29 Ağustos 2014 Cuma

Çocuğa yönelik şiddetin toplumsal boyutu

Toplumsal yapının köklü dönüşümler geçirdiği bir zaman dilimindeyiz. Toplumsal yapıdaki değişimleri aileler yeterince doğru okuyamıyor. Geleneksel olarak toplumdaki çocukları, yaşlıları ve zayıfları koruma duygu ve davranışı kentleşme ile birlikte zayıflamış bulunuyor. Buna bireyselleşme ve yalnızlaşma duyguları da etkilendiğinde özellikle kentte korunaklı alanlar gittikçe daralıyor. 

Aileler hala geleneksel yapının korunduğunu ve çocukların toplumsal bir korunma mekanizması içinde olacağını var sayıyor. Yani aileler değerlerin aşındığının farkında olmadıklarından dolayı çocuklarının korunması konusunda hala doğrudan ve etkin bir sorumluluk almıyor. Bunu topluma bırakıyor. Halbuki toplumsal suç ve şiddetin artış eğilimi gösterdiğini göz önünde bulunup erken yaşlardan itibaren çocuklarını uyarmalı, eğitmeli ve koruma mekanizmalarının daha iyi çalışması için çaba göstermeliler.

Çocuklara yönelik şiddetin önlenmesinde ailelerin ihmal ve sorumlulukları olduğu hadiseler var. Ancak çocuklara yönelik suç ve şiddetin önlenmesinde aileler tek başına önleyici olamaz. Bu bir toplumsal sorundur ve hem aileler hem de kamu otoriteleri bu sorunun gündeme getirilmesi, canlı tutulması ve uyarıların zamanında yapılması konusuna özen göstermelidir. 

Kuşkusuz ailelere düşen ilk görev çocuklarına çevrelerindeki mevcut riskleri anlatmalıdır. Eğitime ne kadar erken başlanırsa uyarılar o kadar etkili olacaktır. Diğer yandan kentleşme ve toplumsal değişimin getirdiği yalnızlık ve bireyselleşmenin insanları suça itme risklerini de göz önünde bulundurup fiziki önemleri almalı, çocukları oyun alanlarında, parklarda ve kamuya açık diğer yerlerde daha yakından gözlemlemelidirler.

Çocuğa uygulanan şiddetin cinsel istismar boyutu

Çocuklara yönelik şiddet ve cinsel istismar dünyanın pek çok ülkesinde toplumsal bir sorun olarak aileleri ve kamu otoritelerini kaygılandırıyor. Özellikle internette yaygınlaşan çocuk pornografisine erişimin artması bir taraftan toplumsal ve etik değerlerin zayıflamasına diğer yandan suça eğilimli kişilerin dolaylı da olsa teşvik edilmesine yol açıyor.

Çocuklara yönelik cinsel saldırının bir sapkınlık olduğu, kişilik bozukluklarından kaynakladığı, suça eğilimli olanların ceza veya tedavi yolu ile rehabilitasyonu için gerekli mekanizmaların yetersizliği gibi hususlar bu sorunu daha  da derinleştirmektedir. Bu nedenle çocukların cinsel istismarına ilişkin konuların bir tabu olarak saklanması yerine konuşulması, tartışılması ve açığa çıkarılması gerekir ki bu tür saldırılara maruz kalmış bireyler kendileri ileride suç makinalarına dönüşmeden tedavi edilebilsin. Bu fiili işleyenler de cezalandırılsın.

Türkiye'de toplumun çocuğa bakışında genel olarak sevgi, şefkat ve koruma duygusu hakimdir. Bu yaygın bakış herkese güven duygusunu da besliyor. Çoğu kişinin aklına bile gelmiyor çocuklarının cinsel obje olarak şiddete uğrayacağı. Ancak öyle görünüyor ki psikolojik faktörlerin etkisi, koruma mekanizmalarının yetersizliği, ailelerin ve kamu otoritelerinin özensizliği veya dikkat eksikliği nedeniyle sapkın emellerini gerçekleştirmeye çalışan pedofillerin de olduğu görülüyor.  

Çocukların korunması için yapılacak şey çok

Çocuklara yönelik şiddetin önlenebilmesi için öncelikle bir sorun olduğunun kabul edilmesi, bu sorunun görmezden gelinerek çözülemeyeceğin aileler ve yetkililer tarafından görülmesi gerekir. İkinci olarak çocuklara yönelik şiddetin, buna cinsel istirmar da dahil, önlenmesi konusunda ortak bir aklın inşası ile beraber farkındalık artırımı çalışması yapılmalıdır. Hem mahalle ve komşular arasında bir toplumsal dayanışma ve farkındalık hem de bölgesel ve ulusal çapta yetkililer ile bir taraftan farkındalık artması diğer yandan güvenliğin (koruma mekanizmalarının) artırılması konusunda işbirlikleri yapılması gerekmektedir. Öte yandan toplumdaki diğer türden şiddet (kadına şiddet, siyasal şiddet vb) olaylarının çocuklara yönelik şiddete de zemin hazırladığının bilinmesi gerekir. Kuşkusuz toplumsal ve etik değerlerin de suç önleyici bir yönü vardır. Bu değerlerin canlandırılması ve aktarılması konusunda da yetkililer ve aileler ortak çalışmalar yapmalıdır.

İslamofobi, Hoşgörüsüzlük ve Ayrımcılık Üzerine Soru ve Cevaplar


Soru: Geçtiğimiz yıl düzenlenen, Avrupa’da Göç, İslam ve Çokkültürlülük konulu sempozyumda, T.C. Cumhurbaşkanı sayın Abdullah Gül, ‘‘Irkçılık, farklı kültürler ve hayat biçimlerine dönük hoşgörüsüzlük, ne yazık ki Batı toplumlarının en müzmin hastalıklarından biridir.’’ demişti. Böyle bir yargıda, genellemede bulunmak isabetli olur mu sizce? Siz de bu görüşe katılıyor musunuz?

Cevap: Avrupa geniş bir coğrafyayı, farklı siyasal tarih ve kültürleri içeren bir yapıya sahip. Bütün Avrupa ülkelerini aynı kalıba sokmak, tek tip ve yeknesak olarak görmek mümkün değil. Ancak özellikle 11 eylül olaylarından sonra müslümanlara yönelik kalıpyargıların, önyargıların ve ötekileştirmelerin yaygınlık kazandığı biliniyor. Buna paralel olarak ise müslümanlara yönelik dışlama, hoşgörüzlük, ayrımcılık hatta şiddet artış gösteriyor. Pekçok bilimsel araştırma ve Temel Haklar Ajansı gibi kuruluşların raporu da böyle gelişmeler olduğunu doğruluyor.

Soru: Irkçılık ve hoşgörüsüzlük ‘‘hastalığının’’ –Batı toplumları özelinde- sebepleri nelerdir sizce?

Cevap: Batı toplumlarında farklı dinlere ve kültürlere, bilhassa İslam ve müslümanlara karşı hoşgörüzlüğün tarihsel kökenleri var. Buna ilaveten günümüzdeki medeniyetsel farklılık söyleminin de etkisini görmek gerekir. Batının kollektif kimliğinin oluşmasından İslam ve müslümanlar en belirgin „öteki“ rolünü üstlenmiştir. Batının tarihine bakılacak olursa Haçlılardan Osmanlıya kadar pekçok dönemde mücadeleler olduğu görülür. Günümüzde ise Batı kendi kültür ve uygarlığını daha üstün görmektedir. İslamın çağdaş ve küresel değerler ile barışık olmadığı, kılıç ile yayıldığı, bugün de terör ve şiddet ile anıldığı düşünüldüğünde Batı dünyasındaki ırkçılık ve hoşgörüzlüğün kaynakları daha iyi anlaşılabilir.

Soru: 2009 yılında, dünyanın en modern, zengin ve eğitimli halklarından birinin yaşadığı İsviçre’de minare konusu referanduma götürülmüştü ve halkın çoğunluğu minare yasağından yana tavır ortaya koymuştu. Bu durumu nasıl açıklıyorsunuz? Bu denli eğitimli insanlar dahi farklı olanla yaşama konusunda gerekli tolerans ve tahammülü gösteremezken, Avrupa’daki diğer toplumlardan hoşgörü beklemek beyhude mi?

Cevap: Avrupa’nın dinle imtihanı zor olmuştur. Tarihsel olarak bakıldığında Fransa başta olmak üzere bazı Batı ükelerinde din karşıtı diyebileceğimiz, daha doğrusu Katolik kilisesinin ruhba sınıfının siyasal ve sosyal üzerindeki hegemonyasına karşı yürütülen katı ve sert mücadelenin etkilerinin bugüne kadar sarktığını görmekteyiz. Avrupa’da gelişen katı ve dışlayıcı sekülerleşme sadece hristiyanlığa yönelik algıları değil, İslam ve müslümanlara ilişkin algıları da olumsuz etkilemektedir. Batı zihni din ile barışmadığı ve kamusal hayatta dine temsil imkanı verecek biçimde dönüşmediği sürece müslümanlara yönelik kucaklayıcı bir toplumsal atmosferin oluşması kolay görünmemektedir.

Soru: Konuya tersten bakarsak; Türkiye toplumunun, bizim farklı olana çok daha hoşgörülü olduğunmuzu söyleyebilir miyiz? En son yaşanan Suriye’den gelen mülteciler örneğini göz önünde bulundurarak soruyorum bu soruyu… Suriyelilerin ve Mülteci kamplarının bulunduğu yerlerden gelen haberler, aslında biz Türkiyelilerin de pek öyle ‘‘misafirperver’’ olmadığımızı ortaya koyuyor. Hâl böyleyken Batı’yı eleştirmeye, ayrımcılık yaptıklarından dem vurmaya çok fazla hakkımız yokmuş gibi geliyor, ne dersiniz?

