat planı Türkiye’nin bütün gündemini sardı. Kulaklarımızı dış dünyaya tıkadık, gözlerimizi kapattık. Özellikle medya üzerinden bir analiz yapmak gerekirse şunu söylemek mümkün: İngiltere, Almanya, Hollanda ve ABD’de hangi gazeteyi elinize alırsanız alın, hangi televizyonun karşısına geçerseniz geçin bu ülke gündemlerinin bizimki kadar karmaşık, gerilimli ve enerji tüketen özellik taşımadığını görürsünüz.

Söz konusu ülkelerin medya organlarında zengin bir dış haberler bölümü vardır. Her ülkede muhabirleri ve yorumcuları olan bu organlarda dünyayı takip etmek, neler olduğunu görmek, küresel bir bakış açısı kazanmak, yani yerel ve ulusalı aşıp dünyayı takip etmek mümkün. Türkiye’de ise dış haberler magazin sayfalarından bile az. İşte dünya siyaseti ile olan ilişkimizi gösteren bir durum. En iddialı gazetelerde bile bir sayfa civarında yer alıyor dış haberler ve uluslar arası gelişmeler. Bu sayfaların bir kısmı da gıda ve moda gibi sektörlerin reklamlarına ayrılıyor üstelik.

Ya TV’ler. Bunların da pek farkı yok. Nadiren Türkiye dışından bağlantılar oluyor. O da sadece haber kanallarında. Diğerlerinde ise dizi filmler, evlendirme programları, eğlence ve magazin diz boyu. Haiti yerle bir olmuş Türkiye’den oraya giden TV sayısı nedeyse yok gibi. Bereket TRT’miz var. O da olmasa dünyaya kapalı, ya da dar açılarla bakan bir medya dünyamız kalacak. Neyse ki TRT imdada yetişiyor pek çok kez. Mesela TRT Türk bu anlamda müthiş yeniliklere imza attı.

Hep rüyamızı süslerdi. BBC ve CNN gibi kanallarımızın olmasını, bunların dünyanın dört bir yanından canlı yayınlarla bizi kendi merkezimizden alıp küresel gelişmelerle yüzleştirmelerini isterdik. Bu rüya gerçekleşti sayılır. TRT Türk bir haber kuşağında bazen beş altı ayrı başkente bağlanıyor, haber ve yorumları aktarıyor, uzun yıllardır medyamızın ihmal ettiği ülkelerden yayın yapıyor, mikrofonu uzmanlara uzatıyor, genç gazetecilere fırsat sağlıyor. Bunu takdir etmemek mümkün mü?

İşte böyle bir medya ile Türkiye yılından Türkiye yüzyılına taşıyabiliriz ülkemizi. Fransa’da Türkiye yılı etkinlikleri devam ediyor. Türkler son yıllarda ve günlerde uluslar arası başarılara imza atıyor. Dış politikada baş döndürücü gelişmeler oluyor ve bunlar sayesinde Türkiye daha bilinir ve saygın bir ülke konumuna geliyor. İşte bu noktada medyanın daha etkin, verimli ve dünyaya açık olması gerekiyor.

Şimdi şu isimlere ve başarılarına bir bakalım lütfen: Prof. Ekmeleddin İhsanoğlu, İslam Konferansı Teşkilatı başkanlığını başarıyla yürütüyor. Kemal Derviş UNDP’nin (BM Kalkınma Fonu) başında bulunuyor. Mevlü Çavuşoğlu AKPM Başkanlığına seçildi. Geçmişte Hikmet Çetin Nato Yüksek Sivil Temsilcisi olarak Afganistan’da görev yaptı. Yeni NATO Başkan yardımcısının da bir Türk olacağı kuvvetle muhtemel. İsimlerini zikredemediğimiz daha onlarca başarılı Türk ülkelerini ve toplumlarını uluslar arası kuruluşlarda temsil ediyor. İşte Türkiye’yi birazdan bu perspektiften okumak, görmek ve değerlendirmek lazım ki, büyük bir ülke olduğumuzu daha iyi anlayalım.

26 Ocak 2010 Salı

Monşer değil büyükelçi

Mardin çıkarmasını, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanlığı ve bürokrasinin yapısında başlatacağı köklü bir değişimin işareti olarak mı okumalıyız?

Mardin sokakları hiç alışık olmadıkları bir olaya, Dışişleri Bakanı ve otuza yakın büyükelçimizin çeşitli mekanlarda vatandaşla yüz yüze gelmelerine, konuşmalarına, beraber yemek yemelerine hatta kahvehanelerde karşılıklı pişti oynamalarına şahit oldu. Mardin dışında böyle bir olaya tanıklık eden başka bir ilimiz yok. Halkımız politikacıları, askerleri, mülki idare amirlerini, sporcuları ve sanatçıları aralarında görmeye alışkındır ama her nedense ülkemizi temsil eden büyükelçiler halk arasına karışmazdı. Buna mukabil Güneydoğu illeri başta olmak üzere toplumun büyük kesimi çeşitli ülkelerin Ankara büyükelçilerinin kendi illerini ziyaret ettiğini, incelemeler yaptığını ve sivil toplum kuruluşları ile görüştüğünü duyar ve bilir.

Dışişleri halka açılıyor

Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu, Mardin çıkarmasıyla, dışişlerinin üst düzey bürokratları ile toplum arasındaki kalın duvarı yıkma yolunda önemli bir adım atmış oldu. Bunu, belki de ezber bozan görüşleri ile tanınan ve diplomasi tarihimizin en birikimli Bakanı olan Sayın Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanlığı ve bürokrasinin yapısında başlatacağı daha geniş kapsamlı yeniliklerin ilk belirtileri olarak görmek gerek. Zira, Türkiye’nin, sahip olduğu zeki güç (smart power) ile bölgesinde düzen kuran bir ülke olmasıyla mütenasip dış politika açılımlarının başarılı ve sürdürülebilir olması bir dizi yapısal reformu gerekli kılmaktadır.

Gazetelere yansıyan haberlere göre Bakan ve büyükelçileri karşısında gören halkın bundan memnuniyet duyduğu anlaşılıyor. İlki yaşanan bu olay, Ankara’da 4-8 Ocak 2010 tarihinde “Demokrasi, Güvenlik ve İstikrar: Dünyada ve Türk Dış Politikasında 2010’a Bakış” konulu “İkinci Büyükelçiler Konferansı” sonrasında Mardin’de gerçekleştirildi. Aynı günlere denk gelen bir başka gelişme ise bir süredir çalışmaları devam eden Dışişleri Bakanlığı’nın yeniden yapılandırılması projesinin hayata geçirilmesi için girişimlerde bulunulması. Bakanlığın kendi ifadesi ile Türk diplomasisini taşıyan bu kurumun içinde bulunduğumuz yüzyılın koşullarına uygun bir yapıya kavuşturulmasının önemli bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmasının anlaşılmış olması bir dönüm noktası olarak karşımıza çıkıyor.

Vatandaş da bilsin!

Ülkemizde öteden beri yaygın bir algı vardır. Sokaktaki vatandaşın dış politika gündemini takip etmeye meraklı olmadığı, Türk dış politikasının nereye gittiği ile ilgilenmediği ve çevremizde olup bitenlere kayıtsız kaldığı gibi hayli yanlış bir algı var. Belki biraz da bu yanlış algıdan kaynakladığı için ne yazık ki görsel ve yazılı medyada dış haberlere ayrılan bölüm ve zamanın çok yetersiz olduğu görmekteyiz. Öyle ki en çok satan gazeteler de bile uluslar arası ilişkiler ve dış politika haberlerine çoğu kez yarısı reklam ile dolu bir sayfa zorla ayrılır.