Cevap: Tarihsel olarak Türkiye, çok kültürlü, çok etnisiteli, çok dilli ve çok dinli bir imparatorluğun mirası üzerine kurulmuştur. Kuşkusuz bir ulus devlet kurulurken bu çoğulculuk yeterince dikkate alınmamıştır. Ancak Türkiye ve Ortadoğu din, mezhep ve inanç aşısından Avrupa’dan çok daha çoğulcuğudur. Bu kadar farklı din, mezhep, etnik yapı ve inanç pek az yerde vardır. Bu nedenle içinde bulunduğumuz coğrafyanın öteki kültürlere ilişkin geliştirdiği olumlu bir yapı vardır. Osmanlı Millet Sistemi de bunun kurumsallaşmış biçimidir.

Suriyeli mültecilere büyük oranda kucak açılmıştır. Toplum genelde bu insanları kabullenmişdir. Bunun en belirgin göstergesi devlet yanında çok sayıda insani yardım kuruluşunun mültecilere yönelik çalışmalarıdır. Kampların olduğu yerlerde zaman zaman dışlayıcı davranışlar olsa da Türkiye’de Batı tipi ve benzeri yabancı düşmanlığının olduğunu söylemek mümkün değildir. Tabiki mültecilerin sayısının artması ve yerleşik hayata geçmesi ile birlikte bazı sorunları da ortaya çıkmaya başlayabilir. Henüz bu sorunlar baş göstermeden sosyolojik, ekonomik, kültürel ve hukuki önlemlerin alınması da acilen lüzumludur. Son olarak, ırkçılık ve ayrımcılık konusunda Türkiye ile Avrupa’yı kıyaslamak imkan dahilinde değildir yaşanan olayların boyutuna bakıldığında.

(Bu söyleşi Almanya’da yayınlanan Perspektif Dergisi, Şubat 2014 sayısında yayınlanmıştır)

Yumuşak Güç Unsurları ve Türkiye Algısı


Türkiye’nin yumuşak gücü ve bölge ülkelerine etkisi son yıllarda yükselmekteyken farklı anketler ve araştırmalar 2013’te bir kırılma yaşandığını gösteriyor. Bunun sebepleri üzerinde düşünmek ve mevcut yumuşak güç kaynaklarını tekrar değerlendirmek gerekiyor.
 
Arap Devrimleri öncesi ve başlangıç aşamasında Türkiye tecrübesi yakından takip ediliyor, özellikle devrime öncülük eden yeni siyasal aktörler Türkiye’nin geçirdiği değişim ve dönüşümleri bir başarı öyküsü olarak değerlendiriyorlardı. Onlar için Türkiye muhafazakar bir iktidar tarafından yönetilen, doğu-batı değerleri arasında denge kuran, ekonomik kalkınmayı sürdüren, Kürt sorunu gibi konular ile yüzleşebilen bir ülke olarak dikkat çekiyordu. Benzer bir durum bölge ülkelerindeki kamuoyunda gözleniyordu. Dizi filmleri ve müzik gibi Türk popüler kültür ürünleri, vizelerin kalkması ile başlayan seyahatlerin doğurduğu yakınlık, Türki dış politikasının bölgeye açılması ve sıfır sorun siyaseti önemli bir ince/yumuşak güç oluşmasını sağlamıştır.
 
İki gelişme bu algıda kısmen de olsa kırılmalar yarattı. Birincisi Suriye’de rejimin iktidarda beklenenden uzun kalması; ikinci ve daha önemlisi ise Mısır’da askeri yönetimin iş başına gelmesi ile başlayan yeni süreç. Türkiye, Suriye’de Esed, Mısır’da ise Sisi yönetimine karşı açık tavır aldı. Her iki ülkede de devlet kontrolündeki medya bu süreçte Türkiye aleyhine yayınlar yaparak, Türkiye’nin muhalifleri, terör ve şiddet estirenleri desteklediği görüşünü yaymaya başladı. Ayrıca Türkiye’nin bölge için en önemli deneyimi olabilecek “meşruiyete dayalı siyaset” bölgedeki diğer otoriter rejimlerin de benimsemediği bir anlayış olduğundan Türkiye’nin algısı olumsuz yönde etkilendi. Ancak bu noktada yönetici elitler ile halkı birbirinden ayırt etmek; seçkinlerdeki Türkiye algısı olumsuza evrilirken, geniş toplumsal kesimlerde köklü bir değişiklik olmadığını not etmek gerekir.
 
Bir yumuşak güç aracı olarak yükseköğretim
 
Türkiye uzun yıllardır içinde bulunduğu bölgeye mesafeli durmuş; Arap ülkeleri ve İran’dan alınan üniversite diplomalarını dahi eşdeğer ve geçerli saymamış; bölgeni tarihe, kültür ve medeniyetine ilişkin ciddi araştırmalar da yapmamıştır. Hatta El-Ezher gibi üniversitelerden alınan diplomaların denklikleri YÖK tarafından geçmişte geriye dönük olarak iptal edilmiştir. Bütün bu gelişmeler Türkiye’nin çekiciliğini olumsuz etkilemiştir.
 
Bugün gelinen noktada bölge ülkelerinin eğitim kurumları ile yakın ilişkiler kurulmaya; öğrenci ve öğretim üyesi değişim programları başlatılmaya başlanmıştır. Üniversitelerimiz de dış politikadaki açılımlardan esinlenerek kapılarını Ortadoğu, Balkanlar, Kafkasya ve Kuzey Afrika’dan gelen öğrencilere açmıştır. Ayrıca Türkiye devlet bursları ile her yıl artan sayıda yabancı öğrenci de gelmeye başlamıştır. Türkiye’de 170 üniversite olduğu düşünülürse eğitim ve öğretim merkezi olma; beyin göçü ile cazibe merkezine dönüşme açısından büyük bir potansiyelin varlığı gözlenmektedir.
 
Bu arada Türkiye’ye gelen Suriyeli mülteciler de önemli bir insan kaynağı olarak değerlendirilebilir. Türkiye mülteciler konusunda insani bir politika takip etmekle birlikte, sayıların sürekli artmasından dolayı kısa vadeli planlar yapmak zorunda kalmıştır. Bunlar arasında ülkeye sığınanların eğitime entegrasyonu da vardır. Ancak hangi alanda ne kadar öğrenci var; bunlar nerede en iyi şekilde değerlendirilir konusunda kapsamlı bir çalışma henüz yapılmamıştır. Nereden gelirse gelsin iyi yetişmiş beyinlerin her halukarda Türkiye’nin iş, ekonomi, teknoloji ve bilim sektörlerine katkıda bulunabileceklerini unutmamak gerekir. Bu bağlamda Suriyeli mülteciler önemli bir potansiyel taşımaktadır.
  
Türk Diyasporası ve Dış Politika
 
Dış politika ve yumuşak güç açısından bir başka önemli unsur yurt dışı Türkleridir. Sayıları oldukça kalabalık (6 milyon) olmalarına ve pek çok ülke demografik olarak temsil edilmelerine karşın Türk diyasporası uzun süre ihmal edilmiştir. Konuyla ilgili bakanlıkların ne bir özel kurumu, ne de bir bütçesi ve insan kaynağı olmuştur. Bu nedenle Türklerin dışarıda lobi yapması için desteklenmesi ve güçlendirilmesi mümkün olmamıştır. Her ülke için o ülkenin diyasporası kritik önem taşır. Yahudi ve Ermeni diyasporaları bunun en bilinen örnekleridir. Türkiye bu gerçeği geç fark etmiştir. Bugün yurt dışı temsilciliklerin hepsi kapılarını Türk derneklere ve oluşumlara açmıştır. Türkiye’deki dış politika anlayışının da bunda payı olmuştur. Oy verme hakkı bile tanınmayan dış Türklere bu hak da verilmiştir. Ancak burada önemli olan kime oy verecekleri değildir; önemli olan hangi parti iktidarda olursa olsun Türk diyasporası ile etkileşim halinde olacak kurumların oluşturulması ve güçlendirilmesidir.

Kutuplaşma ve ayrışmanın kökenleri

Kutsal kitaplar, peygamberler takipçilerini, ulus devlet yönetimler ise vatandaşlarını birlik ve beraberliğe çağırır ama yine de insanların tefrikaya ve fitneye düştüğü görülür. Ortak değer, beğeni, çıkar ve beklentiler gibi nedenler yanında coğrafya, doğal yapı ve şartlar insanların bir arada yaşamasına yol açmıştır. İnsanlar için güvenlik arayışı ve ihtiyacı ile ekonomik ve toplumsal dayanışma varoluşsal bir anlam kazanmıştır. Din de bütün bu maddi toplumsal unsurlara manevi bir ruh üflemiş; dirlik ve düzenliğin, sosyal barışın temellerini atmış ve kuvvetlendirmiştir. Klasik ve modern toplumbilimcilerin çoğu dinin bütünleştirici yönüne işaret etmiştir. Ancak katı modernleşme ve pozitivizmin etkileri ile dinin ve din kurumların toplumsal hayattan soyutlanmaya başlaması aynı zamanda toplumsal çözülmeye yani tefrika ve fitneye de zemin hazırlamıştır. Din hayattan çekildikçe, çıkar çatışmaları ön plana çıkmış, iktidar arayışı ve güç zehirlenmesi başlamış birlik ve beraberliğin temelinde bulunan eşitlik, adalet ve diğergarmlık değerleri örselenmiştir.
 