Bazı medyanın organlarının da dış haberlere geniş yer vermeyerek körelttiği ilgi ve işaret edilen algı nedeniyle midir bilinmez, Dışişleri bürokrasisi uzun yıllardır dış politika konusundaki projeleri vatandaş ile paylaşma gereği duymuyordu. Hele hele halk içine hiç çıkmıyordu. Öteki bakanlıklar ve bürokratik kurumlarla karşılaştırıldığında belki de halktan kopukluk sırasında birinci sırada yer alıyordu. Belki yaptıkları iş kısmen bunu gerektiriyordu ama asıl neden, Türk dışişleri diplomasinin içe kapanık bir görüntüde çalışması, kamuoyu ile herhangi bir şey paylaşma gereği duymamasıydı. Bu nedenlere bir de sınıfsal faktörü eklemek lazım. Dışişleri bürokrasisi farklı bir sınıfsal gruba aidiyet görüntüsü veriyor. Kendi kuralları, kültürü, davranış kalıpları olan ve bu yönleri ile diğer bürokrasi alanlarından farklılaşan, bir derece de halktan kopan bir yapısı var gibi görünüyor.

Bu görüntü gerçeği yansıtmıyor olabilir. Ancak dışarıdan bakıldığında böyle bir izlenim var ve dışişleri de şimdiye kadar bu izlenimi düzeltecek, aslında toplumdan kopuk olmadığını, kamuoyunun görüşlerinin önemsediğini gösteren bir çaba içinde olmadı.

Mardin çıkarması

Bu noktada Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu ve büyükelçilerimizin Mardin çıkarmasını köklü bir değişimin işareti olarak mı okumalıyız? Yoksa dışişleri bürokrasisinin toplumla iç içe olduğu izlenimini uyandırmayı amaçlayan bir kamu diplomasisi uygulaması olarak mı görmeliyiz?

Bizim gönlümüz Mardin çıkarmasını köklü bir değişimin başlangıcı olarak görmek. Zira Türkiye’nin dış dünyadaki yüzü olan büyükelçilerimizin ve diğer dışişleri personelinin başarılarının sürdürülebilir olması söz konusu değişimlerin gerçekleşmesine bağlı. Eğer ilk izlerini görmeye başladığımız zihinsel dönüşüme ilaveten yapısal anlamda çok boyutlu değişimler gerçekleşmez ise dış politikada küresel rekabet noktasında Türkiye’nin iyi bir performans göstermesini beklemek zor olacaktır.

“Türk Dışişleri Bakanlığı’nda her kategorideki personel sayısı maalesef ihtiyaca cevap vermekten uzaktır. Meslek memuru ve idari memur sayısı bakımından sadece ABD, Rusya, İngiltere, Fransa ve Almanya gibi ülkelerin değil, Brezilya ve Pakistan’ın da gerisinde kalmış olmamız, önemli bir eksikliğe işaret etmektedir.” Bakanlığın internet sitesindeki açıklamadan alınan bu cümleler rekabetin ne kadar gerisinde kalma riski taşıdığımızın en açık ifadesi. Bu gerçekler de bölgesel ve küresel rekabete hazırlık açısında yeniliklere açık olmanın zorunluluğuna işaret etmektedir.

Dışişleri diplomasisi açısında çarpıcı olan bir başka şey ise daha düne kadar pek önemsenmeyen ve Bakanlığın da bu dilleri bilen personel istihdam etmek için özel bir çaba harcamadığı Rusça, Arapça, Çince, Yunanca, Balkan dilleri ve Farsça’ya öncelik verilecek olmasıdır. Bunun memnuniyet verici bir gelişme olarak kaydedilmesi gerekir diye düşünüyoruz. Yeniden yapılanma çalışmalarında belki de en önemli açılımlardan biri personel alımında başvurulan havuzun genişletilmesi olacaktır. Kamuoyunda bu yönde büyük bir beklenti mevcuttur.

Dışişleri Bakanlığı’nın kapılarını Türkiye’nin bütün kesimlerine açması, sadece uluslararası ilişkiler, siyaset ve hukuk gibi alanlardan mezun olanları değil pek çok ülkede olduğu gibi dil, tarih, sanat, kültür, felsefe, ekonomi ve ilahiyat birikimi olanları da bürokrasisine kazandırması Türk dış politikasının insan gücü açığını büyük oranda telafi edecektir. Avrupa ve ABD başta olmak üzere birçok ülkeyle karşılaştırıldığında Dışişleri Bakanlığı’nın bürokrat sayısının yetersizliği büyükelçi atamalarında da daha geniş bir kaynaktan yararlanılması gerektiğini gündeme almayı gerektirmektedir.