Ayrışmanın sosyolojik ve ekonomik sonuçları
Tefrika ve fitne toplumsal dayanışmayı erozyona uğratmıştır. Farklılıklar, zenginlik olarak kabul edilmesi gereken yerde gerilim ve çatışma kaynağına dönüşmüştür. Dini inanç ve ilkeler bütünleştiricidir. Ancak dine gereken önemin verilmediği dönemlerde sosyal yapıda çatlak oluşması, bunların çatışmaya dönüşmesi daha kolay olabilmektedir. Ekonomik açıdan da tefrika ve fitne ciddi sonuçlar doğurmaktadır. Ekonomik kalkınma ve refahın temelinde işbölümlerine dayalı üretim ve dayanışma vardır. Yardımlaşma ve çalışma ahlakı ile güven duygusunun oluşmasında dini inançların önemi bilinmektedir. İşte fitne ekonomik kalkınma ve refah için gerekli değer ve ilkelerin zayıflamasına neden olmaktadır.
 
Ayrışma ve ihtilaf dönemlerinde neler yapılmalı?
 
Kuran ve Sünnet Müslümanların ortak değerleridir. Siyasi ve dünyevi çıkarların meşrulaştırılması için araç olarak kullanılmamalıdır. Çünkü Kuran ve Sünnet müminlerin tümü için hakikatin başlıca kaynağıdır.
 
Adalet, eşitlik, dayanışma, birlik ve kardeşlik gibi değerlerin de bireylere ve sosyolojik bir kitle olarak cemaat ve ümmete aktarıldığı kaynaklardır. Bu nedenle Kuran ve Sünnet’in belirli topluluklar ve onların siyasi vb çıkarlarını savunmak ve bu uğurda yaptıklarını meşrulaştırmak için asla kullanılmamalıdır.
  
İslam dünyasında niçin bu kadar kutuplaşma ve çatışma var?
 
İslam dünyasında tanıklık ettiğimiz çatışma ve sürtüşmelerin temelinde başlıca üç neden yatmaktadır. Bunlardan birincisi meşruiyet arayışıdır. Suriye ve benzeri ülkelerde toplumun çoğunluğu Müslüman olmasına, siyasi temsil ve katılım talep etmesine, kendi geleceklerine kendileri karar vermek istemelerine karşın otoriter yönetimler buna olumlu cevap vermemiştir. İslam coğrafyasında son yıllarda geniş kapsamlı bir sorgulama başlamıştır. Bu sorgulamanın hedefinde toplumsal desteğe sahip olmayan yönetimlerin meşruiyetlerinin sorgulanması vardır.
 
İhtilafların temelinde yatan ikinci bir neden ise sömürgecilik döneminden geriye bırakılan daha doğrusu siyasal olarak projelendirilen toplumsal yapı inşalarıdır. Özellikle etnik ve mezhepsel aidiyetlerin sömürgeciler tarafından geriye bırakılan ayrıştırıcı bir miras olduğunu, geç dönem milliyetçilik rüzgarının da etkisiyle bunun ihtilaflara kaynaklık ettiğini belirtmek lazım.
 
İslam coğrafyasındaki ihtilafların üçüncü nedeni ise enerji kaynaklarının büyük oranda bu ülkelerde olması nedeniyle dış müdahalelerin doğrudan veya dolaylı biçimde devam ediyor oluşu; bazı Müslüman ülkelerin de hala zihinsel ve siyasal anlamda gerçek anlamda bağımsızlık kazanamamış olmalarıdır.
  
Dış etkenlerin çatışmalar üzerindeki payı
 
İslam dünyası, Türkiye gibi birkaç ülke istisna, uzun süre sömürgecilerin idaresinde kalmıştır. Sömürgecilik döneminde siyasal bir yapı oluşmuş, sosyolojik olarak projeler hayata geçirilmiş. Günümüzdeki haritalar ve sınırlar tesadüfen değil işte böyle bir strateji ile oluşturulmuştur.
 
Bugün çatışmaların olduğu ülkelerde hep sömürge döneminde oluşturulan sınıfsal ve siyasal yapıların korunduğunu ve iktidar mücadelesi sürdürdüğünü görüyoruz. Bu nedenle dış müdahalenin hala farklı biçimlerde devam ettiğini söylemek komplo teorisi üretmek değildir. 1990’larda Cezayir’de; 2013 yılında Mısır’da dış müdahale ve meşrulaştırıcı destek olmasaydı geniş kitlelerin başlattığı siyasal ve toplumsal değişimler durdurulamazdı.
 
Öte yandan ihtilafların dış kaynağı kadar iç nedenlerinin de olduğunu söylemek gerekir ki bunlardan birincisi ve en önemlisi bir uzlaşma kültürünün yeterince kök salmamasıdır.
 
Dünya sisteminde bakıldığında ittifakların belirleyici olduğunu görüyoruz. Ancak ittifaklar ve işbirlikleri hangi temelde yapılmalı sorusunu da sormalıyız. Sadece aynı din, inanç, mezhep, etnisite ve coğrafya aidiyeti üzerinden kurulan ittifaklar aynı anda kendilerine muarız ve muhalifler üretir. Bu nedenle İslam dünyası kendi için bir dayanışma örgütü veya yapısı kurmak istiyorsa bütün imkan ve riskleri gözden geçirmelidir. D-8 söz konusu risklerin yeterince hesaplanmadığını göstermiştir.
 
Sosyolojik yapı nasıl dönüştürülür?
İslam dünyasındaki değişim talepleri ve bu taleplere karşı durmanın temelinde meşruiyet krizi ve bununla doğrudan ilintili saydamlık ve hesap verebilirlik sorunları yatmaktadır. Ayrıca sömürge döneminde bilinçli olarak inşa edilen azınlıkların çoğunlukları yönettiği veya din/mezhepsel aidiyetlere göre yönetimlerin oluşturulduğu ülkelerde sosyolojik yapının kırılgan ve sürtüşmeye kolay düşen bir yapıda olduğu görülmektedir.
 
Bu nedenle ilk atılması gereken adımlardan biri meşruiyet krizinin aşılmasını sağlamak, yani halkın iradesinin siyasi idareye yansıdığı bir anlayış ve geçişin sağlanmasıdır. İkincisi sosyolojik yapıyı kırılganlaştıran dini, etnik ve mezhepsel farklılıkların ayrışma değil zenginlik olduğunu gösteren yeni bir sosyolojik paradigmanın inşası gereklidir.
 
Farklı olanlar tehdit olarak algılandığı sürece toplumsal barışın sağlanması mümkün değildir. Türkiye’nin deneyimleri bu anlamda oldukça öğreticidir. Gerek din ve toplum ilişkilerinde varılan mesafe, gerekse farklı dini, mezhepsel ve etnik grupların eşit vatandaşlık ve temsil siyasetine dahil edilmesi önemli bir deneyim olarak ön plana çıkmaktadır.
 
Bilginin güç olduğu bir dünyada yaşıyoruz. İslam dünyası son yüzyıla kadar içine kapanık bir görüntüde idi. Bazı ülkelerin hala öyle olduğunu, dışa açılmayı riskli gördüğünü, değişim taleplerine kapalı olduğunu görüyoruz. Halbuki küreselleşme, iletişim ve medya devrimleri dünyayı küçültmüş ve yeni pencereler açmıştır. Buna üniversiteler, araştırma merkezleri ve düşünce kuruluşları da eklendiğinde bilgi üretmenin ve bunu stratejik bir değere dönüştürmenin ne kadar önemli olduğu kendiliğinden ortaya çıkar.
 
İslam dünyası hala Batılı bilginin kodları ile entelektüel tartışmaları sürdürüyor zira kendi aydınları ve düşünürleri henüz özgün ve alternatif kavramlar ve kuramlar oluşturamadı. Bu konuda olumlu gelişmeler olmakla beraber entelektüel olarak bağımsızlığını ve yeterliliğini henüz kabul ettirebilmiş değil. Bilgi üretmeye ve ürettiği bilgi ile dünyada var olamadığı sürece oryantalist söylemlerin tanımlayıcılığından kurtulmak mümkün görünmemektedir.
 
Kur’an-ı Kerim’de yer alan emirler, uyarılar ve tavsiyeler zaman ötesidir. Müslümanları kuşatıcı bir özellik taşımaktadır. Aynı zamanda insanlık tarihinin de deneyimlerini yansıtmakta; önceki toplulukların düştükleri duruma düşülmemesi için uyarıda bulunmaktadır.
 
Buradan hareketle Müslümanlara sürekli olarak, ortak değerler ve ilkeler bütünü olarak Kur’an ve Sünnetin mesajlarına kulak vermeleri hatırlatılmalıdır. Diğer taraftan siyasal ve toplumsal ayrışmalara zemin hazırlayan eşitsizlikler, adaletsizlikler, temsil ve meşruiyet sorunları da ortadan kaldırılmalıdır.

Muslim democracy in Turkey: a threat or an opportunity? .


A number of actors, film makers and writers, including Sean Penn, Rachel Johnson and David Lynch, have sent a letter to Turkey's Prime Minister Recep Tayyip Erdogan. Published in London's Times newspaper it accused Erdogan of being an authoritarian undermining democracy in Turkey, a Muslim-majority country with a secular state system. The arguments in the letter do not reflect the deeply-rooted changes of the past decade wherein standards of democracy have been improved and the public sphere has been opened to all political and religious groups hitherto regarded as threats to national security. Moreover, the might of the military over civilian politics has been largely weakened and a constitutional referendum was held to change several articles to make the country more democratic.



Political protests over the development plans in the Gezi Park and the Taksim Square were justified only in terms of rhetoric and perceptions rather than what has happened in Turkey over the ten years of rule by the Justice and Development Party (AKP). It is true that the Turkish government and the AKP should draw lessons from such social and political protests and handle them in a better way, and the government has already signalled that the excessive use of state power to quell the demonstrations is under investigation.


Major developments have taken place to democratise Turkey in recent years under a conservative government whose leading members' religious identity was met with scepticism and suspicion at the beginning of their term of office. In contrast to claims that Muslim democrats who gained power in 2002 have a hidden agenda to Islamise the country gradually, Turkey's new direction is set towards full membership of the European Union and the institutionalisation of its values, even though there is resistance from Germany and France to Turkey's membership on predominantly cultural grounds. Turko-sceptics in Europe propose a "privileged partnership/membership" instead of full accession.
In contrast to critics' expectations of a conservative government, on May 19, 2007, the Akdamar Church (Armenian Cathedral of the Holy Cross), a 1,100 year-old place of worship on Akdamar Island in Eastern Anatolia was opened as a museum after being renovated by the Turkish government. The BBC reported that senior officials attended the opening ceremony following its restoration at a cost of $1.5m, which took 18 months in order to save the empty and neglected building with its intricate wall carvings depicting Biblical scenes1. Calls were made by several figures including Patriarch Mesrob II, spiritual leader of the Armenian Orthodox community in Turkey, for the government to open up the restored church for worship at least once a year. The government responded to this call positively and the building hosted worship on September 19, 2010, attended by hundreds of Orthodox Armenians, some of whom travelled from Armenia itself for the service.


On August 14, 2010, the first liturgy after 88 years was celebrated in the ancient Sumela Monastery (the so-called Monte Cassino of the East), 50 km from the city of Trabzon in the North-east of Turkey on the Black Sea. The monastery was founded in 386 and went through many ups and downs across the centuries. When it fell at the hands of Muslim Turks following the conquest of Istanbul, it remained untouched and continued its educational and spiritual activities uninterrupted. Probably the last religious ceremony was held in 1923 before a large-scale population exchange took place between Turkey and Greece, involving Orthodox Greeks in Turkey and Muslims in Greece. The monastery was then restored and turned into a museum. On September 14, 2010, thousands of Orthodox Greeks from around the world gathered there to pray.


The opening of the Sumela Monastery and the Akdamar Church to worship indicate that there are hopeful signs of an increasing tolerance and acceptance of minority religions on the one hand and the recognition of other identities and lifestyles such as the Kurdish and Alevi initiatives in Turkey, launched by the AKP. No other political parties since the establishment of modern Turkey have taken such bold steps to democratise the country and recognise publicly the grievances of its marginalised and neglected minorities. In contrast to claims that the AKP is consolidating conservatism and preparing the ground for social pressure on groups who don't share its ideology, by looking at the reforms since 2002 one can argue strongly that the moderate Islamist party is bringing Turkey closer to the western standards of democracy, rule of law, human rights and equal citizenship. Moreover, by opening Turkey to the world outside through trade and active foreign policy, Turkey is becoming more engaged in international affairs and integrated into the western system, which actually motivates the country to adopt further democratisation and transparency. As such, the debate about Turkey should focus on structural changes as agents of democratisation and transformation wherein the AKP government has played a leading role rather than looking at the outdated cliché that Islam and democracy are incompatible and Muslims fail to recognise the rights of secularists, unorthodox communities and other non-Muslim minorities.


The opening of the Sumela Monastery and the Akdamar Church mentioned above took place in a political environment dominated by the Islamist AKP, which is accused constantly of having a secret agenda to establish an Islamic state despite categorical denials by the party leadership. Claims are circulated that the Erdogan government is fostering religious conservatism to transform Turkish society, creating social pressure on people to conform to the ideals of the AKP in the process, curtailing several freedoms such as the consumption of alcohol and influencing fashion styles. Although these claims are repeated frequently, there are no legal arrangements and regulations, court decisions or other sociological evidence of Turkey moving in a conservative direction. However, there is a discussion on conservative social pressure, termed "neighbourhood pressure", by Serif Mardin. It is argued that the government's conservative ideology, intentionally or unintentionally, encourages like-minded people to force others to conform to a conservative life style.
Although social pressure and discrimination is often attributed to conservatism which is claimed to be largely informed by religion in Turkey, there is almost no discussion of how the current secular elite, who see themselves as the standard-bearers of republican and secular values, stand with regards to Muslim groups, the Kurds and non-Muslim minorities as far as discrimination and "othering" are concerned. A recent research paper on "Elites and Social Distance" indicates that most of the respondents who were educated in prestigious public or private schools, having a good job with middle or upper income levels, have a closer proximity to non-Muslims than the Kurds, which make them indifferent to the Kurdish problem. The same research demonstrates that the secular elite believes that the AKP has a hidden agenda of turning Turkey into a more conservative country. The Islamist newcomers to power are seen as "occupiers" who are against the republican secular values and the solution for the majority within the elite is to close down the AKP, though in principle they are against banning political parties. As far as the headscarf issue is concerned, such veiled women are regarded as "others" by the respondents and seen as a threat. Their primary social environment is closed to veiled women which suggests that differences in ideology and life styles create isolated social worlds in society with essentialist views towards others2.


Although one should acknowledge the presence of various forms of discrimination in the workplace, in the state institutions and in society as pointed out in several reports, these are not the product of the Erdogan government. In fact, the evidence suggests the contrary and that it is the Muslim democrats in the current government who initiated direct talks with the Kurds, the Alevis and the Roma people in Turkey for the first time in the Republic's history.


Turkey's policy towards its non-Muslims citizens is moving in the right direction in terms of consolidating and expanding rights and liberties that they were not able to enjoy fully under Kemalism, which tended to favour a nationalist and exclusivist interpretation of secularism. The performance of the current Turkish government under the AKP since 2002 signals us to be optimistic for the future. Not only has recognition and reconciliation begun but also legal provisions, such as granting "place of worship" status to churches and synagogues in 2003 and opening a new Protestant Church in 2006 which sparked optimism and increased expectations. Following these developments the parliament passed an amendment which enables churches and synagogues to have the right to use free water and electricity on a par with mosques in the country. However, the question of re-opening the Halki Seminary, which was established on October 1, 1844, on Heybeli Island and closed down in 1971, still remains unresolved though government ministers and politicians make positive statements.
The rise of the Justice and Development Party in 2002 was a source of concern for the secular elite, including the military, judiciary, high level bureaucracy and the main opposition Republican People's Party, that it would undermine democracy, destroy the secular foundations of the Republic and establish an Islamic state.The party's record since 2002 and research findings demonstrate that such claims are unfounded. In fact the AKP has initiated a "silent revolution and "instead of undermining democracy, it has done more to widen civil liberties than any preceding government since the 1960s."3 The political attitude of the Erdogan government has also paved the way for the emergence of more progressive and libertarian views with the objective of lifting prohibitions on religion and the restitution of liberties and legal entitlements for religious communities.


Footnotes
1. http://news.bbc.co.uk/2/hi/europe/6505927.stm
2. Füsun Üstel and Birol Caymaz, Elitler ve Sosyal Mesafe, (Elites and Social Distance), April 2010, Istanbul: Bilgi University and Open Society Foundation, p. 38,39,52.
3. Willam Hale and Ergun Ozbudun, Islamism, Democracy and Liberalism in Turkey, The case of the AKP, London: Routledge, 2010, p. 151

İsral’i eleştirmek antisemitizm mi?

İsrail, kurulduğu 1948 yılından bu yana Ortadoğu’da istikrarsızlığın ve çatışmaların ortasında yer alan ülkelerden biri olageldi. Birleşmiş Milletler (BM) kararı ile kurulan ve Avrupa başta olmak üzere pek çok ülkeden göç eden Yahudilerin oluşturduğu İsrail devleti, toprakları ellerinden alınan Filistinliler ve bölgedeki Arap ülkelerinin onu resmen tanımaması dolayısıyla meşruiyet sorunu yaşayageldi.


1967 Arap-İsrail savaşlarındaki işgalleri müteakiben Filistin toprakları üzerinde kurulan yeni yerleşim üniteleri, koloniler halinde genişledi. Filistinliler, tüm bu işgal ve kolonileştirme siyasetine karşı direnmek amacıyla çeşitli girişimlerde bulundular. Örgütler kuran Filistinliler, zaman zaman İsrail güvenlik güçleri ile çatışmalara girdiler. 
Madrid ve Oslo Barış Görüşmeleri'nde bazı konularda uzlaşmaya varılmasına rağmen Filistin konusunda nihai bir anlaşma bir türlü sağlanamadı. Bir güvenlik devleti olarak temayüz eden İsrail, 1967’den bu yana 750 bin Filistinliyi hapse attı. Ayrıca Gazze ve Batı Şeria’nın ekonomik gelişmesine engel olmak için duvarlar ördü ve bölgeyi abluka altına aldı. Özellikle ABD’nin BM Güvenlik Konseyi’ndeki veto koruması altında şiddet politikalarını sürdüren İsrail, 2008 ve 2012 yıllarında Gazze'ye can ve mal kaybına neden olan saldırılarda bulundu.


İsrail’in kolonileştirme politikalarına direnç
Filistin’in BM’de üye olmayan gözlemci ülke olarak tanınması, Hamas ve Fetih grupları arasındaki yakınlaşma, Doğu Akdeniz’de doğalgaz rezervlerinin bulunması, bölgesel jeopolitiği İsrail aleyhine değiştirebilecek yeni bir durum yarattı. Bundan rahatsız olan İsrail, kaçırıldıktan sonra ölü bulunan üç İsrailli'yi bahane ederek Temmuz 2014'te Gazze’ye büyük bir saldırı başlattı.