Diğer ülkelerde başarılı örnekleri olduğu üzere Türkiye’nin de bazı başkentlere ülkemizi temsil etme yetkinlik ve birikimine sahip akademisyenleri (Vatikan Büyükelçisi Prof. Dr. Kenan Gürsoy örneğinde olduğu gibi), bürokratları, sanatçıları ve iş adamlarını büyükelçi olarak atayabilmesi için önce zihni engellerin aşılmasının sonra da bunu mümkün kılacak hukuki düzenlemelerin yapılmasının zamanı gelmiştir.

http://stargazete.com/acikgorus/monser-degil-buyukelci-haber-240124.htm

21 Ocak 2010 Perşembe

Türkiye’nin Yüz Akı Bir Düşünce Kuruluşu: SETA

Türkiye’de düşünce kuruluşları yeni yeni kuruluyor. Üniversitelerdeki araştırma merkezlerinden farklı olarak daha çok güncel konularda stratejik bilgiler üreten ve öneriler sunan bu kuruluşlar aynı zamanda sivil sesin de yankı bulmasını sağlıyor. Düşünce kuruluşlarından en etkin yararlanan ülke kuşkusuz ABD. Son yıllarda Avrupa ülkelerinde de yaygınlaşmaya başladı. Türkiye’de ise henüz hala yeni. Ancak emin adımlarla yürüyen bazı düşünce kuruluşları da var. Bunların başında Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları geliyor.

Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları (SETA) Vakfı kurulduğundan bu yana yaptığı araştırmalar, yayınlar, raporlar, düzenlediği konferanslar ve çalıştaylar, Genel Direktör ve araştırmacıların medya görünürlüğü ile önemli başarılara imza atmıştır.

Bugün geldiği noktada bağımsız bir düşünce kuruluşu olarak SETA, siyaset, medya ve diplomasi çevrelerinin sürekli izlediği, Türkiye ve bölgeyi ilgilendiren konularda görüşlerine başvurulan ve itibar edilen bir kurum olma konumuna gelmiştir. SETA-Washington bürosunun açılması ile birlikte de ülke dışında da bilgi ve araştırmaya dayalı stratejik düşünce üretimine katkıda bulunma imkânına kavuşmuştur.

SETA bugüne kadar çeşitli kurumsallaşma süreçlerini tamamlamış, yurt içinde ve dışında geniş bir ilişkiler ağı oluşturmuştur. Dört-beş yıllık geçmişine rağmen SETA’nın birikimlerinin derinleştiği, etkinlik alanının genişlediği, Türkiye’nin sorunlarının çözümüne etkin katkıda bulunduğu, bir başka ifade ile geldiği konumu güçlendirip sürdürülebilir hale getirdiğini görmem memnuniyet verici. Öyle görünüyor ki SETA’nın bir düşünce kuruluşu okuluna dönüşerek uzun ömürlü bir yapıya ve daha geniş bir etki gücüne ulaşabilme yolundaki adımları yakında meyvelerini verekecek

SETA Vakfı Türkiye ve Bölgenin ilk kapsamlı dış politika raporlarını ve araştırmalarını başarıyla hayata geçirdi. Saha araştırmalarına dayalı büyük çalışmalar başarı ile kısa sürede tamamlanarak gündeme doğrudan pozitif müdahale yapıldı.

SETA Analiz aracılığıyla Türkiye’nin meselelerine zamanında etkili yayınlarla çözüm önerileri sunuldu. Bu Analiz’ler kısa sürede referans metinleri haline geldiler. On bine yakın ilgiliye e-maille ulaştırılmakta, bin matbu kopya dağıtılmaktadır.