Yıllardır İsrail politikalarının eleştirileri söz konusu olduğunda, antisemitizm etiketlemesi araç olarak kullanıldı. Böylesi bir etiketlemeden endişe duyan aydınlar ve politikacılar, İsrail'in saldırıları karşısında hep suskun kalmayı tercih ettiler. Ancak son Gazze saldırıları, bu endişelerin kısmen de olsa ortadan kalktığına işaret ediyor.
İsrail'in Gazze'de yürüttüğü operasyon, neredeyse her ülkede tepkilere neden oldu. Özellikle sivil kayıpların çok oluşu ve BM okulu gibi korunaklı yerlere yapılan saldırılar, ciddi eleştirilerin dile getirilmesine yol açtı. İsrail'in, Filistin Sorunu'na bakışı ve askeri operasyonlara dayalı devlet politikası, sadece Müslümanlar tarafından değil her din ve milliyetten insanlar tarafından kınandı. Özellikle New York ve Londra gibi kentlerde yaşayan Yahudiler de orantısız güç kullanımını eleştirmek amacıyla diğer grupların düzenlediği protestolara katıldılar. 

İsrail devletinin takip ettiği siyaseti eleştirmek, zaman zaman antisemitizm ile karıştırılıyor. Bazı Yahudi lobi kuruluşları da İsrail eleştirisini özellikle Yahudi karşıtlığı olarak göstermeye çalışıyor. Antisemitizm, inanç ve kimliklerinden dolayı Yahudilere karşı olmayı içeren ve onlara siyasal ve toplumsal meşruiyet tanımayan bir kavramdır. Antisemitizm olgusu ve Yahudileri gettolara yerleştirerek onlara karşı ayrımcı politikalar uygulanması, Batı dünyasında başlamış ve trajik sonuçlar doğurmuştur.
Antisemitizm, Batı uygarlığının öteki ile bir arada yaşama konusunda karşılaştığı meydan okumaların ürünüdür. İkinci Dünya Savaşı'nda zirve yapan antisemitizm, milyonlarca Yahudinin toplama kamplarında sistematik olarak öldürülmesi, yani soykırım ile sonuçlandı. Halen de pek çok Batı ülkesinde antisemitizmin var olduğu ve artış gösterdiğine ilişkin raporlar yayımlanıyor. Batı kültüründe ortaya çıkan Yahudi karşıtlığının, zaman içerisinde diğer ülkelere de yayıldığı görülüyor.


İslam, Yahudilik ve antisemitizm
İslam dini, özü itibariyle kendisini Yahudilik ve Hristiyanlığın devamı olarak görür. Aynı geleneğin bir parçası olarak gördüğü bu dinlere ve bu dinlerin mensuplarına bakış açısını da işte bu arka plan belirler. İslamiyetin ilk ortaya çıktığı yıllardan itibaren yapılan anlaşmalar ve Medine Vesikası'nda da görüldüğü gibi diğer din mensupları ile bir arada yaşamanın sosyolojik ve siyasal temelleri kurulmuştur. İşte bu nedenle İspanya'dan göç etmek zorunda kalan Yahudiler, Osmanlı topraklarında kendilerine korunaklı bir alan bulabilmişlerdir.
Osmanlı döneminde oluşturulan 'Millet Sistemi', Yahudi ve Hristiyanların kendi eğitim kurumlarını kurma, kendi dillerinde eğitim yapma ve kendi şeriatlarını/hukuklarını uygulama özgürlükleri sağlıyordu. İkinci Dünya Savaşı'nda da bazı Türk diplomatların Yahudileri korumaya yönelik çabaları oldu.
Fakat Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılmasının ardından gelen ulus devlet kurma ve kimlik politikaları, çokkültürlü yapı yerine homojen bir ulus inşa etme sürecini başlattı. Bu dönemde etnik ve dini azınlıkların ayrımcılık ve hak ihlalleri ilgili ciddi sorunlar yaşadığı biliniyor. Ancak bu ihlaller, sosyolojik bir karşıtlık, talep ve eğilimin değil dönemin ideolojik tercihlerinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştı.


Antisemitizm etiketlemesi işe yaramıyor
İslamiyet, din özgürlüklerini, öteki inanç ve kültürlere hoşgörüyü esas alan bir dindir. Lakin tarihsel ve siyasal kırılmalar, Müslümanlar ile diğer din mensuplarının ilişkilerine de yansıdı. Bu nedenle konjonktürel gelişmelerin ortaya çıkardığı sonuçları dinin özüne mal etmek mümkün değildir.
İslamiyet, kategorik bir Yahudi düşmanlığını onaylamadığı gibi, Yahudilere yönelik şiddet ve nefret içeren bir dil ve söylemi de onaylamaz. Ama Müslümanların da, diğerleri gibi İsrail'in devlet politikalarını eleştirmeye, kınamaya ve protesto etmeye hakları vardır. Ve bu hakkı kullanmaları, antisemitizm olarak değerlendirilmemelidir.
Diğer yandan Müslümanlar da bu hakkı kullanırken, benimsedikleri dil ve yönteme özen göstermelidirler. İsrail devletinin şiddet politikalarından duyulan kaygı, asla Yahudi yazar, sanatçı, din adamı gibi bireylere ve Havra gibi Yahudi kurumlarına karşı bir öfkeye yönelmemelidir. Antisemitizm, İslam kültürünün bir ürünü değildir ve sosyolojik karşılık da bulamamaktadır. İslamiyetin özüne uygun olan da budur.
İslam dünyasında ciddi bir İsrail eleştirisi olduğu doğrudur ve bunun haklı gerekçeleri vardır. Bu eleştiri dalgası, İsrail politikalarına geleneksel olarak olumlu bakan ülkelere de yayılmaya başlamıştır.
Artık antisemitizm etiketlemesi ile dünyanın vicdanını susturmak mümkün görünmüyor.


http://www.aljazeera.com.tr/gorus/israli-elestirmek-antisemitizm-mi

İslam dünyasının aşırılıkla imtihanı


Pew Araştırma Merkezi’nin Müslüman nüfusun yoğun olduğu 14 ülkede Nisan ve Mayıs aylarında 14.244 katılımcı üzerinde yaptığı araştırma, İslam dünyasındaki siyasal gelişmelerin sosyolojik yapı üzerindeki etkilerini ortaya koymaktadır. Araştırma özellikle Batı kamuoyunda yaygın olan bazı kalıpyargıları sarsacak bulgular da içermektedir.
1997 yılında yayınlanan "Islamophobia: A Challenge for Us All başlıklı Runnymede Trust" raporunun da ortaya koyduğu gibi Batı kamuoyunda İslam ile ilgili yaygın kanaatler olumsuz imgeler ve önyargılar içeriyordu. Bu raporun bulgularına göre İslamiyetin diğer kültürler ile ortak yönlerinin bulunmadığı, Batı kültürünün daha üstün olduğu, İslamiyetin şiddet içeren bir ideoloji olduğu kamuoyunda yaygın önkabuller arasında yer alıyordu.
11 Eylül 2011 saldırıları, Taliban ve El-Kaide gibi dini inanç ve söylemleri araçsallatırarak meşruiyet dayanağı olarak gösteren şiddet yanlısı örgütler İslam ve aşırılık arasında kurulan özdeşleşmeye malzeme taşımıştır. Afganistan ve Irak’ın işgali, Arap Baharı’nın öncelik ettiği siyasal değişim taleplerinin bastırılmasına karşı gelişen ve pozisyonlarını tahkim eden Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) gibi örgütler ise kökenleri geçmişe uzanan kalıpyargıları daha da pekiştirmiştir.


Ancak Pew araştırması bulgularının da açıkça işaret ettiği gibi radikal ve aşırı örgütlerin İslam coğrafyasında geniş bir toplumsal karşılığı ve desteği bulunmamaktadır. Buna rağmen istisnaları olmakla birlikte Batı medyası, siyaseti ve akademyasındaki hâkim bakış açısı ve kullanılan dil, Müslüman toplulukların aşırılıklara ve şiddet içeren İslam yorumlarına yatkın olduğunu ima etmektedir.






İslam dünyasına bakıldığında özcü yaklaşımlardan kaçınılmasını gerektiren geniş bir siyasal ve sosyolojik çeşitlilik olduğu göze çarpar. Pew araştırmasının da gösterdiği gibi Müslümanların çoğu aşırı örgütlerin varlığı ve yükselişini kaygı ile karşılamaktadır. İslam siyaset tarihinde şiddet eğilimi gösteren gruplar ve örgütler her zaman var olmuştur. Ancak bu tür İslam yorumları geniş kitleleri peşinden sürükleyememiştir. Her ne kadar temsil krizleri ve meşruiyet sorunlarının yaşandığı, merkezi otoritenin zayıfladığı dönemlerde göreceli bir yükseliş gösterseler de aşırı örgütler geniş bir destek tabanı bulamamıştır. Pew araştırması da bu gözlemi teyit eden bulgular içermektedir, zira Lübnan, Tunus, Mısır, Filistin, Ürdün, Bangladeş ve Pakistan gibi ülkelerde halkın büyük çoğunluğu aşırı örgütlerin varlığından duydukları endişeleri dile getirmektedir. Geçen yıllara oranla endişelilerin oranında belirgin bir artış olduğu da gözlenmektedir.
İslam dünyasında aşırı örgütlerin varlığından duyulan kaygıların artmasında yol açan pek çok neden sayılabilir. Bunlar arasında siyasal gelişmelerin nereye doğru evrildiğine ilişkin belirsizliklerin giderilememiş olması, etnik ve mezhepsel aidiyetlere dayalı toplumsal kırılmaların yarattığı risklerin gün geçtikçe artması, merkezi hükümetlerin siyasal istikrar ve güvenliği sağlayamaması ve otorite boşluğunu doldurmaya başlayan aşırı örgütlerin siyasal alana yayılmaları sayılabilir.
İslam ülkelerinde aşırı örgütlere tepkilerin artmasında belki de en önemli etken refah, istikrar, güvenlik, demokratikleşme ve sivilleşme taleplerinin bu örgütler yüzünden zemin kaybetmesi ve sorgulanmaya başlaması olmuştur.