SETA, Policy Brief’ler vasıtasıyla halen Türkiye’de bir ilk olan yayınlar gerçekleştirildi. Küresel ölçekte Türkiye’deki tartışmaların büyük bir kısmı SETA Policy Brief’ler vasıtasıyla izlenmektedir. Birçok küresel yayın organında bu metinler referans alınmaktadır. SETA Policy Briefler, Amerikan Kongresinden Avrupa parlamentolarına, Arap dünyasından Kafkasya’ya yoğun bir şekilde takip edilmeye başlandı. İlgili bazı kurumlar ve gazeteciler SETA Policy Brief’leri Arapça, Almanca ve Kürtçe’ye çevirerek yaygın bir şekilde kullanmaya başladı.

Insight Turkey dergisi başarılı bir editoryal yönetimle Türkiye’nin dışarıdan izlenen en önemli yayın organı haline geldi. SETA’nın bazı çalışmaları ise şöyle özetlenebilir:

Ankara’daki büyükelçiliklerle yoğun bir network faaliyeti yürütüldü. Türkiye’yi ve Ankara’yı ziyaret eden yabancı entelektüel, araştırmacı, temsilci ve bürokratlarla yoğun bir network faaliyeti hayata geçirildi. Sadece Türkiye’de 7 büyük uluslar arası toplantı hayat geçirildi. Amerika’da 4 büyük toplantı hayata geçirildi. SETA araştırmacıları dünyanın farklı yerlerinde (Hindistan’dan İsviçre’ye; Ermenistan’dan Afganistan’a onlarca farklı ülkede) üst düzey toplantılara katıldılar. Zor bölgelerde seçimleri izleme faaliyetleri yürütüldü. Yurt içi ve dışında akademik, güncel yazılı ve görsel yayın organlarında SETA araştırmacılarının görüşleri yer aldı.

Yurt dışında yoğun bir iletişim ve etkileşim ağı oluşturuldu. Amerika’dan Arap dünyasına, Avrupa’dan Kafkasya’ya yüzlerce etkin isimle doğrudan ilişki sağlandı. Ermenistan, Azerbaycan, Gürcistan ve Rusya çalıştayları yapıldı. SETA Washington şubesi 2009’da faaliyete geçti ve önemli toplantılara imza attı. Artık Washington Türkiye'yi farklı bir perspektiften görecek.

SETA Vakfı’nın çalışmalarını önümüzdeki aylarda daha sık duyacağınızdan kuşkunuz olmasın. Dileyenler daha geniş bilgi için www.setav.org adresine bakabilir.

12 Ocak 2010 Salı

Londra'da Bir Mabed: Aziziye Camii

Londra’ya ne zaman ayak bassam mutlaka uğramak istediğim yerlerden biri Aziziye Camii’dir. Hepimizin Londra ile kurduğu farklı ilişkiler, özellikle gezmek, görmek ve ziyaret etmek istediği mekanlar vardır. İşte Aziziye Camii’nin benim için böyle bir önemi var. Yeni yılın ilk Cuma namazını kılmaya gittiğim bu cami beni yirmi yıl öncesine götürdü.

Yüksek lisans ve doktora eğitimi için geldiğimiz Londra’da bir grup arkadaşla ilk uğrak yerlerimizden biri Aziziye Camii olmuştu.

Zaman ne kadar da hızlı akıp gitmiş. Ama Aziziye sıcaklığından hiçbir şey kaybetmemiş. Londra’da eski olanlar bilir. Aziziye eski bir sinema salonundan camiye çevrilmiş bit yapı.

Şimdiki halini almadan önce zemin düz değildi, sinema koltuklarının yerleştirilmesi için eğimli yapılan zemin bir süre öyle kullanıldı. Daha sonraları büyük gayretler sonucu cami şimdiki haline kavuştu. Bu sırada çoğu kişinin emeği geçti. Kimi maddi yardım yaptı, kimi zamanını verdi kimi de fiziki olarak bu mekanın gelişmesine katkıda bulundu. Dua ediyor ve umuyoruz ki Yaradan katında bu yapılanların büyük bir karşılığı olacaktır.



ZAMANIN RUHUNU YAKALAMAK

Türkiye’den beraber geldiğimiz bir öğrenci grubu ile Aziziye’ye ilk uğradığımız da ne kadar samimi ve candan karşılandıysak en son gidişimde de öyle karşılandım. Camiye gelenleri içtenlikle karşılama geleneğinin hala korunuyor olması doğrusu beni çok memnun etti. Çünkü zamanımızda kurumlar büyüdükçe, gelen gidenlerin sayısı arttıkça bazen bürokratik bir yapı oluşuyor ve sıcaklığına alıştığımız yerler bu kurumsallaşma sırasında soğuk bir yüz kazanabiliyor.

Aziziye kurulduğu günden beri aynı duyguyu veriyor insana. Büyüdü, gelişti, kurumsallaştı ve cemaatinin sayısı arttı. Ama eski iç güzelliğinden bir şey kaybetmedi. Bunu neye borçlu diye bir soru akla gelebilir?

Gördüğüm ve izlediğim kadarıyla bunu misyonuna, emek verenlerin ve önderlik yapanların ahlakına, gönül verenlerin duasına borçlu. Aziziye bir taraftan zamanın ruhunu yakalıyor, diğer yandan da geleneğini koruyabilir.

Aziziye Camii gibi kurumlar çoğumuzun farkında olmadığı oranda hayatımızın çeşitli yönlerine ciddi katkılarda bulunuyor. Bunları dini, sosyal ve kültürel olarak sınıflandırmak mümkün. Bu köşe yazısında, dini ve kültürel katkıları sonraya bırakmak kaydıyla, sadece sosyal yönüne biraz işaret etmek gerekirse şunları söylemek mümkün.

Aziziye Camii sizi uzun yıllar önce tanıdığınız dostlarınızla tekrar buluşturabilen bir mekan. İbadet edilen bir mabet olma yanında bir tür ikinci adres, buluşma, kaynaşma ve muhabbet mekanı. Bu öyle bir muhabbet ki, onu besleyen kaynak insan sevgisinden başka bir şey değil. Hepimizin bildiği Yaradan ötürü gelen bir sevgi. Allah rızası için bir sevgi ve muhabbet. Yani karşılık beklemeden duyulan bir sevgi.

AZİZİYE’NİN TEMELİ

Doğrusunu söylemek gerekirse Aziziye’nin temelinde böylesine bir sevgi var. Belki de işin sırrı burada. Çünkü bundan yıllar önce Aziziye’de gördüğüm ve tanıdığım insanları aynı mekanda tekrar gördüğümde eski dostluk ve sıcaklığı hemen hissettim. Onlarla tekrar kucaklaşabildim. Araya ne mesafe ne de soğukluk girmiş yıllar geçmesine rağmen. Yüzlerde yine samimi ifadeler, gözlerde yine o aynı sıcaklık.

Zaman darlığından dolayı ayaküstü hal hatır sormaların dışında pek fazla zaman geçiremesem de eski dostları görmek inanılmaz derecede iyi geldi bana. Eğer bu insanlar yirmi küsur yıldan beri hala Aziziye’ye geliyorlarsa bunda bir hikmet aranmalı. Peki bu hikmet nere aramalıyız?

Bu hikmet Aziziye’nin temsil ettiği değerlerde aranmalı. Aziziye hizmet etmeyi şeref bilenlerin davranışlarında aranmalı. Aziziye’yi Aziziye yapan cemaatin sadakat ve samimiyetinde aranmalı.

2010 Umutları, Beklentileri ve Heyecanları

Koca bir yılı daha geride bıraktık. Acısıyla, tatlısıyla, iyisiyle, kötüsüyle, başarı ve başarısızlıkları ile 2009 veda ettiğimiz bir yıl oldu. Geçen günleri geri getirmemiz mümkün olmadığı için artık geleceğe, 2010 ve ötesine bakmak, yeni bir döneme hazırlık yapmak ve bunun için de yüreğimizi ve zihnimizi yenilemek ve tazelemek durumundayız.

Eğer iç dünyamızda bir yenilik yapmaz, zihinsel ve ruhsal arınmışlık yaşayamassak geleceğe bakmak yerine geçmişe takılırız. Kuşkusuz geçmişimizi unutamayız, olan olan bitene ve yaşadıklarımıza sünger çekemeyiz ama geçmişe de takılmak zorunda değiliz.