Radikal örgütlere karşı endişelerin artmasında kuşkusuz bu örgütlerin eylemlerinin önemli bir payı vardır. Radikal örgütlerin Ortadoğu, Kuzey Afrika, Afganistan ve Pakistan’da meşruiyet arayışına dayalı sivil ve geniş toplumsal tabanlı siyasi hareketleri devre dışına bırakmaya çalıştığı ve bu amaçlarına artan oranda yaklaştığı görülmektedir. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki müesses nizamı değiştirmeyi amaçlayan Arap Baharı yeni umutlar doğurmuş, meşru ve katılımcı rejimlerin kurulması için yeni imkânlar yaratmıştır. Ancak bu süreçte farklı İslam yorumlarını benimseyen grup ve örgütler arasında da bir iktidar mücadelesi başlamıştır. Bu değişm sürecinde Libya, Suriye ve Irak’ta da görüldüğü demokratikleşme ve normalleşme talebinde bulunan geniş halk kitlelerinin temsili sorunu başgöstermiş, muhalefetin dağınıklığından yararlanan aşırı örgütler silahtan güç alarak rol çalmaya başlamıştır.


İslam ülkelerinde aşırı örgütlere tepkilerin artmasında belki de en önemli etken refah, istikrar, güvenlik, demokratikleşme ve sivilleşme taleplerinin bu örgütler yüzünden zemin kaybetmesi ve sorgulanmaya başlaması olmuştur. Bir başka ifade ile meşru temsil iddiasının aşırı örgütler tarafından çalınması, şiddet örgütlerine karşı tepki ve endişeleri de artırmıştır. Bunda Batı dünyasının bölge politikalarının da etkisi olmuştur. Toplumsal tabanı ve meşruiyeti kamuoyunda genel kabul gören hareketlere otoriter rejimler ile mücadelelerinde yeterli destek verilmeyişi radikal örgütlere alan açmıştır. Bugün aşırı İslami örgütler Ortadoğu, Afrika ve Asya’da sahada etkin bir konuma gelmiş ise bu Pew araştırmasının da işaret ettiği söz konusu örgütlerin görüş ve eylemlerinin yerel halk tarafından benimsenmesi veya desteklenmesinin sonucu değildir. Zira çoğu ülkede Müslüman toplulukların aşırı örgütlere bakışlarında görülen kaygı giderek artmaktadır.
Irak ve Suriye deneyimleri aşırı İslami örgütlerin istikrarsızlık, kutuplaşma, mezhepsel çatışma ve bölünmeye ne kadar katkıda bulunduğunu göstermesi bakımından anlamlıdır. Her ne kadar her iki ülkede de etnik ve mezhepsel gerilimlerin tarihsel kökenleri olsa da radikal örgütler devreye girene kadar bu farklılıklar ve gerilimler en az maliyetle yönetilebilir durumdaydı. Bugün gelinen noktada aşırı örgütlerin eylemleri halkın talep ettiği siyasal değişim ve dönüşümün önündeki en büyük engele dönüşmüş durumda. İşte bu yüzden pek çok ülkede Müslüman kamuoyu aşırı örgütleri ve şiddet eylemlerini endişe ile izlemeye devam etmektedir.
İslam dünyasında özellikle kriz ve çatışmaların uzun süreli olduğu ve bir türlü çözülemediği yerlerde İslami hareketler çözümün adresi olarak görülmekte, bu hareketlerden beklentiler de doğal olarak artmaktadır. Siyasal İslami hareketlerin yükselişe geçtiği her yerde meşruiyet sorunu yaşayan rejimlerin çözemediği temsil meselesi başta olmak üzere ekonomi ve dış politikaya ilişkin sorunların çözümlenmesi beklenmektedir.






Yüzyıllık sorunların mucizevi biçimde çözülememesi ise iktidara gelen yeni İslami siyasal aktörlerin sorgulanmasına yol açmaktadır. Hamas bu hareketlerden biri olarak zikredilebilir zira seçimle iş başına gelmiş, Gazze’de toplumsal ve siyasal meşruiyeti kabul edilmiş bir örgüttür. Ancak gerek Gazze’ye yönelik ablukanın kaldırılması gerekse Batı Şeria ile olan ilişkilerde normalleşme ve güven inşasının gecikmesi, dolayısıyle Filistin sorununun çözümünde beklentileri tam olarak karşılayamaması, ayrıca İsrail ve müttefiklerinin uluslararası kamuoyunda yalnızlaştırma girişimleri nedeniyle Hamas’a destek azalmıştır.
Siyasal alanın katılıma açık olup olmaması önemli bir sorun olarak kendisini göstermektedir. Örneğin Mısır’da ilk sivil ve saydam seçimle Cumhurbaşkanı seçilen Mursi’nin bir darbe ile görevden uzaklaştırılması, Müslüman Kardeşler’in önce yasaklanması ve sonra terör örgütü ilan edilerek liderlerinin hapsedilmesi, üyelerinin bir kısmının idama mahkûm edilmesi siyasete olan güvenin zedelenmesine yol açabilir. Siyasetten umudunu kesenlerin artması ise aşırı örgütlerin rol çalması ve destek bulması için verimli zemin oluşturmaktadır.


http://www.aljazeera.com.tr/gorus/islam-dunyasinin-asirilikla-imtihani

İran nükleer anlaşması yeni bir dönemin başlangıcı mı?

BM Güvenlik Konseyi üyeleri ABD, Rusya, Çin, İngiltere, Fransa (P5) ve Almanya'nın (+1) İran ile yürüttüğü müzakereler anlaşmayla sonuçlandı. Siyasi çevreler ve uzmanların tarihi olarak niteledikleri anlaşma diplomasinin hala sonuç alabileceğini, sert güç kullanımının doğurabileceği risklerin dikkatlice hesaplanması gerektiğini bir kez daha dünya kamuoyu gündemine taşımış oldu. İran ile yapılan anlaşmaya kim kazandı kim kaybetti mantığı ile bakanlar olduğu kadar söz konusu anlaşmanın hem ilgili tarafların bundan sonraki davranışlarına hem de bölge politikalarına nasıl yansıyacağı sorusu çerçevesinde bakanlar da bulunmaktadır ki özgün olan da böyle bir yaklaşımdır.
Anlaşma tarihi başarı mı?

1979 devriminden bu yana İran'ın bazı ülkeler dışında uluslararası sistemin başat aktör ve kurumları ile ilişkilerinde bir kopuş yaşandığı biliniyor. Zaman zaman yakınlaşma gereğinden söz edilse de özellikle ABD ve Batı ülkeleri ile İran arasında diplomatik ilişkilerin yeniden kurulamadığı, İran'ın takip ettiği bölge politikaları yüzünden uluslararası sistemin dışında tutulduğu, İsrail, Irak, Suriye ve Lübnan siyasetinden dolayı sert biçimde eleştirildiği herkesin malumu. Bu sürtüşmelerden dolayı İran'ın nükleer teknoloji geliştirmesi, geliştirmeyi sürdürdüğü teknolojiyi sivil mi yoksa askeri amaçla mı kullanacağı hep tartışılageldi. İsrail'in de katkısıyla İran üzerinde ciddi bir kuşku bulutu oluşturuldu.
P5+1 ve İran arasında varılan anlaşma kuşkusuz tarihi bir öneme sahip çünkü şimdiye kadar muhatap alınmayan ve ikna edilemeyen İran masaya oturdu, müzakerenin yani sorunun değil de çözümün bir parçası olarak uluslararası sisteme geri dönüş yaptı. Bu açıdan bakıldığında anlaşmaya tarihi denilebilir. Ancak bu anlaşmadaki şartların neredeyse hepsini taşıyan bir anlaşma, Türkiye-Brezilya ve İran arasında 2010'da imzalanmıştı. Yani Türkiye ve Brezilya, bölgesel ve küresel güçlerin Uluslararası Atom Enerjisi kanalıyla talep ettikleri şartları İran'a kabul ettirmişti. 2010'daki anlaşmaya soğuk bakan hatta o gün Türkiye'yi hoyratça suçlayanların benzer bir anlaşmaya bugün tarihi demeleri manidardır.