Geçmiş ders almak ve ders çıkarmak için vardır. Belki hatıralarından beslenmek, kendi bütünlüğümüzü korumak ve devam ettirmek için de yararlıdır. Ama sürekli ona esir olmak yani geçmiş yaşantıların tutsağı olmak ruh sağlığı açısından kabul edilebilir bir durum değildir.

YENİ BİR GELECEK HAYALİ

Ne olursa olsun 2010 ve ötesi için yeni bir gelecek hayali taşımak hatta inşa etmek zorundayız. Buradaki can alıcı sorular şunlardır: Zamana yenilmek mi yoksa zamanı aşmak ve yenmek mi istediğimiz şey? Hayatın getirdikleri karşısında tutsak mı olmak yoksa ona müdahil olmup kendi geleceğimizi kendimi mi şekillendirmek istiyoruz?

Daha açık ve net sormak gerekirse, kılımızı kıpırdatmadan yerimizde oturup insani yaratıcılık ve üreticilikten uzak ve bıkkın, kendi köşesine çekilmiş ve sinmiş bir hayat mı sürmek istiyoruz yoksa enerjimizi sürekli canlı canlı tutup hayata hergün yeniden mi başlamak istiyoruz?

Bizim kültürümüz ve inancımız tembelliği ve miskinliği, kadercilik ve teslimiyetçiliği onaylamaz. Düşünün ki bu milllet Orta Asya bozkırlarından çıkıp Anadolu’yu vatan yapmış. Bütün engelleri aşarak Anadolu topraklarını Türkleştirmiş, müslümanlaştırmış ve özgürleştirererek Türklerin egemen olduğu bir vatan haline getirmiş. Tembel, miskin ve içine kapanık bir milletin bunu yapması mümkün mü?

Türkler Anadolu topralarına da sığmamış, ordan Rumeli ve Avrupa’ya da sıçramış, Balkanlar ve Orta Doğu’da at koşturmuş. Dünyaya nizam verme iddiasıyla gece gündüz çalışmış. Peki bu necip milletin torunları bizler ne yapıyoruz? Nasıl bir gelecek vizyonumuz var; netür heyecanlar taşıyoruz; hem kendimizi hem de içinde bulunduğumuz toplumu ve ait olduğumuz grubu bir adım daha ileri götürmek için ne yapıyoruz? 2010’a girerken bu soruları kendimize sormamız ve etrafımızdaki dostlarımıza hatırlatmamız gerekmez mi?

ZAMANIN TUTSAĞI OLMAMAK İÇİN

Kendi geleceğine sahip çıkamayan topluluklar ya zamanın ya da başka toplulukların tutsağı olur. Yani iradelerini bir türlü hayata geçiremez ve etken olamazlar. Sürekli edilgen olurlar ve koyun gibi güdülürler. Türkler tarihin hiç bir kesitinde tutsak olmadılar. Buna hep karşı koydular. Çünkü kendi kaderlerini kendi çizmek isteyen bir millet olarak büyük kayıplar pahasına özgürlüklerini korudular. Anadolu ancak böyle vatan yapıldı ve korundu.

Diyasporadaki Türklerin de kendi geleceklerine sahip çıkması ve bu bilinci çocuklarına aktarması gerekiyor. Yoksa günün birinde ne kimlik ne de inanç kalır. Hem birey hem de toplum olarak zihinsel tutsaklık yaşamamak için bizi ‘biz’ yapan değerlere sahip çıkıp 2010 ve ötesine taşımak zorundayız. Bu, var olma veya yok olma arasında bir seçim yapmak anlamına gelmektedir. 2010’da ‘var olmak’tan yana tavır almalıyız. Daha parlak bir gelecek inşası dileğiyle iyi seneler diliyorum.

Endonezya’da yeni hükümetin öncelikleri hangi konular?

Nüfus bakımından dünyanın en büyük dördüncü ülkesi olan Endonezya, 280 milyonluk nüfusu ile en büyük İslam ülkesi. G20 üyesi olan Endonezya ...