İran nükleer anlaşmasının yansımaları
Diplomasinin zaferi olarak lanse edilen P5+1 ve İran nükleer anlaşmasının yansımalarını üç açıdan yorumlamak mümkündür.
Birincisi, İran açısından bakıldığında anlamlı kazanımların olduğu görülebilir. Bazı ülkeler hariç uluslararası toplum İran'ın nükleer projesini bir takım sınırlamalar ile meşru bir girişim olarak kabul etti. Ayrıca İran müzakere masasına oturarak uluslararası sistemin yeniden bir parçası olmuş, muhatap alınmış ve böylece izolasyondan kurtulmanın kapısını aralamıştır. İran'ın meşru bir muhatap olarak görülmesine yol açan müzakere ve anlaşmanın en somut kazanımı ise İran'a uygulanan yaptırımların gevşetilecek oluşudur.
İkincisi, P5+1'ın temsil ettiği uluslararası toplum ve bilhassa ABD açısından bakıldığında, savaş ve şiddete başvurmadan İran ikna edilmiş, bileği bükülmüş ve nükleer silah üretimi riski en azından şimdilik önlenmiştir. Irak ve Afganistan'dan askeri varlığını çeken, Suriye'deki krize müdahaleye isteksiz olan ABD ve Batı ittifakı bölgede kendileri açısından daha az maliyetli ama daha etkin bir yöntem ve siyasetle yönlendirici olmanın yolunu açmıştır.
Bu anlaşma, ABD ve diğer büyük güçlerin bölgeden çekildiği görüşünü çürütmekte, tam tersi yeniden ama farklı yöntem ve enstrümanla bölgeye müdahil olduğuna işaret etmektedir. İsrail ve Suudi Arabistan ise ABD müttefiki olmalarına karşın bölgedeki en büyük hasımları olarak gördükleri İran'ı rahatlatan anlaşmaya karşı çıktıklarını açıkça beyan etmeyi sürdürmektedir. Anlaşma ile birlikte ortaya çıkan sorulardan biri de İran'dan sonra sıranın hangi ülkeye geleceğidir. Örneğin nükleer projeleri olan diğer ülkelere ilişkin nasıl bir siyasal tutum ve uygulama olacak sorusu şimdiden sorulmaya başlanmıştır. İsrail'in nükleer ve biyolojik silahları olduğu ve NPT'ye de imza koymadığı biliniyor. Eğer bölgesel bir silahsızlanma olacaksa, İsrail'in de sorgulanması talep edilebilir.
Üçüncüsü, İran ile müzakerelerin anlaşma ile sonuçlanması Türkiye'yi de yakından ilgilendiren bir gelişmedir. Bir yönü ile Türkiye açısından olumlu bir gelişmedir zira nükleer silah tehdidinden arındırılmış bir bölge Türkiye'nin risk ve tehdit algılarını azaltacaktır. Ayrıca yaptırımların gevşemesi ve kalkması ile sınır komşusu olması nedeniyle İran'la dış ticaret hacminde genişleme olacak; Türkiye'nin ihracatı artacak ve daha güvenli ve ekonomik enerji temini mümkün olacaktır. Son tahlilde 2010'da zaten Türkiye de Brezilya ile birlikte İran'ı çözüme ikna etmişti.
2010'da çözümün liderliğini Türkiye ve Brezilya yaptığı için soğuk karşılanmıştı. Bugün gerçekleşen anlaşma aslında Türkiye'nin olayları çok önceden gördüğünün bir işaretidir. İran'ın merkezi bir konuma oturtulması yönünde bir gelişmenin yaşanması ve psikolojik olarak güçlendirilmesi ise bölgesel rekabet açısından bakıldığında Türkiye'nin çıkarları ile uyuşmamaktadır.



https://www.blogger.com/blogger.g?blogID=12960178#editor/target=post;postID=7458797749807546244

Suriye krizinde çözüm seçenekleri

ABD'nin Rusya'nın başlattığı diplomatik girişimlere teslim olmasıyla, Obama sahneden inerken Putin oyun kurucu lider görüntüsü ile sahneye çıktı
Rusya'nın başlattığı diplomatik girişimlere teslim olan ABD küresel rekabet yarışında bir adım attı; Obama sahneden inerken Putin oyun kurucu lider görüntüsü ile sahneye çıktı.
Gerek Obama'nın ertelediği Suriye'ye müdahale planı gerekse Putin'in arabuluculuk girişimi ile kimyasal silahların imha edilmesi planı Suriye krizine nihai bir çözüm getirmeyi amaçlamıyor.
ABD ve Rusya perde gerisinde kontrollü bir krizin devam etmesinin kendi çıkarlarına aykırı olmadığı konusunda anlaşmış görünüyor, zira masa üzerindeki seçenekler sahadaki dengeleri değiştirecek cinsten değil.


Suriye krizinin mucizevi bir çözümü yok

Suriye'de iki yılı aşkın bir süredir devam eden kriz ve iç çatışma, İran ve Rusya gibi güçlerin dışarıdan rejime; bazı ülkelerin de muhalefete verdiği destekten dolayı oldukça karmaşık bir yapıya bürünmüş durumda. Suriye, bir taraftan iç savaşın devam ettiği, diğer taraftan bölgesel ve küresel güçlerin çıkar ve nüfuz mücadelesinin devam ettiği açık bir rekabet alanına dönüştü. Bölgesel ve küresel aktörlerin kendi güçlerini de sınadığı bir ülke Suriye.
Bu nedenle krize kolay bir çözüm yolu görünmüyor ufukta. Afganistan ve Irak örnekleri de göstermektedir ki bölgeye dışardan müdahaleler, her zaman beklenen sonuçları doğurmayabilir.
Suriye krizinde aşağı yukarı şu seçenekler ile karşı karşıyayız. Bunları anlama ve yorumlama biçimleri Suriye'nin geleceğini tayin edecek adımların atılmasını gerekli kılacaktır.
Suriye'de 120 bin insan öldü ve mevcut durum ve güç dengeleri olduğu gibi devam ederse ölmeye devam edecek. Ülkenin toplumsal dokusu mezhepsel hatlarda tamir edilemez biçimde yara alacaktır. Mültecilerin sayısında dramatik artışlar yaşanacaktır. Türkiye'nin sınır güvenliği riskleri de daha artacaktır.
Bu gelişmelere seyirci kalınabilir mi? Nereye kadar seyirci kalınabilir?


Dış müdahalenin riskleri

Diğer yandan bir dış müdahale pek çok riski içinde barındırmasına karşın, gerçekleştirildiğinde iki ihtimal doğacaktır. İktidar değişikliği ile son bulacak bir müdahalede rejim giderse ve bunun yerine yeni ve geniş tabanlı bir hükümet kurulabilirse (kolay olmayacaktır kuşkusuz) krizin çözümü için bir imkân doğabilir. Ki Suriye'de bugünkü krizin başlangıç noktası da demokratik talepler çerçevesinde siyasal alanın açılması idi. Rejim değişikliği ile sonuçlanmayan bir müdahale durumunda ise tekrar başa dönülme, şiddet sarmalının genişleyerek sürme ihtimali oldukça büyük görünüyor. Diplomatik girişimlere bir şans daha verilmesi durumunda sonuç alınabilir mi sorusu da bu bağlamda sorulmalıdır. Krizin başlangıcından hemen sonra başlayan Arap Birliği gözlemcilerinin girişimleri; Kofi Annan arabuluculuğu; birinci Cenevre zirvelerinin sonuç vermediği göz önüne alınırsa diplomatik yolların da büyük oranda tıkandığı söylenebilir.
Suriye'de hangi yöntem tercih edilirse edilsin krize mucize bir çözüm beklenmesi rasyonel ve gerçekçi değildir.

27 Aralık 2012 Perşembe

Üniversiteler ve Demokrasi Kültürü



Londra Üniversitesi’nde yüksek lisans, Warwick Üniversitesi’nde doktora yaptım, aynı üniversitede iki yıl çalıştım ama bir kez bile olsun bu üniversite kampuslerinde şiddet olaylarına rastlamadım. İngiliz üniversite kültürü ve geleneği ile Türkiye’dekiler arasında hayli farklılıklar var diyebilirim. Türkiye’de kutuplaşma son zamanlarda şiddetin tırmanmasına neden oluyor.
Türkiye’nin en zeki, yetenekli ve başarılı öğrencilerinin okuduğu, üniversiteye hazırlanan binlerce öğrencinin ilk sıralarda tercih ettiği ve saygın bilim insanlarının çalıştığı ODTÜ kampusünde yaşanan olaylar, Başbakan ve rektörlerin açıklamaları, sayıları az olmakla beraber bazı öğrencilerin şiddet içeren davranışları, ünivesitelere ve demokrasi kültürüne ilişkin yeniden bir düşünme süreci başlattı.

Üniversite, Devlet ve İdeoloji

Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren  yükseköğretim kurumları Türkiye’de önemli işlevler görmüş, devlet ideolojisinin, yukarıdan aşağıya empoze edilen modernleşme ve sekülerleşme projesinin etkin bir taşıyıcısı ve savunucusu olmuştur. Üniversite sayıları uzun yıllar yükseköğretim talebini karşılayamadığı için bu kurumlardan sınırlı sayıda vatandaş yararlanabilmiş, üniversiteler kritik konularda suskun kalmış ve kronik sorunların çözümünde öneriler getirmekten çekinmiştir. Bir başka ifade ile üniversiteler, yükseköğretim geleneğinin köklü biçimde geliştiği ülkelerdeki gibi bilim, eleştirel düşünce,  araştırma ve sorgulama kültürünü geliştirmek suretiyle topluma yol gösterme konusunda kendilerinden beklenen performansı sergileyemedi. 

Statüko ve vesayete karşı koyması ve direnmesi gereken kurumlar olması beklenen üniversiteler, ideolojik kaygılarla hareket eden, çoğulculuk yerine tektipçiliğe sırtını dayayan ötekileştirici uygulamaların mekanı oldu.  Vesayetin güçlü olduğu dönemlerde yasakları uygulayan ve savunan kurumlar olmakla kalmadılar, yeni siyasi aktörleri ortaya çıkaran toplumsal değişimlere asker, bürokrasi ve yargı ile ittifak halinde direnç gösterdiler. Bu yönleriyle üniversitelerden beklenen üç temel alanda; eğitim-öğretim ve nitelikli insan gücü yetiştirme, özgün araştırmalarla teknolojik  yeniliklere liderlik yapma, hoşgörü ve çoğulculuk kültürünün gelişimine ve demokratikleşmeye katkıda bulunmada çağın gerisinde kaldılar. Buna rağmen üniversiteleri kurtarılmış kaleler olarak gören bazı aydınlar, topluma hesap vermek yerine, medya ve eski Türkiye eliteleri ile kurdukları ideolojik ittifaklar sayesinde söylemsel üstünlüklerini sürdürdüler. Bugün ODTÜ olaylarından sonra yaşananlar ve alınan pozisyonlar bir kez daha gösteriyor ki az sayıda öğrencinin katılımı ile başlayan ve farklı üniversitelere yayınlan şiddet olayları araçsallaştırılabilmektedir.

Kutuplaşma ve Şiddet Kime Yarar?

Türkiye, izleri bügün dahi hissedilen, üniversite öğrencilerinin şiddet sarmalına kapıldığı, idelojik kamplaşma ve kutuplaşmanın çok sayıda gencin hayatına mal olduğu talihsiz dönemler yaşadı. Kimi devrim, kimi vatanperverlik uğruna karşıt ideolojik uçlara savrulan üniversite gençliği birbirine kırdırıldı. Pekçok öğrenci eğitimini yarıda bırakmak zorunda kaldı. Bu kirli çekişmenin kaybedeni öğrenciler ve üniversiteler oldu. Türkiye’nin kayıp yılları şiddetin aklı ve sağduyuyu tutsak ederek müzakere kültürünü tutsak ettiği yıllar olmuştur.

Yeni Türkiye eski alışkanlıkların terkedilmeye başlandığı, vesayet rejiminin etkisini yitirdiği, siyasi ve ekonomik istikrarın yüksekğöretimde de yeni fırsat alanları açtığı bir Türkiye’dir. 2023 hedeflerine ulaşılmasında müzakere kültürünü benimseyen nitelikli kuşakların yetişmesi için her şehirde üniversite açılmış, yükseköğretimde tektipçilğin son bulması için yetmiş vakıf üniversitesinin kuruluşu onaylanmıştır. Üniversite eğitimini kolaylaştırmak amacıyla yeni üniversiteler açılırken kontenjanlar da artırılmış, dünya paralı eğitime geçerken harçlar kaldırılmış, burs miktarları yükseltilmiş, ücretsiz internet bağlantılı yurtlar açılmıştır. Bütün bunlar fırsat eşitliğini tabana yayarak üniversitelerde daha fazla öğrencinin daha iyi imkanlarla okuması, kendi geleceklerine daha güvenle bakabilmeleri için yapılmıştır. Türkiye’yi uluslarlarası sistemde temsil etmesi ve büyük güçler ile rekabet edebilen bir ülke konumuna getirmeleri beklenen de bu öğrencilerdir.

Üniversiteler, birbirine karşıt dahi olsa farklı görüşlere açık olan, muhalif ve alternatif görüşlerin bir arada yeşerebileceği kurumlardır. Bu yönüyle protesto ve itiraz haklarının serbestçe kullanılabileceği yerlerdir. Öte yandan yükseköğretime yapılan yatırımlar Yeni Türkiye’nin geleceğine yapılan yatırımlardır. Bu yatırımların protesto adı altında şiddete başvurularak sabote edilmesine, itibarsızlaştırılmasına ve saygınlığının zedelenmesine toplumun mazur beklenemez. Üniversiteler şiddetin korunduğu ve kutsandığı mekanlar olamayacağı gibi şiddete başvurulmadığı sürece öğrenci ve akademisyenlerin protesto haklarının kısıtlanamayağı kamusal alanlardır.

7 Aralık 2012 Cuma

Türk-Rus İlişkilerinde Yeni Perde


Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Türkiye ziyareti, Soğuk Savaş dönemi dış politika parametreleri ve ana bakış açılarının köklü bir değişime uğradığını bir kez daha teyit etti. İki kutuplu Soğuk Savaş yıllarında dış politikayı belirleyen iki ana unsur vardı. Bu unsurlar Rus ve Türk dış politikasını etkilemiş ve şekillendirmişti. Dönemin dış politikasında öne çıkan parametreler ideoloji ve güvenlik olarak tanımlamış ve bu yaklaşım Türkiye ve Sovyetler Birliği ilişkilerini uzun yıllar tutsak etmişti.

İkili İlişkilerde İdeoloji ve Güvenlik Kıskacı

İdeolojik olarak kendisini Batı demokrasisi ve liberalizmi eksenine yerleştiren Türkiye, içinde yer aldığı ittifakın da etkisi ile Sovyetler Birliği’nin komünist yayılmacılığını tehdit ve tehlike olarak algılamış ve bu ülke ile mesafeli ilişkiler geliştirmiştir. Benzer şekilde Sovyetler Birliği ve etkisindeki ülkeler de liberal pazar ekonomisi ve temsili demokrasi gibi değerleri yabancı ideolojik değerler olarak kodlamıştır. Söz konusu ideolojik farklılaşma yanında güvenlik riski algısı da ilişkileri etkilemiştir. Türkiye NATO içinde, Sovyetler Birliği ise Varşova Paktı içinde biri birine karşıt iki ayrı güvenlik alanına savrulmuş, sınır komşusu ülkeler olmalarına karşın siyasi ve ekonomik ilişkiler minimum düzeyde tutulmuştur. Türkiye bu dönemde kendi çıkarlarını önceleyen dış politika vizyonu geliştiremediği ve Sovyet yönetimi de Türkiye’yi karşı kampta gördüğü için ikili ilişkiler ideoloji ve güvenlik riskinin kıskacına girmiştir.

Soğuk Savaşın bitimi ile Türkiye ve Rusya için yeni bir dönem başlamıştır. Bir başka deyişle Sovyetler Birliğinin dağılması Türkiye ve Rusya için yeni imkan ve fırsatlar doğurmuştur. 1990’lı yıllar her iki ülke için de ideoloji ve güvenlik tehdidi algısı duvarlarının yıkıldığı, dış politikada ise çok boyutluluk ve bölgesel yakınlaşmanın ortaya çıktığı bir dönem olmuştur. Türkiye komşularla sıfır sorun ilkesini pratiğe dönüştürürken, Rusya ideoloji ihraç eden bir ülke olmaktan uzaklaşmış, bölgedeki ekonomik potansiyeli görerek rasyonel bir politika izlemeye başlamıştır.

Türk-Rus İlişkilerinin Normalleşmesi

Türk-Rus ilişkileri ekonomik çıkarlar temelinde yeniden tanımlanmış, üçüncü ülkelerin etkisinden kurtulmuş, karşılıklı yatırımlar ve sürekli derinleşen ticari ortaklık ülke arasında güven duygusu oluşturmuştur. Rusya özellikle Putin’in Devlet Başkanı seçildiği 2000’lerden itibaren dünya sisteminde ağırlık kazanma girişimlerinde bulunmuş, Putin, 1997 yılında yazdığı “Yerel Doğal Kaynakların Stratejik Açıdan Yeniden Yapılandırılması” konulu doktora tezindeki görüşlerini hayata geçirmeye başlamıştır. Türkiye ise bir taraftan AB ile ilişkilerini geliştirmiş, diğer yandan Ortadoğu, Balkanlar, Kafkasya/Orta Asya bölgesinde etki sahasını genişletmiştir. Her iki ülke de ikili ilişkilerdeki normalleşmeyi fırsata dönüştürmüştür.

Putin’in Türkiye ziyareti ve imzalanan 11 kritik anlaşma, 30 milyar dolara ulaşan yıllık ticaret hacmi, Rusya’nın Türkiye’deki 10 milyara dolara yaklaşan doğrudan yatırımı ile Türkiye’nin Rusya’daki 6 milyarı doları aşan yatırımı, Suriye krizinin çözümündeki görüş ayrılıklarının ikili ilişkileri derinden etkilemediğini göstermektedir.

Suriye krizi ile ilgili iki ülkenin farklı görüşleri ve çözüm önerileri olduğu biliniyor. Türkiye uluslararası toplumun daha etkin ve duyarlı davranması gerektiğini ifade ederken, Rusya, özellikle BM çatısı altında veto yetkisini kullanarak Suriye rejimini koruma yolunu seçti. Rusya’nın bu adımımın arkasında yatan temel neden Irak, Afganistan ve Libya olaylarında devre bırakılmış olmasıydı. Türkiye bu süreçte Rusya’nın kritik ve anahtar rolünü görmezlikten gelerek enerjisinin büyük kısmını, İran’ın da dahil olduğu bölge ülkeleri ile konuşmaya ayırarak; BM, AB ve ABD ile müzakereler yürüterek krize çözüm aramaya harcadı.

Putin’in ziyareti sırasında yapılan görüşmelerin ana gündem maddelerinden birinin Suriye oluşu gösterdi ki Türkiye, Suriye krizinin çözümünde Rusya’nın ciddi bir muhatap olarak görülmesini kabul etmeye başladı çünkü AB ve ABD beklenen ölçüde ağırlıklarını Türkiye’den yana şimdiye kadar koymadı. Diğer yandan Putin’in Suriye rejimi ile ilgili açıklamaları, Rusya’nın katı tutumunda gevşemeler olduğunu da gösterdi. Suriye krizinin bölgesel istikrarı tehdit ettiği, çözümlenmemesi durumunda yaratacağı riskler konusunda Türkiye ve Rusya’nın benzer görüşler taşıdığı, çözüm şartları ve yöntemi konusundaki farklılıkların da müzakere edildiği göz önüne alındığında Putin’in Türkiye ziyareti her ülke için de olumlu sonuçlar doğurmuştur. Bugün gelinen noktada, Türk-Rus ilişkilerinde ideoloji ve güvenlik tehdidi algılarına dayalı görüş yerini rasyonel yaklaşımların aldığını ve yeni bir perdenin açıldığını söylemek mümkündür.



Endonezya’da yeni hükümetin öncelikleri hangi konular?

Nüfus bakımından dünyanın en büyük dördüncü ülkesi olan Endonezya, 280 milyonluk nüfusu ile en büyük İslam ülkesi. G20 üyesi olan Endonezya ...